çocuklar masum değildir
şu kirli dünyada çocuklar kadar masum kalmış bu kadar az şey olmasına rağmen onları da masum görmeme çabası beni şaşırttı biraz. çocuklar çok bilmiş ve yaramaz olsalar bile bu onların masumiyetlerine hiç yansımaz. hatta yaptıkları çoğu yaramazlığın sebebi bu masumiyetleridir. ben her insanın içindeki o masumiyeti bir zamanlar çocuk olmasına bağlarım. bence herkes çocukken masumdu. kimisi büyürken bu özelliğini yavaş yavaş yok etti, kimisi ise hiç kaybetmedi.
yani içimizdeki masumiyetin kaynağı çocukluğumuza dayanıyor. bu durumda kaynakta ürün yok diyebilir miyiz?
yani içimizdeki masumiyetin kaynağı çocukluğumuza dayanıyor. bu durumda kaynakta ürün yok diyebilir miyiz?
devamını gör...
günün ünlüsü olunca hissedilenler
dinleyin anlatıyorum.

o gün her şeyden habersiz, yeni güne gözlerimi açtığımda güneş her zamankinden daha parlaktı. hayır öğlen 12'de uyanmamın bir alakası yok. böyle "günün ünlüsü olacaksın" der gibi parlıyordu. sonra telefonuma baktım. bildirimlerde yoldaş'ın çok eski bir tanımımı beğendiğini gördüm. evet, dedim. evet, bugün o gün! hemen tüm planlarımı erteledim. en şık ve en az çamaşır suyu lekeli ev tişörtümü giydim. nihayet o gün gelmişti, biliyordum. yoldaş tanımımı görmüş ve ilgili moderatöre "yeni twitter yüzümüzü bulduk!" demişti. en azından "şu tanım da iyi gibi" demiş olabilirdi. nitekim, akşam başlığı akışta görünce anladım ki hislerim doğruydu. o günün ünlüsü ben olmuştum. nerenin ünlüsü olduysanız sözlüğün o platformdaki sayfasına girip ekranı falan seviyorsunuz. öyle bir şey.
*

o gün her şeyden habersiz, yeni güne gözlerimi açtığımda güneş her zamankinden daha parlaktı. hayır öğlen 12'de uyanmamın bir alakası yok. böyle "günün ünlüsü olacaksın" der gibi parlıyordu. sonra telefonuma baktım. bildirimlerde yoldaş'ın çok eski bir tanımımı beğendiğini gördüm. evet, dedim. evet, bugün o gün! hemen tüm planlarımı erteledim. en şık ve en az çamaşır suyu lekeli ev tişörtümü giydim. nihayet o gün gelmişti, biliyordum. yoldaş tanımımı görmüş ve ilgili moderatöre "yeni twitter yüzümüzü bulduk!" demişti. en azından "şu tanım da iyi gibi" demiş olabilirdi. nitekim, akşam başlığı akışta görünce anladım ki hislerim doğruydu. o günün ünlüsü ben olmuştum. nerenin ünlüsü olduysanız sözlüğün o platformdaki sayfasına girip ekranı falan seviyorsunuz. öyle bir şey.
*
devamını gör...
türkiye'nin sakin şehirleri
italyanca citta (şehir), ingilizce slow (yavaş) kelimelerinin birleşmesiyle ortaya çıkan cittaslow, sakin şehir anlamına geliyor. 1999 yılında italya'da ortaya çıkmış bu kavram, günümüzde 30 ülkeden 264 şehir sakin şehir unvanı taşıyor.
sakin şehir hareketinin amacı ise; şehirlerin özgünlüklerini ve mimarı yapılarını korumak, kimliklerini kaybetmemek, ekolojik dengeyi sağlamak için çalışmalar yapılması ve yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımının artırılması hedeflenmektedir.
belirlenen kriterlere göre bir yerleşim yeri sakin şehir statüsüne kavuşuyor, o kriterler ise;
- çevre politikaları
- kent yaşamının kalitesi
- nüfusunun 50 binin altında olması
- şehrin yemekleri, kültürü ve müziği gibi faaliyetler
- şehrin sosyal uyumu.
- şehrin altyapı politikaları
- geleneksel zanaatkarlar varlığı
- misafirperverlik
türkiye'den ise 18 adet şehrimiz sakin şehir unvanına sahiptir, o şehirler ise;
1- (bkz: seferihisar) / izmir (ilk sakin şehrimiz - 2009)
2- (bkz: akyaka) / muğla
3- (bkz: gökçeada) / çanakkale (dünyanın ilk ve tek sakin adası)
4- (bkz: yenipazar) / aydın
5- (bkz: taraklı) / sakarya
6- (bkz: vize) / kırklareli
7- (bkz: perşembe) / ordu
8- (bkz: yalvaç) / ısparta
9- (bkz: halfeti) / şanlıurfa
10- (bkz: şavşat) / artvin
11- (bkz: uzundere) / erzurum
12- (bkz: göynük) / bolu
13- (bkz: gerze) / sinop
14- (bkz: eğirdir) / ısparta
15- (bkz: mudurnu) / bolu
16- (bkz: köyceğiz) /muğla
17- (bkz: ahlat) / bitlis
18- (bkz: güdül) / ankara (en son sakin şehrimiz - 2020)
sakin şehir hareketinin amacı ise; şehirlerin özgünlüklerini ve mimarı yapılarını korumak, kimliklerini kaybetmemek, ekolojik dengeyi sağlamak için çalışmalar yapılması ve yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımının artırılması hedeflenmektedir.
belirlenen kriterlere göre bir yerleşim yeri sakin şehir statüsüne kavuşuyor, o kriterler ise;
- çevre politikaları
- kent yaşamının kalitesi
- nüfusunun 50 binin altında olması
- şehrin yemekleri, kültürü ve müziği gibi faaliyetler
- şehrin sosyal uyumu.
- şehrin altyapı politikaları
- geleneksel zanaatkarlar varlığı
- misafirperverlik
türkiye'den ise 18 adet şehrimiz sakin şehir unvanına sahiptir, o şehirler ise;
1- (bkz: seferihisar) / izmir (ilk sakin şehrimiz - 2009)
2- (bkz: akyaka) / muğla
3- (bkz: gökçeada) / çanakkale (dünyanın ilk ve tek sakin adası)
4- (bkz: yenipazar) / aydın
5- (bkz: taraklı) / sakarya
6- (bkz: vize) / kırklareli
7- (bkz: perşembe) / ordu
8- (bkz: yalvaç) / ısparta
9- (bkz: halfeti) / şanlıurfa
10- (bkz: şavşat) / artvin
11- (bkz: uzundere) / erzurum
12- (bkz: göynük) / bolu
13- (bkz: gerze) / sinop
14- (bkz: eğirdir) / ısparta
15- (bkz: mudurnu) / bolu
16- (bkz: köyceğiz) /muğla
17- (bkz: ahlat) / bitlis
18- (bkz: güdül) / ankara (en son sakin şehrimiz - 2020)
devamını gör...
sabahın köründe akla düşen patates kızartması
tüm sıcaklığı ile içinizi ısıtan, tüm çıtırlığı ile yüreğinizi hoplatan patates kızartmasının sabah 5 çeyrek civarı akla düşmesidir.
insan ev ahalisinin uyanmasını dört gözle bekliyor kahvaltı hazırlansın da patates kızartayım diye. hele bir de tatilse o gün tadından yenmez!
insan ev ahalisinin uyanmasını dört gözle bekliyor kahvaltı hazırlansın da patates kızartayım diye. hele bir de tatilse o gün tadından yenmez!
devamını gör...
herediter tirozinemi
yaygın görülen tip 1 de fumarilasetoasetat hidrolaz enzimi eksiktir.
serum ve idrarda tirozin metabolitleri (örneğin süksinil kolin) yükselir.
idrar lahana, balık veya tereyağı gibi farklı benzetmelere benzer bir koku alır.
serum ve idrarda tirozin metabolitleri (örneğin süksinil kolin) yükselir.
idrar lahana, balık veya tereyağı gibi farklı benzetmelere benzer bir koku alır.
devamını gör...
kayınço
erkekler için " hanımının erkek kardeşi" anlamına gelir.
kadınlar kayınço yerine "kayın birader" ifadesini kullanırlar genellikle.
kadınlar kayınço yerine "kayın birader" ifadesini kullanırlar genellikle.
devamını gör...
lion
hint bir çoçuğun kaybolması ve daha sonrasında çocuk esirgeme kurumuna götürülen çocuğun avustralyalı bir aile tarafından evlatlık edilmesini konu alan gerçek hayatta yaşanmış bir hikaye.
filmde 25 yıl sonra ailesini aramaya ve ciddi bir şekilde araştırmaya karar veren genç uzun uğraşlar sonucu başarıyor.
bir tık duygusal insanların yüreğini eritecek bu film bilinçlenmek için güzel bir fırsat olduğunu düşünüyorum.
filmdeki ana karakter saroo'nun 5 yaşından beri ismini yanlış bilmesi hayatının bu yönde evrilmesine neden oldu.aslında adı sheru idi.
ek olarak avustralyalı ailenin şu düşüncesi beni benden almıştır.
çocuk yapabilirdik ancak biz bu dünya için çok fazla insan olduğunu düşünenlerdendik.bu yüzden sizin gibi zor durumda olan çoçuklara ışık olmak istedik.
hindistanda her yıl 80.000 çoçuk kayboluyormuş, farkında olmak önem arz ediyor.
keyifli seyirler.
filmde 25 yıl sonra ailesini aramaya ve ciddi bir şekilde araştırmaya karar veren genç uzun uğraşlar sonucu başarıyor.
bir tık duygusal insanların yüreğini eritecek bu film bilinçlenmek için güzel bir fırsat olduğunu düşünüyorum.
filmdeki ana karakter saroo'nun 5 yaşından beri ismini yanlış bilmesi hayatının bu yönde evrilmesine neden oldu.aslında adı sheru idi.
ek olarak avustralyalı ailenin şu düşüncesi beni benden almıştır.
çocuk yapabilirdik ancak biz bu dünya için çok fazla insan olduğunu düşünenlerdendik.bu yüzden sizin gibi zor durumda olan çoçuklara ışık olmak istedik.
hindistanda her yıl 80.000 çoçuk kayboluyormuş, farkında olmak önem arz ediyor.
keyifli seyirler.
devamını gör...
çok uzun yazınca çok anlamlı olmuyor
herkes için doğru olmayan önermedir. yazmak için yazanlar zaten kendilerini belli ediyor. ancak kendini, düşüncesini daha iyi ifade edebilmek için uzun yazmaktan çekinmeyen insanlar için aynısını söyleyemeyeceğim. herkesin tarzı farklıdır. bazıları az ama öz yazar, bazıları dayar döşer ama yine de kendini okutur. uzun diye ön yargıyla yaklaşılmamalı. ne geliyorsa zaten başımıza, okumaya üşenmekten geliyor.
devamını gör...
gösteri toplumu
1967 yılında yayınlanan bir guy debord kitabıdır. debord bu kitapta marx'ın kapitalini güncellemek iddiasındadır. kitap, kapitalin ilk cümlesinin detourne edilmiş halidir. kapitalin birinci cümlesi şu şekildedir:
"kapitalist üretim şeklinin hakim olduğu toplumların zenginliği, kendisini 'metaların devasa bir birikimi' olarak gösterir."
gösteri toplumunun başlangıç cümlesi ise aşağıdaki gibidir:
"modern üretim koşullarının hakim olduğu bir toplumda tüm yaşam, kendisini gösterilerin devasa bir birikimi olarak gösterir."
debord'un iddiasına göre, marx'ın kapitalde incelediği meta ekonomisi 1960'lar itibarı ile öyle bir aşamaya gelmiştir ki, artık bu ekonominin temel üretim birimi meta değil, gösteriler olmaya başlamıştır. gösteriden kastettiği yalnızca televizyon ile (o dönem için) birlikte hayatın her alanına nüfuz eden imajlar değildir. kapitalist üretim sisteminde nihai amaç satılacak bir ürün (yani meta) üretmek olduğuna göre ve insanların hayatlarının bütünü (çalışma ve boş zamanın toplamı) bu metaların üretilmesi (çalışma) ve tüketilmesi (boş zaman) çerçevesinde organize edildiğine göre, hayatlarımızın bütünü metaların çevresinde dönen bir gösteri haline gelmiştir. çünkü kapitalist üretim tarzı, marx'ın onu incelediği yıllardan beri giderek genişleyerek hayatın her alanını işgal etmiştir.
kitle iletişim araçlarının ürettiği imajların her yeri işgal etmesi bu üretim tarzının olağan bir sonucudur debord'a göre. gittikçe yoğunlaşarak birer imaj haline gelen metalar, modern bireyin yaşamının her bir anını doldurmaktadır. sanırım debord yaşasaydı, internet medyasının sonuçlarını kendi teorisinin bir doğrulanması olarak okurdu. çünkü 1960'lı yıllar ile kıyasladığımızda, hem imajlar akıllı telefonlar sayesinde hayatın her bir köşe bucağını daha fazla nüfuz eder olmuştur, hem de izleyicisini kendine bağlama kapasitesi (siyah beyaz tüp televizyonlar ile kıyaslanınca) muazzam bir şekilde artmıştır.
fakat debord'un üstünde önemle durduğu şey yalnızca insanların boş zamanlarının gittikçe artan bir şekilde tüketim ve imajlar ile dolması değildir, aynı zamanda üretimin ortaya çıkardığı bu imajların insanların gerçek karakterini ve gerçek hayatlarını da şekillendirmesidir (yani bir anlamda insanları baştan üretmesidir.) yani insanların dünya görüşleri, inançları, davranışları, konuşma şekilleri –büyük ölçüde– gösteri haline gelmiş metalar tarafından şekillendirilmektedir. burada anlatılmak isteneni daha iyi anlayabilmek için, konuşma tarzınızın, dünya görüşlerinizin (politik fikirler, genel anlamda ahlaki ve etik duruş, kadın-erkek ilişkileri hakkındaki görüşleriniz), zevklerinizin (kıyafetlerden, hobilerinize) ne ölçüde izlediğiniz televizyon programları, filmler, youtube kanalları vb. ile şekillendirildiğini düşünün. sonuç olarak, modern üretim sistemi metaları ve metaların daha yoğunlaşmış bir biçimi olan gösterileri ürettiği gibi (çalışma hayatı), aynı zamanda bu metaları ve gösterileri tüketecek (boş zaman) insanları da üretmektedir. [debord'un bu tezlerinin günther anders'in matriks teorisi ile oldukça benzeştiğini de belirtmem gerekir. ya bu iki düşünür çok benzer sonuçlara varmaktadırlar ya da debord'un bir aşırması söz konusudur bilemedim.)
"kapitalist üretim şeklinin hakim olduğu toplumların zenginliği, kendisini 'metaların devasa bir birikimi' olarak gösterir."
gösteri toplumunun başlangıç cümlesi ise aşağıdaki gibidir:
"modern üretim koşullarının hakim olduğu bir toplumda tüm yaşam, kendisini gösterilerin devasa bir birikimi olarak gösterir."
debord'un iddiasına göre, marx'ın kapitalde incelediği meta ekonomisi 1960'lar itibarı ile öyle bir aşamaya gelmiştir ki, artık bu ekonominin temel üretim birimi meta değil, gösteriler olmaya başlamıştır. gösteriden kastettiği yalnızca televizyon ile (o dönem için) birlikte hayatın her alanına nüfuz eden imajlar değildir. kapitalist üretim sisteminde nihai amaç satılacak bir ürün (yani meta) üretmek olduğuna göre ve insanların hayatlarının bütünü (çalışma ve boş zamanın toplamı) bu metaların üretilmesi (çalışma) ve tüketilmesi (boş zaman) çerçevesinde organize edildiğine göre, hayatlarımızın bütünü metaların çevresinde dönen bir gösteri haline gelmiştir. çünkü kapitalist üretim tarzı, marx'ın onu incelediği yıllardan beri giderek genişleyerek hayatın her alanını işgal etmiştir.
kitle iletişim araçlarının ürettiği imajların her yeri işgal etmesi bu üretim tarzının olağan bir sonucudur debord'a göre. gittikçe yoğunlaşarak birer imaj haline gelen metalar, modern bireyin yaşamının her bir anını doldurmaktadır. sanırım debord yaşasaydı, internet medyasının sonuçlarını kendi teorisinin bir doğrulanması olarak okurdu. çünkü 1960'lı yıllar ile kıyasladığımızda, hem imajlar akıllı telefonlar sayesinde hayatın her bir köşe bucağını daha fazla nüfuz eder olmuştur, hem de izleyicisini kendine bağlama kapasitesi (siyah beyaz tüp televizyonlar ile kıyaslanınca) muazzam bir şekilde artmıştır.
fakat debord'un üstünde önemle durduğu şey yalnızca insanların boş zamanlarının gittikçe artan bir şekilde tüketim ve imajlar ile dolması değildir, aynı zamanda üretimin ortaya çıkardığı bu imajların insanların gerçek karakterini ve gerçek hayatlarını da şekillendirmesidir (yani bir anlamda insanları baştan üretmesidir.) yani insanların dünya görüşleri, inançları, davranışları, konuşma şekilleri –büyük ölçüde– gösteri haline gelmiş metalar tarafından şekillendirilmektedir. burada anlatılmak isteneni daha iyi anlayabilmek için, konuşma tarzınızın, dünya görüşlerinizin (politik fikirler, genel anlamda ahlaki ve etik duruş, kadın-erkek ilişkileri hakkındaki görüşleriniz), zevklerinizin (kıyafetlerden, hobilerinize) ne ölçüde izlediğiniz televizyon programları, filmler, youtube kanalları vb. ile şekillendirildiğini düşünün. sonuç olarak, modern üretim sistemi metaları ve metaların daha yoğunlaşmış bir biçimi olan gösterileri ürettiği gibi (çalışma hayatı), aynı zamanda bu metaları ve gösterileri tüketecek (boş zaman) insanları da üretmektedir. [debord'un bu tezlerinin günther anders'in matriks teorisi ile oldukça benzeştiğini de belirtmem gerekir. ya bu iki düşünür çok benzer sonuçlara varmaktadırlar ya da debord'un bir aşırması söz konusudur bilemedim.)
devamını gör...
türk yazarlardan çaresizliği en iyi anlatan sözler
devamını gör...
gençlerin hobi sahibi olmayışı
paramız yok çünkü. elde olan imkanlarla da anca bu kadar oluyor. #364975.
devamını gör...
karadeniz deyince yazarların aklına gelen şeyler
genelde tabiat çağrışımları.
(bkz: kaçkarlar)
(bkz: fırtına deresi)
(bkz: çoruh nehri)
(bkz: ayder yaylası)
(bkz: kaçkarlar)
(bkz: fırtına deresi)
(bkz: çoruh nehri)
(bkz: ayder yaylası)
devamını gör...
testinin içinde ne varsa dışarı o sızar
birde içinde bir şey yoksa bak sen sürprize.
bomboş insanla zamanı heder etmesi de acı.
bomboş insanla zamanı heder etmesi de acı.
devamını gör...
felsefi soruşturmalar
ludwig wittgenstein'in kitabıdır. bu kitabında;felsefi lisan için oldukça farklı antropolojik görüş geliştirmiştir. çeşitli insan eylemlerinde, kelimeleri farklı kurallara göre kullanarak , bunlarla farklı lisan oyunları oynamıştır.
devamını gör...
ediz hun'un efendi görünümünün altında yatan gerçekler
ediz hun'u herkes efendi olarak bilir ama işin gerçeği öyle değildir. kendisi haza beyefendidir yani normal beyefendiliğin de üstünde bir mertebededir.
devamını gör...
muhafazakar ailenin farklı düşünen çocuğu olmak
din kültürü öğretmeni anne ve babanın çocuğuyum.
bakın psikolojik baskıyı falan bir kenara bırakırsak o kadar büyük bir toplumsal baskı altında büyüdüm ki inanın kafayı yemediğime şükrediyorum. küfür edersin senin annen baban din kültürü öğretmeni değil mi ayıp. sakız çiğnersin adab-ı muaşeret öğretmedi mi sana annen baban ayıp. sevgilin olur anan baban ilahiyatçı değil mi senin bilmiyor musun evlenmeden eline kız eli bile değmeyeceğini ayıp. içki içersin haram haram boğazında kalır.
sizin kendi benliğiniz ve hayatınızı yönlendirebilme yetiniz olduğunun farkında değildir insanlar. sürekli belirli kalıplar altında yaşamınızı idame ettirmenizi beklerler. bir birey olarak sekülerleşen çılgın hafız değilsinizdir, din kültürü öğretmeni x ve din kültürü öğretmeni y'nin oğlusunuzdur. bütün seçimleriniz bu yapılanmanın üstüne kurulmalıdır-sanki-.
karakteriniz şekillenirken sırf bu düşünce yapısından kurtulmak için farklı görüşlere eğiliminiz artar, sorgulamaya kendinizi başka bir insan olarak lanse ettirmeye çalışırsınız fakat bu arada aynı aile yapısında hayatınızı sürdürmenizde gerekir. yani sürekli bir ikilem içinde olursunuz. ne içinde ne dışındasınızdır yaşadığınız hayatın. bu yüzden hep bir kapı eşiğinde gibi yarım yamalaksınızdır. bazıları çok cesur olur resti çeker istediği hayatı yaşamak için bazıları şanslı olur ailesi bir birey olarak olduğu şekilde kabullenir. benim asıl üzüldüğüm annesini babasını toprağa koyana kadar yarım yamalak yaşayanlardır.
velhasıl kelam aynı ceza hukukundaki gibi suç ve cezanın şahsiliği ilkesinin insan yaşamında da uygulanması gerekir.
leküm diniküm veliyedin. senin dinin sanadır annecim/babacım, benim dinim banadır. her koyun kendi bacağından asılır.
bakın psikolojik baskıyı falan bir kenara bırakırsak o kadar büyük bir toplumsal baskı altında büyüdüm ki inanın kafayı yemediğime şükrediyorum. küfür edersin senin annen baban din kültürü öğretmeni değil mi ayıp. sakız çiğnersin adab-ı muaşeret öğretmedi mi sana annen baban ayıp. sevgilin olur anan baban ilahiyatçı değil mi senin bilmiyor musun evlenmeden eline kız eli bile değmeyeceğini ayıp. içki içersin haram haram boğazında kalır.
sizin kendi benliğiniz ve hayatınızı yönlendirebilme yetiniz olduğunun farkında değildir insanlar. sürekli belirli kalıplar altında yaşamınızı idame ettirmenizi beklerler. bir birey olarak sekülerleşen çılgın hafız değilsinizdir, din kültürü öğretmeni x ve din kültürü öğretmeni y'nin oğlusunuzdur. bütün seçimleriniz bu yapılanmanın üstüne kurulmalıdır-sanki-.
karakteriniz şekillenirken sırf bu düşünce yapısından kurtulmak için farklı görüşlere eğiliminiz artar, sorgulamaya kendinizi başka bir insan olarak lanse ettirmeye çalışırsınız fakat bu arada aynı aile yapısında hayatınızı sürdürmenizde gerekir. yani sürekli bir ikilem içinde olursunuz. ne içinde ne dışındasınızdır yaşadığınız hayatın. bu yüzden hep bir kapı eşiğinde gibi yarım yamalaksınızdır. bazıları çok cesur olur resti çeker istediği hayatı yaşamak için bazıları şanslı olur ailesi bir birey olarak olduğu şekilde kabullenir. benim asıl üzüldüğüm annesini babasını toprağa koyana kadar yarım yamalak yaşayanlardır.
velhasıl kelam aynı ceza hukukundaki gibi suç ve cezanın şahsiliği ilkesinin insan yaşamında da uygulanması gerekir.
leküm diniküm veliyedin. senin dinin sanadır annecim/babacım, benim dinim banadır. her koyun kendi bacağından asılır.
devamını gör...
herkesin bizi kıskanması
ülkede oluşan tüm olumsuzluklar için kullanılan ve yürekten inanılan kıskanılma olayı.
insanların da eleştirildiğinde çoğunlukla kullandığı cümledir.
t. diğerlerinden üstün olunduğu düşünülen özelliklerin, o diğer kişilerde * bu durumdan oluşan acı çekmesi olayı.
insanların da eleştirildiğinde çoğunlukla kullandığı cümledir.
t. diğerlerinden üstün olunduğu düşünülen özelliklerin, o diğer kişilerde * bu durumdan oluşan acı çekmesi olayı.
devamını gör...
beşinci çocuk
nobel edebiyat ödüllü ingiliz yazar doris lessing’in kitabı.
öncelikle hissettirdiği duygu karmaşası beni resmen yalpaladı. bazı noktalarda çok öfkelenip bazı noktalarda çok üzüldüm. bazı noktalarda bu kadar burnunun dikine ve bencilce hareket eden bir çiftin bunu hak ettiğini düşündüm, sonra kendime kızdım. gerçekten ne hissettirdiğini içselleştirip anlatamadığım çok az kitap olmuştur, beşinci çocuk bunlardan biri.
artı yazarın dilinin çok basit olması nobel’ini sorgulattı, sonra düşündüm toplumun her kesiminin ders çıkarması gereken konular üzerine yoğunlaştığı için basit anlatmasına hak verip nobel’i de tam olarak bunun için hak ettiğine karar verdim. hem kurgusunun, hem konusunun, hem yazarının hissettirdiği hiçbir duygudan emin olamadım yani çok garip bir kitap. teşekkürler doris birey.
spoiler gibi olabilir, kitabın bizzat adı spoiler olduğu için buradan itibareni spoilerdır da diyemiyorum. yine de gizleyeyim.
madem gizledik yardıralım; harriet ve david size aşırı bilendim bakın benim şerrimden korkun. geri zekalı mısınız birader ya. hadi az çocuklu bir çift olmayı toplum baskısı diye nitelendirdiniz ve diyelim ki çocuk çok seviyorsunuz, ya bi g*t*nüzden haberiniz var mı acaba, ev bakıyorlar “aa burayı ödeyemeyiz ama olsun çocuklar için oda var, kayındaddy ödesin” çocuk doğuyor “aa ben bunu pek de beklemiyordum ama yatak bereketliymiş, kayınmommy baksın” daha o sütten kesilmeden haydi bir daha hamilelik, “hihi napalım ev kredimizi ödeyemiyoruz ama david’in babası ödüyor, çocuğa da bakmıyoruz ama harriet’ın annesi bakıyor, e doğuralım:d” daha çocuğun göbeğinde bağı duruyor “ayy ne kadar büyük evimiz var neden ingiltere’nin bütün nüfusunu evimize toplayıp şükran günü kutlamıyoruz ki nasılsa masrafı david’in babasına külfeti harriet’ın annesine yüklüyoruz?” daha üstüne çocuk, daha üstüne çocuk, ablacım.. şş abla.. sakinleş tamam, alooo!
sırf eviniz çok odalı diye ne maddi ne manevi olarak asla hazır olmadığınız, sayıya odaklanıp çocukların geleceğini ya da evdeki huzurunu asla düşünmediğiniz, “altı dedik bi kere, belimize kuvvet” diye etraftan gelen bütün uyarılara kulak tıkadığınız ve ağır konuşmak istemiyorum ama üreme işini seri imalata bağladığınız için allah işe müdahil olup “şunları bir durdurayım napıyor aga bunlar” demiş olabilir mi sadece soruyorum.
ben… zavallı beşinci çocuk. senin şanssızlığın öyle doğman değil, senin şanssızlığın seni çöp gibi kapının önüne bırakmalarının ardından, daha seni götüren arabanın kaldırdığı toz yere düşmeden birbirlerine “ben(u:çocuğun adı) böyle olmasa altıncıyı da yapardık di mi aşko” diyen gevşek oğlu gevşek *r*sp*evladı ebeveynlere denk gelmen. atsız köyün işsiz nalbantı, kasabanın haytası john bile geldi senin dilinden anladı, ananla baban hala “ulen altı demiştik yaa pfff başaramadık avs” modunda. sizi allah yanına alsın çapsız sikletsiz avel evlatları sizi ne diyeyim ya çok sinirliyim gerçekten.
az çocukluluk modern toplum dayatması hebelelele lele

öncelikle hissettirdiği duygu karmaşası beni resmen yalpaladı. bazı noktalarda çok öfkelenip bazı noktalarda çok üzüldüm. bazı noktalarda bu kadar burnunun dikine ve bencilce hareket eden bir çiftin bunu hak ettiğini düşündüm, sonra kendime kızdım. gerçekten ne hissettirdiğini içselleştirip anlatamadığım çok az kitap olmuştur, beşinci çocuk bunlardan biri.
artı yazarın dilinin çok basit olması nobel’ini sorgulattı, sonra düşündüm toplumun her kesiminin ders çıkarması gereken konular üzerine yoğunlaştığı için basit anlatmasına hak verip nobel’i de tam olarak bunun için hak ettiğine karar verdim. hem kurgusunun, hem konusunun, hem yazarının hissettirdiği hiçbir duygudan emin olamadım yani çok garip bir kitap. teşekkürler doris birey.
spoiler gibi olabilir, kitabın bizzat adı spoiler olduğu için buradan itibareni spoilerdır da diyemiyorum. yine de gizleyeyim.
madem gizledik yardıralım; harriet ve david size aşırı bilendim bakın benim şerrimden korkun. geri zekalı mısınız birader ya. hadi az çocuklu bir çift olmayı toplum baskısı diye nitelendirdiniz ve diyelim ki çocuk çok seviyorsunuz, ya bi g*t*nüzden haberiniz var mı acaba, ev bakıyorlar “aa burayı ödeyemeyiz ama olsun çocuklar için oda var, kayındaddy ödesin” çocuk doğuyor “aa ben bunu pek de beklemiyordum ama yatak bereketliymiş, kayınmommy baksın” daha o sütten kesilmeden haydi bir daha hamilelik, “hihi napalım ev kredimizi ödeyemiyoruz ama david’in babası ödüyor, çocuğa da bakmıyoruz ama harriet’ın annesi bakıyor, e doğuralım:d” daha çocuğun göbeğinde bağı duruyor “ayy ne kadar büyük evimiz var neden ingiltere’nin bütün nüfusunu evimize toplayıp şükran günü kutlamıyoruz ki nasılsa masrafı david’in babasına külfeti harriet’ın annesine yüklüyoruz?” daha üstüne çocuk, daha üstüne çocuk, ablacım.. şş abla.. sakinleş tamam, alooo!
sırf eviniz çok odalı diye ne maddi ne manevi olarak asla hazır olmadığınız, sayıya odaklanıp çocukların geleceğini ya da evdeki huzurunu asla düşünmediğiniz, “altı dedik bi kere, belimize kuvvet” diye etraftan gelen bütün uyarılara kulak tıkadığınız ve ağır konuşmak istemiyorum ama üreme işini seri imalata bağladığınız için allah işe müdahil olup “şunları bir durdurayım napıyor aga bunlar” demiş olabilir mi sadece soruyorum.
ben… zavallı beşinci çocuk. senin şanssızlığın öyle doğman değil, senin şanssızlığın seni çöp gibi kapının önüne bırakmalarının ardından, daha seni götüren arabanın kaldırdığı toz yere düşmeden birbirlerine “ben(u:çocuğun adı) böyle olmasa altıncıyı da yapardık di mi aşko” diyen gevşek oğlu gevşek *r*sp*evladı ebeveynlere denk gelmen. atsız köyün işsiz nalbantı, kasabanın haytası john bile geldi senin dilinden anladı, ananla baban hala “ulen altı demiştik yaa pfff başaramadık avs” modunda. sizi allah yanına alsın çapsız sikletsiz avel evlatları sizi ne diyeyim ya çok sinirliyim gerçekten.
az çocukluluk modern toplum dayatması hebelelele lele

devamını gör...
erkeklerle daha iyi anlaşan kadın
ilgiyi çok fazla seven kadın.
devamını gör...
stanislaw jerzy lec
ülkemizde daha çok aforizmalar olarak çevrilmiş koleksiyonu ile bilinse de şiirlerinde dili çok keskin kullanabilen hiciv ustası polonyalı şair. bu kısa şiirlerden en etkileyici olanı şüphesiz kendi mezarını kazan mezarcı* hakkında olanıdır ki bu şiirin altında oldukça trajikomik bir hikaye ve garip bir dehşet yatar. aslen yahudi olan lec, 1941 yıllarında tarnopol'de nazi toplama kamplarından birine düşer fakat iki defa kaçma girişiminde bulunduktan sonra ölüm cezasına çarptırılır. kendi mezarını kazmaya başladığı sırada başına dikilmiş olan askeri elindeki kürek ile yaralayıp/öldürüp kendi için kazdığı mezara atar ve kaçmayı başarır. bu kısa şiir tamamen bu olaya bir atıftır. lec'in hayatı bu ve bunun gibi onlarca garip tesadüfler ile doludur esasında. ikinci dünya savaşı yıllarında yahudi olmanın dehşetini yaşaması bir kenara bu büyük hiciv ustasının ismi de oldukça ilginçtir. lec veya lecz ibranice'de 'jester' kelimesinin karşılığıdır. bir çok kaynakta 'clown' olarak geçmekte ama türkçe olarak bu ayrımı nasıl yapacağımdan emin değilim. soytarı ve palyaço olarak yapılabilir sanıyorum. büyük bir hiciv ustasının soy adının keskin bir mizah anlayışı ile bilinen jester'ı karşılaması hoş bir tesadüf. lec'in aslen ünvanından vazgeçmiş bir aristokrat olduğunu da eklemek gerek. lec'in babası benon de tusch-letz'in avusturya-macaristan'a büyük hizmetlerinden ötürü baron ünvanını almıştır fakat lec bu ünvandan kendi rızası ile vazgeçmiştir.
yaşamının erken dönemlerinde bir partiye bağlı görünmese bile komünizm'e yakın olan lec -ki hayatının bir döneminde sovyet işbirlikçisi olarak bile anılmıştır- savaş sonrası dönemde sovyetler ile büyük anlaşmazlıklara düştü denilebilir. 49'lu yıllarda viyana'da basın ataşesi olduğu dönemlerde uğradığı haksızlıklardan ötürü ailesi ile birlikte israil'e yerleşmiş fakat uzun yıllar sonunda polonya'ya geri dönmeyi seçmiştir fakat bulduğu ülke, bıraktığı ülke değildir. alenen dışlanır, eserleri sansürlenir ve yasaklanır. yaşamının son yıllarına yakın tekrardan eserleri özgürlüğünü kazansa bile lec çok göz önünde bulunmadan yazmaya devam eder. 1939 yıllarında pek çok şairin ve yazarın -aleksander wat, władysław broniewski vb.- hiçbir sebep yokken sınır dışı edildiği, ortadan aniden kaybolduğu veya tutuklandığı o kaotik dönemi birinci elden yaşamış olan lec'in hayatının son dönemlerinde ön planda olmamayı seçmesi de gayet anlaşılabilir bir durum. bu yoğun sansür döneminde kendisini brecht'in eserlerini çevirmeye adamıştır. alman dili geleneğine yakın olan lec karl kraus ile bariz benzerlikler gösteriyor denilebilir ki eserlerinde sıklıkla heinrich heine'a atıfta bulunur. nerede okuduğumu hatırlamamakla beraber lec için czeslaw milosz'nun nesli denir; değişen, istikrarsız ve belirsiz bir dünyada doğmak ve ölmek. bu sözlerin arkasında vahşet, soykırım ve terör gizlidir. lec'in dünyaya bıraktığı aforizmalardan -ki kendisi aforizma demekten hoşlanmazdı- birinde söylediği gibi: bizler yalnızca çatal bıçak kullanmayı öğrenmiş yamyamlarız, fazlası değil.
he who had dug his own grave
looks attentively
at the gravedigger's work,
but not pedantically:
for this one
digs a grave
not for himself.
yaşamının erken dönemlerinde bir partiye bağlı görünmese bile komünizm'e yakın olan lec -ki hayatının bir döneminde sovyet işbirlikçisi olarak bile anılmıştır- savaş sonrası dönemde sovyetler ile büyük anlaşmazlıklara düştü denilebilir. 49'lu yıllarda viyana'da basın ataşesi olduğu dönemlerde uğradığı haksızlıklardan ötürü ailesi ile birlikte israil'e yerleşmiş fakat uzun yıllar sonunda polonya'ya geri dönmeyi seçmiştir fakat bulduğu ülke, bıraktığı ülke değildir. alenen dışlanır, eserleri sansürlenir ve yasaklanır. yaşamının son yıllarına yakın tekrardan eserleri özgürlüğünü kazansa bile lec çok göz önünde bulunmadan yazmaya devam eder. 1939 yıllarında pek çok şairin ve yazarın -aleksander wat, władysław broniewski vb.- hiçbir sebep yokken sınır dışı edildiği, ortadan aniden kaybolduğu veya tutuklandığı o kaotik dönemi birinci elden yaşamış olan lec'in hayatının son dönemlerinde ön planda olmamayı seçmesi de gayet anlaşılabilir bir durum. bu yoğun sansür döneminde kendisini brecht'in eserlerini çevirmeye adamıştır. alman dili geleneğine yakın olan lec karl kraus ile bariz benzerlikler gösteriyor denilebilir ki eserlerinde sıklıkla heinrich heine'a atıfta bulunur. nerede okuduğumu hatırlamamakla beraber lec için czeslaw milosz'nun nesli denir; değişen, istikrarsız ve belirsiz bir dünyada doğmak ve ölmek. bu sözlerin arkasında vahşet, soykırım ve terör gizlidir. lec'in dünyaya bıraktığı aforizmalardan -ki kendisi aforizma demekten hoşlanmazdı- birinde söylediği gibi: bizler yalnızca çatal bıçak kullanmayı öğrenmiş yamyamlarız, fazlası değil.
he who had dug his own grave
looks attentively
at the gravedigger's work,
but not pedantically:
for this one
digs a grave
not for himself.
devamını gör...