makinist ile son istasyon radyo yayını
bu akşam, saat 23:00 da canlı olarak sizlerle..
müzikler iyidir.
muhabbet de fena değil.
ilginizi çeken ve üzerine konuşmak istediğiniz başlıkları yayından önce buradan yazabilir veya bana mesaj olarak atabilirsiniz.
faithfully yours.
müzikler iyidir.
muhabbet de fena değil.
ilginizi çeken ve üzerine konuşmak istediğiniz başlıkları yayından önce buradan yazabilir veya bana mesaj olarak atabilirsiniz.
faithfully yours.
devamını gör...
sosyal fobi
sona erdirmese de hafifletecek bir tavsiyedir: sebat edip her ortamdan insanla iletişime geçmeniz gereken bir işte çalışın. zamanla fobinizin hafiflediğini ve hastalığın devasının "iletişim" olduğunu fark edeceksiniz.
devamını gör...
suçluyorum

asıl adı j'accuse olan emile zola eseridir.
bu eser aslında bir mektuptur. dönemin başkanına yazılmıştır bir uyarı niteliğindedir. tarihte çok önemli bir yere sahiptir.
yazar dreyfus olayıyla ilgili söylemlerini dile getirir ve bir gazetede yayınlanır. yayınlanan gazete l'aurore gazetesidir ve tarihler 13 ocak 1898 i gösterir.
mektup üçüncü fransız cumhurbaşkanı félix faure ithafen yazılmıştır ve açık mektuptur.
daha sonra kitap haline getirilmiştir. mektupta dreyfus olayının gelişmelerini anlatır. toplumda bulunan yozlaşmayı, adaletsizliği, hak ve hukuk kavramının rezil bir halde olduğunu söyler. sık sık cumhurbaşkanı faureyi uyarır. bu olay sizin döneminizde yaşandığı için hep üzerinizde leke olarak kalacak der. mektup sık sık yahudi karşıtlığını eleştirir ve dreyfusu haklamaya çalışır.
dreyfusun haksız yere hüküm giydiğini savunan zola dönemin insanlarına korkusuz olmayı öğretmiştir. o dönemden sonra yazarlar ve insanlar korkmadan söylemlerini dile getirmiştir. toplum ikiye bölünmüştür. dreyfus karşıtları ve dreyfus savunucuları oluşmuştur.
dreyfus karşıtları emile zolaya kin ve nefret kusmuştur hatta yazar ülkeyi terk etmek zorunda kalmıştır.
benim okuduğum kitap can yayınları tarafından basılmış çevirisini tahsin yücel yapmış.
çeviriyi çok beğendim çünkü tahsin yücel olayın öncesini ve sonrasını kitaba eklemiş çok güzel şekilde okuyucuya aktarmış. çok hoşuma gitti. önce olayın öncesini ve sonra olayın sonrasını görüyoruz olaya hakim oluyoruz.
kısa ve okunması gereken bir eser. tavsiye ederim. bir insan olarak cesur yazar emile zolaya teşekkür ederim.
devamını gör...
fotoğrafçılık
bir sene öncesine kadar amatör olarak yapmaya çalıştığım bir hobiydi.
telefonumun kamerasının bozulmasıyla birlikte maalesef ara vermek zorunda kaldım.
telefonumun kamerasının bozulmasıyla birlikte maalesef ara vermek zorunda kaldım.
devamını gör...
katatonia
isveç çıkışlı metal oluşumlarının alemin kralı olduğunu düşünmekle beraber buradan çıkan gruplar içerisinde kendime en yakın bulduğum ve en kendine has müziği yapan gruptur kanımca.
konserlerde farklılıklarını pek gösteremediklerini gözlemliyor olsak da stüdyoya girdiklerinde ortaya çıkardıkları o karanlık atmosfere, yaratıcılığa ve birbirinden güzel parçalara hayran olmamak mümkün değil.
bünyesinde jonas renkse gibi bir vokalist barındırmış olması bile dinlemek için yeter sebeptir. (bkz: jonas renkse) (bkz: the great cold distance)
konserlerde farklılıklarını pek gösteremediklerini gözlemliyor olsak da stüdyoya girdiklerinde ortaya çıkardıkları o karanlık atmosfere, yaratıcılığa ve birbirinden güzel parçalara hayran olmamak mümkün değil.
bünyesinde jonas renkse gibi bir vokalist barındırmış olması bile dinlemek için yeter sebeptir. (bkz: jonas renkse) (bkz: the great cold distance)
devamını gör...
guru nanak
1469- 1539 yılları arasında yaşamış, tek tanrılı din olan sihizmkurucusudur.
guru nanak, pakistan doğumlu bir hintlidir. sonrasında kurduğu dinin içeriğini de etki edecek olan, müslüman komşuları tarafından büyütüldü. nanak, sandalyeden ayağı yere değer değmez, babası ona sığır çobanlığı görevini verdi. ama nanak zamanının çoğunu meditasyonla geçiriyor; başı boş kalan sığırlar da komşunun bahçelerine giriyorlardı. babası büyük ihtimalle ‘ne yapacağım bu tembel oğlanla’ demiştir. köylüler ise ,sıcak havanın etkisiyle olsa gerek, o meditasyon yaparken mistik olaylar oluyor diye yeminler ediyorlardı. hatta biri ‘bu çocuk ermiş gibi bir şey’ diye yeminler ederek, babasını onun din eğitimi alması konusunda ön ayak oldu. okulda onu ilk keşfeden öğretmeni oldu.
müslüman komşularından bahsetmiştim. onların da etkisiyle tek tanrı kavramı kafasında bu şekilde oturmuş oldu. ailesinin inandığı çok tanrılı dinleri reddetti; ha bir de hindistan’daki kast sistemini de. tanrı her kuluna eşit davranmalıydı; bu durumda kast sistemi de olmamalıydı.
sonrasında evlendi ve ticarete girdi. babası ise ‘madem evlendin elin iş tutsun’ diyerek onu ticarete yöneltmeye çalıştı. ona bir miktar para veren babası, ondan parayı katlamasını beklerken, o yolda gördüğü aç, fakirlere parayı dağıttı. döndüğünde tabi babasından fırçayı yedi. ama o diretti; parayı dağıtarak daha büyük bir kazanç elde etmişti. babası ne yapacağım bu çocukla diye düşünürken, aklına kızı geldi. kızından, ona bir iş bulmasını istedi. kızı ise ona tahıl ambarında iş buldu. bu sefer dikiş tutturmuştu, iş yerinde sevildi ve sayıldı. bu sırada günlük olağan meditasyonlarını yaparken, müslüman mardana ile tanıştı. her sabah buluşup, kara nehirin orada beraber ibadet ediyorlardı. ama bir gün nehre yüzmeye giren nanak kayboldu. herkes öldü diye düşünürken, 3 gün sonra nehirden sağ salim çıktı ve ‘hindu yok, müslüman yok’dedi. artık onun mistik güçleri olduğuna herkes inanıyordu ve onu ‘guru’ilan ettiler.
bu olaydan sonra hayatı değişti; daha çok meditasyon yapmaya başladı. baktı olmuyor; kankası mardana ile şehri terk etti. ikisi bir nevi serseri hayatı sürdürdüler. gel zaman git zaman , artık inançları oturmaya başladı: tek bir tanrı var, müslüman yok, hindu yok, tüm insanlar kardeş.
guru nanak, bu aydınlanmadan sonra ülkesine geri döndü. kartarpur kentinde, oluşturduğu yeni dinin kurucusu olarak ve ona inananlardan oluşan bir topluluk kurdu. kural açıktı: hangi dinden veya statüden olursa olsun, tüm insanlar eşittir.
her şey iyi gidiyordu. babür şah o dönem agresif bir yayılma politikası izliyordu. sonra kafası hindistan’daki lodi hanedanlığı’na taktı. guru nanak ile yolları bu şekilde birleşti. nanak, savaş ve şiddet karşıtı söylemlerinden dolayı tutuklandı. kısa bir süre yattıktan sonra, babür şah kendisini huzuruna çağırdı.
nanak, ona inancıyla ilgili bilgi verdi; babür şah da etkilenmiş olacak ki,ona gördüğü bir rüyayı anlatıp yorumlamasını istedi. rüya kısaca şöyleydi: hindistan zenginlik içinde yüzerken birden yangın çıkıyor ve her şeyi yok ediyordu. nanak da fırsat bu fırsat diyerek rüyayı şöyle yorumladı: siz tüm inançlara saygı gösterirseniz hindistan’da bolluk olacak,eğer bu yoldan saparsa ülke üzerindeki hakimiyetini 7 kuşak içinde kaybedecekti. fazlasıyla ikna edici konuşmuş olacak ki, babür şah onun dediklerini harfiyen uyguladı ve çocuklarına da aynı öğüdü verdi.
guru nanak,1539 yılında , kartarpur/pakistan’da vefat etti.
guru nanak, pakistan doğumlu bir hintlidir. sonrasında kurduğu dinin içeriğini de etki edecek olan, müslüman komşuları tarafından büyütüldü. nanak, sandalyeden ayağı yere değer değmez, babası ona sığır çobanlığı görevini verdi. ama nanak zamanının çoğunu meditasyonla geçiriyor; başı boş kalan sığırlar da komşunun bahçelerine giriyorlardı. babası büyük ihtimalle ‘ne yapacağım bu tembel oğlanla’ demiştir. köylüler ise ,sıcak havanın etkisiyle olsa gerek, o meditasyon yaparken mistik olaylar oluyor diye yeminler ediyorlardı. hatta biri ‘bu çocuk ermiş gibi bir şey’ diye yeminler ederek, babasını onun din eğitimi alması konusunda ön ayak oldu. okulda onu ilk keşfeden öğretmeni oldu.
müslüman komşularından bahsetmiştim. onların da etkisiyle tek tanrı kavramı kafasında bu şekilde oturmuş oldu. ailesinin inandığı çok tanrılı dinleri reddetti; ha bir de hindistan’daki kast sistemini de. tanrı her kuluna eşit davranmalıydı; bu durumda kast sistemi de olmamalıydı.
sonrasında evlendi ve ticarete girdi. babası ise ‘madem evlendin elin iş tutsun’ diyerek onu ticarete yöneltmeye çalıştı. ona bir miktar para veren babası, ondan parayı katlamasını beklerken, o yolda gördüğü aç, fakirlere parayı dağıttı. döndüğünde tabi babasından fırçayı yedi. ama o diretti; parayı dağıtarak daha büyük bir kazanç elde etmişti. babası ne yapacağım bu çocukla diye düşünürken, aklına kızı geldi. kızından, ona bir iş bulmasını istedi. kızı ise ona tahıl ambarında iş buldu. bu sefer dikiş tutturmuştu, iş yerinde sevildi ve sayıldı. bu sırada günlük olağan meditasyonlarını yaparken, müslüman mardana ile tanıştı. her sabah buluşup, kara nehirin orada beraber ibadet ediyorlardı. ama bir gün nehre yüzmeye giren nanak kayboldu. herkes öldü diye düşünürken, 3 gün sonra nehirden sağ salim çıktı ve ‘hindu yok, müslüman yok’dedi. artık onun mistik güçleri olduğuna herkes inanıyordu ve onu ‘guru’ilan ettiler.
bu olaydan sonra hayatı değişti; daha çok meditasyon yapmaya başladı. baktı olmuyor; kankası mardana ile şehri terk etti. ikisi bir nevi serseri hayatı sürdürdüler. gel zaman git zaman , artık inançları oturmaya başladı: tek bir tanrı var, müslüman yok, hindu yok, tüm insanlar kardeş.
guru nanak, bu aydınlanmadan sonra ülkesine geri döndü. kartarpur kentinde, oluşturduğu yeni dinin kurucusu olarak ve ona inananlardan oluşan bir topluluk kurdu. kural açıktı: hangi dinden veya statüden olursa olsun, tüm insanlar eşittir.
her şey iyi gidiyordu. babür şah o dönem agresif bir yayılma politikası izliyordu. sonra kafası hindistan’daki lodi hanedanlığı’na taktı. guru nanak ile yolları bu şekilde birleşti. nanak, savaş ve şiddet karşıtı söylemlerinden dolayı tutuklandı. kısa bir süre yattıktan sonra, babür şah kendisini huzuruna çağırdı.
nanak, ona inancıyla ilgili bilgi verdi; babür şah da etkilenmiş olacak ki,ona gördüğü bir rüyayı anlatıp yorumlamasını istedi. rüya kısaca şöyleydi: hindistan zenginlik içinde yüzerken birden yangın çıkıyor ve her şeyi yok ediyordu. nanak da fırsat bu fırsat diyerek rüyayı şöyle yorumladı: siz tüm inançlara saygı gösterirseniz hindistan’da bolluk olacak,eğer bu yoldan saparsa ülke üzerindeki hakimiyetini 7 kuşak içinde kaybedecekti. fazlasıyla ikna edici konuşmuş olacak ki, babür şah onun dediklerini harfiyen uyguladı ve çocuklarına da aynı öğüdü verdi.
guru nanak,1539 yılında , kartarpur/pakistan’da vefat etti.
devamını gör...
durumumuz yoktu sevisemedik
devamını gör...
coronavirüs'e yakalanmamış sözlük yazarları
elimizdeki güçlü kozu kullanıyoruz...yakalanmamak.
devamını gör...
signal
işime yaramayacak uygulama.
bütün çevrem whatsapp'tayken ben signalden ne yapayım ki?
bütün çevrem whatsapp'tayken ben signalden ne yapayım ki?
devamını gör...
albayım beni nezahat ile evlendir
"ulan bir milimden daha yakın olup da nasıl tarifsiz uzaklıkta olabiliyor iki insan?" ~abnie~
kalemin hiç tükenmesin ilhami algör.
tanım: okuyanı bol olsun dediğim başlıktır.
kalemin hiç tükenmesin ilhami algör.
tanım: okuyanı bol olsun dediğim başlıktır.
devamını gör...
iç döküşler
sevgili sözlükdaşlar,
karalama defterine alternatif bir başlık bulmanın mutluluğu içerisindeyim. o karalama defteri ne çekti bizden.. doldu doldu taştı. biraz da buraya dökelim o zaman..
günlerden cumartesi, aslında pek bir önemi yok günlerin benim için. tarihlerle de aram yoktur benim. bu yüzden sevdiğim insanların doğum günleri için hatırlatma kurarım telefona. yediğim zılgıtların etkisi büyüktür tabii..
ne zamandır bu umursamazlığın içindeyim ben. ne yazık ki kaçırdım orayı...
zihnimle alay ediyorum bazen pek keyifli. öyle dediğime de bakmayın, zoruma gidiyor aslında yerli yersiz sert vuruşlarım. sahip çıkıyorum hepsine, en sevmediğim özelliklerime bile. bu yüzden değişim çok rötarlı geliyor. gelincede diyor ki bu kadar kafa tutman ne haddine!
iki dakika içinde kendimi dibe çekebilirim. bu muazzam yetenek nereden geldi bana? cadılık mı var hamurumda?
ruhum kaotik bir zorbalığın içindeyse evden çıkamaz bedenim. sürüklemek gerekiyor beni. şöyle saçından tutup gel buraya denmeli. o zaman bile sorguluyorum neredeyim,nereye gidiyorum, bırak beni! halbuki gitmek ister hep. bu ne yaman çelişki.. pek nazlı değildir aslında sadece bilinmezlik iksiri ürpertir, titretir içini.. bu korkusu aynı zaman da umududur. o kadar absürt bir ilişki.
bilmediğin yollara savrulmalı aslında başka yerler keşfetmeli. insan başka türlü nasıl yaşar? dedim ki kendime çık dışarı gör evreni. hepsini göremezsin ama azıcık ucundan yeterli...
aldım.. verdim... ben seni yendim...
yenemedi.. şimdilik.
karalama defterine alternatif bir başlık bulmanın mutluluğu içerisindeyim. o karalama defteri ne çekti bizden.. doldu doldu taştı. biraz da buraya dökelim o zaman..
günlerden cumartesi, aslında pek bir önemi yok günlerin benim için. tarihlerle de aram yoktur benim. bu yüzden sevdiğim insanların doğum günleri için hatırlatma kurarım telefona. yediğim zılgıtların etkisi büyüktür tabii..
ne zamandır bu umursamazlığın içindeyim ben. ne yazık ki kaçırdım orayı...
zihnimle alay ediyorum bazen pek keyifli. öyle dediğime de bakmayın, zoruma gidiyor aslında yerli yersiz sert vuruşlarım. sahip çıkıyorum hepsine, en sevmediğim özelliklerime bile. bu yüzden değişim çok rötarlı geliyor. gelincede diyor ki bu kadar kafa tutman ne haddine!
iki dakika içinde kendimi dibe çekebilirim. bu muazzam yetenek nereden geldi bana? cadılık mı var hamurumda?
ruhum kaotik bir zorbalığın içindeyse evden çıkamaz bedenim. sürüklemek gerekiyor beni. şöyle saçından tutup gel buraya denmeli. o zaman bile sorguluyorum neredeyim,nereye gidiyorum, bırak beni! halbuki gitmek ister hep. bu ne yaman çelişki.. pek nazlı değildir aslında sadece bilinmezlik iksiri ürpertir, titretir içini.. bu korkusu aynı zaman da umududur. o kadar absürt bir ilişki.
bilmediğin yollara savrulmalı aslında başka yerler keşfetmeli. insan başka türlü nasıl yaşar? dedim ki kendime çık dışarı gör evreni. hepsini göremezsin ama azıcık ucundan yeterli...
aldım.. verdim... ben seni yendim...
yenemedi.. şimdilik.
devamını gör...
köylülük belirtileri
medeniyetsizliği köylülük diye nitelendirip kendi sanki bir haltmış gibi köylüyü aşağılayıcı nitelikte madde madde yazı yazmak mesela.
devamını gör...
bir apartmanda yaşanabilecek zorluklar
asansörün olmadığı binada 5.katta oturmak.
devamını gör...
zeki olmanın dezavantajları
tanrım, morticia kadını kendini güzellikten övmeye biraz ara vererek artık zekasını övmeye karar verdi.
şimdi size zeki olduğum için çektiğim acılardan bahsedeceğim.
lanet olsun! okul hayatımı bitirene kadar dersleri daha yavaş anlayanları, yani tüm sınıfımı beklemek zorunda bırakıldım! evet! ilkokulda başladı bu. okuma yazmayı öğrenmiştim kendi kendime zaten 5-6 yaşlarında, matematiği de babamı darlayarak öğrettirmiştim, dört işlemi ve anadilinde okuma yazmayı bilerek birinci sınıfa başladığınızda sıkılıyorsunuz, çok sıkılıyorsunuz, çok ve çok... çünkü tüm okul hayatınız boyunca size "arkadaşlarına müsaade et, onlar da öğrensin" deniyor. sıranızda oturup sıkıntıdan resim çizip duruyorsunuz en fazla.
"neden sınıf atlamadın?" diye soracak olanlarınıza, annemin, benden büyüklerin arasında ezileceğimden korkması üzerine yaşıtlarımla okumamda, öğretmenimin "çocuğunuz özel eğitim almalı" ısrarına karşın, kararlı olduğunu söylemeliyim. zaten bizim zamanımızda zeki çocuklar için olan şu okullardan pek yoktu da. olsaydı annem gönderir miydi? göndermezdi efenim evet, annem "benim kızım çok zekidir" diye övünecek ebeveynlerden mi sanıyorsunuz? kız kısmısı hanım hanımcık olur, bitti bu kadar. öyle sivrilmez, göze batmaz hiçbir özelliğiyle, buna üstün zekanız da dahil.
ilkokul beşinci sınıfta beni istanbul'daki zeki öğrenciler için olan o okula münasip gören öğretmenim durumu onlara yazmış, yine de annemi ikna edememişler efenim evet. "gerek yok özel eğitime, ben ilgileniyorum kızımla!" demiş ve konuyu bıçak gibi kestirip atmış. annem gözünüzde bir nazi subayı gibi canlandıysa, canlansın efenim; validem aynen öyleydi. bunu pek çok hikayemi okurken alt metinde zaten anlamışsınızdır şimdiye kadar. ha kendisini severim, sonradan kendini aştı; ilk kez "ben iyi annelik yapabildim mi?" diye kendisini sorgulamayı ben hastalandığımda başardı ama olsun, bu da bir şeydir; bunu da yapamayabilirdi.
sürekli soru soran bir çocukmuşum efenim, ki çocuk dediğimiz canlı zaten her şeyi sorar.
-o ne?
-bu ne?
-o niye orada?
ama gök yüzünde asılı duran aya bakarak "baba, ay nasıl yere düşmeden havada duruyor?" diye henüz üç yaşlarındayken üç kelimeden fazla kelime içeren bir cümle kurarak soramaz değil mi efenim? bunlar bazı çocukların sorabildikleri sorulardır. babam bunu hiç unutamadığı bir an olarak sonradan bana anlatmıştı. yıldızları, gökyüzünü kafaya çok takarmışım, babamın tepesinden inmezmişim.
efenim yani şimdi bunu niye anlatıyorum, ne bokuma yaradı bu zeka; işlenmeyen zeka, onu nasıl kullanacağı kendisine öğretilmemiş bünyede körelmeye ya da delirmeye mahkumdur. bana zekamı görmezden gelmeyi öğretti annem; eğitim hayatım beklemeyi öğretti, ben de öyle yaptım. tek seferde anladığımı gördüm ve çalışmayı bıraktım efenim, oturdum ve sadece bekledim. üzerine katmadım, üzerine gitmedim, çalıştırmadım.
tanrım düşünün ki altınızda ferrari sf90 stradale'ınız var ve onu garajına çekip kepengi indiriyorsunuz. olan şey buydu.
sonradan düşündüm de; "acaba özel eğitim alsaydım, annem, beni teste çağırdıklarında göndermiş olsaydı şu an nerede olurdum?" belki de böylesi iyi oldu, bilemiyorum.
lise hayatım da dahil dışlandım arkadaşlar ahshs ya şimdi zeki olduğu için dışlanmak, şöyle ki; aklınıza gelen her parlak fikri paylaşamıyorsunuz, anlıyor musunuz insanlar anlamıyorlar ve sizi tuhaf buluyorlar. üstelik samimi arkadaş da edinemiyorsunuz kolay kolay hani yetersiz geliyor, sıkıyor muhabbetleri, katlanamıyorsunuz, ilgi alanlarınız çok farklı oluyor. tanrım, ya yaşıtlarım kızlar titanic jack ile rose'un dramatik sonuna ağlarken, siz "ulan gemiyi de ne şahane batırmışlar" dediğinizde olmuyor; ha tabii sonradan eq (emotion quotient) olayına da bir ayar çektik şükür ama zaman aldı onun gelişmesi. haliyle zeka da tür tür, sosyal zeka düşüktü benim işte ama intelligence quotient'im canınıza okurdu ahsh
efenim ölçüldü de. bipolar olunca.
kapı kapı bu hastalığa derman aradığımız yıllarda, ülkemizin çok ünlü bir doktorunun da kliniğine gitmiştik ve orada çeşitli testlerle beraber bu da ölçüldü, "bipolar olmana şaşırmadım" demişti kendisi bana. şimdi aleni yazarak görgüsüzlük etmeyeyim de yani iyi bir puandı. dahilik-delilik çizgisinde bize kısmet delilikmiş efenim ahssh ya napam kullanamadığım zekayı abi içine edem öyle zekanın, orada yazan puanı napim? (durun dertlendim bi saniye) üstelik zeka öyle zehirli bir şey ki, maalesef kendinizi hep yetersiz bulmaya meyilli oluyorsunuz, yetmiyor yaptıklarınız anlıyor musunuz? küçümsüyorsunuz, basitleştiriyorsunuz. "ne var bunda ki amaan" diyorsunuz. bir şeyi de "hah şahane" deyip huzurla kabul ettiğimi hatırlamam, "daha iyisi olabilirdi" derim. bu bir lanettir arkadaşlar. buna bir de keskin hafıza eklenince ....ı yiyorsunuz affedersiniz.
tamam kendime geldim heh, bu yazıyı da niye yazdım; çünkü niye yazmiyim değil mi efenim? kendimi zekadan övesim gelmiş, övdüm işte ellemeyin bana. "kendi haline bırakın" derdi doktorum bizimkilere, siz de öyle yapın. beni kendi halime bırakın, birazdan geçer ahshs
şimdi size zeki olduğum için çektiğim acılardan bahsedeceğim.
lanet olsun! okul hayatımı bitirene kadar dersleri daha yavaş anlayanları, yani tüm sınıfımı beklemek zorunda bırakıldım! evet! ilkokulda başladı bu. okuma yazmayı öğrenmiştim kendi kendime zaten 5-6 yaşlarında, matematiği de babamı darlayarak öğrettirmiştim, dört işlemi ve anadilinde okuma yazmayı bilerek birinci sınıfa başladığınızda sıkılıyorsunuz, çok sıkılıyorsunuz, çok ve çok... çünkü tüm okul hayatınız boyunca size "arkadaşlarına müsaade et, onlar da öğrensin" deniyor. sıranızda oturup sıkıntıdan resim çizip duruyorsunuz en fazla.
"neden sınıf atlamadın?" diye soracak olanlarınıza, annemin, benden büyüklerin arasında ezileceğimden korkması üzerine yaşıtlarımla okumamda, öğretmenimin "çocuğunuz özel eğitim almalı" ısrarına karşın, kararlı olduğunu söylemeliyim. zaten bizim zamanımızda zeki çocuklar için olan şu okullardan pek yoktu da. olsaydı annem gönderir miydi? göndermezdi efenim evet, annem "benim kızım çok zekidir" diye övünecek ebeveynlerden mi sanıyorsunuz? kız kısmısı hanım hanımcık olur, bitti bu kadar. öyle sivrilmez, göze batmaz hiçbir özelliğiyle, buna üstün zekanız da dahil.
ilkokul beşinci sınıfta beni istanbul'daki zeki öğrenciler için olan o okula münasip gören öğretmenim durumu onlara yazmış, yine de annemi ikna edememişler efenim evet. "gerek yok özel eğitime, ben ilgileniyorum kızımla!" demiş ve konuyu bıçak gibi kestirip atmış. annem gözünüzde bir nazi subayı gibi canlandıysa, canlansın efenim; validem aynen öyleydi. bunu pek çok hikayemi okurken alt metinde zaten anlamışsınızdır şimdiye kadar. ha kendisini severim, sonradan kendini aştı; ilk kez "ben iyi annelik yapabildim mi?" diye kendisini sorgulamayı ben hastalandığımda başardı ama olsun, bu da bir şeydir; bunu da yapamayabilirdi.
sürekli soru soran bir çocukmuşum efenim, ki çocuk dediğimiz canlı zaten her şeyi sorar.
-o ne?
-bu ne?
-o niye orada?
ama gök yüzünde asılı duran aya bakarak "baba, ay nasıl yere düşmeden havada duruyor?" diye henüz üç yaşlarındayken üç kelimeden fazla kelime içeren bir cümle kurarak soramaz değil mi efenim? bunlar bazı çocukların sorabildikleri sorulardır. babam bunu hiç unutamadığı bir an olarak sonradan bana anlatmıştı. yıldızları, gökyüzünü kafaya çok takarmışım, babamın tepesinden inmezmişim.
efenim yani şimdi bunu niye anlatıyorum, ne bokuma yaradı bu zeka; işlenmeyen zeka, onu nasıl kullanacağı kendisine öğretilmemiş bünyede körelmeye ya da delirmeye mahkumdur. bana zekamı görmezden gelmeyi öğretti annem; eğitim hayatım beklemeyi öğretti, ben de öyle yaptım. tek seferde anladığımı gördüm ve çalışmayı bıraktım efenim, oturdum ve sadece bekledim. üzerine katmadım, üzerine gitmedim, çalıştırmadım.
tanrım düşünün ki altınızda ferrari sf90 stradale'ınız var ve onu garajına çekip kepengi indiriyorsunuz. olan şey buydu.
sonradan düşündüm de; "acaba özel eğitim alsaydım, annem, beni teste çağırdıklarında göndermiş olsaydı şu an nerede olurdum?" belki de böylesi iyi oldu, bilemiyorum.
lise hayatım da dahil dışlandım arkadaşlar ahshs ya şimdi zeki olduğu için dışlanmak, şöyle ki; aklınıza gelen her parlak fikri paylaşamıyorsunuz, anlıyor musunuz insanlar anlamıyorlar ve sizi tuhaf buluyorlar. üstelik samimi arkadaş da edinemiyorsunuz kolay kolay hani yetersiz geliyor, sıkıyor muhabbetleri, katlanamıyorsunuz, ilgi alanlarınız çok farklı oluyor. tanrım, ya yaşıtlarım kızlar titanic jack ile rose'un dramatik sonuna ağlarken, siz "ulan gemiyi de ne şahane batırmışlar" dediğinizde olmuyor; ha tabii sonradan eq (emotion quotient) olayına da bir ayar çektik şükür ama zaman aldı onun gelişmesi. haliyle zeka da tür tür, sosyal zeka düşüktü benim işte ama intelligence quotient'im canınıza okurdu ahsh
efenim ölçüldü de. bipolar olunca.
kapı kapı bu hastalığa derman aradığımız yıllarda, ülkemizin çok ünlü bir doktorunun da kliniğine gitmiştik ve orada çeşitli testlerle beraber bu da ölçüldü, "bipolar olmana şaşırmadım" demişti kendisi bana. şimdi aleni yazarak görgüsüzlük etmeyeyim de yani iyi bir puandı. dahilik-delilik çizgisinde bize kısmet delilikmiş efenim ahssh ya napam kullanamadığım zekayı abi içine edem öyle zekanın, orada yazan puanı napim? (durun dertlendim bi saniye) üstelik zeka öyle zehirli bir şey ki, maalesef kendinizi hep yetersiz bulmaya meyilli oluyorsunuz, yetmiyor yaptıklarınız anlıyor musunuz? küçümsüyorsunuz, basitleştiriyorsunuz. "ne var bunda ki amaan" diyorsunuz. bir şeyi de "hah şahane" deyip huzurla kabul ettiğimi hatırlamam, "daha iyisi olabilirdi" derim. bu bir lanettir arkadaşlar. buna bir de keskin hafıza eklenince ....ı yiyorsunuz affedersiniz.
tamam kendime geldim heh, bu yazıyı da niye yazdım; çünkü niye yazmiyim değil mi efenim? kendimi zekadan övesim gelmiş, övdüm işte ellemeyin bana. "kendi haline bırakın" derdi doktorum bizimkilere, siz de öyle yapın. beni kendi halime bırakın, birazdan geçer ahshs
devamını gör...
bert trautman
dünyanın gelmiş geçmiş en iyi kalecilerinden birisi ve manchester city efsanesidir. ancak efsane olma noktasına gelişi biraz enteresandır. babasının nazi olması sebebiyle erken yaşlarda jungvolkadı verilen hitler gençliği grubuna katılmak durumunda kalır. burada çeşitli spor dallarında başarılar elde eder. sonrasında askere alınır. o cepheden bu cepheye paraşütçü ve telsizci olarak sürüklenirken, en nihayetinde ingilizlerin eline esir düşer. ingilizler onu lancashire kentindeki esir kampına gönderir. trautmann burada esir kampı takımının kalecisi olarak nam salar. 1949 yılında ingilizler savaş esirlerini almanya'ya iade etmeye başladığında ise ülkesine dönmeyi reddeder ve lancashire'da çiftçilik yapmaya başlar. şehrin yerel takımı st. helens town'da kalecilik yapmaya başlar. sonrasında ise manchester city'nin dikkatini çeker ve city'e imza atar.
imza meselesi ciddi anlamda sıkıntı oluşturur. yaklaşık 20 bin civarı city taraftarı bu transferi protesto eder. eski bir nazi paraşütçüsünün takımlarında forma giymesini istememektedirler. bilet iadeleri ve kulübün mektup yağmuruna tutulması da cabası. çıktığı ilk maçlarda sürekli ıslıklanır ve tepki görür. ancak trautmann bunlara aldırış etmez. o işine odaklanmıştır. ve her maçta yaptığı kurtarışlarla city taraftarının kalbini yavaş yavaş kazanmaya başlar. city mevzusu çözülmüş gibidir. takımı için elinden gelen her şeyi yapmaktadır. ama bu seferde deplasman maçlarında ciddi protestolara ve tacizlere maruz kalır. kulağını tribünlere kapamıştır. tek odaklandığı şey kalesine gelen topları çıkarmaktır. ve bu işi de gerçekten çok iyi yapmaktadır. 1956 yılında "ingiliz spor yazarları yılın futbolcusu" ödülüne layık görülür. artık tüm ingiltere onu kabul etmiştir.
peki bu ödülü nasıl almıştır? zurnanın zırt dediği ve enteresan olan olay burada başlıyor. sene 1956 manchester city fa cup finalinde birmingham city ile oynuyor. city maçın 75. dakikasına 3-1 önde giriyor. bu esnada birmingham forveti peter murphy ceza alanına girer ve trautmann'la karşı karşıya kalır. trautmann murphy'nin ayağından topu yatarak alır ancak o esnada murphy'nin dizi sert bir şekilde trautmann'ın boynuna gelir. trautmann bilincini kaybeder. yapılan müdahaleler sonrası tekrar ayağa kalkar. takımını yalnız bırakmak istememektedir zira o dönemki kurallar gereği oyuncu değişiklik hakkı yoktur. takım kaptanı roy paul trautmann'ın güçlükle ayakta durduğunu görmüştür ve kaleye geçmesine karşı çıkar. oyunculardan birinin kaleye geçmesi gerektiğini bizim çılgın alman'a söyler. ama kimse trautmann'a söz geçiremez. kalesini terk etmez. maçın son 15 dakikasında kalesini korumaya devam edecektir. son 15 dakika şaka gibi geçer 2 karşı karşıya pozisyon kurtarmış sonrasında rakip oyunculardan birisi ile çarpışarak yine yere yığılmıştır. tüm bunlara rağmen maçı bitirmeyi başarır ve city fa cup'ı kazanır.
manchester city takımının kupa töreni esnasında trautmannn resimde görüldüğü şekilde çok zor ayakta durmaktadır.

takım şehre döner. aradan 3 gün geçmiştir ve röntgen sonuçları ancak gelmiştir. trautmann'ın boyun kemiklerinden birisi 2 yerden kırılmıştır. bir başka kemik ise diğer kemiğin içine geçmiştir. çılgın alman boynundaki kırığa rağmen ayakta kalmış ve takımının kupayı kaldırması için elinden geleni yapmıştır. doktorlar ona kariyerinin bittiğini söylerler. ama inatçı keçi 1,5 sene aradan sonra yine futbola döner. 15 yıllık city kariyerinde 545 maça çıkmıştır.
alan rowlands'ın onun hayat hikâyesini anlatan bir kitabı mevcuttur. trautmann'la ilgili en güzel tanımlamayı kendisine dünyanın en iyi kalecisi kimdir sorusu sorulan ,efsane sovyet kaleci lev yashin yapmıştır; "dünya çapında sadece 2 kaleci olmuştur. birisi lev yashin diğeri de manchester'da oynayan alman çocuk!''
20 bin kişinin protestoları ile city'e imza atman alman çocuk. 60 bin kişinin katıldığı bir jübile ile futbola veda eder. daha önemlisi şudur ki; heykeli dikilecek adam olduğunu herkese kabul ettirmiştir.

kitabını okuyup ne yapacağım diyenler içinse trautmann'ın hayat hikâyesini anlatan the keeper adlı filmi tavsiye edebilirim. çok iyi olmamakla birlikte fena film değildir.
imza meselesi ciddi anlamda sıkıntı oluşturur. yaklaşık 20 bin civarı city taraftarı bu transferi protesto eder. eski bir nazi paraşütçüsünün takımlarında forma giymesini istememektedirler. bilet iadeleri ve kulübün mektup yağmuruna tutulması da cabası. çıktığı ilk maçlarda sürekli ıslıklanır ve tepki görür. ancak trautmann bunlara aldırış etmez. o işine odaklanmıştır. ve her maçta yaptığı kurtarışlarla city taraftarının kalbini yavaş yavaş kazanmaya başlar. city mevzusu çözülmüş gibidir. takımı için elinden gelen her şeyi yapmaktadır. ama bu seferde deplasman maçlarında ciddi protestolara ve tacizlere maruz kalır. kulağını tribünlere kapamıştır. tek odaklandığı şey kalesine gelen topları çıkarmaktır. ve bu işi de gerçekten çok iyi yapmaktadır. 1956 yılında "ingiliz spor yazarları yılın futbolcusu" ödülüne layık görülür. artık tüm ingiltere onu kabul etmiştir.
peki bu ödülü nasıl almıştır? zurnanın zırt dediği ve enteresan olan olay burada başlıyor. sene 1956 manchester city fa cup finalinde birmingham city ile oynuyor. city maçın 75. dakikasına 3-1 önde giriyor. bu esnada birmingham forveti peter murphy ceza alanına girer ve trautmann'la karşı karşıya kalır. trautmann murphy'nin ayağından topu yatarak alır ancak o esnada murphy'nin dizi sert bir şekilde trautmann'ın boynuna gelir. trautmann bilincini kaybeder. yapılan müdahaleler sonrası tekrar ayağa kalkar. takımını yalnız bırakmak istememektedir zira o dönemki kurallar gereği oyuncu değişiklik hakkı yoktur. takım kaptanı roy paul trautmann'ın güçlükle ayakta durduğunu görmüştür ve kaleye geçmesine karşı çıkar. oyunculardan birinin kaleye geçmesi gerektiğini bizim çılgın alman'a söyler. ama kimse trautmann'a söz geçiremez. kalesini terk etmez. maçın son 15 dakikasında kalesini korumaya devam edecektir. son 15 dakika şaka gibi geçer 2 karşı karşıya pozisyon kurtarmış sonrasında rakip oyunculardan birisi ile çarpışarak yine yere yığılmıştır. tüm bunlara rağmen maçı bitirmeyi başarır ve city fa cup'ı kazanır.
manchester city takımının kupa töreni esnasında trautmannn resimde görüldüğü şekilde çok zor ayakta durmaktadır.

takım şehre döner. aradan 3 gün geçmiştir ve röntgen sonuçları ancak gelmiştir. trautmann'ın boyun kemiklerinden birisi 2 yerden kırılmıştır. bir başka kemik ise diğer kemiğin içine geçmiştir. çılgın alman boynundaki kırığa rağmen ayakta kalmış ve takımının kupayı kaldırması için elinden geleni yapmıştır. doktorlar ona kariyerinin bittiğini söylerler. ama inatçı keçi 1,5 sene aradan sonra yine futbola döner. 15 yıllık city kariyerinde 545 maça çıkmıştır.
alan rowlands'ın onun hayat hikâyesini anlatan bir kitabı mevcuttur. trautmann'la ilgili en güzel tanımlamayı kendisine dünyanın en iyi kalecisi kimdir sorusu sorulan ,efsane sovyet kaleci lev yashin yapmıştır; "dünya çapında sadece 2 kaleci olmuştur. birisi lev yashin diğeri de manchester'da oynayan alman çocuk!''
20 bin kişinin protestoları ile city'e imza atman alman çocuk. 60 bin kişinin katıldığı bir jübile ile futbola veda eder. daha önemlisi şudur ki; heykeli dikilecek adam olduğunu herkese kabul ettirmiştir.

kitabını okuyup ne yapacağım diyenler içinse trautmann'ın hayat hikâyesini anlatan the keeper adlı filmi tavsiye edebilirim. çok iyi olmamakla birlikte fena film değildir.
devamını gör...
dragonkemal
muhteş ikiliyle kafa rock radyo yayını’ni yaparken bizim sadik dinleyicilerimizden olmakla beraber; girdigi tanimlar, actigi basliklarla ortak muzik zevkinde bulusmasi asiri keyifli yazar bulutu.
bay kemal* ile alakasi da yok, ne dragonlugunu gordunuz? cicek cicek.
simdilerde de radyo kacak yayinlarinda biricik ekurimdir efenim. tut geliyor.*
bay kemal* ile alakasi da yok, ne dragonlugunu gordunuz? cicek cicek.
simdilerde de radyo kacak yayinlarinda biricik ekurimdir efenim. tut geliyor.*
devamını gör...
beni mutlu etmek için
bir şiir yeter mesela. ya da güzel bir söz, sen seversin diye alınan küçük hediyeler. mutlu olmak bu kadar kolaydır dostlar.
devamını gör...
eniac
eniac -ingilizce: electronic numerical integrator and computer türkçe: elektronik sayısal entegreli hesaplayıcı-, elektrikle çalışan ve elektronik veri işleme kapasitesine sahip ilk bilgisayardır. yaklaşık 167 m² bir alana sığıyordu ve ağırlığı 30 tondu.

amerika birleşik devletleri tarafından ıı.dünya savaşı sırasında inşa edilmiştir. amerikalı fizikçi john mauchly, amerikalı mühendis j. presper eckert, jr. ve pennsylvania üniversitesi'ndeki moore elektrik mühendisliği okulu'ndaki meslektaşları, tamamen elektronik bir bilgisayar inşa etmek için hükümet tarafından finanse edilen bir projeye öncülük ettiler. ordu ile sözleşme altında ve herman goldstine yönetiminde, 1943 başlarında eniac üzerinde çalışmalar başladı. ertesi yıl, matematikçi john von neumann grupla sık sık istişarelere başladı.
eniac, evrensel bir bilgisayarın hayaline çok yakındı. topçu menzil tabloları için hesaplama değerleri yapmak amacıyla özel olarak tasarlanmıştı, ve onu daha genel olarak kullanışlı bir makine yapacak bazı özelliklerden yoksundu. talimatları makineye iletmek için panolar kullanırdı; bu, talimatlar bu şekilde "programlandığında" makinenin elektronik hızda çalışması avantajına sahipti. bir kart okuyucudan veya başka bir yavaş mekanik cihazdan okunan talimatlar, tamamen elektronik eniac'a ayak uyduramazdı. dezavantajı, makineyi her yeni sorun için yeniden kablolamanın günler sürmesiydi. bu öylesine bir sorumluluktu ki, ancak biraz cömertlikle programlanabilir olarak adlandırılabilirdi.
yine de eniac, o güne kadar yapılmış en güçlü hesaplama cihazıydı. ilk programlanabilir genel amaçlı elektronik dijital bilgisayardı. charles babbage’ın analitik motoru (19. yüzyıldan) ve ingiliz 2. dünya savaşı bilgisayarı colossus gibi, koşullu dallanmaya sahipti; yani, bazı verilerin değerine dayalı olarak farklı talimatlar uygulayabilir veya talimatların uygulama sırasını değiştirebilirdi. (örneğin, eğer x> 5 o zaman 23. satıra git.) bu, eniac'a çok fazla esneklik sağladı ve belirli bir amaç için oluşturulmuş olsa da, daha geniş bir problem yelpazesi için kullanılabileceği anlamına geliyordu.
enıac çok ama çok büyüktü. moore okulu'nun 50'ye 30 fitlik (15'e 9 metre) bodrum katını işgal ediyordu, burada 40 panel u şeklinde, üç duvar boyunca düzenlenmişti. her panel yaklaşık 2 fit genişliğinde, 2 fit derinliğinde ve 8 fit yüksekliğindeydi(0,6 metre - 0,6 metre - 2,4 metre). 17.000'den fazla vakum tüpü, 70.000 direnç, 10.000 kapasitör, 6.000 anahtar ve 1.500 röle ile o zamana kadar inşa edilmiş en karmaşık elektronik sistemdi. enıac, 174 kilowatt ısı üreterek (kısmen tüp ömrünü uzatmak için) sürekli çalışıyor ve dolayısıyla kendi klima sistemine ihtiyaç duyuyordu. saniyede 5.000 adede kadar ekleme yapabiliyordu, bu da elektromekanik öncüllerinden birkaç kat daha hızlıydı. o ve vakum tüpleri kullanan sonraki bilgisayarlar birinci nesil bilgisayarlar olarak bilinirler. (1500 mekanik röle ile enıac hala daha sonraki tamamen elektronik bilgisayarlara geçiş halindeydi.)
şubat 1946'da tamamlanan eniac, hükümete 400.000 dolara mal olmuştu ve kazanmaya yardımcı olmak için tasarlandığı savaş sona ermişti. ilk görevi bir hidrojen bombasının inşası için hesaplamalar yapmaktı. makinenin bir kısmı washington, d.c.'deki smithsonian enstitüsü'nde sergilenmektedir.
kaynak

amerika birleşik devletleri tarafından ıı.dünya savaşı sırasında inşa edilmiştir. amerikalı fizikçi john mauchly, amerikalı mühendis j. presper eckert, jr. ve pennsylvania üniversitesi'ndeki moore elektrik mühendisliği okulu'ndaki meslektaşları, tamamen elektronik bir bilgisayar inşa etmek için hükümet tarafından finanse edilen bir projeye öncülük ettiler. ordu ile sözleşme altında ve herman goldstine yönetiminde, 1943 başlarında eniac üzerinde çalışmalar başladı. ertesi yıl, matematikçi john von neumann grupla sık sık istişarelere başladı.
eniac, evrensel bir bilgisayarın hayaline çok yakındı. topçu menzil tabloları için hesaplama değerleri yapmak amacıyla özel olarak tasarlanmıştı, ve onu daha genel olarak kullanışlı bir makine yapacak bazı özelliklerden yoksundu. talimatları makineye iletmek için panolar kullanırdı; bu, talimatlar bu şekilde "programlandığında" makinenin elektronik hızda çalışması avantajına sahipti. bir kart okuyucudan veya başka bir yavaş mekanik cihazdan okunan talimatlar, tamamen elektronik eniac'a ayak uyduramazdı. dezavantajı, makineyi her yeni sorun için yeniden kablolamanın günler sürmesiydi. bu öylesine bir sorumluluktu ki, ancak biraz cömertlikle programlanabilir olarak adlandırılabilirdi.
yine de eniac, o güne kadar yapılmış en güçlü hesaplama cihazıydı. ilk programlanabilir genel amaçlı elektronik dijital bilgisayardı. charles babbage’ın analitik motoru (19. yüzyıldan) ve ingiliz 2. dünya savaşı bilgisayarı colossus gibi, koşullu dallanmaya sahipti; yani, bazı verilerin değerine dayalı olarak farklı talimatlar uygulayabilir veya talimatların uygulama sırasını değiştirebilirdi. (örneğin, eğer x> 5 o zaman 23. satıra git.) bu, eniac'a çok fazla esneklik sağladı ve belirli bir amaç için oluşturulmuş olsa da, daha geniş bir problem yelpazesi için kullanılabileceği anlamına geliyordu.
enıac çok ama çok büyüktü. moore okulu'nun 50'ye 30 fitlik (15'e 9 metre) bodrum katını işgal ediyordu, burada 40 panel u şeklinde, üç duvar boyunca düzenlenmişti. her panel yaklaşık 2 fit genişliğinde, 2 fit derinliğinde ve 8 fit yüksekliğindeydi(0,6 metre - 0,6 metre - 2,4 metre). 17.000'den fazla vakum tüpü, 70.000 direnç, 10.000 kapasitör, 6.000 anahtar ve 1.500 röle ile o zamana kadar inşa edilmiş en karmaşık elektronik sistemdi. enıac, 174 kilowatt ısı üreterek (kısmen tüp ömrünü uzatmak için) sürekli çalışıyor ve dolayısıyla kendi klima sistemine ihtiyaç duyuyordu. saniyede 5.000 adede kadar ekleme yapabiliyordu, bu da elektromekanik öncüllerinden birkaç kat daha hızlıydı. o ve vakum tüpleri kullanan sonraki bilgisayarlar birinci nesil bilgisayarlar olarak bilinirler. (1500 mekanik röle ile enıac hala daha sonraki tamamen elektronik bilgisayarlara geçiş halindeydi.)
şubat 1946'da tamamlanan eniac, hükümete 400.000 dolara mal olmuştu ve kazanmaya yardımcı olmak için tasarlandığı savaş sona ermişti. ilk görevi bir hidrojen bombasının inşası için hesaplamalar yapmaktı. makinenin bir kısmı washington, d.c.'deki smithsonian enstitüsü'nde sergilenmektedir.
kaynak
devamını gör...
normal sözlük yazarlarının meslekleri
mahallede ki kadinlarin sosyalleşmesi için (güne,kahvaltıya,alışverişe,kahveye, çaya gidip daha rahat dedikodu yapabilmeleri için..) belli saatler araliginda çocukarına ailelerinden coğu zaman göremedikleri sevgiyi ve ilgiyi gösterdigim ,eğitim verdiğim ,çok severek yaptığım bir iş ile iştigal etmekteyim.(bir velimin cocugunu bırakırken arkadaşlari bekliyorum hocam onlar da gelsin bugün de ayşenin annesinde toplanicaz demesi aklımdan nedense hiç çıkmaz.)
devamını gör...