çok uzak bir gelecekte, belki hiç olmayan bir zamanda, gecelerden bir arjantin gecesiydi. arjantin; hep hayal edilmiş, hayal ederek beklenmiş, beklendikçe özlenmiş ve bekledikçe uzaklaşmış bir yerdi. fey bu durumu yadırgamıyordu; biliyordu ki o hep uzaklara aşık bir kadın olmuştu... yanındaki cekete baktı, kef henüz birkaç dakika evvel onu üzerinden çıkarmış ve sandalyenin arkasına asmıştı. fey, kef'in parlaklığını, beyazlığını ve pürüzsüzlüğünü yakıştıramıyordu arjantin'e. içindeki karanlık arjantin'in göğüyle soğruluyor ama kef bu karanlıkta bir yıldız kadar parlıyor, gözlerini kamaştırıyordu. içinden kamaştırmak kelimesini rahatsız etmek olarak düzeltti. kef, bu gece fey'i rahatsız ediyor gibiydi. bunu ilk oturduklarında ona söylemeyi çok istemişti. kendine başka bir şehir bulmalıydı. onunla bütün uzakları izleyebildikleri aynı küçücük pencereden hayata baktıklarını fark ettiğinden beri, fey bu duruma üzülüyordu. biliyordu ki, içinde, derinde, kef'ten kocaman bir parça var. bu yüzden onunla birlikteyken bile özleyebiliyorlardı uzakları. kendilerine ait hissedebilecekleri bir yol, bir yer, bir koku, bir hava arıyorlar fakat içten içe hiçbir yere de ait olmak istemiyorlardı. bir seferinde kef ona bir başka tenin, başka bir ruhun bir doğum yeri olabileceğinden bahsetmişti; illa ki bir kara parçası, yüzölçümü gerekmezdi. fey bu fikirle sarsılmıştı. çünkü biliyordu, her şehrin, her memleketin bir mühleti vardı ve fey, kef'in mühleti olmak istemiyordu... hayatındaki bütün mutsuzluklarının nedenini perspektife bağlamış biriydi fey. uzaktan bakıp hayran kaldığı, kendine ve kendisini yakıştırdığı yeşilliklerin, yanına gidildiğinde uçsuz bucaksız çorak bir araziye dönüşmesinden ve daha sonra bu verimsizlikten sorumlu tutulmaktan belli zamanlarda bir hayli çekmişti. insan ister istemez ışığını kaybediyordu yollarda. kef'in ışığına alışmaktan ve o ışığın körelmesinden çekiniyordu. oysa, kef’in cümlelerindeki deliliği, isyanı, tutkuyu ve kafa tutmanın nasıl bir erdeme dönüşebildiğini gördüğünden beri sıklıkla onu sayıklıyordu. onun geçmişinden aldığı derslere hayranlık duyuyordu. çocuksuluğunu okşuyor, kırılganlığını anlıyordu. kef, geçmişiyle yüzleşebilmiş, fey ise geçmişini unutmak, olmamış saymak isterdi. o birbirine benzer hikayelerin tekerrüründen her bahsedişinde, fey de mecburen bakıyordu arkasına... baktıkça mutsuz ve kuruntulu birine dönüşüyordu. uzaklaşıyordu böyle zamanlarda; ondan ve onun zihninden bütün geçmiş günleri alıp, boşluğa vermek istiyordu... kef, uyuşmuş ve dağılmış suretiyle bir şişe şarabı kadehlere pay ederken, tüm bunları ona bir anda söylemek ve rahatlamak istedi. ama o kadar kendi gibiydi ki, neye yol açacağına, onu nereye sürükleyeceğine emin olamıyordu. elinden aldığı kadehten bir yudum içti fey. şarabı pek de sevemeyişlerine gülümsedi. kef'in beğenip beğenmediğini sormamasına sevindi. içindekilerden arınmak için gelmişti o kente. ama içindekiler tango yapan asil, güçlü ve dişi kadınların topuklu ayakkabıları misali bastıkları her zemine yayılıyordu. deneye deneye, bile bile kurtulamıyordu... sonra bir an kef’in de bunlara benzer şeyler düşünüp düşünmediğini ya da aklından geçenlerden haberi olup olmadığını merak etti. "anlıyor musun?.." diye sordu ona. ardından da bunun sorulabilecek yanıtlanması en zor soru olduğunu fark etti. onunla sabaha kadar koşmak istedi. sonsuzluğa eşdeğer uzunlukta, renksiz, sessiz ve ıssız bir yokuş bulup koşmak; her şeyi o masada, o kadehlerde bırakıp, yine başka bir uzağa koşmak... nereye gittiklerini bilmedikleri deli bir kedinin arkasından, homurdanmadan, onunla bir koşacağını biliyor ve huzur duyuyordu. bilmediği, kef'in bu çocuk ruhun altındakileri de bilip, isteklerine eşlik ediyor olup olmadığıydı. ona sarılırken, hakikaten onu da kucaklıyor muydu, bunu hissederek yapıyor muydu, bilmek istiyordu. "bir kadeh daha içelim m?" diye sordu bu kez. biraz daha belirsizlik, biraz daha yorgunluk, biraz daha geçmiş, titreyen çizgiler ve yıkıp geçen bir kadeh daha... en başında onunla aynı pencereden aynı manzaraları izleyip, anlamsızlıklara gülmekle yetineceğini düşünmüştü. ama daha sonradan, aslında çok da sonrası değildi, onunla bir baktığı yerlere, onunla gitmek istemişti ve bu hiç beklemediği bir şeydi. beklemediklerinden korkardı ama biliyordu, inadına, bile bile gidecekti o uzaklara. kef için biraz çocuk, biraz kadına benzeyen bir tekerrür ve benzer bir hikayenin alt metni olmak istemiyordu. bazan ondan hep sahip olduğuna inandığı sihirli küresine bakıp, o yolun tüm kavşaklarını, çukurlarını ve tümseklerini görmesini istemeyi düşünüyordu. sonra ona bakınca, ardı sıra bu fikirden vazgeçiyordu. gittikleri yolun herhangi bir aşamasını tahmin etmek, görmek ve bilmek düşüncesi onu yoruyordu. çok şey yaşamak istiyordu fakat birçok şeyi yaşama ihtimali de onu ürkütüyordu. ürkmek kelimesini çekinmek olarak değiştirdi içinden. çünkü kef kelimelere takılıyordu ve fey sadece tek bir kelime yüzünden bir ihtimali oluruna bırakmak istemiyordu... sustu, düşüncelerini ve şarabı gecenin koyu rengine bıraktı; kef'in omuzlarında kendisini bekleyen, zamanla nasıl bir şekil alacağını merak ettiği, anlamı kendisiyle bütünleşmiş yerine geçti...
devamını gör...

bu başlığa tanım girmek için olabilirsiniz.

zaten üye iseniz giriş yapabilirsiniz.

"normal sözlük yazarlarının karalama defteri" ile benzer başlıklar

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim