aslan yürekli kabadayı filmi gibi bu film de bu yaşıma kadar hiç izlemediğim ve denk gelmediğim bir filmdi. bazı denk gelemeyişler ne kadar anlamlı :d... öte yandan anlamı çözemeyen ben şeytanın dürtmesi* ile açmış bulundum bu ekmek üstü dramayı.
kısaca bilgi verip, bireysel duygularımı sözlük kuralları çerçevesinde dizginleyerek aktarmak isterim.
konusu: ailesi kim olduğu belli olmayan selma'nın, bir çiftlikte okul çağına gelene kadar büyütülüp, okul çağına geldiğinde ilk, orta ve liseyi tamamen yatılı ve aynı okulda okuyabileceği bir okula,tatil günlerini de okulda geçirmesi dahil olarak terk edilmesiyle başlıyor. küçük bir çocuk için derin bir travma olmanın yanında büyük bir kırılma noktası aslında. kızımız lise çağına geldiğinde ise, çok insanı bir şekilde köklerinin kaygısına düşüp kimlik krizine kapılıyor. bu sıralarda, amcasının oğlu olduğunu söyleyen birinden aldığı bir mektup ile de olaylar gelişiyor.
şimdi bu dinamiklerde ve çatışmada başlayan bir film ya da hikayeden otomatik olarak beklentiler artsa bile, maalesef bu çatışma ve krizler yeşilçam canavarının gazabına uğrayıp, filmde sadece dekor olarak kullanılıyor ve bu kızımız da yeşilçam karakteri bir sürü genç kız gibi idealize bir masumiyet ve saflık sembolü olmaktan öteye gidemediği gibi; mutlak mutlu sonu da tabii ki zengin ve karizmatik bir erkek tarafından tercih edilmek ve kurtarılma ule sınırlı kalıyor. eril diliniz batsın!!!!
halbu ki ne kadar güçlü başladı hikaye. buradan yola çıkan kızımızın zihinsel dönüşümünü, karakter evrimini, felsefî kırılmalarını ve de gerçekten mücadele eden bir ruhu izlemek yeşilçam sinerjisi ile ütopik bir hayal olarak kalıyor.
bir silah patlaması ve eşinin vurulması ile aklını kaybeden ve hiç konuşmayan karakterimiz de yine filmin finalinde tekrar ortaya çıkan tüfeği görünce şok geçiriyor ve akli melekeleri yerine gelmekle kalmayıp bir de konuşmaya başlıyor... yani sürpriz son twisti bile klişelerce...
ayrı bir paragraf da türkan şoray'a açmayı boynumda bir yük hissediyorum. sinemadaki rüştünü ispat ettiği bir dönemde* oynadığı bu filmde, sultan'ın performansı şaşırtıcı derecede ham ama nezaket gösterip "oturmamış" demeliyim. dramın dozajı çok yoğun, bu elbette onunla ilgili bir şey değil ama mimikler tiyatral bir şekilde drama göre ayarlanmış ama içsel derinlik bakımından büyük boşluk hissettiriyor. sanki "bak güzel ağla, çok acıklı birisin" denmiş ama neden acı çektiğini söylememiş gibi, karakter çatısı oluşturmaktan azad bir dekor gibi kalmış türkan hanım.
yani birçok yeşilçam filmi gibi, büyük ve iddialı duygu ve çatışmaların, yüzeysel karakterlerle işlenerek heba edildiği; travmayı dekor, karakterleri ikon ve finali "sonunda koca buldu"ya bağlayan çiğ bir klişe botoksu. roman genç kıza ait olmaktan çok, toplumun genç kıza biçtiği hazır kalıp masal gibi. maksimum travma sıfır derinlik.
ekmek üstü travma benzetmem de yerini buldu sanırım. açlık krizine girince yenilen nutellalı ekmek gibi beyhude bir kriz yönetimine benziyor filmi izlemek.
''oysa siz, anneleri tarafından size emanet edilen çocuklara, her bakımdan yetersiz gördüğünüz bir kadının annelik etmesine şiddetle karşısınız ama...''
rzes, kapitalist algının erkek bireydeki "yokluk sınırında varoluş dürtü" ile kadın bireydeki "tüketim odaklı hemcins kudurtma rejimi"ni temel alarak uyguladığı tarifenin sonucudur.
zevksizliktir. insanlar, dünyanin üzerimize kustuğu zorunlukların arasından başını kaldırıp, hiç değilse seçme şansı olan konularda bu haklarını kullanmalılar fikrimi destekliyorum. yapmakta özgür olduğumuz ve yapabildiğimiz her şeyi yapmak zevkli bir seçim değildir. hatta bir seçim değildir.
dalga geçildi, hor görüldü, dışlandı, öbürsüleştirildi...
dönüldü dolşıldı aynı özellik instagram'a revize edildi.
fekat artık flörtöz mesaj yerine keko rap gibi kirli gerçekler var.
yine tabii ki dram dozu kontrolsüz ve biraz da mantık çizgisinden uzaklaşarak üzerimize serpilse de, bu filmi şu ana kadar izlediğim filmlerden ayıran daha gerçekçi bir toplum çatısı mevcut. mahallelinin kolektif ıq düşüklüğü sebebi ile sezercik'i önce linç edip sonra vicdan devreye sokulmasıyla kol kanat germesi buna bir örnektir.
öte yandan her yeşilçam filminde olan "her şeye hemen ikna olan" karakterler yine bu filmde de var. bahçede oynarken kaybolan çocuğun, hastanede "denize düşüp boğulması" sonucu ölen çocukla kıyafetleri aynı diye aynı çocuk olduğuna kanaat getirip kabullenmek, yakınını kaybeden insanın sorgulama dinamikleri ile taban tabana ters ama filmin de hızlı akması lazım. aynı çabuk ikna olma durumu filmin finalinde de var. travmayı hem çabuk kabul edip hem hemen atlatma eğilimi yine duygusal çatışmadan uzaklaştırıyor. buna rağmen gerçekten insanın içine dokunan sahneleri de var. paraları olmadığı ve bir mağarada bulundukları halde "aç değiliz açıkta değiliz" repliğini duyduğumuz çocuk bir noktada buz gibi işliyor insanın içine.
fıstık'ın açık arttırma sahnesindeki total resim de benim içimi acıtır hep. ayşe'nin en yüksek fiyatı verip sıpayı sezecik'e verdiği an, sanki dünyadaki her kötülük bitmiş hissi bırakıyor damakta. yine de kardeşini kaybetmiş, kendisi de öksüz olan ve öksüzler için yardım faaliyetleri sürdüren bir kişinin o noktaya kadar, başka bir öksüzü zorbalamasını da senaristin akıl tutulması olarak okuyabiliriz.
tıp dünyasındaki mucizeler bu filmde de mevcut. ayşe'ye araba çarpıyor. tek çizik, kanama, yaralanma, konuşmada bir aksaklık yok ama ayşe sakat kalıyor. normalde komada olması gerekirken, annesi gibi o da tok bir şekilde kendini ifade edebilecek bellek gücüne sahip. yani bu şeyler biraz ölmeyi bayılmak sanmak tadı veriyor ama welcome to yeşilçam.
kırkıncı yaşımın son çeyreğinde saplandığım yeşilçam batağından önce hiç izlememiş olduğumu fark ettiğim, 1967 yapımı memduh ün filmi. filmin senaryosu da yine memduh ün, halit refiğ ve bülent oran ortak çalışmasıdır.
siyah beyaz filmin başrollerinde ayhan ışık ve sevda ferdağ yer alıyor. filmde, eski bir kabadayı olan kara haydar, kendisi gibi kabadayı olan eski dostunun öldürülmesi üzerine intikam almak için istanbul'a dönüyor ve hikayemiz oldukça hızlı bir şekilde akıyor. daha şehre adım atar atmaz gittiği lokalde (ya da pavyon her neyse) çalışan bir kadın, hiç tanımadığı bu adama ölen kabadayı arkadaşı ile ilgili atıp tutuyor görür görmez, yetmiyor kara haydar'a da sallıyor ince ince. "abla sakin ol" diye engel olmaya çalışmak nafile. yani bir insan neden hayatında ilk kez gördüğü birine, yeraltı dünyasındaki en komplike cinayet ve söz konusu şahıs ile ilgili bildiği ve düşündüğü her şeyi söyleme gereği duyar anlamak mümkün değil. gerçeklik ile kopuş ilk sahnede başladığı için, kara haydar da bu hanıma karşılık olarak kendisinin kara haydar olduğunu açıklayıp, arkadaşını öldürenler den intikam almaya geldiğini vurguluyor... ah be ezel... ömer, üzümlü kekim...
filmde acayip bir yeraltı pramidi var. mesela sevda karakteri de yine yeraltı dünyasının kontrolündeki bu pavyonda şarkıcı ve hikaye örgüsüne göre ilk olarak ölen kabadayının yanık olduğu ama sevda karakterinin onu sevmediği, hatta etrafındaki hiçbir erkeği sevmediği işlense de, şu anki dinamikte de pavyonu isletenin gözdesi. ve kara haydar'ın gelmesi ile onun da yavuklusu oluyor. ilginç bir şekilde güç kime geçerse sevda hanım da ona ait oluyor otomatik olarak. büyük boy şampuanın yanına koli bandı ile yapıştırılan 50ml promosyon saç kremi gibi.
film boyunca siyah şapkası ve pardesüsü ile salınan ayhan ışık ile yer yer karanlık bağ kurmuş olabilirim ama aksiyon dozunun yüksek olduğu sahnelerde tamamen ayrılıyoruz kendisi ile. zira ben çömelir pozisyonda iken bayılıp, bir dişini kırmış, birçok dişini de kökünden oynatmış bir faniyim. ayhan abimiz öyle değil ama. elleri bağlı bir şekilde, olasılık hesabını asla bilmeyen kötü adamın adamları tarafından dakikalarca dövülüyor, kafası duvara vuruluyor, kaldırıp kaldırıp yere atılıyor ama tek hasar dudağının kenarından gayet üsturuplu akan kan. hele o mincırık hali ile düşman adamlardan birinin silahını ele geçirip, ellerini bağlayan halata tersten ateş ederek çözdüğü sahne kıskanılacak bir boyutta.
kavga dövüş, gürültü patırtı derken ayhan abi hiçbir motor becerisinde en ufak bir azalma olmadan galip geliyor ve kabadayılığı bıraktıktan sonra polis olduğunu öğreniyoruz.
bir bakıma düş kırığıdır. kırık parca kim bilir nerede???
geçenlerde geçirdiğim kaza sebebi ile dişimin birinin kırıldığından bahsetmiştim.
çenem ve dudagimdaki yaralar hayli iyileşti. dudak iç kısmındaki yarada tuhaf bir sertlik vardı iki gündür. beyaz bir dokuda, iltihabı andıran bir görüntü ama sert bir yüzey. konuştukça sanki dişim bir metal boncuga çarpmış gibi ses geliyordu dişlerim dudaklarımın bu kısmına degdikce. ister istemez dilim sürekli o yarayı yoklamaya başladı. bir yandan acaba koparsam cok kanar mı diye düşünüyorum bir yandan da başıma iş almayayım derken az önce o yara küçük bir boncuk sesi ile çalışma masamın üzerine düştü ve dudaklarımdan büyük bir yük indi sanki.
evirdim cevirdim inceledim bu düşen yarayı. kireç taşı gibi diye içimden geçirirken mevzuya uyandım. kırılan dişimin kırık parçası bu ve dudağımın içine gömülmüş kaza sırasında...
normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz.
Daha detaylı bilgi için çerez ve
gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.
online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.