dün bütün gün kendime yeni yıldan ne istiyorsun diye sordum da ne istediğime dair pek bir şey bulamadım. hunharca çalışıp düşünememiş de olabilirim. akşam eve gelip bi süre sonra kendi kabuğuma çekilince cansever’in alev ebüzziya’ya yazdığı mektupları bilmem kaçıncı kez okumaya koyuldum. yeni yıl öncesi yazdığı bir mektupta “yeni yılın istediğin gibi olsun” demiş. doğru da demiş. biz başkası için ne dilersek dileyelim onun tam olarak istediğini dileyememiş olabiliriz.
herkese istediği gibi bi yıl dilerim. kendime de ımmm şey aklımda çok şey olmasına rağmen istemeyi bilememenin vermiş olduğu çekimserlik var. akıştayken ne olursa kabulümdür. net olarak seyahat dilerim. olursa sevinirim. çok sevinirim. accccaayip sevinirim hatta.
merhaba sevgili başlık… buraya katıldığımdan beri gözümün aradığı tek şey “kişisel başlık” idi. istediğimiz gibi saçmaladığımız, içimizi açıp, içimizi topladığımız ya da toplayamadığımız -bazı şeyler dağınık güzel- bir başlık. sadece bize ait olan. mesela; buradan çok önce bulunduğum mecrada böyle bir yer vardı. kişisel bir başlık, sadece sana ait olan, senin yazabildiğin… son zamanlardan salt öğretici bilgiden ziyade içimi döküp çıkıyordum. bazen o başlığımı çok özlüyorum; lakin gemileri yakınca dönemiyorum sevgili sözlük. tabii burada bahsetmek istediğim elbette bu değil. biraz olsun özlemek eyleminin temelini atmak.
neydi özlemek? en başta bir eylemdi. “öz”den mi gelirdi yoksa hiçbir özü olmayan bir şey miydi, bilmiyorum. uzun zamandır o kadar çok düşünüyorum ki düşünmekten yorulunca saçmalıyorum. insan “öz”ünü, “öz”ünden geleni değiştiremiyor ne yapsın işte.
ikinci paragrafın ikinci cümlesini yazdığıma inanamıyorum. sahi ne zamandır bu kadar basit cümleler kuruyorum? karmaşık olan cümlelerim miydi yoksa düşüncelerim mi, bilemiyorum. sanırım düşüncelerim, aklım, zihnim; artık adına ne derseniz. aklım bana oyun oynuyor, sürekli beni uyarıyor ve hep en kötüye adapte ediyor. en kötüye adapte olmayı nasıl öğrendim, bilmiyorum. bu konuda aydınladığım zaman üniversite zamanlarıydı. vize ya da finaller başladığında beklenti içinde olmuyor, sınava gir çık ve o dersi unut modunda oluyordum. ne yaptık? beklentiyi düşük tuttuk, sonrasında o dersten yüksek not aldık ve böylelikle kendimi yanıltmış olan iç seslerimden biri, içimden dışımı yararcasına mutlu olup etrafa sevindi. haklı olma dürtüsünü size nasıl tarif ederim, bilmiyorum. yalın ayak sokağa kaçan küçük bir çocuk diyelim. bu ben miydim, bilmiyorum. gerçek ben’i hiç bilemedim.
umudumu kaybettiğimi hissediyorum. yukarıda anlattığım durum bunu gösteriyor. kaybettiğimiz bir şeyi bulmak mümkün mü? aramak lazım. aramak ve bulmanın birbiri içinde oluşu yine aklıma geliyor. aklıma “sus” diyorum. sus, sus, sus. her şeye müdahale etmeyi seven iç seslerim var. tamamlamayı seviyor.
geçenlerde,bir ay önce, aldığım bir mesaj sonucunda aklıma bi eylem daha takılmıştı. “tamamlanmak”… sonra peşine bi cümle daha eklendi. evren boşlukları sevmiyor. demek bu şekilde oluyor. bir yap boz gibi. aslında sadece yap. boz burayı çok bozuyor. eksik olan yanlarımız çok fazla ve bunları bir şekilde doldurmak gerekiyor. bu noktada tamamlanmayı bekleyen ben, kendimi yapıp yapıp bozuyorum. oturmuyor. köhne bir kasabanın çıkmaz sokağındaki eğreti duran kaldırım taşıyım. düzene uymaz, asi. zararım kendime.
sahi, bu zamana kadar hayatına girip de zarar verdiğim kimse oldu mu acaba diye düşünüyorum. bundan çok korkarım. düşünsene ayakları totosuna vururcasına kaçıyor. hayatınızda fazlalık olduysam ya da eksiklik yarattıysam affola. iç sesim yine burnunu soktu saçmalamalarıma. en çok kendinden özür dileyip kendin olduğun için kendine teşekkür etmelisin. kendin olmanın pek bir şey etmediği şu çağda maskelerin olmadığı için şükretmelisin. hiç olmazsa sevdiğin insanlara karşı. iç sesim yine meydan okudu. ohhh iyi oldu. kendimi kendime getirmem lazım. bazen, ara sıra.
bu denli saçmalamayalı uzun zaman oldu. yazacaklarım başkaydı, tuşlara dokunduğumda yazdıklarım çok başka. yazmasam deli olacaktım. hoş deli olup yazınca daha bir başka oluyor.
kağıda yazıp bir şeylere yazık etmektense her şeyi burada bırakmak en iyisi. yeni yıla da yaklaşırken bir şeyler demek lazım geldi. ben en çok teşekkür etmeyi severim sevgili sözlük ve şimdiden hayatıma girene, çıkana, aradığıma, bulduğumu sandığıma, tamamlanmaya, tamamlanmış olana, beklentisizliğe, ümide, sevgiye, tutunmaya çalıştığım her şeye ve her şeye “her şey için teşekkürler” demek isterim.
sabah olunca hiçbir şey olmamış gibi yapalım, olur mu?
rüyamda istanbul’daydım. ilk etapta istiklal, galata, eminönü vs. gibi yerlerde dolaşıyorum. büyük bir binaya giriyorum. kütüphane gibi bir yer.aynı zamanda sıcak simit çıkıyor. orada bir beyefendiyle tanışıyorum. bana oranın tarihini anlatıyor. o beyfendiyi bi anda orada bırakıyorum ve alıp başımı gidiyorum. sokakta iki üç tur attıktan sonra fatih çarşamba pazarına geliyorum. pazarın içine girince bi tezgahta çok güzel çantalar görüyorum. pırıl pırıl parlıyor. ne kadar diye soruyorum. kırk tele diyor. orijinal diye de ekliyor. ışıl ışıl, nasıl güzel nasıl güzel, size anlatamam. bi tanesini beğeniyorum. o sıra o beğendiğimi başkası alıyor. ben de daha güzelini buluyorum, alıyorum. sırtıma takıyorum. o sıra sabah ezanının sesine uyandım. zihnim uyandı. ben hâlâ uykudaydım.
fatih çarşamba pazarına gidip renkli çanta bulan olursa bana bi portakal turuncusu fırlatsın. *
yazdıktan sonra okuyunca az buçuk saçma olduğunu fark ettim *
günooo, hepimiz biraz karikatür severiz. bunlardan bi tanesi de benim; ama öyle her karikatür değil… mesela; hunili karikatürleri çok severim. bi de böyle hafiften beyin yakan karikatürleri… tam da beyleeee. biraz matematik, biraz felsefe, biraz psikoloji… hepsinden biraz var bana göre * bunu ilk defa görüyorum. çok ilginç ki; benim de böyle düşünmüşlüğüm var. düşündüğüm şeylerin karşıma çıkması biraz tuhaf hissettiriyor.
dünyanın çevresinde bir yolculuğa çıktığımızı var sayalım. bir sürü ülke görüp, bir sürü insan tanıyıp, coğrafya bilgimizin sınırlarını zorlarsak bir sürü zaman dilimi üzerinden geçip saat farklarını fark ediyoruz. başladığımız noktaya döndüğümüzde aynı biz miyiz? başladığımız noktadaki psikolojik özelliklere mi sahibiz? peki ya bilgi birikimi? kazanılan tecrübeler? evet yine kendimize, bulunduğumuz çevreye, insanlara döneriz; lakin değişerek…
bana göre bir insanı tanımaya başladığımızda da böyledir. bir yolculuğa çıkarız. kendimizle… fark ederiz, ayırt ederiz, benzeriz. en sonunda kendimize döneriz. belki bizi biz yapan tanıdığımız insanlardır. insanlardan edindiğimiz kadarız.
bundan bilmem kaç sene önce kendi kendime bi karar almıştım. hangi ilişki türü olursa olsun sorun çözme odaklı olacağım, malum insanlar konuşa konuşa, hayvanlar koklaşa koklaşa… ve bu kararı aldıktan sonra her ne olursa olsun sorunları aşmak için çözüm yolum konuşmak oldu. şöyle ki; karşımdaki insan, insanlar benden ne istiyor, beklentisi ne, ne umut etmiş, kurduğum cümlelerden nasıl bir imaj yaratmışım hepsini öğrenmek için bir kaşık suda debelenip durdum. elbette kendi beklentilerimi de söyledim. her ne olursan olsun konuşarak sıkıntıları gidermenin çok kutsal olduğunu, bazen benim göremediğim bir şey olabileceğini ve bunun bana söylenmedi gerektiğini anlattım. şu an hayatımı önüme açıp şöyle bi el feneri tuttum da benim bu söylediklerim bi kulaktan girmiş öbüründen fışşşıkkkk diye çıkmış. belki o kulaktan hiç girmemiş. ismail abi’nin dediği gibi algıda seçicilermiş. ben de haddinden fazla yorulmuşum. bu saatten sonra tüm bu konuşarak sorun çözme masalını tarihe gömüyorum. eski leylimley olup nemrut kişiliğimi tozlu sandıktan çıkarıyorum. susup köşeme çekiliyorum. vallaaa billaa yoruldum ya. yorulmak için ruhum çok yaşlı, yaşım da yaşlı inan olsun.
kaç günden beri de yıldız tilbe’den vazgeçtim şarkısını dinlemeye çalışıyorum. sürekli muhabbet etmem gereken birileri karşıma çıkıyor. ona da sinir oldum. neyse şimdi “ben o yari esasında çokkk severim” diyor. mehhh ben kimseyi sevmiyorum. huysuz, aksi, nalet bir insan oldum yine. nemrut da olabilirim.
“ nemrudun kızı yandırdı bizi
çarptı sillesini felek misali”
çok yorgunum, tabii biraz kırgın… aslında bu kırgınlık birine ya da bir şeye karşı değil. bizzat kendime kendim tarafından kırgınım. nedenini, nasılını sorgulamadan yaşanan bir şey. ufakken babaannem arka bahçede -bir zaman hayvan baktığı yerde- ateş yakardı. burada kurban eti kavurur, mısır pişirir, yemek yapardı. kimi zaman kalkıpbaşka yere gidince onun gitmesini fırsat bilip ateşin başına otururdum. ateş sönmüş gibi olurdu; ama o közü deşince közün içindeki narı görürdüm. kapkara olan odun parçası benim maşayla dürtmemle kıpkırmızı olurdu. sanki uykusundan uyandırılmış gibi. sanki kızmış gibi. ürkerdim.hele bi de bi dal parçası atıverince… bi an alev alır sonrasında için için yanmaya devam ederdi. ben şimdi bu betimlemeyi niye yaptım? niye mi yaptım? gönlüm tam olarak böyle. gönlüm babaannemin yaktığı ve başıboş bırakıp gittiği ama için için yanan bir ateş gibi. ocak başına oturmuşum, elimde bir maşa sürekli kararmış odunları dürtüp duruyorum. sürekli kanıyorum. sürekli yanıyorum. devam etmek için bi sebep, bi bahane. ilginç. içimdeki yangın bitmiyor. kova kova su döksem de sönmüyor. hani böyle kanayan yara olur da bir zaman sonra kabuk tutar ya ben bu yaranın kabuk tutmasına hiçbir zaman izin vermedim, vermemişim. yoldukça kanamışım, kanadıkça eksilmişim.
her şey bir yana geçen gün kahvaltım için yanıma aldığım biberimin sapını kesince gülümsediğini gördüm.
ben de ona gülümsedim.
sonra dün iş yerime gelen bir çocuk masama süper kahramanını bırakmış. aha dedim beni kurtarmaya, içimdeki yangını söndürmeye geldi. çocuk bu oyuncağını unutur mu hiç?.. ama ben ne yaptım, patttt fotoğrafını çektim.
ayın başından beri yılbaşı ağacı almak yerine yılbaşı ağacı yapmak istedim. bu işleri hep bi suç ortağıyla yapmak istedim; lakin bu dünyada öyle birinin olduğuna dair inancım olmayınca iş başa düştü. son bir saatte güzel bir ağaç yaptım.
dilek dilemedim. dilemek istedim. olmadı. dileksiz ve beklentisizim. gönlümdeki narı uyuturken bu satırları yazarak biraz kızdırdım. hepsi kırgınlığımın suçu… en çok kendime…
önceden var olduğum bir yerde bir başlığım vardı: “her şey için teşekkürler” içine her şeyi sığdırdığım, her an karalama defteri gibi içimi döktüğüm bir başlıktı. ve ben bu zamana kadar yaşadığım her şeye, tanıdığım herkese, bana kattıkları her şeye, kırgınlığıma, kızgınlığıma, beni ben yapan tüm duygulara her şey için teşekkürler demek isterim.
yine de devam eden herkese güzel bir yıl dilerim. *
insanlar gibi hastalıklar da tuhaflaştı. ayda bir hasta oluyorum. geçen ay bu zamanlar burun akıntısı hapşırık vs. varken bu ay acayip şekilde öksürüyorum. vücut kırgınlığı, hapşırık, burun tıkanıklığı falan yok. uykular haram.
her şeye tamamım da kadife sesimin (!) yumurtadan yeni çıkmış civciv ciyaklaması gibi olmasına katlanamıyorum. aksine gelen giden bol ve ben konuşmadan yapamıyorum. konuştukça sesim daha da kısılıyor. yasım büyük *
bi dahaki ay ne olacak merak içindeyim…
daha demin bu yazdığımı (bkz: yazarların itiraz köşesi)ne yazmışım. bi sebepten silinmiş. gelen mesaj üzerine bi baktım ki yanlış başlığa yazmışım. silinme sebebi sandım; lakin silinme sebebi daha başkaymış. bu da rezilliğim olsun mu, olsun. itirazım var mı var. buna uygun şarkı bulur muyum, bulurum; lakin çok üşeniyan *
günooooo, yılın son haftasından günooo. defterleri toplamak, yazılanları okumak, doğruyu yanlışı bulmak haftası. her zamanki gibi değişik bir yıldı. kendimden kendimi çıkarıp kendimi bulamadığım günler haddinden fazlaydı. hüzünlerimi topladım, yetmedi mutluluklarımı topladım, o da yetmedi sümüklü hallerimi topladım, hiçbiri bir ben etmedi. benliğimi kaldırdım astım, ölemedi. yaşamaya mecburdum demek ki.
elbette şehvetli şehvetli güno dedikten sonra kimsenin pazartesi sendromuna zeval gelsin istemem. bu yüzden biraz toparlanalım.
mesela; benim pazartesi sendromumu yok eden şey 31 aralık gününün tatil olması. en çok dinlenebilme ihtimalim sevindiriyor. plan program yok. uzun zaman oldu, kendi kendimi kendimin karşısına oturtup bir karar aldım: “bak kızım” dedim kendime. “artık ufak tefek şeylerden mutlu olacaksın, yeteri kadar umut besleyip, umudun fazlasıyla kendini boğmayacaksın.zaten yüzme de bilmiyorsun.” “tamam” dedik hep birlikte.
mesela yine günlerden bir gün bir gün markette dolaşırken çalıştığım ilçede delilerin meşhur olduğunu öğrendim. çok deli varmış. kendi kendime “kız sen de adını onların yanına yazdırsana” dedim. bunu derken gülümsedim. 4 sene boyunca rastladığım delilerden iki tanesiyle konuşuyordum. bence deli değiller. deli olanlar; onlara deli diyen insanlar. onların aklı başında gayet. hatta fazlasıyla zekiler. zaten delilik -bana göre- fazla akıllı, zeki olma hali. insan sıkıcı olan normallikten kaçıp deliliğe sığınıyor. neyse efendim, bunlardan biriyle düzenli muhabbetimiz var, kısa konuşma diyelim. hiçbir zararı yok. aksine pek tatlı, hatır soran. benim sorunum diğeriyle. sorun da denmez ya neyse. başında şapkası, üstünde kimi zaman ince gömleği ve montu, altında belini iyice sıktığı kemeriyle kot pantolonu. elinde ya da dudağında hiç mi hiç eksik olmayan sigarası… buraya kadar her şey normal. bundan sonrası konuşması. geçtiği her insanın yanından “selamünaleyküm” demesi ve peşine -siz aleykümselam deyince- var mı bi çorba parası demesi. ürküyor insan bi anda . bi de bunları yaparken göz teması kurması var ki anlatamam. gözleri de çakır mavi. her defasında yok diyorum. yok dememin sebeplerinden biri de bi kere marketteyken çok pahalı bir sigara alması. kasiyerle de muhabbetim olunca “o kadar pahalı sigara mı alınır” dedim . kasiyer “alır, çorba parası istiyor, sonra onlarla gelip sigara alıyor” dedi. bendeki aydınlanmayı anlatamam. bu arada ilk zamanlar 1 tl isterken zamanla bu fiyatın çorba tutarına çıktığını da belirtmeden geçemeyeceğim. eee malum devir zam devri. sigara pahalı. ben bunları düşünürken bir yandan da acaba böyle olmasının nedenlerini sorguluyorum. belki bir gün oturup onu da uzun uzun dinlerim. belli mi olur…
geçen gün öğle molasında aylak aylak yürürken bi tane amca bi dükkana kafasını uzatmış “ en büyük arjantin” diye bağırıyor. gülümsedim. deli miydi bilemedim. hayatın seslerini bir sene boyunca böyle işittim.
delileriniz, zekileriniz ve sendromsuz günleriniz bol olsun. şahsen benim öyle *
ayın yarısı oldu ama hâlâ iş yerindekilerle yılbaşı çekilişi yapmadık. ilginç. işin daha ilginç tarafı normal hayatta olan insanlarla da aaa hadi yılbaşı çekilişi yapalım demedik. anlaşılan yeni yıla heyecansız gireceğiz. * öyle durduk yere birine hediye göndermek de olm.. hımmm… yok yok. olmaz galiba. olur mu olmaz mı derken ayın sonu gelecek kesin :/
twitter’da dolanırken hiç tanımadığım bir profile girip, hiç tanımadığım o profili stalklarken böyle bir söz okudum. ilk bi güldürdü, sonra düşündürdü. üzülme kısmına hiç girmiyorum. öyle işte…
bu tatlı bir çeşit çakma ekmek kadayıfı. çakmanın çakması da diyebiliriz. düşük bütçeli ekmek kadayıfı da olabilir. tamam, abarttım da sanki ekmek kadayıfının muadili işte. karameli severim; lakin karamel muhallebiyle buluşunca damakta kekremsi bir tat bırakıyormuş gibi geliyor. üstelik insana ağır da geliyor. evin tatlıdan sorumlu bakanı olunca “ben bu tatlıyı kendi damak zevkime göre yapar mıyım, elbette yaparım” dedim. tarifi buraya da bırakmak istedim.
dikdörtgen borcam kaba yaptım. buna göre malzemeler:
* 1,5 paketten az etimek
* 2,5- 3 su bardağı süt
* sonradan aklıma geldi. tercihe göre sütü ılıtıp sütün içerisine 1 yemek kaşığı granül kahve konulabilir. bu durum işi belki biraz tiramisuya çevirebilir. yoldan sapmayalım aman efendim.
muhallebi:
* 1 litre süt
* 2 çay bardağı un
* 2 çay bardağı şeker
* 1 paket vanilya
* 1 paket krem şanti
çikolata sosu:
* 2 paket hazır çikolata sosu
* 4 -4,5su bardağı süt
* 80 gr bitter çikileta
* 1 yemek kaşığı kakao
yapılışı:
borcama etimekleri sıralayalım. sütümüzü -isteğe göre ister granül kahveli ister kahvesiz- etimeklerin üzerine kepçe yardımıyla dökelim. burada etimeklerin iyice sütle ıslandığından emin olalım. özellikle etimeklerin kenar kısımları biraz sert kalabiliyor. burayı hazırladıktan sonra muhallebi kısmına geçelim.
sütü, unu, şekeri tencereye alalım. nişasta olmadığı için unsuz bir muhallebi yaptım. ilk başta kıvam konusunda biraz tereddüte düştüm; lakin güzel oldu. çırpıcı yardımıyla topakları giderip orta harlı ateşte muhallebi kıvam alna kadar sürekli karıştıralım. göz göz baloncuklar olunca bi 5 dk. kısık ateşte bırakalım. 5 dk sonrasında ocaktan alalım ve vanilyayı ekleyelim. iyice karıştıralım. bu aşamada biraz sabır gerekiyor. muhallebiyi soğutmak için farklı kaba alalım. ısı değişimleri çabucak soğumayı sağlayacaktır. kabuk tutsa da çarpacağımız için sıkıntı olmaz. yine de aşağıda kalan sıcaklığı çıkartmak için arada karıştıralım. muhallebi ılınınca krem şantiyi ekleyelim ve çırpıcı yardımıyla 5-10 dk çırpalım. çırpılmış muhallebiyi borcamdaki etimeklerin üzerine dökelim. eşit bir şekilde yayalım.
son aşama çikileta sosu:
çikileta sosunu da muhallebi gibi yapabilirdim; lakin çok üşendim. o yüzden evdeki hazır çikileta soslarını kullandım. yoğun bir kıvam için paketin arkasında yazan süt miktarından daha az süt kullandım. ( 1 paket için 2,5 bardak süt diyordu. ben toplamda yarım bardak az süt kullanmış oldum. isterseniz daha az süt kullanabilirsiniz.)
biraz kakao katalım (kakaoyu neden kattım bilemedim. sona doğru biraz sapıtmış olabilirim.) ve tarife göre kaynayana kadar çırpıcıyla karıştıralım. kaynayınca ocaktan alalım ve 1 paket çikiletayı içine katalım. iyice karıştıralım kıvamı güzel olsun diye bunu da çırpabiliriz. muhallebicin üzerine dökelim. bir gece dolapta dinlendirelim, tabii dayanabilirsek *
bizimkiler çok beğendi. bu da bir şeylerin çakması oldu; ama bilemedim. deneyeceklere afiyet olsun*
yoğun bir iş günü. bitirmem gereken zibilyon tane iş var. telefonum sessizde kalmış. arada vatsap vs. bildirimleri geldiği için sesini açasım da gelmemiş. telefonum yaldır yaldır çalıyor. pardon titriyor. açtım ama konuşmadım. konuşmayınca 3 sn sonra çat kapandı. yine arandım, yine konuşmadım. yine kapattı. bi iki kez çaldı ama açmadım. inadım inat. baktım baş edemeyeceğim engeli bastım. ben ki kimseyi kolay kolay engellemem. engelleyince ohhh dedim. bu sefer üst üste mesaj gelmeye başladı. alla alla bana bu kadar mesaj da gelmez derken baktım yine aynı numara.
hayatıma giren biri hariç hiç kimse sesimi duymak için bu kadar hevesli olmamıştı sanırım. sanırım diyorum her şey biraz belirsiz. bu nasıl bir ısrardır canımın içi. tamam anladık dolandırmak istiyorsun da valla ben bunun için çok fakirim. he dersen ki sesini duymadan edemiyorum o zaman bir şeyler yaparız. *
daha iyi çiçek açmak için yaprak dökmek, doğruyu bulmak için yoldan sapmak, varlığı hissetmek için yalnızlaşmak gerek. insanın dışta kalan tarafı ne kadar kalabalıksa içi de o derece yalnız olabilir. bu noktada insanın yalnızlığı bir bakıma yaprak döken ağaç misali. diğer insanların upuzun yolda yürürken hasbelkader karşılaştığı ağaçların dibinde yine -onlara göre- hasbelkader gördüğü yapraklar için ağaçların yaşanmışlığı desek, madem ki çıplak kalan ağaçları insanlara benzettik, ağaçların yere döktüğü yapraklarla insanların yaşanmışlığı arasında bi bağ kurmak, mevzuyu hasbelkader olmaktan çıkartır.
bu mevsimde en güzel yaprak döken ağaç; trabzon hurması ağacının yaprağı. daha yeşil yeşilken, taze bir nefesken nasıl olur da o yeşillik kızıllığa dönüşür anlam vermek mümkün değil. yeşilden kızıllığa dönmek olgunlaşmak gibi… yaşanmışlık, yaşlanmışlık, hatıralar, mutluluklar, hüzünler hepsinden biraz. yere düşen her yaprak tanesiyle birlikte birer intihar, kopuş, yitiriş gerçekleşiyor olmalı yere düşen yaprak belki biraz canlı olsa can çekişme olayını düşünmekten kendimi alamıyorum. ölürken son nefesi veren bir insan gibi. aslında ölmek üzere olan bir insan da görmedim hiç. her şey biraz kurgu. bir ağacın ve yere dökülen yapraklarının yanından öylece geçerken bu ölüme biraz kulak verilse belki bir insanın ölümüne, isyanına, kayboluşuna bir ağacın ve onun dalından yere düşen yaprağının gözünden şahit olmak mümkün.
işte sırf bu yüzden ne zaman bir yolda yürüsem ve bir ağacın yanından geçsem ve ağacın yanına, yöresine dökülmüş, ağacın orasına burasına ait bir parça yaprak görsem yaprakları ezip geçmekten çekinirim. yapraklarını döken ağaç benmişim de ruhumu ezip geçmişim hissini fazlasıyla hissettiğim bir dönemin ortasından yana yakıla geçmekte olduğumdan mütevellit sanırım. kabuğumu sımsıkı tutmuş olsam ve dıştan ne kadar kalabalık görünsem bile ıssız, uçsuz bucaksız gibi duran şu yolun bir kenarında yapraklarını döken yalnız bir ağaçtan farksızım.
o inatçı ağaçtan tek farkım; çiçek açmayı düşünmemek. sulanmadıktan, gökyüzünden bir damla su görmedikten sonra çiçek açmak imkansız zaten. bundan sonra varsam var olmayı devam ettirmekten fazlasında gözüm olmayacak. upuzun bir yolda, son yaprağını da dökmüş, buna rağmen etrafında bir sürü yaprağı olan bir ağaç görürseniz bilin ki o benim.
bunu, bir ağacın ulu orta yanına yöresine döktüğü yapraklardan birini ya da birkaçını yanlışlıkla ezip geçtikten sonra düşündüm. bir an yüreğimin ezildiğini hissettim, hem de çok ezildim; galiba o ağaç bendim… olabilir miydim? kendimle kendimin karşılaşmasını hiç beklemezdim. katilin ve maktulün aynı kişi olduğu bir hikayeyim ben…
normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz.
Daha detaylı bilgi için çerez ve
gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.
online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.