neler döndüğünü bilmediğim sözlük çünkü serhat değilim. *
1 haftadır falan sözlükte pek aktif olamadım zira uğraştığım bir şey vardı. bu sabah 11:00'e doğru uğraşmakta olduğum şeyin en önemli kısmını hallettim. yani artık sözlüğe dönebilirim sanırım.
neler döndü sahi ya? cidden en ufak bir fikrim bile yok. haha.
valla son saniyelerde bile isveç'in hala şansı vardı. yani son üçlüğü atsalar, bir de top çalsalar veya 5 saniyede topu elimizden çıkarmamızı engelleseler, bir üçlük daha ve faul +1. kazanabilirlerdi bile. elbette %1 ihtimal falan ama böyle bir şans tanıdık onlara. son 1 dakikaya kadar falan zaten şansları vardı ve az da değildi.
bu maçı antrenman maçı gibi oynamamız gerekirdi. yani ikinci yarıda yedeklerimizi ısıtmak, as oyuncularımızı dinlendirmek gibi. ama sonuna kadar müthiş çekişmeli geçti maç ve umarım buradaki yorgunluğumuz 2.5 gün sonraki çeyrek final maçımıza negatif yansımaz.
şutörlerimiz çok belirleyici olacak gibi görünüyor. çeyrek final maçında alperen gene canavar gibi oynarsa ortalama bir şutörlük performansıyla da rakibi eleyebiliriz ama sırbistan, almanya falan ile karşılaşırsak/karşılaştığımızda iyi veya çok iyi dış şut atabilmemiz bence elzem olacak.
sporx'te canlı skorlara bakayım dedim ve ne göreyim, gerideyiz 2. çeyreğin sonlarında.
ben de kadınlar voleybol maçımızı dinlerken bunu da izliyorum şu anda. bayağı ilk yarıyı geride kapattık lan isveç'e karşı. yani ilk yarının son 2 dakikası falan haricini izlemediğim için yorum yapamam ama ilk yarıyı geride kapatmamız bayağı olmayacak, olmaması gereken bir şey. isveç, tek galibiyetle grubundan çıkabilmiş bir takım değil mi? yani onların gruptan çıkabilmesi bile mucize gibiyken bir de bize karşı ilk yarıda üstün olmaları...
valla gene de maçı alırız herhalde ama bu maçın böyle geçmemesi gerekirdi. kaybedersek, yani isveç'e yenilip elenirsek zaten dünyada yılın spor sürprizi falan olur ki böylesi korkunç bir sürprizle karşılaşmak asla istemem.
felaket kötü bir ilk set geçirdiğimiz maç. umarım toparlayabiliriz. japonya karşısında hem hırslı hem de sakin olmalıyız. yani çok teknikler, bilekleri çok düzgün ve fokuslanma becerileri çok yüksek, boyları o kadar yüksek olmasa da. *
o değil de trt spikerinin galibiyetimizden emin konuşması beni irite etti. maç başlamadan kesin kazanıyoruz minvalinde konuştu. ilk setin sonlarında bile sanki seti alabilirmişiz gibi heyecanlı anlattı pozisyonları da rakip 23 sen 14-15 falanken nasıl alabileceksin o seti acaba. hele zehra'ya geçti onlar 24 iken servisler. aynen kanka, kesin 9 sayı üst üste alırız zehra güneş'in servisleriyle. haha.
yapay zekaya göre %73 ihtimalle biz kazanırmışız. yapay zeka diye bir şey yok. yapay zekalar var. ki kullanan kişiye göre de farklı yanıtlar verebilen şeyler bunlar. geçen maçta da yapay zekaya göre deyip duruyordu. yok öyle bir şey.
maçı kazanamayız demiyorum da işte spikerin böyle müthiş bir egoyla konuşması da beni rahatsız etti.
90'larda kanunsuz adam ismiyle yayımlanan firepower (1993) filminde gary daniels'ın canlandırdığı hammer/balyoz lakaplı dövüşçünün ölümüne abimle inanılmaz üzülmüştük 90'ların ilk yarısında. işte ergenliğimin başları herhalde. hiç hak etmemişti öyle ölmeyi ya. müthiş bir dövüşçüydü. valla en çok ona üzüldüm galiba zira aklıma ilk bu geldi.
derin nefes alıp rahatlama olayını çok yanlış anlamış basketbolcumuz. o kadar da derin demedik. haha. kaçırdığı iki serbest atıştan da önce anormal derin nefesler aldı. ikincisinden önce o kendini tam tersi strese sokacak tarzdaki derin nefeslerinden iki tane aldı hatta.
olay aslında sadece son güne kalması değildir. trabzonspor'un lige çok iyi başlamasını da unutmamak gerekir. geçen hafta da 20'ye bırakmazlardı yani uğurcan'ı bize. yani 5 milyon euro falan fazla vermiş olabiliriz de 15'e falan bırakmazlardı bize zaten ki fb'nin geçen haftalardaki 20 milyon euro'luk teklifi de reddedilmiş sanırım ts yönetimi tarafından.
ki galatasaray'a da 27.5 milyon euro'ya patlamasına rağmen 36 milyon euro falan diye söylediler ki ts taraftarı aşırı tepki göstermesin, anormal iyi bir fiyata sattık desin diye. ama efektif olarak 27.5 milyon euro'ya almışız kendisini, uğur karakullukçu'nun deyişine göre. kdv hesabı falan varmış. bana göre geçen hafta da olsa 25'ten aşağı alamazdık zaten. lig başlamadan önce olsa 15-20 falan olabilirdi sadece. ama ts lige bu kadar iyi başlamışken, onlardan en iyi oyuncularını alabilmek kolay mı sanıyorsunuz cidden?..
şimdi... galatasaray çoook uzun zamandır yabancı kaleci geleneğine sahip bir takım. bu konuda hem şanslı hem de akıllıyız diyebilirim.
uğurcan ile bu geleneğimiz bozulmuş oluyor.
uğurcan, artık kariyerini başka bir kulüpte sürdürmek istediğini uzun zamandır söylüyordu zaten. galatasaray'a da büyük bir istek ve motivasyonla geldi. bu, önemli bir artı.
ama bakalım bu kadar büyük bir kulübün üstüne yüklediği ekstra sorumlulukları kaldırabilecek mi... bence sanki kaldırabilir ama bunun bir garantisi de yok elbette.
29 yaşındaymış sanırım ve bu bir kaleci için gayet güzel bir yaş. herkes casillas gibi gencecik yaşında büyük kulüp sorumluluğunu kaldıramaz. ben de isterdim şöyle bir 23 yaşında kaleci alalım ve muslera gibi uzuuun seneler kalemizi korusun. ama 29 yaşında, kendini kanıtlamış bir kaleciyi alıp ondan belki 8-10 sene faydalanabilmek de fena sayılmaz bana göre.
bir de uğurcan'ın alacağı maaş, ederson'un alacağının yarısının da altında olacak muhtemelen. yani 4 senelik kontratlar düşünüldüğünde uğurcan'ın gs'ye maliyeti, ederson'un fb'ye maliyetinden daha düşük olacak.
benim beğendiğim bir kalecidir uğurcan. galatasaray'a tam uyum sağlayabilir mi, bunun bir garantisi olamaz ama aslında bu bağlamda hiçbir potansiyel transferde bir kesinlikten söz edemeyiz.
kendisine başarılar dilerim. elinden geleni yapacağından şüphem yok. umarım her şey kendisinin ve bizim arzu ettiğimiz gibi gelişir, galatasaray kariyerinde.
dünyanın en ünlü korku yazarı stephen king'in 1986 tarihli aynı adlı romanından uyarlanan ve abc tarafından çdefgğhıijklmno'ya itelenen film. hey! neler saçmalıyorum ben?! o'ya itelenen derken aslında eserin ingilizce yani orijinal adı it iken türkçesi de o... (bkz: o'ya itilenen mi oya küçümen mi sorunsalı) neyse, daha fazla zırvalamayayım. * yani abc (american broadcasting company) bünyesinde 2 bölüm halinde gösterilen bir mini dizidir. yani teknik olarak mini dizi dense de bence bunun gibi ya da welt am draht gibi yapımlara film demek sanki daha doğru. hani üç bölüm olur ve cidden bölümler arasında tematik geçişler olur, o zaman anlarım da bunun gibi yapımlar süreleri nedeniyle 2 bölümde yayımlanan filmler bence. yani aşağı yukarı 3 saat 10 dakikalık bir yapım bu ve tv'lerdeki reklam kuşakları da düşünüldüğünde kimse oturup da 4 saatlik bir şeyi izlemez denip 2 bölüm halinde göstermişlerdir it'i de diye düşünüyorum ben şahsen. ama 2 ayrı bölüm olarak çekilmişse ve yayımlanmaları arasında uzunca bir süre varmışsa da dizi olarak bakılabilir tabii. metası bir dizi olarak hazırlanacaktır ancak ben bir film olarak görüyorum bunu.
1990 çıkışlı bir yapımdır it. ülkemizdeki tv'ler de yanılmıyorsam göstermişti 90'larda. aslında 90'ların başlarında ve ortalarından biraz sonra falan 2 kere tv'den izlediğimi net hatırlıyorum ben bu yapımı ama o aralar yaşadığım söke'nin yerel tv'sinde de izlemiş olabilirim mesela. yine de sanki star, show falan gibi bir kanalımızda da gösterilmişti. gösterilmemişse şaşırırım. yazarken bir yandan da düşünüyordum ki, ulusal tv'lerimizin de en az birinde gösterildiğinden emin gibi oldum şimdi zira gün içinde de o korkunç palyaçolu sahneleri falan da gösterilirdi diye aklımda kalmış ve biz de film saatini heyecanla beklerdik...
öncelikle, bu filmi ben toplamda 5 kere izlemiş oldum galiba totalde: ilki çocukken, ikincisi herhalde ergenliğimin başlarında falan, üçüncüsü 2000'lerde ve bir ihtimal 2010'da ama 2011'den önce... bunu şöyle hatırlıyorum, 2011'de yazdığım bir müzik eleştirisi yazısında bu filmdeki bir sahnedeki seslerin 90'ları ve 2000'lerin başlarını kasıp kavuran metal efsanesi children of bodom'un benim de 90'larda grupla tanıştığım albüm olan something wild'ının açılışında kullanmasından bahsetmiştim ki bu keşfi de, it'i işte 2000'lerde yeniden dinlerken yapmıştım. şu videoda bahsettiğim şeyi dinleyebilirsiniz. yani albümün açılış şarkısının girişindeki korkunç kahkahayla biten kısmın sesleri bu tanıtmakta olduğum filmin bir sahnesinden:
son olarak da bugün izledim işte filmi ve bu da yamulmuyorsam 5. izleyişim oldu. bir daha da izler miyim bilemiyorum zira bunun çok da süper bir yapım olduğunu düşünmüyorum açıkçası. hatta benden normalde 5/10 alabilecek kadar vasat bir film ama tim curry'nin pennywise tiplemesi ve performansı o kadar mükemmel ve ikonik ki bu 6/10'a çıkıveriyor bu sayede. bir de işte çocukluğumda beni gerçekten korkutabildiği için ve işte nostaljik bir değeri de olan bir yapım olduğu için 7/10'a çıkarıyorum. zaten normalde de 7/10'dan az not verdiğim filmlerin, dizilerin, albümlerin vs. kritiklerini yapmayı tercih etmiyorum burada. yani ne bileyim, böyle eserlere geçmişte çok gömerdim. artık övebileceğim yapımları seçip öyle eleştiri yazısı yazmayı daha fazla seviyorum galiba. gene de belli olmaz. günün birinde gene gömütoviç mode on deyip allah ne verdiğyse saydırabilirim, mızrak gibi yergilerimi 90'a takabilirim öyle itin bir tarafına sokabilecek yapımları ele alıp yazarak. bu arada gene it göndermesi yaptım, itin bi tarafı diyerek. ne demişler, iti an çomağı hazırla...
it'i anmak gerekiyor gerçekten de burada zira dediğim gibi, curry'nin it/pennywise tiplemesi hakikaten de ikonik ve filmin tek olağanüstü diyebileceğim yönü de bu. burada olağanüstüyü hem tabiatüstü hem de fevkalade gibi düşünebilirsiniz ki cidden öyle, yani ikisi de. işin doğaüstü, fantastik boyutuna dalarsam şimdiden spoiler'lara dalmış olurum ve bunu tercih etmiyorum ama bu mevzunun damarlarına kadar ineceğiz yazının ilerilerinde.
öncelikle yapımın iyi ve kötü bulduğum genel yönlerinden bahsedeyim. öncelikle karşımızda bence kesinlikle "iyi" diyebileceğimiz bir film yok ama ben şahsen kötü de bulmuyorum bunu. yani palyaço tiplemesinin çarpıcılığını çıkartırsak karşımızda vasat bir film kalıyor kanımca. ben romanını da 90'larda, ortaokuldayken okumuştum bunun ama sonradan öğrendim ki 3'te 1'ini falan okumuşum, gerisini okumayı unutmuşum... şaka şaka, yani abridged/kısaltılmış versiyonunu okumuşum ki zaten o dönemde bunun orijinal, full hali de yoktu sanırım ülkemizde. teee ne zaman sonra bunun aslının aşşırı uzun bir roman olduğunu öğrensem de king'in romanlarıyla eskisi gibi/kadar ilgilenmediğim için oturup bir de orijinalini, hem de ingilizcesini oturup okuyayım demedim. bunun başka bir sebebi de var aslında ama bu da ciddi spoiler, hatta eserin sonunu söylemem anlamına gelir. bundan da yazının en sonunda bahsedeyim dedim şimdi.
filmin iyi taraflarından bahsetmeye nihayet başlayabilirim galiba. * bence casting gayet güzel, öncelikle. detaylara takılmazsak, başkahramanların çocukluk ve yetişkin halleri de güzel bir çalışmayla belirlenmiş ve bazıları çok iyi seçimlerken, en kötü seçimler bile "bu ne lan?!" dedirtmedi bana, en azından. sonra, mekan seçimlerini çok beğendim ben ve birçok sahnedeki müzik kullanımını da başarılı buldum. başlardaki nostaljik zamanlara refere eden kısımlarda mesela 50'lerin, 60'ların filmlerindeki müzikleri andıran tınılara yer verilmesi son derece uygun, tipik "modern" film müziği havasındaki enigmatik müziklerin de böyle bir yapım için fazlasıyla iyi ve yeterli olduğu yönünde bir fikrim var. bir tek kahramanlarımızın bir çin restoranında keyif ve neşeyle sohbet ederken it's all right parçasının çalınmasını sahneye pek oturtamadım ama buna da kel alakalı demedim açıkçası. sadece başka bir şarkı seçilebilirmiş orası için ya da ilgili sahne için o şarkıya daha uygun olması babında biraz daha farklı çalışılabilirmiş gibime geldi.
şimdi de filmin kötü taraflarına gelelim... öncelikle... 1.000 sayfanın üzerindeki bir romanı uyarlıyorsunuz ve burada anlatılan her şeyi elbette 3 saat 10 dakikaya sığdıramazsınız. ama bu demek değil ki bu filmin pennywise'lı "korkunçlu" sahneler dışındaki dramatik etki yaratan bir sahnesinin, sürükleyici ve heyecan dozu çok iyi ayarlanmış bir film yapamazdınız... yapabilirsiniz aslında ama yapamamışsınız işte. evet, kitabın kısaltılmış halini okumuştum ben ama onda bile heyecandan ne hallere girmiştim, sürüm sürüm sürüklenmiştik romanın konusuyla birlikte. bu başlığın konusu olan film uyarlamasında ise 190 dakikalık, sürükleyiciliği neredeyse 0, dramatik etkisi de sadece it'li sahnelere dayanan bir şey izliyoruz. mesela yine king uyarlamaları olan stand by me (film) ve gizemli yabancı (film) yapımlarındaki o çocuk ahbaplığı ve dayanışması ne kadar da büyülüydü ve buradaki çocuk karakterlerin başlarına bir şeyler geldiğinde biz de o karakterlerin dostları gibi üzülüyorduk. evet, yukarıda casting'ini övdüm bu başlığın konusu olan yapımın ama işte o "sıcaklık" ve "sinerji" bir şekilde seyirciye tam olarak geçmiyor. ya da en azından bana geçmedi. o çocuklardan birinin başına bir şey geldiğinde böyle kendimi kötü falan hissetmedim. tamam, pennywise'ın başrol oynadığı dehşetli şiddet sahnelerini filmde vermeyebilirsiniz veya "yumuşatarak" verebilirsiniz sansür yememek için ama o tansiyonu ve gerilimi başka türlü de verebilirdiniz...
işte burada senaristleri veya yönetmeni de sorumlu tutabiliriz. misal, oyuncu yönetmenliği denen bir şey de var ve belki de bu oyuncular çok iyi yönetilemedi... yani casting işte çok iyi. böyle ilginç çocuklar ve onlara uygun seçilmiş yetişkinliklerini oynayan aktörler ki bunlara kahramanlarımızın başına bela olan bully'ler çetesini canlandıran oyuncular da dahil. hiçbiri de kötü rol yapıyor diyemem. ama işte o sihirli dokunuş yok ve burada sorumlunun oyuncular olduğunu da düşünmüyorum şahsen. düşük bütçeli olması ve/ya mini dizi formatında tv için çekilmesini de bunda sorumlu tutabiliriz belki ama düşük bütçeli çok daha iyi king uyarlamaları var bence ve düşük bütçeli olmasa da, storm of the century [yüzyılın fırtınası] da king imzalı bir mini dizi olarak süper mesela. bu ikisi birden (yani hem düşük bütçeli olması hem de mini dizi olması) düşünüldüğünde ise farklı bir yorum yapılabilir elbette ama ben bunlara bağlamıyorum gibi bu bahsettiğim durumu. kaldı ki aslında bu 1990 yapımı it düşük bütçeli de sayılmaz ki bir tv yapımı için yüksek bile sayılır. storm of the century'nin bütçesi bunun 3 katı olsa da ikisinin çıkış yılları arasındaki fark düşünüldüğünde arada çok daha az efektif fark olduğunu söyleyebiliriz ve it, diğerinden epey daha kısa bir mini dizi ki bu da daha az bütçe gerekliliği anlamına gelir, bilhassa da böylesi görsel efektlerin dominant olduğu yapımlar baz alındığında.
ikinci bahsedeceğim kötü yanı da filmin sonunu söylemem manasına gelecek ve buna da yazının sonunda gireyim dedim.
filmi daha önce de defalarca izlediğim için, bugün izlerken detaylarına fokuslanayım da dedim ve daha önce fark etmediğim kişi şeyler gördüm. mesela çocukluktaki favorilerimden perfect strangers'lı [muhteşem ikili] sahne gülümsetti beni. bir tane yan ve kurguda önemli sayılmayacak, zaten kısa bir rolü olan karakterin walter white'a benzemesi. en sevdiğim mini dizilerden biri olan the lost room'da dr. martin ruber karakterini canlandıran dennis christopher'ın buradaki baş karakterlerden birini de canlandırması ki mimiklerinden hemen anlamıştım. çocukluktaki favori filmlerimden biri olan problem child'daki [problem çocuk] bela çocuğun babasını oynayan ve erken yaşta kaybettiğimize üzüldüğüm john ritter'ın buradaki baş karakterlerden biri olması... yani bunlar sürpriz değil elbette ve bunlarla birlikte kimi başka oyunculara da başka filmlerde ve dizilere rastlamışımdır ama bunlara ilk kez dikkat etmiş olmam kendi açımdan hoştu. başka detaylar... mesela filmdeki birçok karakterin envaiçeşit gözlük takması... böyle seri katillerin taktığı o acayip gözlükler, sıradan gözlükler, havalı gözlükler filan... harbiden filmde envaitürlü gözlük vardı ve bu da ekstra dikkatimi çekti izlerken.
bu filmi belki de son izleyişim olmuş oldu bu. ama en üst kalitede ilk izleyişimdi galiba ve cam gibi netlikte bir kez daha izlediğim için memnunum. sözlükte de bir eksiklik olduğunu düşünüyordum bunun başlığının henüz açılmamasının. evet, film pek de iyi değil. ama curry'nin pennywise tiplemesi defalarca dediğim gibi ikonik ve 90'larda çocuk veya ergen olan hemen herkes bu tiplemeyi bir şekilde görmüştür ve kimisi de korkudan altına sıçmıştır. beni sıçırtmamıştı açıkçası ama korkuttuğunu da net hatırlıyorum. hatta ikinci izleyişimde ergendim ve bir teyzemlere misafirliğe gittiğimizde yayımlanmıştı. oradaki tek tv salondaydı ve annemler, teyzemler, dayımlar filan işte sohbet ederlerken biz de bu filmi sesini tam duyamadan seyretmekteydik. benden birkaç yaş küçük olan, yani o zamanlar birer çocuk olan 2 kuzenim ve 2 yeğenim acayip korkmuşlardı. hatta tv'yi kapatmak veya kanalı değiştirmek istemişti evdeki yetişkinler, bir iki sahnesini görüp. ama biz, ufak yeğen ve kuzenlerim de dahil bir şekilde zorla engel olmuştuk onlara ve korka korka izlemiştik. haha. bunun bir videosu bile duruyor hatta. artık kocaman kadın olan bir kuzenim bana birkaç sene önce izletmişti. biri salonu kameraya alıyor, biz işte abim, ben, yeğenlerim ve kuzenlerim bu filmi izliyoruz koca koca açılmış gözlerle. kim kameraya aldı hatırlamıyorum da bir ara tv'ye yöneliyor ve filmin korkunç bir sahnesi de o videoda yer alıyor.
neyse, artık yazının sonuna doğru gelelim ama bu ikonik dediğim pennywise kimdir, nedir. onun detaylarına bir inelim, başlarda söz verdiğim gibi. yazının aşağısı acayip spoiler'lı olacak yani, sizin anlayacağınız.
palyaço... pennywise... yani it/o... burası bol spoiler'lı olacak, şimdiden belirteyim. ancak bu yaratığın tüm gizemlerini de aralamayacağım, daha doğrusu bunu yapabilmem mümkün değil zira yaratıcısı/yazarı king bile bu varlıkla ilgili birçok şeyi gizemli bırakmış... romanın ve dolayısıyla bu uyarlamasının da baş kötüsü bir palyaço. ama yoksa değil de biz mi onu bir palyaço olarak görüyoruz? kendisi zeki bir müren mi? o da bizi görebiliyor mudur bilmem de müren balıkları gibi sivri dişleri var yaratık-palyaço olduğunda ve geçenlerde açtığım fangtooth balığı başlığına tıklayıp orada göreceğiniz bu müren türünün dişleri gibi de korkunç diyebilirim. ve kuytu, lzbe bir yerde saklanıyor ve beslenmek için oradan çıkıp derry kasabasındaki çocuklara dehşet saçıyor. epey spoiler vermiş oldum bile. stephen king'in magnum opus'u olan kara kule serisindeki the turtle denen kadim varlık ve bu "it" diye bildiğimiz varlık düşmanlar olarak bilinse de the turtle denen kadim varlık it için "kardeşim" diyor. yani kardeş de olsalar düşmanlar tabii zira o kaplumbağa iyiliğin sembolüyken, it ise kötücüllüğün kitabını yazıyor. ıt, epey mistik bir varlık ve milyarlarca yaşında, dünyaya geleli ise 1 milyon seneyi geçmiş. gerçek şeklini bilmesek de dünyadaki gerçek görünümünün/yansımasının en çok benzetilebileceği şey dev bir dişi örümcek. yani örümceksi bir varlık. elit bir kötücül varlık olduğu belli. hatta kara kule romanlarından song of susannah'da söylendiğine göre 6 büyük elemental demon'dan biri olabileceği söyleniyor. her 30 yıl civarı bir sürede derry'de "uyanıyor" ve yeterince beslendikten sonra yine dinlenmeye çekiliyor. daha kolay manipüle edilebildikleri için çocuklarla besleniyor normalde ve derry'de periyodik olarak böyle korkunç şeylere sebep olsa da it, bunlar bir şekilde derinlemesine araştırılmıyor. ama elbette böyle romanlarda/filmlerde de kahramanlar bunun için var!
yazıda iki kere, bir şeylerden bahsetmekten kaçınmıştım ve bunun filmin sonunu söylemem manasına geleceğinden dem vurmuştum ve ikisi de aynı şeymiş aslında. yani ben bu örümcek şeysine acayip kıl kapmıştım ya. bilhassa da romanda. çocukken bu filmi izlediğimde sonunu izleyemememiş miydim yoksa hafızamdan mı uçmuş bilemesem de romanını okurken o yaratığın örümceksi bir şey çıkmasına aşşşşırı kıl olmuştum. yani böyle ne bileyim dünya dışı bir şeylerden daha dünya dışı bir öz falan beklersin ya... ama fi tarihinde okuduğum romanından hafızamda kaldığı kadarıyla bu bir dişi örümcek formunda dünyada ve yumurtalarından da sayısız it çıkmasına yakındı... şöyle bir düşününce, hepsi başka bir ülkeye gitse mesela dünya için büyük bir it terörü olurdu. bunu nasıl anlarsanız anlayın da işte pennywise aslında it ya, o bakımdan. haha. bir de 30 yılda bir çıkıp beslenmesi konseptine yakışabilecek en mantıklı avcı hayvan da örümcek aslında; bazı örümcek türleri bir kere beslendikten sonra senelerce aç kalsalar bile yaşayabiliyorlar diye bir şeyler okuduğumu hatırlıyorum. king de elbette zeki bir insan ve yazar ve bunları düşünerek it'in dünyadaki tezahürünün asıl formunun örümceksi bir varlık olduğu üzerinden kurgusal bir yaratım yapmıştır muhakkak.
ve yazımı da bu paragrafla noktalıyorum artık. it (film) ve devam filmi... ve bir de dizisi geliyordu galiba, yoksa geldi mi? bu yeni uyarlamaları ben hiç izlemedim ve izlemeyi de düşünmüyorum açıkçası. bill skarsgard'ın pennywise tiplemesini hiç mi hiç beğenmedim. yani öyle bir emo karakteri hakikaten acayip yadırgadım bu palyaço karakteri için. gene de ilk filmi izleyeyim demiştim ve o başlardaki meşhur kağıttan gemi yüzdürme sonrasında ufak çocuğun başına gelen trajik şey sahnesindeki cgi kullanımı da bana hiç inandırıcı veya dehşetli gelmeyince orada bıraktım ve bu yeni it evreniyle hiçbir şekilde ilgilenmemeye karar verdim. yani romanda o sahne inanılmaz çarpıcı ve şok edici idi, başlığın konusu olan filmde ise gösterilmiyordu ki bunda yapımın "sansür yememesi" de düşünülmüş gibi duruyor; yani neticede bir tv yapımı. "modern" uyarlamada ise cgi ile bana göre hiç inandırıcı olmayan bir şekilde gösterilmesi, tanıttığım eski filmdeki gibi gösterilmemesinden daha kötü bir tercihti. pratik efektler ve bunların yeterli olmadığı bazı sahnelerde olayı gizemli bırakmak... yani cgi'ye de tümden karşı olmasam da böyle filmlerde bundan mümkün olduğunca kaçınmanın daha iyi olduğunu düşünüyorum. son olarak da şunu diyebilirim: bu modern it uyarlamaları eminim sinematik bağlamda 1990 yapımı uyarlamadan bin kat daha iyidir. ama pennywise karakteri açısından bakarsak ise tim curry'nin it'ine kimse hoşt diyemez bence. s(ı)kar biraz. *
normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz.
Daha detaylı bilgi için çerez ve
gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.
online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.