ben de "komşudan komşuya terlikle geçip sohbet eden insanları izliyor gibiyim" noktasında öylece nickli yazara katılıyorum. hayır insanlar oyluyor diye seviniyordum kendimce - bot hesaplar varmış ve oylayabiliyorlarmış. e o zaman ne anlamı kaldı ki?
import olanları bilemem ama hollanda'da üretilenleri tuborg/efes pilsen'leri aratıyordu. yanlış hatırlamıyorsam şişe başına 1 euro bile değildi - fiyat performans ürünü diye etiketlemem lazım ama benim damak tadıma çok güzel gelmedi.
zaten hollanda'da gidip grolsch içiyorsanız da ne bileyim, ne diyeyim... publarda onlarca bira seçeneği varken - ve fiyat olarak da birbirlerine yakınken (ucuz) - gidip marketten grolsch almak için ay sonunda parası kalmamış öğrenci olmak lazım. o zaman da şarap var yani...
kediler normal bence, garip olan sizsiniz. yau bu çocuklara bir ara mısırda tanrı diye tapmışlar. bizim insani aklımız onların gerekli gördüğü şeyi neden yaptıklarını anlamaya yeterli olabilir mi.
canım çok sıkılmış demek ki ciddili başlık yerine bu tarz başlıklara ciddili entry kasarken buluyorum kendimi. iki şey var burada söyleyebileceğim.
birincisi, şayet feridun abi bu hikayeleri yazarak mutlu oluyorsa, kimseye de zararı yoksa bırakalım yazsın. bırakalım eğlensin. konusu seks diye otomatik olarak ayıplamak, zarar verici olarak düşünmek neden? ben bu püriten anlayışa da hayranım üstelik. yahu cıkcıkcık diyorsun da sen acaba nasıl dünyaya geldin cıkcık insanı? ikincisi... okuma abi? bak çok kolay bir eylem bu. seni rahatsız ettiğini düşünüyorsan kapat o browser tabını, siteyi bişeyi başka bir yere geç? inanılmaz kolay bir eylem bu.
ikincisi de, feridun abi hasbelkader abd'de veya avrupa'da doğsaydı ve yazsaydı bu hikayeleri, şayet iyi de yazıyorsa, paraya para demez malikane falan alırdı. inanılmaz geniş ve para kazandıran bir sektörmüş bu. eskinin beyaz ve pembe dizi kitap serileri mesela; ya da o kadar detaylı girmediği için "seks hikayesi" olmasa da v.c. andrews ve danielle steeleler... insanlar malikane aldı lan?
bir de günün sonunda, bu da insani bir olay, dürtü, eylem. yazmayıp yok sayınca "yok" mu olacak?
kimse yazmamış tuhaf. ancak kaddafi'nin "ipinin çekilmesi" çok ilginç bir tarihi silsiledir. son dönemlerinde avrupa'ya davet edilen ve uyumlu bir hale gelen kaddafi neden birdenbire düşman ilan edilip abd-ingiltere-fransa koalisyonu ile darmaduman edildi. ki halkın gelir durumu devlet tarafından desteklenirken?
aslında olay kaddafi'nin afrika ülkeleri dahilinde altın dinar diye adlandırdığı ortak bir para birimine geçerek dolar kullanmama isteğinden ve bunun da karşılık bulmasından kaynaklanıyordu. bu sayede petrolden kazanılan paralar abd bankalarından ziyade devlet kontrolündeki bankalara gidecekti. nijerya, tunus, mısır ve angola bu değişime de hazırdı. bu afrika ülkeleri için bir kurtuluş olacakken batı finans sistemi için direkt zarar yazacaktı.
dolayısıyla... olanlar oldu yaşananlar yaşandı. 2011'de olan bu yıkımın bedeli önce arap baharı ile pörtledi şu anda da iç karışıklık, mülteci sorunu ve genel huzursuzluk olarak ödüyoruz.
"hehe üst derece gavatlık hehe" desek de içimizden şöyle de tatsız bir gerçek var, fındık kıracak kadın-erkek tatili beklemiyor. ne aldatmalar yaşanıyor da tarafların haberi olmuyor. bunu da o kadar beklemediğiniz insanlar yapıyor ki bakakalıyorsunuz olay patladığında.
yahu bu loser-looser farkını bir türlü öğrenemedik gitti. arkadaşlar loser kaybeden demek, looser ise serbest bırakan, gevşeten (to loose fiilinden geliyor). tek o nelere kadir işte.
komiktir, doktorluk denildiğinde akla gelen ilk cihazlardan steteskopu icat eden rene laennec'in bu aparatı bulmasının sebebi o dönemlerde kalbi dinlemek için doktorların direkt olarak kulağı hastanın göğsüne yaslamasıydı. günlerden bir gün oldukça dolgun bir hastasının kalp atışlarını dinlemek zorunda kalan laennec utanarak "oha, kadının memelerine mi sokacaz kafayı" diyerek tahta bir tüp ile bunu - daha da iyi duyarak hatta - başarınca bu cihazın temelleri atılıyor.
dahası ben burada foucault'nun klinik analizine de katılıyorum. doktorluk, diğer bazı meslekler gibi, incelediğiniz insanı bir nesne olarak görmeyi, aranızda insani bir ilişkiden ziyade doktor hastalık/şikayet gibi bir ilişki kurulmasını gerektiren bir şey. bu bozulduğu zaman sadece kişisel bir ihlal değil, mesleki bir ahenksizlik de yaratıyorsunuz. zira gün geliyor kulağınızı, gün geliyor afbuyurun mabadınızı göstermek zorunda kalıyorsunuz. bu gösterimi de doktor-hasta gizliliğinden ziyade doktorluk mesleğinin beraberinde taşıdığı bu paralaksa binaen yapıyorsunuz.
ben sağlık personeli bir ebeveyne sahip olduğum için işin hastane tarafını da az çok biliyorum. hastasıyla ya da çalıştığı hastane personeliyle "çıkan" doktorlar vardı, vardı da iyi gözle bakılmazdı. neye istinaden böyle bir şey yapmış bu arkadaşlar ama ne kadar "iyi" doktor olursa olsunlar hasta ile uğraştıkları bir noktadan uzaklaştırılmaları gerekir. bakın bir doktor hastasıyla alakalı öznel fikirlere sahip olabilir - insanız, bu gerçekten kaçışımız yok - ama bunu ifade ettiğiniz anda bu genel bir hale geliyor ve yanlış olan da bu. doktorlardan robot olmalarını beklemiyorum ben şahsen ama hasta olarak dedikodumun yapılması beni rahatsız eder.
birkaç gün önce bitirdiğim shadowrun oyunudur. adından belli olacağı üzere hong kong'da geçen bu oyunu oynayacaklara kısmi spoilerlı olarak anlatmaya ve naçizane tavsiyelerde bulunmak isterim.
karakterimizi yarattıktan sonra kendimizi bir limanda buluyoruz. karşımızda yetimhane kardeşimiz duncan wu ve amiri var. duncan aradan geçen yıllarda polis olmuş, belli bir rütbeye gelmiş. biz ise onu (oyunda değişen seçeneklere göre değişen bir bağlamda) ta gençken bırakmışız ve her ne yaptıysak sonucunda hapse atılmış öyle seneler, seneler boyu iletişmemişiz. duncan tabii ki bize kinli, kızgın ve kırgın. ancak 'baba'mız bize (nasıl olduğunu bilmiyoruz) gelmemiz için mesaj ve bir miktar para göndermiş. bizde gelmişiz.
daha sonra öğreniyoruz ki raymond (babamız) kowloon'daki walled city'e gitmek için bir shadowrunner ekibi kiralamış. lakin işte 'siz kimsiniz, raymond nerede' falan filan diye konuyu anlamaya çalışırken ortamı polis basıyor; duncan'ın amiri ve 4 kişilik ekipten 2si çat diye öldürülüyor. duncan 'abi ben de polisim neler oloor' falan dese de ateş açılarak artık 'eski' bir polis olduğu ifade ediliyor kendisine.
kalan çocuklarla (biri hacker, diğeri de fare şamanı) siper ala ala - milletle çatışa çatışa kaçıyoruz. kaçıyoruz da çoktan gözaltı kararı çıkmış, manyak gibi aranıyoruz hong kong'da. gobbet diyor ki heoi'ye gidelim - orada nazik teyze chang var bize yardım eder. heoi'de biraz böyle izin verilen anarşi yerlerinden birisi olduğu için öyle polis molis de giremez.
gidiyoruz, n'abıcaz. ortaya çıkıyor ki cheng bir triad (çin mafyası diye çevirebilirim şimdilik - üstüne master tezi yazmış biri olarak içim acıyor ama yeri burası değil) şefi. ufak bir iş karşılığında bizi himayesine alıyor ve yardımcı da oluyor. oyun zaten bu noktadan sonra 'açılıyor'.
ekibimizde bir hacker, bir şaman, wu'nun temsil ettiği bir silahlı çatışma uzmanının yanısıra racter adında bir drone kullanıcımız da var. racter benim gördüğüm en ilginç karakterlerden birisi bu arada. drone'u (koschei, rusların 'ölümsüz koschei' mitinden adını alıyor) ile beraber oyunda en keyif aldığım parti üyelerinden birisi oldu. bir de görevlerin birisinde alabileceğiniz ghoul bir samuray var ama ben çok hazzetmediğimden doğradım, çok da eksikliğini hissetmedim.
bu ekiple muhtelif maceralara girdikten sonra öğreniyoruz ki raymond black (yani üvey babamız) diye biri yok. edward tsang var. edward sheng ise, kowloon walled city'i yıkıp tekrardan yapan sheng corporation'un sahibi josephine tsang'ın oğlu. bu ablamız ise te en başta bizi imha etmeye çalışan, oğlunu kaçırıp hafızasını silerek tekrardan programlamaya çalışan çok cici, inanılmaz tatlı bir ablamız.
mevzunun özü ise şöyle patlıyor. efenim, bu adamlar ikinci walled city'i yaparken edward diyor ki, 'bir makina yapayım, pozitif qi gücü aksın buraya. insanlar şanslı olsun, aç kalmasınlar' fikir güzel, ama shadowrun dünyasında astral dünya diye bir gerçek var. 'ufak' bir astral parazit takılıyor makinaya ve makinanın çalışmasını engelliyor. yani makina çalışıyor, ama qi'nin hareket etmesi lazım ama makina bu hareketi araya bu yama queen sıkıştığı için yapamıyor. bu arada josephine teyzemiz biriken iyi şansı tüketiyor, queen of the thousand teeth ise bir yerden sonra gerçek dünyaya materyalize falan oluyor.
biz de o noktada devreye giriyoruz. ister anlaşarak ister ağzını yüzünü kırarak bu arkadaşı kendi ortamına sepetliyoruz. benim bitirdiğim sonda edward 'o kadar insanın kanına girdim, ben kapatıcam kendimi kurban edicem' falan diyerek şeyetse de herkesi hayatta tutabildiğiniz bir son da varmış. ben sonlara doğru açıkçası kötülük motivasyonuna fazla kinlenemediğimden ve (anlatıcam) bi yerden sonra 'bakalım beni kim dövebilecek' motivasyonuyla hareket ettiğimden çok ilgilenmedim açıkçası.
spoiler kısmını atladıktan sonra geçelim davsiye noktasına:
- shadowrun oyunlarında büyücüler acayip güçlü. şamanlardan çok verim alamadım ama düz mageler bir yerden sonra oyunu kırıyor. ben hikayenin bir yerinde 2 ordu ile çatışıp çok da öyle zorlanmadan aldım.
- buna binaen, karşı tarafta mage varsa ilk onu (onları) indirin. zira hayatta kalırsa çok can yakabiliyorlar.
- şamanların şöyle bir kusuru var, spirit zuhur ettiriyor (güzel, daha fazla komuta edecek adam, daha fazla kurşun büyü emecek beden) ama bu spiritler kontrolden çıkabiliyor. ben çatışmanın planlayabildiğim olanını seviyorum arkadaşlar. zardan ötürü yeterince belirsizlik varken 'hm, acaba fire elemental kontrolden çıkçak mı' diye düşünmek işime gerçekten gelmiyor.
- medikit ve docwagon (öldüğünüzde dirilten zımbırtı) gerçekten işe yarıyor başlarda. stoklayın.
- cha ve int skilleri oyunda bayağı bir diyalog seçiminde kullanılıyor. 3-4 yapmaya çalışın. oyunun şöyle bir olayı var, çatışmada doğradığınız adam başına xp (karma diye geçiyor burada ve direkt harcıyorsunuz) vermiyor. çatışmayı başarıyla geçmek yeterli. benim gibi cengizhanvari hale gelmediyseniz bazı çatışmaları aynı (hatta daha fazla, zira oyun arada iltimas geçiyor çatışmadın diye) karma puanı ile geçmek ve karakteri daha insani canlandırmak mümkün oluyor.
- karakter upgradeleri güzel, basit. 2 tane tree var oradan skill seçtiriyor. ben parti levelıyla uğraşmayı artık çok sevmediğim için bayağı beğendim. kendi karakterime odaklanıp oradan şeyetmek yeterli geldi bana.
- healing büyüsü bu oyunda 'son alınan' hasarı iyileştiriyor, yani karakter bir anda 39 hp hasar aldı onu healliyor ama 39 + 1 aldıysa 1 en son olduğu için onu tamir ediyor. bu biraz malca ama alışınca alışılıyor. healing kitler ise fix hp tamir ediyor o yüzden alın alın diye yırtınıyorum.
- decker ablamız elbombası fırlatıcıyla geliyor. benim ekipte racter, isobel, duncan ve ben vardım bu arada. decker uzaktan elbombası fırlatıcı ile temizlerken, racter dronunu aktive edip bir anda 5 kişiye dönüşen parti benim fireball, asit ve ateş salvolarından sonra duncan başkanın silahları ile milleti tanıştırıyordu. güzel zamanlardı.
özetle böyle. beğendim. indirimde de almanızı tavsiye ederim. eklenti pakediyle beraber geliyor ama ana campaign beni doyurdu yeterince. (bir de willpower 9, spellcasting 9 (insanların alabildiği maksimumlar bunlar) karakteri eklenti 'eeaa biz seni büyüyle bayılttık' falan deyince bi dönüp bakmadım değil...)
isteyen meriç diyebilir, desin. danla biliç'e ns altında mı meriçlik yapacağım ama ben şahsen dalga geçilmesini anlayamıyorum. "sivrisinek ısırığı" imiş - yahu arkadaşlar, bu o "adam"ın o restoranda yapmayı cüret edebildiği edim. hani kendini sosyal baskılarla "durdurduğu" hali.
kendisinin beyanatları, "sert erkek" sevmesi kendisini bağlar ama toplum dahilinde herkesin birbirine (direkt erkek-kadın diye anlaşılıyor ama hayır erkek-erkek ve kadın-kadın ve hatta kadın-erkek şiddeti de aynı skalada bence) şiddet dahilinde davranmasını kabul etmemeliyiz. bu, bugün ona, yarın sana bana olan bir normalleşme silsilesi. sizce bu kadına bugün bunu yapan - bağlam ne olursa olsun - sizce başkasına ponçik ponçik mi davranıyor?
ama insanları da anlıyorum, öyle bir çağda yaşıyoruz ki aklını kaçırmış, aklıselimlik, sakinlik "duyar kasma" diyerek alaşağı ediliyor. ben, daha önce de yazdım, bunu tuhaf ve üzücü bir biçimde sadece türkiye'de gözlemliyorum bu arada. en son gittiğim yer olduğu için oradan örnek vereyim. yahu insan kendini allahın lübnan'ında daha güvende hisseder mi? lakin böyle bir şey yaşandı. evet bir çok sorunları var, evet ülke fakir, evet bir çok şey yanlış gidiyor ama sokakta bağrışan, ya da birbirine giren insan görmedim ben ya orada? burada daha yeni bu satırları yazdığım kafeye gelirken motorcu taksici kavgası gördüm.
şiddet bir iletişim biçimi değildir arkadaşlar özetle. şiddet sadece şiddeti doğuran ve daha da kötüsü bunu normalleştiren bir davranış biçimidir. bunu kime nasıl ve neden yapıldığı benim için önemsiz hale geliyor.
insanlar böyle uzaktan uzaktan saplıyorlar - aslında haklılar da, zira birleşmiş milletler'i tek bir yapı olarak görüyorlar. oysa unicef, unocha, dünya ticaret örgütü, uluslararası emek örgütü (international labor organization), undp ve benzeri bir dizi kurumdan müteşekkil bir yapı, kendi kurumsal varlığına ek olarak. bu örgütlerin önemli kısmı da gerek hatay depreminde, gerekse diğer insani krizlerde insanlara ülke, din, dil farketmeden destek olan, ve olmaya da devam eden, varlıklar.
ha bm'in kendi genel kurul/güvenlik kurulu ayrımı kendisinin de eleştirdiği ama çok da bir şey yapamadığı (ya da kötümser bakarsak yapmadığı) bir durum. zira devletlerin, kullanmayı çok sevmesem de bu şekilde en net ifade edilebilir, namusları gibi gördüğü ve şu anda "hükümranlık" olarak çevirebileceğim ama daha fazla nüansa denk gelen "extraterritoriality" hakkı var. bu da bm gibi ulusüstü kurumların yaptıkları beyanatların tavsiye niteliğinde kalmasını sağlıyor. evet güvenlik kurulunun verdiği kararlar bağlayıcı ancak daimi güvenlik kurulu üyesi olan çin, rusya, ingiltere, fransa ve amerika'nın veto yetkisi gelen tasarıyı otomatik olarak düşürdüğünden ötürü kritik noktalarda hep etkisiz kalıyor.
esasen sorun şu, biz insanlık olarak ikinci dünya savaşında "öğrendiğimiz" dersleri unutmayı tercih ettik. tarihte başarısız olarak addedilen milletler cemiyetinin tekrardan birleşmiş milletler olarak canlandırılmasının sebebi ne kadar vahşi ve yırtıcı olabildiğimizi farketmemizdi. bunu unuttuk. tekrardan aynı hataları daha da büyük bir biçimde yapıyoruz. küresel kapitalizmin ürünleri ile beraber zihnimiz de uyuştuğundan ve tüm bu kıyımları "televizyondan izlediğimizden" ötürü umrumuzda da olmuyor.
insanlığın en nihayetinde sonu birleşmiş milletler gibi devletüstü bir kurum dahilinde - illa bu bm olmayabilir - sorunlarını çözmeyi öğrenmekten, ya da bir iki delinin nükleer savaşa dönmesiyle kendini yoketmekten geçiyor.
herkes merkezi haberalma teşkilatı olanından bahsetmiş ama sibergüvenlik bağlamında bir güvenlik politikasının değerlendirildiği confidentiality, integrity ve availability (yani gizlilik, bütünlük ve erişilebilirlik) kelimelerinin baş harfinden oluşan üçlemenin de kısaltılmasıdır.
gizlilik kısmı verinin sadece erişmesi gereken insanların erişmesi, bütünlük kısmı verinin bir yerden bir yere aktarılırken değiştirilmemesi, erişilebilirlik ise veriye istenildiği zaman erişilebilmesini ifade eder. bir saldırgan - ama o ama bu sebeplerle - yetkisinin ötesinde bir dosyaya erişebildiği zaman ilk maddeyi, ağ üstünde (ya da başka şekillerde) dosya taşınırken içeriğini değiştirebilirse bütünlüğünü ve sözgelimi dağıtılmış hizmet engellenmesi (distributed denial of service - ddos) yaparsa erişilebilirliğini bozar.
günaydın sözlüüük. bağımlılık gibisin valla, yazamayınca eksik hissediyorum. çatışman bol olsa da okumaktan keyif aldığım yazarların yok değil. sisiyi okumaya çekiniyorum zira yazım biçimi çok imrendiğim/güldüğüm/hunharca kopyalamak istediğim bir biçim ama işte orjinalinde güzel, taklidinde değil. yine de yazarken/okurken eğleniyor insan.
neyse. hastayım bu aralar. şaşırtıcı olacak ama herhangi bir kişiye ya da ideolojiye falan değil dümdüz hastayım. kışı çiziksiz atlatıp, nisan ayında soğuk almayı başardım - achievement unlocked tövbe tövbe. o kadar da ydsden miltecten sniper eldiveni al, yok bilmemkaç dereceye kadar koruyan paltoyla gezin; iki yağmur yediğin anda kafana hemen boğazlar şişiyor. başımda umca, burun spreyi ve ağız spreyi şişecikleri ve aferin sinüs beliriyor. he bir de kafamın sağ yanında bi kafa kadar sivilce de çıkartmayı deniyor bünyem, ona da cleocin-t tatbik ettim.
buna da şükür diyorum ama durum bu. nazar işus diye ticket açasım var sisteme.
uzaktan öper gibi yaptım çünkü niye hastalığı bulaştırayım değil mi?
keşke daha fazla yazarımız burada olsa. türkiye gibi bilgisayar oyunu oynayan kitlenin bu kadar yoğun olup - hypercasual oyunlar üreten firmaları çıkartırsak - oyun geliştiren insan sayısının bu kadar az olması beni çok üzen bir şey.
kendi adıma - karınca kararınca - zamanında unity ile geliştirilen bir oyuna katkım oldu. işin geliştirme bacağının öyle uzaktan göründüğü gibi kolay olmadığının farkındayım. en büyük sorunlardan birisi de bu alanda bir ekosistemimizin olmaması - grafikerinden müzisyenine, pazarlamacısından testerına kadar çok fazla sayıda beceri gerektiren bir ürün bilgisayar oyunu dediğimiz şey.
oo kontorland... uzunca bir zamandan beri duymadığım bir isim bu. 'atari' olarak isimlendirdiğimiz 8-bit nintendo entertainment system klonlarının türkiye'de popüler olduğu 90larda görece olarak 'kaliteli' konsollar üreten (ya da ürettiren) bir firmaydı. merkezi eminönündeydi ve 'kasaların' tasarımı sega genesis'e öykünen biçimdeydi.
o dönemlerde kaliteli atari denildiğinde micro genius ile çatışan bir noktadaydı - benim gözlemlediğim kadarıyla kontorland'ın joypadleri daha iyiydi - zira sattığımız atarilerden diğerlerini satın alanlar genelde tekrardan gelip joypad alırken kontorlandınkiler sadece kaset almaya veya değiştirmeye geliyordu.
lakin playstation'un yayılması ile beraber atari dönemi kapandı. bu noktada kontorland da ürün gamını değiştirerek atari kısmını atıl bırakarak direksiyon, joypad gibi şeylere yöneldi diye aklımda kalmış. hala eski yerlerindeler midir bilmiyorum ancak çok sayıda çocuğa güzel vakitler yaşatan makinalar getirdiklerini söyleyebilirim.
normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz.
Daha detaylı bilgi için çerez ve
gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.
online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.