jean paul sartre’ın ilk uyanış'ı, varoluşçuluğun o meşhur bunalımını, kahramanımızın içine düştüğü dipsiz sorgulamalarla adeta bir kara mizah şaheserine dönüştürüyor. roman, ana karakterin bir sabah uyandığında kendini birdenbire hiçliğin ortasında bulmasıyla başlıyor, tıpkı gece yarısı buzdolabının önünde durup neden orada olduğunu unutan bir insan gibi. ancak burada mesele buzdolabı değil elbet, tüm bir varlık krizi. kahramanımız, etrafındaki dünyanın anlamsız olduğunu fark ediyor, ama bu farkındalık ona bir tür haz veriyor, çünkü acı çekmek bile olsa, en azından bir şey hissediyor.
sartre’ın ustalığı, bu trajik durumu öyle bir işliyor ki, okurken bir yandan kahramanın içine düştüğü varoluşsal çıkmazlara üzülüyor, bir yandan da bu kadar ciddiye alınacak ne var diye gülümsüyorsunuz. roman boyunca karakter, toplumun dayattığı rolleri reddederken bir yandan da kendi özgürlüğünün ağırlığı altında eziliyor. sanki bir restoranda sipariş verirken sonsuz seçenek karşısında donakalan biri gibi, hayatın sunduğu olasılıklar onu felç ediyor. ama işin komik tarafı, bu felç oluş hali bile bir tür eylem, çünkü hiçbir şey yapmamak bile bir seçim.
ilk uyanış, insanın kendini kandırma mekanizmalarını öyle bir deşifre ediyor ki, okurken kendi hayatınızdaki yalanlara gülmekten kendinizi alamıyorsunuz. sartre’ın karakteri, kendini özgür sanırken aslında kendi kurduğu hapiste yaşadığını anlıyor, ama bu hapisten çıkmak da istemiyor, çünkü orası artık onun evi olmuş. tıpkı alarmı erteleye erteleye işe geç kalan ama bir türlü yataktan kalkamayan modern insan gibi.
kısaca sartre, bu romanda insanın trajikomik halini öyle bir resmediyor ki, okurken hem "vay be, ne kadar derin" diyorsunuz hem de "tamam abi, biraz abartmıyor musun?" diye düşünmeden edemiyorsunuz.
ama işte bu ikilem bile romanın büyüsünün bir parçası.
çünkü ilk uyanış, bize sadece varoluşun anlamsızlığını değil, bu anlamsızlıkla nasıl yaşanacağını da öğretiyor.
belki de hayatın sırrı, her şeyin saçma olduğunu kabul edip yine de kahvaltı yapmaya devam etmektir. sartre da bunu yapmıştır herhalde, sonuçta bir filozof olmanın ötesinde, o da laktozsuz sütlü ekstra shotlı kahvesini içen bir insandı.
bu volvocu patronların ve hatta mühendislerin güvenlik manyağı olduğunu biliyoruz ama bu kez işin içine biraz heyecan katmışlar. s60, trafikte gördüğünüzde aaa volvo ama bu sanki yakışıklı lan dedirten, aile babasıyım ama hala azıcık da havalıyım diyen entelektüellerin gözdesi konumunda.
dışarıdan sakin ama bir o kadar da asabi duran bu isveçli, içine bindiğinizde sizi koltuklarıyla şımartıyor; öyle ki, evinizdeki koltuktan daha rahat olduğunu fark ediyorsunuz.
2.0 litrelik turbo motor t5 versiyonunda 250 beygire yakın güç üretiyor ama volvo'nun klasik telaş yok, kazasız belasız gidelim felsefesiyle asla sizi germiyor.
sürüş konusunda klasik volvo algısını ters yüz ediyor. virajlarda hani volvolar yatardı dedirtmeyecek kadar sağlam duruşu var, özellikle polestar versiyonuyla hadi canım bu kadar da olmaz dedirten bir performans sergiliyor.
iç mekan tam bir minimalizm örneği. her şey yerli yerinde, sade ama lüks hissi veren bir tasarım hakim. koltuklar ise 15 saatlik yolculuk sonrası bile bel ağrısı yapmayacak kadar ergonomik. orta konsoldaki dikey ekran ise sanki tablet kullanmayı bilmeyen mühendislerin işi gibi duruyor.
güvenlik konusunda tabii ki beklentilerin üzerinde. otomatik frenleme, şerit takip, kör nokta uyarısı gibi sistemler sen sus ben hallederim dercesine çalışıyor. city safety sistemi ise sizin yerinize önlem alarak trafikteki en büyük yardımcınız oluyor.
sonuç olarak s60, hızlı da olur güvenli de diyenlerin tercihi. aile arabası gibi davranırken bir yandan da beni zorlarsan eğlenceli de olurum diyen bir karakteri var. yani yaşlandım ama hala azıcık deliyim diyenler için biçilmiş kaftan.
alman mühendisliğinin orta sınıf lüks diye pazarladığı, aslında volkswagen passat'ın biraz daha şık giydirilmiş versiyonundan ibaret olan otomobil. dışarıdan bakınca statü sembolü gibi durur ama direksiyona geçtiğinizde keşke buna bu kadar mangır bayılmasaydım dedirten bir araçtır.
1.4 tfsi motoru az yakar diye alırsınız ama yokuşta klimayı açtığınızda motorun çırpınışlarını hissedersiniz. 2.0 tdi versiyonu yakıt ekonomisiyle gözünüzü boyar, ta ki dpf arızasıyla tanışana kadar.
sürüş konforu sessiz ve rahat olarak pazarlanır ama 20 inç jant seçeneğini işaretlediğinizde her tümsekte omurganızın yerinden oynadığını hissedersiniz. quattro versiyonu virajlarda kaymaz derler ama zaten o kadar para harcamayı göze aldıysanız gidip de audi'ye yatırmazsınız.
iç mekanda premium malzemeler vaat edilir ama dokunduğunuz her yerde sert plastiklerle karşılaşırsınız. multimedya sistemi ilk kullanımda etkileyici gelir ancak birkaç ay sonra arayüzün yavaşlığı sizi çileden çıkarır.
bakım masrafları ise başlı başına bir hikayedir. araba değil makine diyenler, servis faturalarını gördükten sonra bu laflarını geri alırlar.
sonuç olarak audi a4, zengin görünüme nispeten ucuz yolla ulaşmak isteyenlerin gözdesidir. marka imajına önem veren ama bütçesini de zorlamak istemeyenler için biraz marka prestiji, biraz borç yükü ve biraz da pişmanlık içeren bir seçenektir.
geçen gün, vaktiyle etraflıca düşünüp tasarladığım, olay örgüsünü netleştirdiğim, kısmen story board minvalinde taslağını çıkarttığım ve fakat bir türlü başına oturamadığım, yazmazsam gözümün açık gideceğini düşündüğüm romanın bir minik özetini ai ile paylaştım.
özel bir nedeni yok; hisarlı bir yer olması cezbetti. afyonkarahisar da olabilir yani. orta çağ temalı meeting. ironik köylüleri halk önünde yargılayıp çürük domates atmaca konsepti yaparız; mis gibi role play.
normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz.
Daha detaylı bilgi için çerez ve
gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.
online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.