nerede o eski ramazanlar
özellikle görmüş geçirmiş büyüklerin günümüzü baz alarak ramazan ayında eskiyi yad ettikten sonra ic geçirerek kurdukları geçmişe özlem cümlesidir.
devamını gör...
normal sözlük yazarlarının karalama defteri
albert’in yalanı
albert bir yalancıdır!
şimdi bu parmaklıklar arkasında hissedebileceğim son duygu mutluluktur herhalde. kendimi bu kadar kötü hissettiğim başka bir zaman dilimi olmamıştı hayatım boyunca. bu kadar kapana kısılmamıştım hiçbir zaman. yalnız kalmak aklıma getirebileceğim son şeydi. her zaman yanımda birileri mutlaka olurdu.
konuşabileceğim, sorunlarımı paylaşabileceğim, sevişebileceğim, kavga edebileceğim. ama mutlaka biri ya da birileri. vicdan azaplarım da her zaman gelip geçici olurdu. asla beni, şu an olduğu gibi esir almazdı, altına alıp çiğnemezdi.
albert bir yalancıdır!
hiç mutlu değilim çünkü. sevgilim beni terk etti, haklıydı da. ona kötü davranmaya, onu umursamamaya, yok saymaya başlamıştım. ona karşı hissettiğim bütün iyi, güzel duygularımı öldürmek için kendimle savaşmıştım. sanırım başarmıştım da. bunları yaparken tek istediğim mutlu bir şekilde yaşamak ve bu şekilde ölmekti. hapse tıkıldığımdan bu yana ziyaretime hiç gelmedi. onu ciddiye almamamın bir sonucuydu bu, biliyorum. yine de gelmesini isterdim ziyaretime, görmek isterdim, belki dokunmak bir kez daha. ama olmuyor işte. sadece o mu, mutlu olmak adına kırdığım bütün arkadaşlarım kaybolup gitti hayatımdan. sigara külü gibi, püff!!, yok oldular.
konuşamıyorum dört duvar arasında kimseyle, zaten bu öyküyü okumanızın nedeni de budur. bari sizinle paylaşayım bu suç öyküsünü ve nedenlerini.
aslında yalnız kalmak o kadar kötü olmayabilirdi. bu vicdan azabı dokunduğum her yerden fışkırmasaydı eğer. neden yaptım, nasıl yaptım, o an ne hissettim tam olarak bilemiyorum. ama mutlu olmak fikri sarıp sarmalamıştı beni. tetiği çektiğim an mutluluk sanki ani beliren bir güneş ışığı gibi kuşatacaktı beni. olmadı. birden namludan gelen o sağır edici ve kurşunun bir bedene saplanırken çıkarttığı korku verici ve koltuk değneklerini yere düşerken ortama saldığı mide bulandırıcı sesler beni karanlık bir kuyunun dibine doğru itti. yapmamalıydım biliyorum, şimdi olsa yapmazdım da. ama o an için o kadar doğru bir hareket gelmişti ki bana yapmasam olmazdı.
neler oldu o gün ve o günden önce?
yıllar önce yabancı bir şehirde dolaşırken tanışmıştık onunla. uzun süreli de bir dostluğumuz olmuştu. onu öldürmeseydim eğer ( bu ikinci cinayetimdi ve yargılanmadım bile) daha uzun yıllar sürecekti aramızdaki bu bağ. 1958 yılında bir bahar ayında bana elinde tuttuğu bir top kağıdı uzatıp, “bunları oku” demişti. ben de soluk almadan bir gecede okumuştum yazdığı ne varsa. defalarca okumuştum yazdıklarını. bedenim gibi zihnimin de kontrolü elimden kaçıp gitmişti yüzüncü okumamda. albert bana yapmam gerekenleri anlatmıştı. yazdığı bu metin benim için bir yol haritasıydı adeta. beni iyi tanırdı albert, mutsuzluğumu en iyi o görürdü. bu metinin yazılma amacı da buydu zaten; benim mutsuzluğum. bir sene kadar görüşmedik albert’le. yani bu metni bana verdiği günden onun öldürdüğüm güne kadar.
onunla ikinci görüşmemizden önce yapmak gerekenleri yapmıştım. birkaç sokak ötede oturan koltuk değnekleriyle yürüyen, tek ayağı diğerinden kısa olan adamı hiçbir haklı gerekçem yokken öldürmüştüm. aslında tekerlekli sandalyede olan birini aramıştım uzun süre ama maalesef yoktu çevremde böyle biri. ben de gözüme ilk kurbanımı kestirmiştim. onunla tanışmaya karar verdikten bir iki gün sonra kendimi evine davet ettirdim. eve gireceğimiz zaman tabancamı kontrol ettim. içeri girdiğimizde çok renkli bir karaktere sahip olduğunu hemen anlamıştım. evi harika dekore edilmişti. oturma odası bir renk cümbüşüydü adeta, perdeler, biblolar, tablolar, her şey uyum içindeydi. bir an onun eşcinsel olabileceği geldi aklıma ama bu tür düşüncelerle kurbanıma bir insan gibi yaklaşabilirdim. o yüzden düşüncelerimi yarım bırakıp, mutfak kapısından görünen kurbanıma doğru tek bir adım attım. silahı doğrulttum ve bana bakmasına bile fırsat vermeden iki el ateş ettim. tam anda işte kuyuya düşüşüm başladı. aklımda ne para vardı o anda ne de mutluluk. sadece oradan çıkıp gitmeyi düşünüyordum. silahı bırakmayı akıl edemedim, oysa albert bunu yapmamı özellikle belirtmişti. kapı arkamdan kapanırken beynimde hiçbir şey yoktu, sadece albert’e duyduğum nefret.
ne yapacağımı şaşırmıştım. hemen bir karakola gidip teslim olmam gerektiğini biliyordum elbet ama yapmadım. aralık ayıydı. kar yağmaktaydı. yeni yıla birkaç gün vardı. albert’i aradım, buluşmamız gerektiğini söyledim. albert küçük bir kasabadaydı o gün. bana 1 hafta sonra döneceğini o zaman görüşebileceğimi söyledi. o kadar vaktim yoktu. hemen bulunduğu küçük kasabaya gitmek için yola çıkmaya karar verdim. albert beni orda karşılayacaktı. uzun bir tren yolculuğundan sonra oraya varmıştım. bu arada onun içimde kendim için de birer tren bileti almıştım. trenler dönerken yolda işini bitirecektim. planım buydu ama olmadı. oraya vardığımda albert kendini tanıyan insanlarla meşguldü. o yüzden beni bir arkadaşı karşıladı. birlikte kaldıkları küçük otele gittik. albert beni yüzünde mutlu bir gülümsemeyle karşıladı. yüzündeki bu tomurcuk aslında onun sonunu hazırlamıştı. o an onu öldürmek konusunda en ufak bir tereddüdüm kalmamıştı.
o geceyi otelde geçirdik. onu burada öldüremeyeceğim kesindi. o yüzden geri dönüş yoluna çıkana kadar beklemem şarttı. 4 ocak dönüş tarihimizdi. o güne kadar sabretmeliydim. öyle de yaptım. dönüş tarihi gelene kadar sohbetlerimizi olabildiğince kısa tuttum, onu korkutacak bir taşkınlık yapabilirdim. aslında yaptım da ama albert bunu yorgunluğuma ve mutsuzluğuma verdi sanırım.
bir gün öğle yemeği sırasında bana verdiği metni okuyup okumadığımı sorduğunda beynimden vurulmuşa döndüm, ona saldırmamak için kendimi zor tuttum önce elimdeki bardağı kırdım, sonra da kalkıp yemek odasından dışarı çıktım. bir sigara yakıp kendimi toplamaya çalışırken albert yanıma geldi, sırtıma dostça dokundu, beni anladığını, elinden gelen her şeyi yapmak istediğini söyledi. yapacağı bir şey olmadığını söyledim, hem özür diledim hem de teşekkür ettim. dünya üzerinde en nefret ettiğim varlıktan özür dilemiştim, ama asıl özür dilemesi gereken oydu. intikam garip bir şekilde zihnimi ele geçirmişti ve 4 ocak benim için bir milat olacaktı.
4 ocak geldiğinde gidiş hazırlıkları hızlandı ama bu telaş içinde benim heyecanı belli olmuyordu, bu da benim için müthiş bir kamuflajdı. kimse benim heyecanımı yolculuk heyecanından ayrı tutmuyordu. ben de bunu kullandım, en iyi biçimde. hazırlıklara yardım ettim, ara sıra sohbetlere katıldım, kahvaltıda elimden geldiğince neşeli görünmeye çalıştım ama son anda benim geç öğrendiğim bir durum canımı fena halde sıktı. yolculuk bir arabayla yapılacaktı; facel vega marka bir araçla. benim planıma göreyse biz trenle gidecektik tren biletlerinden biri benim cebimde öteki ise albert’teydi. ama unutkanlıktan olsa gerek ya da benden şüphelendiği için albert otomobil yolculuğu yapacağımızı bana söyleme gereği duymamıştı ve öğrendiğimde ise planım alt üst olmuştu bile.
araç çalıştığında albert ile ben arkada oturuyorduk, albert’in yayıncı arkadaşıysa şoförün yanındaydı. bunu lehime kullanabilirdim. aklımdan bin bir türlü cinayet planı geçiyordu ama hiç biri uygulanacak gibi değildi. şartlar albert’i öldürmemi engellemek için el ele vermişlerdi adeta. onu bıçaklamam mümkün değildi, arabayı durdurup bir köşede öldürebilirdim ama ya diğer ikisini de öldürmek zorunda kalırdım o zaman, ya da planım toptan başarısız olurdu. albert’i arabadan itebilirdim ama bu da garanti bir ölüm olmazdı. bu düşüncelerden kurtulmak ve daha sakin düşünebilmek için kendimi yolun akışkanlığına verdim. yol çizgilerini yutan aracın çıkardığı sesleri dinleyerek daha akıllıca bir yol olarak albert’i yolculuk sonunda öldürmeye karar verdim.
tam bu kararı aldığımda büyük bir gürültüyle önce yol çizgileri sonra da içinde bulunduğumuz araç alt üst oldu. büyük bir kaza ve beklenmedik ölümler. şoför ve yayımcı önde oturmalarının şanssızlığıyla anında can verdiler. albert’in şanssızlığı ise bu yolculukta yanında oturan kişinin ben olmamdı. kaza olduğunda albert hafif bir baygınlık geçirmişti ve şans eseri ben sapasağlamdım. albert’in bu baygınlığından istifade ederek ilk yardım çantasıyla kafasına sertçe vurdum. bütün hıncımı bu vuruşta toplamıştım. albert de orada sonsuzluğa doğru akarken benim vicdanımda en ufak bir rahatlama olmamıştı. kendimi yine mutsuz hissediyordum. içimden geçen tek düşünce “keşke albert sağ olsaydı” oldu. çünkü sağ olsaydı onu bir kez daha öldürebilirdim.
şimdi bu kapalı kutunun içinde, parmaklıklarla gölgelenen yüzümü insanlardan saklayarak düşünüyorum. içeride oluşumun nedeni sakat bir adamı öldürmek. diğer cinayetimdense yargılanmadım bile. ilk cinayetim için beni suçlayabilirsiniz ama albert’i öldürmem konusunda asla çünkü;
albert bir yalancıdır!
albert bir yalancıdır!
şimdi bu parmaklıklar arkasında hissedebileceğim son duygu mutluluktur herhalde. kendimi bu kadar kötü hissettiğim başka bir zaman dilimi olmamıştı hayatım boyunca. bu kadar kapana kısılmamıştım hiçbir zaman. yalnız kalmak aklıma getirebileceğim son şeydi. her zaman yanımda birileri mutlaka olurdu.
konuşabileceğim, sorunlarımı paylaşabileceğim, sevişebileceğim, kavga edebileceğim. ama mutlaka biri ya da birileri. vicdan azaplarım da her zaman gelip geçici olurdu. asla beni, şu an olduğu gibi esir almazdı, altına alıp çiğnemezdi.
albert bir yalancıdır!
hiç mutlu değilim çünkü. sevgilim beni terk etti, haklıydı da. ona kötü davranmaya, onu umursamamaya, yok saymaya başlamıştım. ona karşı hissettiğim bütün iyi, güzel duygularımı öldürmek için kendimle savaşmıştım. sanırım başarmıştım da. bunları yaparken tek istediğim mutlu bir şekilde yaşamak ve bu şekilde ölmekti. hapse tıkıldığımdan bu yana ziyaretime hiç gelmedi. onu ciddiye almamamın bir sonucuydu bu, biliyorum. yine de gelmesini isterdim ziyaretime, görmek isterdim, belki dokunmak bir kez daha. ama olmuyor işte. sadece o mu, mutlu olmak adına kırdığım bütün arkadaşlarım kaybolup gitti hayatımdan. sigara külü gibi, püff!!, yok oldular.
konuşamıyorum dört duvar arasında kimseyle, zaten bu öyküyü okumanızın nedeni de budur. bari sizinle paylaşayım bu suç öyküsünü ve nedenlerini.
aslında yalnız kalmak o kadar kötü olmayabilirdi. bu vicdan azabı dokunduğum her yerden fışkırmasaydı eğer. neden yaptım, nasıl yaptım, o an ne hissettim tam olarak bilemiyorum. ama mutlu olmak fikri sarıp sarmalamıştı beni. tetiği çektiğim an mutluluk sanki ani beliren bir güneş ışığı gibi kuşatacaktı beni. olmadı. birden namludan gelen o sağır edici ve kurşunun bir bedene saplanırken çıkarttığı korku verici ve koltuk değneklerini yere düşerken ortama saldığı mide bulandırıcı sesler beni karanlık bir kuyunun dibine doğru itti. yapmamalıydım biliyorum, şimdi olsa yapmazdım da. ama o an için o kadar doğru bir hareket gelmişti ki bana yapmasam olmazdı.
neler oldu o gün ve o günden önce?
yıllar önce yabancı bir şehirde dolaşırken tanışmıştık onunla. uzun süreli de bir dostluğumuz olmuştu. onu öldürmeseydim eğer ( bu ikinci cinayetimdi ve yargılanmadım bile) daha uzun yıllar sürecekti aramızdaki bu bağ. 1958 yılında bir bahar ayında bana elinde tuttuğu bir top kağıdı uzatıp, “bunları oku” demişti. ben de soluk almadan bir gecede okumuştum yazdığı ne varsa. defalarca okumuştum yazdıklarını. bedenim gibi zihnimin de kontrolü elimden kaçıp gitmişti yüzüncü okumamda. albert bana yapmam gerekenleri anlatmıştı. yazdığı bu metin benim için bir yol haritasıydı adeta. beni iyi tanırdı albert, mutsuzluğumu en iyi o görürdü. bu metinin yazılma amacı da buydu zaten; benim mutsuzluğum. bir sene kadar görüşmedik albert’le. yani bu metni bana verdiği günden onun öldürdüğüm güne kadar.
onunla ikinci görüşmemizden önce yapmak gerekenleri yapmıştım. birkaç sokak ötede oturan koltuk değnekleriyle yürüyen, tek ayağı diğerinden kısa olan adamı hiçbir haklı gerekçem yokken öldürmüştüm. aslında tekerlekli sandalyede olan birini aramıştım uzun süre ama maalesef yoktu çevremde böyle biri. ben de gözüme ilk kurbanımı kestirmiştim. onunla tanışmaya karar verdikten bir iki gün sonra kendimi evine davet ettirdim. eve gireceğimiz zaman tabancamı kontrol ettim. içeri girdiğimizde çok renkli bir karaktere sahip olduğunu hemen anlamıştım. evi harika dekore edilmişti. oturma odası bir renk cümbüşüydü adeta, perdeler, biblolar, tablolar, her şey uyum içindeydi. bir an onun eşcinsel olabileceği geldi aklıma ama bu tür düşüncelerle kurbanıma bir insan gibi yaklaşabilirdim. o yüzden düşüncelerimi yarım bırakıp, mutfak kapısından görünen kurbanıma doğru tek bir adım attım. silahı doğrulttum ve bana bakmasına bile fırsat vermeden iki el ateş ettim. tam anda işte kuyuya düşüşüm başladı. aklımda ne para vardı o anda ne de mutluluk. sadece oradan çıkıp gitmeyi düşünüyordum. silahı bırakmayı akıl edemedim, oysa albert bunu yapmamı özellikle belirtmişti. kapı arkamdan kapanırken beynimde hiçbir şey yoktu, sadece albert’e duyduğum nefret.
ne yapacağımı şaşırmıştım. hemen bir karakola gidip teslim olmam gerektiğini biliyordum elbet ama yapmadım. aralık ayıydı. kar yağmaktaydı. yeni yıla birkaç gün vardı. albert’i aradım, buluşmamız gerektiğini söyledim. albert küçük bir kasabadaydı o gün. bana 1 hafta sonra döneceğini o zaman görüşebileceğimi söyledi. o kadar vaktim yoktu. hemen bulunduğu küçük kasabaya gitmek için yola çıkmaya karar verdim. albert beni orda karşılayacaktı. uzun bir tren yolculuğundan sonra oraya varmıştım. bu arada onun içimde kendim için de birer tren bileti almıştım. trenler dönerken yolda işini bitirecektim. planım buydu ama olmadı. oraya vardığımda albert kendini tanıyan insanlarla meşguldü. o yüzden beni bir arkadaşı karşıladı. birlikte kaldıkları küçük otele gittik. albert beni yüzünde mutlu bir gülümsemeyle karşıladı. yüzündeki bu tomurcuk aslında onun sonunu hazırlamıştı. o an onu öldürmek konusunda en ufak bir tereddüdüm kalmamıştı.
o geceyi otelde geçirdik. onu burada öldüremeyeceğim kesindi. o yüzden geri dönüş yoluna çıkana kadar beklemem şarttı. 4 ocak dönüş tarihimizdi. o güne kadar sabretmeliydim. öyle de yaptım. dönüş tarihi gelene kadar sohbetlerimizi olabildiğince kısa tuttum, onu korkutacak bir taşkınlık yapabilirdim. aslında yaptım da ama albert bunu yorgunluğuma ve mutsuzluğuma verdi sanırım.
bir gün öğle yemeği sırasında bana verdiği metni okuyup okumadığımı sorduğunda beynimden vurulmuşa döndüm, ona saldırmamak için kendimi zor tuttum önce elimdeki bardağı kırdım, sonra da kalkıp yemek odasından dışarı çıktım. bir sigara yakıp kendimi toplamaya çalışırken albert yanıma geldi, sırtıma dostça dokundu, beni anladığını, elinden gelen her şeyi yapmak istediğini söyledi. yapacağı bir şey olmadığını söyledim, hem özür diledim hem de teşekkür ettim. dünya üzerinde en nefret ettiğim varlıktan özür dilemiştim, ama asıl özür dilemesi gereken oydu. intikam garip bir şekilde zihnimi ele geçirmişti ve 4 ocak benim için bir milat olacaktı.
4 ocak geldiğinde gidiş hazırlıkları hızlandı ama bu telaş içinde benim heyecanı belli olmuyordu, bu da benim için müthiş bir kamuflajdı. kimse benim heyecanımı yolculuk heyecanından ayrı tutmuyordu. ben de bunu kullandım, en iyi biçimde. hazırlıklara yardım ettim, ara sıra sohbetlere katıldım, kahvaltıda elimden geldiğince neşeli görünmeye çalıştım ama son anda benim geç öğrendiğim bir durum canımı fena halde sıktı. yolculuk bir arabayla yapılacaktı; facel vega marka bir araçla. benim planıma göreyse biz trenle gidecektik tren biletlerinden biri benim cebimde öteki ise albert’teydi. ama unutkanlıktan olsa gerek ya da benden şüphelendiği için albert otomobil yolculuğu yapacağımızı bana söyleme gereği duymamıştı ve öğrendiğimde ise planım alt üst olmuştu bile.
araç çalıştığında albert ile ben arkada oturuyorduk, albert’in yayıncı arkadaşıysa şoförün yanındaydı. bunu lehime kullanabilirdim. aklımdan bin bir türlü cinayet planı geçiyordu ama hiç biri uygulanacak gibi değildi. şartlar albert’i öldürmemi engellemek için el ele vermişlerdi adeta. onu bıçaklamam mümkün değildi, arabayı durdurup bir köşede öldürebilirdim ama ya diğer ikisini de öldürmek zorunda kalırdım o zaman, ya da planım toptan başarısız olurdu. albert’i arabadan itebilirdim ama bu da garanti bir ölüm olmazdı. bu düşüncelerden kurtulmak ve daha sakin düşünebilmek için kendimi yolun akışkanlığına verdim. yol çizgilerini yutan aracın çıkardığı sesleri dinleyerek daha akıllıca bir yol olarak albert’i yolculuk sonunda öldürmeye karar verdim.
tam bu kararı aldığımda büyük bir gürültüyle önce yol çizgileri sonra da içinde bulunduğumuz araç alt üst oldu. büyük bir kaza ve beklenmedik ölümler. şoför ve yayımcı önde oturmalarının şanssızlığıyla anında can verdiler. albert’in şanssızlığı ise bu yolculukta yanında oturan kişinin ben olmamdı. kaza olduğunda albert hafif bir baygınlık geçirmişti ve şans eseri ben sapasağlamdım. albert’in bu baygınlığından istifade ederek ilk yardım çantasıyla kafasına sertçe vurdum. bütün hıncımı bu vuruşta toplamıştım. albert de orada sonsuzluğa doğru akarken benim vicdanımda en ufak bir rahatlama olmamıştı. kendimi yine mutsuz hissediyordum. içimden geçen tek düşünce “keşke albert sağ olsaydı” oldu. çünkü sağ olsaydı onu bir kez daha öldürebilirdim.
şimdi bu kapalı kutunun içinde, parmaklıklarla gölgelenen yüzümü insanlardan saklayarak düşünüyorum. içeride oluşumun nedeni sakat bir adamı öldürmek. diğer cinayetimdense yargılanmadım bile. ilk cinayetim için beni suçlayabilirsiniz ama albert’i öldürmem konusunda asla çünkü;
albert bir yalancıdır!
devamını gör...
at fobisi
bundan 3 sene önce yıl sonu pikniği için çocuklar ve anneleriyle birlikte bünyesinde at çiftliği olan bir tesise gittik. çocukların midillilere binebileceği, çimlerde yatıp yuvarlanabilecekleri inanılmaz güzel bir yerdi.
her cins atın kendine ait bir bölmesi, her at için çocukların binmesine yardımcı olacak bir seyis vardı. büyük olan bazı atlar henüz yabani oldukları için yardımcılar tarafından yanlarına yaklaşılmaması konusunda uyarıldık. herkes kendisine gösterilen alanda atları beslemeye başladı.
her şey normal giderken birden olanlar oldu.
benim, aşırı tatlı olduğu kadar "yapma denileni yapmaktan keyif alan" canım öğrencim yanına yaklaşılmaması gereken atın yanına gidip ona şeker uzattı. kesme şekerlerden biri yere düşünce almak için eğildi. at, tam bu sırada öğrencimi omzundan tuttu ve havada sallamaya başladı.
şimdi rica ediyorum gözünüzün önüne getirin;
5 yaşında bir çocuk, kot ceketinin omzundan tutularak atın ağzında sallanıyor ve annesine bağırıyor " annee atın dişlerine bak ne kadar güçlü beni sallıyor baksanaa"
annesi ve seyisler hemen öğrencimi atın ağzından aldı. sonrasında çok kısa bir an duraklama oldu, çocukta hiçbir şeyin olmadığı atın sadece kot ceketi tuttuğunu anladığımız anda heepimiz kahkahaya boğulduk.
şimdi şu satırları yazarken bile gülüyorum.
öğrencimde bu olaydan sonra at fobisi olmadı diye biliyorum ancak beni her gördüğünde "öğretmeniiim, beni at nasıl ısırıp sallamıştı ama demi?" diyor. *
her cins atın kendine ait bir bölmesi, her at için çocukların binmesine yardımcı olacak bir seyis vardı. büyük olan bazı atlar henüz yabani oldukları için yardımcılar tarafından yanlarına yaklaşılmaması konusunda uyarıldık. herkes kendisine gösterilen alanda atları beslemeye başladı.
her şey normal giderken birden olanlar oldu.
benim, aşırı tatlı olduğu kadar "yapma denileni yapmaktan keyif alan" canım öğrencim yanına yaklaşılmaması gereken atın yanına gidip ona şeker uzattı. kesme şekerlerden biri yere düşünce almak için eğildi. at, tam bu sırada öğrencimi omzundan tuttu ve havada sallamaya başladı.
şimdi rica ediyorum gözünüzün önüne getirin;
5 yaşında bir çocuk, kot ceketinin omzundan tutularak atın ağzında sallanıyor ve annesine bağırıyor " annee atın dişlerine bak ne kadar güçlü beni sallıyor baksanaa"
annesi ve seyisler hemen öğrencimi atın ağzından aldı. sonrasında çok kısa bir an duraklama oldu, çocukta hiçbir şeyin olmadığı atın sadece kot ceketi tuttuğunu anladığımız anda heepimiz kahkahaya boğulduk.
şimdi şu satırları yazarken bile gülüyorum.
öğrencimde bu olaydan sonra at fobisi olmadı diye biliyorum ancak beni her gördüğünde "öğretmeniiim, beni at nasıl ısırıp sallamıştı ama demi?" diyor. *
devamını gör...
üvey annesiyle ilişkisi olan çocuğunu öldüren baba
(bkz: ahlaki çöküş).
devamını gör...
bayan yanı
konu sıkıntılı,isim manidardır.
geçen birisi yazmıştı en ilginç otobüs yolculuğu şoförün sen şuraya sen buraya geç demesiydi diye..
yer:köy otobüsü,şehir mühim değil.
otobüse binen amca:ya kadınlar yanına kimseyi almıyor ama böyle oturmayın dedi.
başka bir adam: hanımlara laf söyleme abi alınıyorlar sonra.
beriki: tamam demeyeyim ama olmaz ki böyle.
...
sonra şoför devereye girer.
yav kızım sen şu ablanın yanına geç.(sessizce itaat edildi)
kadınlar rahat etmiyor özellikle belli bir yaşı geçmiş belirli bir kesim..o yüzden siz kadınlar:yanyana oturunuz.*
geçen birisi yazmıştı en ilginç otobüs yolculuğu şoförün sen şuraya sen buraya geç demesiydi diye..
yer:köy otobüsü,şehir mühim değil.
otobüse binen amca:ya kadınlar yanına kimseyi almıyor ama böyle oturmayın dedi.
başka bir adam: hanımlara laf söyleme abi alınıyorlar sonra.
beriki: tamam demeyeyim ama olmaz ki böyle.
...
sonra şoför devereye girer.
yav kızım sen şu ablanın yanına geç.(sessizce itaat edildi)
kadınlar rahat etmiyor özellikle belli bir yaşı geçmiş belirli bir kesim..o yüzden siz kadınlar:yanyana oturunuz.*
devamını gör...
mamma li turchi
italyanlar arasındaki kullanımında anneciğim! türkler geliyor demek. osmanlı'nın en güçlü zamanlarında akdeniz'e egemen olan donanmamızın ani baskınlarına karşı sahillerde gözcülük yapan italyan çocuklarının köylerine haber vermek için kullanmış oldukları bir deyim.
devamını gör...
kemalistsiz bir normal sözlük
yeri gelmişken kemalist yerine atatürkçü demeyi doğru bulduğumu belirteyim. çünkü sonuna -izm eki getirilebilecek bir gruba dahil edilmemesi gereken bir düşünce sistemidir atatürkçülük.
devamını gör...
yazarların şu an düşündükleri şeyler
sıkıcı... basit olmamalı bu kadar. kendimden bile sıkılıyorum artık. sanki tek bir canım var onu kullanıyorum. daha ne kadar böyle sürecek bunu düşünüyorum. insanda sıkıcı hayatta.. bazı şeyler anlık güzel sadece. ben kendimle uzaylı gibi bu evrende hayat boşluğunda takılıyorum.. şu an bugün her neyse düşündüklerim böyle işte..
devamını gör...
sözlüğün kalitesinin çok düşmesi
farklı sesler, farklı renkler, farklı kültürler,
hayatın belki de bir taraftan tatlısı, diğer taraftan tuzu biberi olan durum.
bireysel istekler, tercihler herkesin içinde azıcık da olsa varolan bencilliğin bir ürünü olarak, zaman zaman öne çıkabilmekte.
hepimiz yaptık, hala da yapabiliyoruz bu bencilce yaklaşımı.
yönetimin bu bağlamda elinden geldiğince iyiniyetli olduğunu düşünüyorum, zira istekler karşısında ellerinden geldiğince çözüm odaklı bir tavır sergilemekteler.
yani hiçbir yönetimin, bir yola girip, başına bela olacak meselelerin peşinden gittiğine veya gideceğine inanamıyorum.
durduk yere bu arkadaşlar neden böyle bir oluşumu hayata geçirip, bir de bir çok insanı karşılarına alsınlar.
haa, hata, eksik, yanlış her yerde herkeste olur, mesele hatada direnmemek, bundan dönmektir.
sürekli eleştirilen yönetim,
kimin, hangi cinsin, hangi yaş, eğitim grubunun, hangi dine mebsubun, hangi dili konuşanın, x , y, z , hangi kuşağın isteklerine cevap versin?
peki hal böyleyken, sözüm ona yazar ! olarak; kendimizi eleştirdik, sorguladık mı hiç? sanmıyorum, varsa da çok azdır bunu yapan.
ya adamlar, özellikle ben gibi sürekli eften püften başlıklardan yakınanlar için, bilgi kategorisi açtılar,
bizim bilgi kategorisi adeta tıbbi terimler ansiklopedisine döndü.
kim yaptı bunu, sen, ben, o.
3-5 puan fazla alacağım diye, tdk sözlüğünü kucağına kapan, ilim bilim tanımı girme yarışına girdi.
açık söylüyorum, bilim başlığını ilk başladığında bir kaç kez tıkladım, onun dışında girmedim, girmiyorum, böyle giderse girmeyi de düşünmüyorum. çünkü olay amacının dışına çıktı, birileri bilerek veya bilmeyerek bunu başardı. alsın tepe tepe kullansınlar bilgi başlığını şimdi. bunlara, bir kaç kez dikkat çekme anlamında imalı birşeyler de yazdım ama hiiiç oralı olan yok.
tam gaz devam..
şimdi soruyorum, ne yapsın yönetim buna , nasıl bir yol izlesin ?
haa, teşvik edici ekstra puan olmayabilirdi mesela, hatta hala bile kaldırılabilir o ekstra puan. bunu yapar en fazla , bu sefer de , iyice ayağa düşen yaklaşımlar, başlıklar kuşatıyor ortalığı.
ya bakın, kısaca biz buyuz ...
burasını rezil de vezir de edecek bizleriz.
o sebeple, sürekli eleştirmek, birilerini karalamak yerine, iyi, doğru, güzeli yapmaktan geri kalmayalım, bunda ısrarcı olalım, zaman içinde beğenmediğimiz o kötülerin de ya bize uyacağını, ya da buradan gideceğini düşünüyorum...
hayatın belki de bir taraftan tatlısı, diğer taraftan tuzu biberi olan durum.
bireysel istekler, tercihler herkesin içinde azıcık da olsa varolan bencilliğin bir ürünü olarak, zaman zaman öne çıkabilmekte.
hepimiz yaptık, hala da yapabiliyoruz bu bencilce yaklaşımı.
yönetimin bu bağlamda elinden geldiğince iyiniyetli olduğunu düşünüyorum, zira istekler karşısında ellerinden geldiğince çözüm odaklı bir tavır sergilemekteler.
yani hiçbir yönetimin, bir yola girip, başına bela olacak meselelerin peşinden gittiğine veya gideceğine inanamıyorum.
durduk yere bu arkadaşlar neden böyle bir oluşumu hayata geçirip, bir de bir çok insanı karşılarına alsınlar.
haa, hata, eksik, yanlış her yerde herkeste olur, mesele hatada direnmemek, bundan dönmektir.
sürekli eleştirilen yönetim,
kimin, hangi cinsin, hangi yaş, eğitim grubunun, hangi dine mebsubun, hangi dili konuşanın, x , y, z , hangi kuşağın isteklerine cevap versin?
peki hal böyleyken, sözüm ona yazar ! olarak; kendimizi eleştirdik, sorguladık mı hiç? sanmıyorum, varsa da çok azdır bunu yapan.
ya adamlar, özellikle ben gibi sürekli eften püften başlıklardan yakınanlar için, bilgi kategorisi açtılar,
bizim bilgi kategorisi adeta tıbbi terimler ansiklopedisine döndü.
kim yaptı bunu, sen, ben, o.
3-5 puan fazla alacağım diye, tdk sözlüğünü kucağına kapan, ilim bilim tanımı girme yarışına girdi.
açık söylüyorum, bilim başlığını ilk başladığında bir kaç kez tıkladım, onun dışında girmedim, girmiyorum, böyle giderse girmeyi de düşünmüyorum. çünkü olay amacının dışına çıktı, birileri bilerek veya bilmeyerek bunu başardı. alsın tepe tepe kullansınlar bilgi başlığını şimdi. bunlara, bir kaç kez dikkat çekme anlamında imalı birşeyler de yazdım ama hiiiç oralı olan yok.
tam gaz devam..
şimdi soruyorum, ne yapsın yönetim buna , nasıl bir yol izlesin ?
haa, teşvik edici ekstra puan olmayabilirdi mesela, hatta hala bile kaldırılabilir o ekstra puan. bunu yapar en fazla , bu sefer de , iyice ayağa düşen yaklaşımlar, başlıklar kuşatıyor ortalığı.
ya bakın, kısaca biz buyuz ...
burasını rezil de vezir de edecek bizleriz.
o sebeple, sürekli eleştirmek, birilerini karalamak yerine, iyi, doğru, güzeli yapmaktan geri kalmayalım, bunda ısrarcı olalım, zaman içinde beğenmediğimiz o kötülerin de ya bize uyacağını, ya da buradan gideceğini düşünüyorum...
devamını gör...
delirmekten korkmak
(bkz: anksiyete)
devamını gör...
1995
srebrenitsa katliamı'nın yaşandığı ve sonunda bosna savaşının bittiği yıldır.
çeçenistan savaşı ise tüm hızıyla sürüyordu.
çeçenistan savaşı ise tüm hızıyla sürüyordu.
devamını gör...
son ada
''zaten bir yerde kötülük varsa, oradaki herkes biraz suçludur.''
--! spoiler !--
bir gün, adaya görevden ayrılan albayın gelmesiyle ada kabusa dönüşüyor. işte tüm olay burada başlıyor. geldiği günden itibaren "medeniyet" ve "demokrasi" adı altında yaptıkları doğa ve toplumun tüm dengesini bozuyor. sözde bunların hepsini oy birliği ile milletin birlik ve beraberliği için yaptığını söylüyor. ancak alınan kararların sonucu umdukları gibi olmuyor. adayı git gide bir felakete sürüklüyor. bu sırada ada halkı ise sonuçta devlet adamı diye düşünerek bir sonraki kurtarıcı projeyi heyecanla destekliyor. karşı çıkanlara düşman gözüyle bakılıyor, ötekileştiriliyor. bir zamanlar neşeyle sohbet ettikleri insanlar, zenginlik vaadi için dostlarının yüzüne bakmıyor.
kitapta geçen bu olaylar bana günümüz düzenini hatırlattı. hatta kitapta belli bir yer adının olmaması ve karakterlerin noterci, bakkal, başkan, yazar, müzisyen gibi isimlerle geçmesinin de buna bağlı olduğunu düşünüyorum. akıcı bir üslupla sorgulayarak okuyabilirsiniz.
--! spoiler !--
bir gün, adaya görevden ayrılan albayın gelmesiyle ada kabusa dönüşüyor. işte tüm olay burada başlıyor. geldiği günden itibaren "medeniyet" ve "demokrasi" adı altında yaptıkları doğa ve toplumun tüm dengesini bozuyor. sözde bunların hepsini oy birliği ile milletin birlik ve beraberliği için yaptığını söylüyor. ancak alınan kararların sonucu umdukları gibi olmuyor. adayı git gide bir felakete sürüklüyor. bu sırada ada halkı ise sonuçta devlet adamı diye düşünerek bir sonraki kurtarıcı projeyi heyecanla destekliyor. karşı çıkanlara düşman gözüyle bakılıyor, ötekileştiriliyor. bir zamanlar neşeyle sohbet ettikleri insanlar, zenginlik vaadi için dostlarının yüzüne bakmıyor.
kitapta geçen bu olaylar bana günümüz düzenini hatırlattı. hatta kitapta belli bir yer adının olmaması ve karakterlerin noterci, bakkal, başkan, yazar, müzisyen gibi isimlerle geçmesinin de buna bağlı olduğunu düşünüyorum. akıcı bir üslupla sorgulayarak okuyabilirsiniz.
devamını gör...
sözlükte hep aynı yazarları görmek
sürekli ama sürekli başıma gelen durumdur. bütün sözlüğü sağ baştan sayarım öyle aynı geliyor artık.
kenarda 350 kişi online oluyor ama o kadar online olduğunu hissettirmiyor. garip.
bir kesim ciddi ciddi burada sexting yapıyor ve tanım okumuyor.
kenarda 350 kişi online oluyor ama o kadar online olduğunu hissettirmiyor. garip.
bir kesim ciddi ciddi burada sexting yapıyor ve tanım okumuyor.
devamını gör...
kendisinden olmayanı aşağılamak
1. doğduğun yeri sen mi seçtin?
2. anne-bananı sen mi seçtin?
3. dini inanç doğuştan mı gelir?(cümle baştan çelişik)
4. cinsiyetini ne belirledi?
bunları seçerek doğan henüz olmadı. en azından bulunduğumuz zaman diliminde ve güncel teknolojide mümkün değil.
bunları bile bile sen yunansın, ermenisin, sarısın, karasın, budistsin, ateistsin diyerek aşağıladın. sanki bunu yaparak asıl sen küçük düşmemiş gibi.
toplumların belirlediği kurallara(yasa denir) göre bir suç varsa suçu işleyen ceza alır ve bu başkasına devredilemez.
moğolların döktüğü kanların hesabını şu an kimden sorabilirsin? ya da roma imparatorluğunun? hatta osmanlı devletinin toprak kazanma uğruna savaşarak döktüğü kanları?
ya da birinci dünya harbinde türk topraklarında kan döken ingiliz, yunan ve dünyanın öbür ucundan gelen avusturyalıların döktüğü kanın hesabını kimden soracaksın?
şu an kimseyi incitmemiş olan “gavur”lardan mı?
doğduğunda türkiye topraklarındaydın. almanyada olsaydın orayı vatanın bilecektin ve belki de türkler çalışmaya geldiğinde rahatsız olacaktın...
belki doğduktan sonra annen baban sana dedi ki allah var ve sen müslümansın. bu da kitabı. sen de gerçekten detaylı araştırmadan çevrenin söyledikleri üzerine bunu kabul ettin ve hatta fanatik savunucusu oldun. peki ya çinde doğsaydın? o zaman da müslümanlık konusunda fanatik olacak mıydın?
çok da uzağa gitmeyelim. sünni bir aile yerine ya alevi ailede doğsaydın? o zaman aleviliği savunacaktın belki de.
dünya senin etrafında dönmüyor pek muhterem insan. sen sadece sana ne gösterildiyse onu benimseyip yıllarca, belki de bir ömür sürecek araştırmayı reddedip, içine şans eseri düştüğün kimliğin fanatiği oldun.
bu nedenle kan döküyorsun. gönül kırıyorsun. güçlüysen can yakıyor, güçsüzsen eziliyorsun.
dünya çeşitlilikle dolu zepzengin ve bilinen tek yuvamızken; sen bu çeşitliliği ve zenginliği yok edip “tek”leştirmeye çalışıp fakirleştiriyorsun.
sen kendinin bile farkında değilsin. belki de beynindeki kıvrım noksanlığı sebep oluyor buna.
ne zaman barışacaksın kardeşlerinle? ne zaman kabul edeceksin doğayı? sevgi kırıntısı bile mi yok içinde? bu kadar mı nefret dolusun?
2. anne-bananı sen mi seçtin?
3. dini inanç doğuştan mı gelir?(cümle baştan çelişik)
4. cinsiyetini ne belirledi?
bunları seçerek doğan henüz olmadı. en azından bulunduğumuz zaman diliminde ve güncel teknolojide mümkün değil.
bunları bile bile sen yunansın, ermenisin, sarısın, karasın, budistsin, ateistsin diyerek aşağıladın. sanki bunu yaparak asıl sen küçük düşmemiş gibi.
toplumların belirlediği kurallara(yasa denir) göre bir suç varsa suçu işleyen ceza alır ve bu başkasına devredilemez.
moğolların döktüğü kanların hesabını şu an kimden sorabilirsin? ya da roma imparatorluğunun? hatta osmanlı devletinin toprak kazanma uğruna savaşarak döktüğü kanları?
ya da birinci dünya harbinde türk topraklarında kan döken ingiliz, yunan ve dünyanın öbür ucundan gelen avusturyalıların döktüğü kanın hesabını kimden soracaksın?
şu an kimseyi incitmemiş olan “gavur”lardan mı?
doğduğunda türkiye topraklarındaydın. almanyada olsaydın orayı vatanın bilecektin ve belki de türkler çalışmaya geldiğinde rahatsız olacaktın...
belki doğduktan sonra annen baban sana dedi ki allah var ve sen müslümansın. bu da kitabı. sen de gerçekten detaylı araştırmadan çevrenin söyledikleri üzerine bunu kabul ettin ve hatta fanatik savunucusu oldun. peki ya çinde doğsaydın? o zaman da müslümanlık konusunda fanatik olacak mıydın?
çok da uzağa gitmeyelim. sünni bir aile yerine ya alevi ailede doğsaydın? o zaman aleviliği savunacaktın belki de.
dünya senin etrafında dönmüyor pek muhterem insan. sen sadece sana ne gösterildiyse onu benimseyip yıllarca, belki de bir ömür sürecek araştırmayı reddedip, içine şans eseri düştüğün kimliğin fanatiği oldun.
bu nedenle kan döküyorsun. gönül kırıyorsun. güçlüysen can yakıyor, güçsüzsen eziliyorsun.
dünya çeşitlilikle dolu zepzengin ve bilinen tek yuvamızken; sen bu çeşitliliği ve zenginliği yok edip “tek”leştirmeye çalışıp fakirleştiriyorsun.
sen kendinin bile farkında değilsin. belki de beynindeki kıvrım noksanlığı sebep oluyor buna.
ne zaman barışacaksın kardeşlerinle? ne zaman kabul edeceksin doğayı? sevgi kırıntısı bile mi yok içinde? bu kadar mı nefret dolusun?
devamını gör...
1.55 boyuna rağmen 1.90 sevgili isteyen kadın
1.74 olduğuma göre ben rahatlıkla isteyebilirim *
devamını gör...
bir idam mahkumunun son günü
kafa sözlük kitap kulübü sayesinde okuma fırsatı bulduğum victor hugo kitabı. 1829 senesinde yayınlanmış bu kitap romantizm akımının etkisinde yazılmış ve bu akımın iki önemli unsurları olan ölüm ve din konuları işlenmiştir.
konu olarak, adından da anlaşılacağı üzere bir idam mahkumunun son günlerinde düşündükleri, yaşadıkları, pişmanlıkları ve anıları işlenmiş. kitap hugo’nun 1932 senesinde yazdığı önsöz ile başlıyor. bu önsöz’de genel hatlarla hugo’nun idam hakkındaki düşüncelerini, dönemin siyasi gereksinim ve oluşumlarını, sınıfsal yapıları ve halkın genel durumunu okuyoruz.
şunu belirteyim, hugo bu önsöz’de idama komple karşı çıkmamıştır. yine de uygulanma tarzını ve uygulayıcıların genel etik anlayışını fazlaca eleştirmiştir. bu eleştirinin en öncül ve simgesel hedefi ise giyotin olmuştur.
önsöz’den sonraki kısımda ise kitap hakkında tartışan, dönemin asillerinin kendi aralarında geçen bir konuşmaya şahit oluyoruz. bu konuşmalar bize, kitap ilk yayınlandığında yüksek çevrelerde bıraktığı etkiyi anlatmakta.
genel anlamda baya olumsuz eleştirilerdir aynı zamanda. kimisi adını bile duymaktan iğrenirken, kimileri okuyup yarım bıraktıklarını söylüyor. çok az kısmı ise sonuna kadar okuduğunu ve topluma karşı işlenmiş bir suç olduğunu belirtiyor.
sonrasında kitap başlıyor ve son anlarına kadar bir idam mahkumunun hayatını kısaca okuyoruz. bu mahkuma ait çok şey bilinmiyor maalesef. tek bildiğimiz, birini öldürdüğü, bir ailesi olduğu ve idama mahkum edildiği.
kitap ile ilgili düşüncelerime gelecek olursam, ben bu kitapta idam karşıtlığından öte otoriteye bir başkaldırı gördüm. yöneticiler için düşük kesimdekilerin pek bir anlam ifade etmediğini, ve yine bu yöneticilerin ağzından çıkan bir lafla bu zavallıları idama sürükleyebildikleri ve yine başka bir lafla o giyotin’den kurtarabildikleri, tabiri caise oyuncaklaşmış bir halk gördüm. yazarın bize bu gerçekleri, kolayca empati kurabileceğimiz bir idam mahkumunun ağzıyla anlatmasını ise çok mantıklı buldum. ve yine bu empatinin kolayca kurulabilmesi adına, bu mahkumun suçluluk veya suçsuzluğuna değinilmemesini de akıllıca bir hareket olarak aldım.
yazar bize diyor ki; haklılık veya haksızlık kavramlarını bir kenara bırakarak, idam gibi önemli kararların kimler tarafından ne şartlarda alındığına bakın ve yine kimler tarafından bu kararların göz ardı edilebildiğini görün.
bir diğer ironik unsur ise; kitabın yayınlandığı sene(1828) ile giyotin cezasının son kez uygulandığı sene(1977) arasındaki zaman farkıdır. sanki hiç kimsenin umrunda olmamış. yahut olmuş da elden bişey gelmemiş.
son olarak, kitabı beğendim ben. türünün sıkı takipçisi olmadığım halde çok kısa zamanda sıkılmadan bitirdim. okunması gereken bir kitap bence.
konu olarak, adından da anlaşılacağı üzere bir idam mahkumunun son günlerinde düşündükleri, yaşadıkları, pişmanlıkları ve anıları işlenmiş. kitap hugo’nun 1932 senesinde yazdığı önsöz ile başlıyor. bu önsöz’de genel hatlarla hugo’nun idam hakkındaki düşüncelerini, dönemin siyasi gereksinim ve oluşumlarını, sınıfsal yapıları ve halkın genel durumunu okuyoruz.
şunu belirteyim, hugo bu önsöz’de idama komple karşı çıkmamıştır. yine de uygulanma tarzını ve uygulayıcıların genel etik anlayışını fazlaca eleştirmiştir. bu eleştirinin en öncül ve simgesel hedefi ise giyotin olmuştur.
önsöz’den sonraki kısımda ise kitap hakkında tartışan, dönemin asillerinin kendi aralarında geçen bir konuşmaya şahit oluyoruz. bu konuşmalar bize, kitap ilk yayınlandığında yüksek çevrelerde bıraktığı etkiyi anlatmakta.
genel anlamda baya olumsuz eleştirilerdir aynı zamanda. kimisi adını bile duymaktan iğrenirken, kimileri okuyup yarım bıraktıklarını söylüyor. çok az kısmı ise sonuna kadar okuduğunu ve topluma karşı işlenmiş bir suç olduğunu belirtiyor.
sonrasında kitap başlıyor ve son anlarına kadar bir idam mahkumunun hayatını kısaca okuyoruz. bu mahkuma ait çok şey bilinmiyor maalesef. tek bildiğimiz, birini öldürdüğü, bir ailesi olduğu ve idama mahkum edildiği.
kitap ile ilgili düşüncelerime gelecek olursam, ben bu kitapta idam karşıtlığından öte otoriteye bir başkaldırı gördüm. yöneticiler için düşük kesimdekilerin pek bir anlam ifade etmediğini, ve yine bu yöneticilerin ağzından çıkan bir lafla bu zavallıları idama sürükleyebildikleri ve yine başka bir lafla o giyotin’den kurtarabildikleri, tabiri caise oyuncaklaşmış bir halk gördüm. yazarın bize bu gerçekleri, kolayca empati kurabileceğimiz bir idam mahkumunun ağzıyla anlatmasını ise çok mantıklı buldum. ve yine bu empatinin kolayca kurulabilmesi adına, bu mahkumun suçluluk veya suçsuzluğuna değinilmemesini de akıllıca bir hareket olarak aldım.
yazar bize diyor ki; haklılık veya haksızlık kavramlarını bir kenara bırakarak, idam gibi önemli kararların kimler tarafından ne şartlarda alındığına bakın ve yine kimler tarafından bu kararların göz ardı edilebildiğini görün.
bir diğer ironik unsur ise; kitabın yayınlandığı sene(1828) ile giyotin cezasının son kez uygulandığı sene(1977) arasındaki zaman farkıdır. sanki hiç kimsenin umrunda olmamış. yahut olmuş da elden bişey gelmemiş.
son olarak, kitabı beğendim ben. türünün sıkı takipçisi olmadığım halde çok kısa zamanda sıkılmadan bitirdim. okunması gereken bir kitap bence.
devamını gör...



