viyana'nın on dokuzuncu yüzyılında, henüz psikanalizin tohumları serpiştirilmişken dönemin önemli isimlerinden üç kişi, yazarın kalemi tarafından kırılan gerçekliğin, belki de bir paralel evrenin yansımasında karşılıyor bizi; friedrich nietzsche, josef breuer ve sigmund freud.
nietzche, hemen hemen kimsece tanınmayan ancak iki kitabı yayımlanmış bir filozof. ihaneti tatmış ve yalnızlığın kendi seçimi olduğunu söylüyor. tanrı'yı öldürmüş, düşünmesini sağladığını iddia ettiği için bedensel acılarını sahiplenmiş. ümitsiz. "ümit kötülüklerin en kötüsüdür, çünkü işkenceyi uzatır." diyor.
günün birinde nizetsche genç bir şaire aşık olur: lou andreas salome. erkeklerin başını döndüren bu kadın, geleneksel düşünceleri ve toplumun değer yargılarını kabullenmez. kişinin kendi doğrularına göre yaşaması gerektiğini savunur, ciddi ilişkilerden sakınır. ve nizetsche'nin evlilik teklifini de red eder.
böylece lou salome, nizetsche'den ardı arkası kesilmeyen nefret mektupları almaya başlar ve büyük bir endişeye kapılarak, viyana'nın ünlü doktoru josef breuer'e bir not göndermek zorunda kalır. ondan nizetsche'yi iyileştirmesini ister ama iyileştirmesini istediği şey, nietzsche'nin görme kaybı ya da acıdan kıvranmasına sebep olan migreni değil, onu ölüme sürüklemekte olan ümitsizliğidir; çünkü nietzsche, lou salome'a yazdığı son mektuplarda intihar fikrinden bahsetmektedir.
josef breuer, hayatında birçok şeye sahip olmuş, yetenekli ve saygın bir doktor olmasının yanı sıra gelecek kaygısı, yaşlanma ve sıkıcı bir hayata mahkum olma korkuları ile baş etmeye çalışmaktadır. notun sahibi olan son derece genç ve güzel salome'yle buluşan doktor, onun isteğini geri çeviremez. o sıralarda hasta-doktor ilişkisinde aşırıya kaçtığı için mesleğini ve evliliğini mahvetmekten kıl payı kurtulan breuer, salome'nin güzelliği karşısında bertha, eski hastası, hayallerinden tamamen kurtulabilmeyi ummaktadır. tabii, olaylar bizi çok farklı noktalara, içinden çıkılmaz sorgulamalara doğru sürüklemektedir.
nietzsche, insan ilişkilerini bir tür güç mücadelesi olarak görüyor ki güce yüklediği anlamlar bir noktada korkutucu olmaya başlıyor. insanların kendisine yapacağı hiçbir iyiliği kabul etmiyor, bunun kendisini zayıf göstereceğini düşünüyor. bu dışa kapalı tavır onu kendi dünyasında bile kendi ile arasına duvarlar örmesine sebep oluyor. ancak bir başkası ondan bunları isteyecek olduğunda her şey tersine dönüyor, yardım etmeyi, kendi bilgi birikimiyle karşısındaki insana yardımcı olmayı kabul ediyor. insanlar karşısında oluşturduğu o büyüklenme halini seviyor.
kitapta anlatılan köprü hikayesi de bununla ilgili. köprünün iki ucundaki iki arkadaştan biri, diğerinin yanına gitmek istiyor. tam köprüye adım atacakken diğeri köprüyü geçip yanına gelmesini istediğini söylediği anda o eylem artık bir istek olmaktan çıkıp bir boyun eğmeye, itaate dönüşüyor nietzsche'nin gözünde. işte bu nedenle bir topluluğa, bir eve ait olmanın özlemini çekiyor olsa da kendi duvarlarından ötesini göremiyor.
bir şekilde breuer ile birlikte ortak bir yol buluyorlar ve böylece bu iki adam konuştukça aynı zamana hayatlarında gerçekle ilgisi olmayan şeyleri ve bunların sebep olduğu yanılsamaları fark etmeye, bir anlamda kendi duygularının kaynağına inmeye başlıyorlar.
breuer; "sanki göklerdeki birileri bana bir oyun oynuyor, sanki bütün hayatım boyunca yanlış melodiyle dans edip durmuşum." derken, nietzsche; "bazen yaşamın o kadar içini görebiliyorum ki birden doğrulup çevreme baktığımda kimsenin yanımda olmadığını, bana eşlik eden tek şeyin zaman olduğunu görüyorum." diyor. farklı yaşamlardan ortak sorunlarda birleşiyorlar. yaşanabilecek sadece bir hayata sahip olunduğunu düşünüldüğünde orta yaşları geçmiş bir insan için bu düşünceler ölüm gibi olsa gerek.
nefes alıp vermek gibi hayatta karşılaştığımız olaylara anlamlar yükler, sonra o anlamları onlardan geri alır ve yeni anlamlar vererek devam ederiz. kararlar verir ve sonuçlarına katlanırız. ve tüm bunların sonunda pişmansak ne yapabiliriz ki? "amor fati" diyor nietzsche. amor fati, böyle oldu'yu 'böyle istedim'e.dönüştürme işine verilen isimmiş. sözün kısası, kaderini sev. bir insan hayatını ne kadar çok benimserse sonuçtan memnun kalınmasa da pişmanlık duyulmayacaktır bu düşünceye göre.
kitabın sonunda, her ne kadar doktorunun bir tek "dostum" sözü üzerine gözyaşlarına boğulmuş olsa da friedrich nietzsche, yalnızlığı, insanların onu ittiği bir kuyu olmaktan çıkartıp, bir tercih haline getiriyor ve oradan ayrılıyor; "bağımsızlık ne güzel! kırk yıl, durgun bir havuzda kaldım. sonunda, en sonunda bu yaşlı adam ev temizliğine karar verdi! ah, daha önce çok kaçmak istedim! ama hiçbir çıkış yolu yoktu -ta ki o viyanalı doktor gelip de paslı kapıları açana kadar."
insan son sayfayı çevirip kitap kapağını kapattığında sadece iyi vakit geçirdiğini değil, okuduğu süre boyunca düşündüğünü de hissediyor. nietzsche ve breuer'un konuşma seanslarında okur olarak kendinizi bir anda sohbetin bir parçası gibi hissetmeye başlıyorsunuz. ve bir de sigmund freud var. günün sonunda, breuer ile freud buluşmaları ve yapmaya çalıştıkları analizlerle olayların farklı bakış açılarından tekrar tekrar gözler önüne serilmesini sabırsızlıkla bekliyorsunuz.
nietzche ve breuer hayatı, ölümü, ümidi ve yalnızlığı sorgularken siz de kendi yaşamınızı sorguluyorsunuz.
devamını gör...