küçükken baba tarafı bir çocuğun en istemeyeceği ortamı verirdi, kardeşler bir araya gelince sadece kavga olurdu. hep nefret görürdük, hiç bizlik bir durum olmazdı, bu sebeple canımız sıkılırdı yapacak bir şey olmadığından ve hatta bir ara evin içine girip dışarıdaki kavgaya "nerdeyiz biz, ne bu" dercesine baktığımız olurdu. sonra zaten "ne zaman gideceğiz" demelerimiz başladı, daha sonra da "bizi anneanneye bırakın, siz gidin babaanneye" der olduk. hala, amca ve çocukları gibi insanlarla ilişkilerimiz kopuktu. bayramda bile zor gelirlerdi, senede 1 görüşmemizden bir şey anlamazdık biz de. varlığına alışmadığın insanın, yokluğu da pek hissedilmedi.
anneanne ortamı ise şöyledi; karakteri birbirine hiç benzemeyen ancak yanyana geldiğinde çark dişlisi gibi birbirine tam oturan ve birleşen saçma bir dengeye sahipti. kavgayı, nefreti bırak asla ses bile yükselmezdi, sadece kahkaha lazımsa o ses yükselirdi. ama ona da gerek kalmazdı, çünkü bağırmadan da gülünebileceğini herkes bilirdi, ortamın enerjisi düşük olmazdı ki aksiyon gereksin. 2 gün geçirilirdi, o arada 1 veya 2 gecede kimse uyumaz, sabah kahvaltısından doğru devam ederdi. zorunluluk değildi. sadece insanlar birbirleri ile öyle hoş sohbetti ki, onları görmek, ne olduğunu izlemek; ruhlarını okumak gibiydi. kan bağı olsun olmasın bir ortam ancak bu kadar uğraşsız, sevgi dolu ve güçlü olabilirdi.
sonra ne mi oldu? sadece kar yağdı, şekerler eridi, sular buz tuttu. tüm hatıralar o dönemde dondu. sözün özü: anneanne sonrası dede de ölünce tüm kardeşler miras kavgasına tutuştu, yengeler gelmesinler artık eve dedi, dayılar kız kardeşler pay istemesin onların kocaları var dedi, kızlardan biri lider oldu anlaşma yapmaya çalıştı, öbürü yüze pısırık kalıp arkadan konuştu, öbürü önce satalım deyip sonra satalım dememiş gibi sattılar baba evini diyerek ağlayıp dayılarla kanka oldu, öbürü de payını aldı ne bok yedi bilmem. önce yengeler gazladı sonra dayılar bozdu yani. en acısı da 4 kızın 2 erkeğe gücü yetmedi. değer verilse acayip bir tez konusudur.
neyse bunları özelden soru gelmesin diye buradan anlattım. sonuç olarak küçükken anne tarafı bize cennet gibi gelirken, baba tarafı kesin kez cehennemdi. ancak baba tarafı o kadar güzel bir şey vermedi ki bize, yokluğuna dair pek sancı çekmedik. ancak anne tarafı söz konusu olduğunda, bulunduğumuz yer gördüğümüz manzara cennetten bir parsel ve orada yaşayan mutlu, memnun, birbirini seven, müthiş nahif, mütevazı, efendi ve nezih insanlar gibiydi. bu gördüğün şeyi kaybetmek, hayatta duyabileceğin, dengeni bozacak veyahut dengeni yerine getirtmeyecek en büyük eksiklikti.
sonuç olarak 10 senedir herkesin hayatı ayrı şekillendi ve kişiler her ne yaşadıysa, bunu yalnız deneyimledi. paranın bozması mevzusu da var tabii. o sebeple tekrar görüşün falan diyecekseniz, demeyin. meleklerin içine adeta şeytan girdi. sadece daha önce söylemiştim, şunu söylemek istedim: yeri geldi mi babamın tarafı daha iyiymiş, en azından birbirlerini sevmiyor, hatta nefret besliyor ve bunu da saklayamayacak kadar net olup kavga çıkarıyorlardı. 1, 1 daha 2'ydi yani. anne tarafı sonradan gördük ki, köprüyü geçene kadar ayıya dayı demiş sinsilerden ibaretti. en acısı da bunu çözecek anahtarı bize vermemeleriydi.
hangi tarafta olmak isterdin diyecek olursan anne tarafı derdim, çünkü en azından mesele paraya gelene kadar her şey mükemmeldi. baba tarafı gibi rezilliğin her türlüsünün bulunduğu bok çukurunda olmak istemezdim. hayat çok enteresan gerçekten. her şey çok daha farklı olabilirdi. seçimlerimizle.
devamını gör...