bilimsel adı:
"kurgusal karakterlerle parasosyal ilişkiler kurmak"tır.
şu hayatta bir tek mucize doktor dizisinde, nazlı karakterine duyabildiğim duygular bütünü. elbette diziyi izlemeyi bıraktıktan birkaç gün sonra her şey bitiyor. ama abi, bu nazlı karakteri bence her erkeğin hayallerini süsleyen tek kadın tiplemesi. iyi kalpli, anaç, cana yakın, duygusal, kırılgan ve empati yeteneği yüksek bir karakter. hayalimdeki kadın tam olarak bu. ama bu hayat şartlarına göre bu karakter fazla fantastikti maalesef. zaten bu sebeple insanlar bu tür karakterlere karşı parasosyal ilişkiler besliyor. bu his sadece kadınlara özgü değil, bunu da belirteyeyim. o sebeple iki yüzlü erkek kardeşlerim, bence hiç kendinizi gizlemeye çalışmayın. hepimiz belirli zamanlarda bunu deneyim ediyoruz. bazen birden fazla, bazen sadece tek bir karakter.
insanlar bir diziyi veya filmi sadece evreni için izlemez. oyuncuların can verdiği karakterlerle de bir takım ilişkiler kurarlar, ve bu ilişkiler bir şekilde insanın hayatına etki eder. bazıları cinselvari duygular besler, bazıları da dizide işlenen karakter ve ilişkiler bütünlüğüne şahit olabileceği haz verici ilişkiler besler. bir şekilde bu diziyi fütursuzca izletebilecek bir sebep mutlaka vardır.
güzel bir şeydir. özellikle nazlı gibi fantastik bir karaktere karşıysa. yıllar oldu elbette, o hislerin de etkisi çoktan kayboldu bile. ama böyle bir gerçek var ve insanlar bir şekilde bunu tecrübe ediyor. bunu kabul etmek gerek.
hayatım boyunca ilk kez bu sabah yaşadığım rüya türü.
çok garip bir deneyimdi gerçekten. muhtemelen ilk deneyim olduğu için normale nazaran daha da bir etkilemiştir beni bilemem ama, rüya içinde rüya ile uyanacağım rüyanın kendisi de bir o kadar korkutucu ve absürttü. kâbus da diyebilirim. o zaten ödümü bokuma karıştırdı, bir de o rüyanın uyanış aşamasını yine rüya içerisinde yapmış olmam, az kaldı kayışları kopartmama sebebiyet veriyordu.
muhtemelen bu tarz rüyaların korku filmleri sebebiyle olduğunu düşünüyorum. özellikle türk korku filmlerinde birçok subliminal mesaj veriliyor. bilinçaltım bunlara reaksiyon vermiş olabilir. bu rüyanın gecesinde siccin 2'nin bir kısmını izlemiştim, sonra sebepsizce yarıda bırakıp yatmıştım. ondan dolayı olur diyeceğim, ama şöyle bişi var, bu bahsi geçen rüyanın, ve ardından rüya içinde rüya sekansını ben ilk uykumda görmedim. filmi izleyip yattığımda hatta hiç rüya bile görmedim. akabinde o uykudan uyandıktan sonra tuvalete gidip, sonra uykumu alamayınca tekrar yattım. işte ipler de bu yatıştan sonra koptu. çok çok alâkasız zamanda, korkunç kâbuslar eşliğinde rüya içinde rüya deneyimi... enteresan olarak gördüğüm şey de bu zaten.
ama yine diyorum, bu subliminal mesajları bilinçaltımız farkettirmese de bir şekilde bünyesine katıyor. sonra beklenmedik anlarda, kendini bir anda dışa vurabiliyor. gördüğüm rüyalar da inanılmaz netti bu arada. simalar, mekânlar, atmosfer, her şey o kadar kusursuzdu ki... bu da etkileyiciliği daha da arttırmış olacak ki, halen daha unutmadım ve ara ara halâ etkisine giriyorum.
bu uykudan uyandıktan sonra 10 dakika tek bir yere bakıp, korku içinde hayatı sorguladım. tek yaşadığım için de bir o kadar yalnız hissettim kendimi. yalnızlık muazzam bir deneyim, ama kötü taraflarını da hiç hafife almamak lazım.
akıllandım mı? hayır tabii ki. siccin 2'yi tamamlayacağım bu gece. belamı bulursam bu gece bulacağım. ama ne yapayım, korku filmi bağımlılığımı durduramıyorum. lütfen ama lütfen rüyalarıma girme.
sevmediğiniz işi fütursuzca yapıyorsanız, veya yapmak zorunda kalıyorsanız, aşk bu versusu alır. zamanının behlinde özellikle ciddi anlamda cinsel ilgi beslediğim birinin, kabus gibi geçen mesai saatlerimi cennete çevirdiği çok an oldu. hayata karşı motivasyonunuzu da arttırır ayrıca. belli bir saat diliminde kendinizi köle gibi hissetmekten de kurtarır.
tabi her alanda aşk alamaz bu versusu, o ayrı. o sebeple sadece opsiyonel değerlendirmek gerekir.
sadece ''esnaf'' statüsü altında gelir eden insanlara verilen kart.
garip bir şekilde youtube'da pasif bir şekilde içerik üretip, pasif gelir etmek de resmi tarafta esnaflık olarak değerlendiriliyormuş. benim de böyle ufak tefek gelirler getiren youtube kanalım var. vergi mükellefi de olduğum için, kredi notum yerlerde olmasına rağmen verdiler garip bir şekilde. 5 parasız o kartı dibine kadar sömürüp, mezara kadar icralık olasım var. ama kendimi tutmam gerekiyor. limit ise, tam tamına 50.000 tl! evet birçoğunuza göre düşük, ama benim kredi notum şuan yerlerde, ve hiçbir banka bana şuan kredi vermiyor. bir de bu açıdan bakın.
her neyse işte ufak tefek gelirler dahi olsa, her bankaya gidişinizde mutlaka çalışanların önüne bu mesele çıkıyor. sen esnaflık mı yapıyorsun? gibi sorular almanız mümkün. ben de diyorum ki, ''yok, ne esnaflığı?' ama işte, meğersem ''sosyal içerik üreticiliği'' mesleği de esnaflığa giriyormuş. bu zamana kadar birçok bankada bu tarz durumlar önüme çıktı, ama bugün iş evrakları yaptırmak amacıyla gittiğim bankadan olayın aslını tamamen öğrendim neyse ki.
bu ticari kredi kartı denen zanaatın en büyük olaylarından biri de, akıllı cep telefonlarını taksitle alabilmemizmiş. paradoksal bir şekilde bankacı hanımefendinin de bu kartlar hakkında bildiği tek şey bu. ''gerisini sen kendin internette araştır, ben de bilmiyorum'' dedi.
saçmadır, ama hayat sadece askerlikten ibaret değildir. bu da bir gerçek. ama askerlik bir erkeğe çok şey katıyor mu? kesinlikle evet. bir erkek için "askerlik öncesi ve sonrası" dönemler vardır, ve bu dönemlerin arasındaki keskin farklar da çok net farkedilebilmektedir. zira ben askerlikten sonra belirgin şekilde karakter ve kişisel gelişim kazanmıştım.
biraz da şans işi bu askerlik işi. bazılarına tatil yeri çıkar, bazılarına da kabusu ve eziyeti dibine kadar yaşatacak yerler çıkar. ama genel olarak askerlik zordur ve çok farklı bir yerdir. yani bir erkeğin hayattan bahsedebilmesi için ben de askerlik yapmış olmasından yanayım. çünkü öyle ya da böyle çok şey katıyor insana.
yakın zamanda uzun dönem askere gidecek arkadaşlar varsa da, bedelli askerlik yapmış insanların çizdikleri tozpembe tabloları pek ciddiye almasın. uzun dönem askerlik çok farklı bir şey. 6 ay da olsa. bunu gidince farkedeceksiniz. ama tadını da çıkartın. çünkü gün gelir, o günleri de özlersiniz. garip bir paradoks biliyorum.
hayatımda oynadığım ilk video oyunu. ondan önce mahallede, orada, burada fiziksel oyunlar oynadık, ama söz konusu ''ekranlardaki'' oyun olunca, ilk bayrağı ''super mario bros.'' çekiyor.
yıl 2005 falandı herhalde. ben 5 yaşındayım, evde de ufak bir 37 ekran profilo tüplü televizyon var. babamla annem o zamanlarda ayrı değildi tabii ki, ve ufak bir kırsal ilçede hayat idame ettiriyorduk. kapı sesi geldi bahçeden. bir baktım, dedem elinde kocaman bir kutuyla bahçeden geliyor. kendisi 2018'de rahmetli oldu, rahmetle anıyorum bu arada. kendisi çocuk sevindirmeyi çok severdi. neyse işte, kapıdan içeri girdi dedem. oturdu, ''gel nivna'' dedi. geldim ve ben de dedemle birlikte yere çöktüm. kutuyu açıyoruz ama ben henüz 5 yaşında olduğum için bunun ne olduğunu hala anlayamamıştım. zaten hayal mayal hatırlıyorum. kutu açıldı, içinde ne mi olsun? ateri! bakın atari değil, ateri. hala ne olduğunu bilmiyorum. dolayısıyla bunun o dönemlerdeki en muazzam oyun konsollarından biri olduğunu da bilmiyorum. yine de seviniyorum falan.
annem de o dönem garip bir şekilde bu aterileri tv'ye bağlamayı biliyormuş. rahmetli dedem pek anlamazdı. neyse bağladık falan. super mario açılıverdi. benim tepki aynen şu;
''aaaaaaa, ne güzel bir şey bu böyle!'' falan. sonra bu zımbırtının bir de kontrolcüsü vardı. namıdiğer ''oyun kolu'' ilerleme tuşuna basıyorum, mario ilerliyor. zıplama tuşuna basıyorum, mario zıplıyor. bu var ya, bunun verdiği zevki anlatamam size o dönemlerde. zaten çok küçüktüm de, ama benim için devrim niteliğinde bir şeydi bu. düşünsenize, o dönemde sadece tv kanallarının dayadığı içerikleri kontrol edemeden izlemekteydiniz. fakat ateri denen bu zanaat, kontrolü tamamen size bırakıyordu. kesinlikle ve kesinlikle büyülenmiştim, ve bu büyülenme durumu kutuyu açtıktan saatler sonra gerçekleşmişti.
o gün bugündür, super mario bros. benim ilk oynadığım video oyunum olarak kaldı. tabi bu atari furyası aralıksız 2014 yılına kadar devam etse de, (bu döneme kadar satışı hala vardı) 2010 yılına kadar vcd'li ateriler dahil birçok ateri eskitsem de, hatta zaman zaman bu aterinin bana alınması için anama babama yalvarsam da, 2010 yılında hayatıma bambaşka bir boss girmişti. sony playstation 2 girmişti. ve benim için video oyun dünyası, hiçbir zaman eskisi gibi olmadı.
evet ps2 çok özel, çok güzel, ve ateriden kat kat daha iyi makineydi bunu kabul ederim. ama ben, mario'nun peşini hiçbir zaman bırakmadım. pc'ye emulatör indirip, klavyeyle de olsa ondan oynardım. ps2 mi? hiiiç sorun değil bebeğim. emulatör kurmak 2 saniyelik iş. kuruyordum, ve dualshock2 ile keyfime bakıyordum.
heer neyse işte, super mario bros.'un benim için yeri her daim ayrıdır. iyi ki oynadığım ilk video oyunu super mario bros. ve evet, oyunun ismi gerçekten ''sonunda tek nokta ile'' super mario bros.
2014'te vizyona girmiş olmasına rağmen, ve benim o dönemde sinemanın suyunu sıkmış olmama rağmen, nedense bir türlü gidip de izlemediğim bir film oldu. o dönemde siccin'in rakibi dabbe 5'te aynı anda vizyondaydı. ona gitmiştim. muazzam bir yapımdı. ama siccin'de işte o dönemde bayağı bir göz kırpıyordu. yine de gitmek nasip olmadı.
tabi sonradan serinin 2. ve 3. filmini sinemadan bağımsız internet üzerinden izlemiştim. 2'yi hiç beğenmemiştim, ama 3. filmi kesinlikle benim için gelmiş geçmiş en kaliteli siccin filmi oldu. tabi şuan konumuz o değil. şuan konumuz, siccin 1.
lan ne kaybederim ki? diyerek, bu gece izlemeye karar verdim. zaten izleyecek film bulmakta da zorlanan birisiyim. zira sadece korku filmleri izlerim. e bu türde de eli yüzü düzgün yapımlar bir elin parmağını geçmez. o sebeple fransız korku filmlerini izlemeye doyamıyoruz ya... neyse.
siccin'in ilk filmi de beni gerek görsel açıdan, gerek senaryosal, gerek de oyunculuk açısından oldukça tatmin eden bir yapım oldu. süresi standart 1 saat 30dk olmasına rağmen, filmde dopdolu bir olay örgüsü var. bir kere film, hiç bir şeyi oldu da bittiye getirmiyor. evet bi siccin 3 değil, ama ilk filmin de bu kadar iyi olmasını kesinlikle ama kesinlikle beklemiyordum.
filmin ana teması ve ilerleyişi klasik bağlama büyüsü üzerinden gerçekleşiyor. takıntılı bir kadın, takıntılı olduğu erkeğe sahip olabilmek için hocalara gidip türlü türlü büyüler yaptırıyor. sonra bir şekilde olaylar gelişiyor, büyüye maruz kalan tüm kişilerin hayatları yerlebir oluyor. yani olay örgüsünü basitçe ifade etmem gerekirse, elimizde böyle basit ve klasik bir hikaye var. ama diyorum ya, bu kadar salt bir hikaye üzerinden nasıl böyle kaliteli bir korku filmi çıkmış, bunu hiç ama hiç bilmiyorum. elbette burada alper mestçi'nin rolü büyüktür. zira filmin yönetmeni bu abimiz. tabi oha diyorum ve media kraft'tan tanıdığımız ersan özer'de senarist koltuğuna oturmuş. açıkça söyleyeyim, media kraft'ın sahibi olan ve görünürde sadece ''eğlenceli'' tarzlarla ilgilenen bu adamdan, bu kadar karanlık ve detaylı işlenmiş korku filmi senaryosu da asla beklemezdim. şok geçirdim.
ve bu film, siccin serisi ve dabbe serisi arasındaki farkları da farketmemi sağladı. mesela siccin serisi dini konular hakkında bilgiler vererek senaryoyu boğmak yerine, sadece işleyişle ve genel senaryo kalitesine önem veriyor. yani tamamen sadelikten yana ve bu sadelikte nasıl kaliteli bir korku filmi çıkartırız kafasında. dabbe'de daha fazla dini konuya girerek, seyirciyi olabildiğince boğmayı tercih etmiş. ayrıca serinin geneli çok kompleks olup, karmakarışık bir olay örgüsüne sahiptir. e tabi bu komplekslilik, senaryodaki kopukluklara da sebebiyet veriyor. bir de dabbe serisinin süresi de uzun zaten. siccin, mümkün olabildiği en kısa sürede ve sadelikte işi bitirerek, kesinlikle gönlümde taht kurmayı başardı. sıkmıyor, boğmuyor, hikayesini işliyor, ve kapatıyor.
tabi bu sade olma durumu oyuncu kalitesine, plastik makyajlara ve ekstrta önem verilen mekan dekorlarına da olumlu şekilde yansımış. filmde muazzam bir oyunculuk vardı. abartmıyorum. birkaç kişi haricinde oyuncuların hiçbiri de 3.sınıf değildi zaten. muhteşem film'in oyunculara yatırım yaptığı belli oluyor. özellikle başroldeki ''nisa'' adlı ablamız. ismini hatırlamıyorum, sadece bizim hikaye dizisinde görmüştüm. açık ara en iyi performans ondaydı. kabus sahneleri, cinle mücadele sahneleri vesaire. tabi burada o küçük, görme engelli kızı da es geçmeyelim. muazzam bir kör rolü oynamış kız. kaç yaşındaydı o dönemler bilmiyorum ama, umarım bu genç yeteneğin yıldızı parlamıştır. zira bu kadar kaliteli mimik ve role adaptasyon, ilk defa bu denli bir çocuk oyuncuda gördüm.
mekan dekorlarına da ayrıca değinmek isterim. mekanların dekorları o kadar iyiydi ki, sanki siz o filmin evrenindeymişsiniz gibi hissediyorsunuz. hiçbir dekor sırıtmıyor, her şey amacına uygun. mekanların kendisi de keza, bu film için optimal en iyi yerler seçilmiş. ve şuna da değineceğim, film istanbul'un göbeğinde çekilmesine rağmen, filmde kullanılan ev ve ev dekorları sanki 1990'lardan kalma evler gibi. yani hem buram buram istanbul manzaraları gösterip, hem de bu denli köy havası verebilmek hangi kafanın ürünü bilmiyorum. ama bunun bir amacı vardır mutlaka. çünkü ortada bir büyü hikayesi anlatılıyor, ve tabii kimodern evlerde olmayacaktı öyle değil mi? bir de mekanlar hakkında çok kısa değinmek istiyorum. filmde mekanlar çok kopuktu. kim nerede, kim şehirde, kim köyde oturuyor belli değildi açıkçası. ya da orasını ben kaçırdım bilmiyorum. ama mühim değil yani. çünkü film, cidden çok güzel.
filmde elbette insanın tadını kaçırtan jumpscare'ler mevcuttu. o allah'ın emri, her cin filminde var zaten. ama burada da hakkını yememem lazım filmin, çünkü jumpscare'leri olabilecek en optimal şekilde kullanmışlar. zaman zaman rahatsız ediyor evet, ama film asla böyle bir korkutma yöntemini tercih etmiyor. filmin kendi atmosferi kendi kendine korkutmaya yetmiş de artmış zaten. o sebeple hiç jumpscare kullanmasalarmış daha iyiymiş. ama olsun, film bunun bokunu çıkartmadığı için asla şikayetçi değilim. keşke 3. filmden sonraki filmler bu yöntemin bokunu çıkartmasaydı ama... yapacak bişi yok.
son olarak bu filmde en beğendiğim kısmı söylüyorum, o da filmin ağzımı açık bırakan ters köşesi.
şimdi bu büyüyü yaptıran kadın, büyüyü o esas oğlanı elde etmek için yapıyor demiştim. hah, büyüyü yapan hoca diyor ki büyü yaptıran karıya; git o adamın karısının herhangi bir genetik materyalinden birini getir. işte klasik şeyler bunlar. saç, kıl, tüy, tükürük falan. peki büyüyü yaptıran abla ne yapıyor? gidiyor tuvaletten adet kanlı peçete alıyor. bu kan, o büyü yapılan adamın karısınındır öyle değil mi? iştee, asıl can alıcı nokta da burası işte. bu kan kimin çıkıyor biliyor musunuz? o kör olan kızın. o kız filmde daha yeni regl oluyor, ve kanlı peçeteyi tuvaletin çöpüne atıyor. aha o büyüyü yapan karı da işte bu peçeteyi alıp hocaya götürüyor. sonra ne mi oluyor? büyü adamın karısına değil de, öz kızına yapılmış oluyor. ve bu detaylar, filmin son 4 dakikasında açıklanıyor. ağzım açık izledim, böyle bir ters köşe olamaz dedim. ama oluyormuş demek ki. zaten o esas oğlan da büyücü kadının amca çocuğu olduğu için, onun kanındaki herkes büyü yoluyla ölmüş oluyor. kendisi de dahil. çok güzel ettiğini buldu. hikaye tam da ayarında sonlandı. uzun zaman sonra ilk defa bir korku filminin sonu beni bu kadar tatmin etti.
bu ters köşe de beni, testere 1'deki ters köşeden sonra en çok dumura uğratan 2. ters köşe olmayı başardı. darısı 2. filme artık. önyargıları kırdım bu seriye karşı. umarım 2'den pişman olmam. 1. filmi ise, kesinlikle ve kesinlikle korku hayranlarına tavsiye ederim. bizzat ben kefil oluyorum. çok başarılı bir iş.
hatırladığım kadarıyla 2023 yılında ele avuca gelen bir kitle yakalayabilmiş, çıkarttığı birkaç şarkı o dönemlerde milyonlarca dinlenmiş, bana göre türkiye'nin en başarılı türk şarkıcılarından biri.
aslen iran'lı olsa da, çıkardığı türkçe şarkıları sebebiyle bu sanatçıyı da bir türk olarak değerlendirebiliriz sanırım. bu adam son birkaç gündür benim kütüphanemin en yetenekli ve sayılı türk sanatçılarından biri oldu. özellikle ''sarıyo başa'' ve ''imdat'' şarkılarıyla. bu şarkıların bambaka bir ruhu var. tarif edemedim pek, ama öyle. öyle bir ses var ki bu adamda, sanki evrendeki tüm galaksileri gezegenleriyle beraber durduruyor. adam vokal okumuyor, vokali ve besteyi yaşıyor adeta. bu da onu oldukça başarılı ve ''gerçek'' bir müzik sanatçısı yapıyor.
böyle kaliteli sanatçılara ülkemizin sonsuz ihtiyacı olduğu bir gerçek. özellikle lvbel, fero ve türevleri çöplerinden sonra. ve ne yazık ki has adamımız, hiçbir zaman bu ve bunun türevi çöp sanatçılar kadar dinlenmiyor. şu adamın benim gözümde aleyna tilki'den altta kalır hiç bir yanının olduığunu sanmıyorum. en az bu kadının kalitesinde, (hatta bazı şarkılarda daha da iyisi) sese ve müzik yeteneğine sahip.
umarım yolu açık, uzun ve değerli olur. trap nation, trap city ve türevleri mecraların bünyesinde bulunan edm/trap bataklığına batmış biri olarak, çok daha farklı bir nişe giderek siyam'ı da artık aktif olarak takip edeceğim. umarım gelecekte de üzmez.
edit: instagram sayfasının 1m olması üzmüştür. nerede az insan, orada huzur. ama neyse.
bu oyunun başlığının açılmamasına şaşırdım doğrusu. ama hiç şaşırmıyorum, çünkü bu oyun ne yaparsa yapsın, her daim wolfteam'in gölgesinde kalmaya devam etmişti. ''zepetto games'' adlı güney kore'li şirket tarafından geliştirilen, birinci şahıs nişancı oyunudur.
evet 2011-2012 döneminde hepimiz wolfteam oynardık, ama bu efsaneyi de asla es geçmedik. ben bu oyunu 2011'in sonlarında reklamını internet sitelerinde görerek başlamıştım. bilgisayar zaten patatesten halliceydi. ama point blank aşırı sistem dostuydu. bazı map'ler haricinde akıyor gidiyordu oyun. o dönemde bilgisayarımda ekran kartı olmadığı için ambar haritasını asla oynayamazdım. açılıyordu, ama 5 fps falandı. onboard ekran kartlarını bir kez daha lanetle anıyorum!
güney kore'nin 2008-2013 arası oyun sektöründe sıçarama yaptığı anlar, bizim gibi kült oyuncuların zihinlerinden asla silinmez. 2007 yılında metin2 türkiye'de sunucu açtı. 2009'da wolfteam türkiye'ye sunucu açtı. point blank ise wolfteam'den 1 yıl daha önce, yani 2008 yılında türkiye'de sunucu açtı. bu devasa sıçrama elbette tüm dünyada geniş bir etki
uyandırdı, ancak bizim konumuz şuan türkiye bölgesi.
neyse point blank diyorduk. point blank efsanedir ve mod çeşitliliği açısından counter strike'ı tokatlayabilen sayılı fps'lerdendir. valve zaten bu sebeple cs go denen zımbırtıyı çıkarttı. güney kore'li oyun şirketlerinin ''fps'' adı altında, valve'ı ezmelerini asla hazmemedememiştir.
ayrıca point blank %100 türkçe seslendirmesiyle çıktı, ve aslında güney kore'nin türkiye'ye ne kadar önem verdiğinin de en büyük kanıtıdır. tabi bu kadar kaliteli seslendirmeler bir kenara dursun, oyundaki müzik seçimleri de muazzam ötesi muazzamdı. kore'nin meşhur rock aşkını bu oyunda da görmeniz mümkün, ancak bu oyunun müzik seçiminin tek cevheri lobby müziği değil. abi oyunda dinozor modu ve zombi modu müzikleri de efsanedir. point blank 2016 yılında garip paradokslar yaşadı. benim için efsane ve ''en iyi'' point blank modu olan ''dinozor modu''nu kaldırıp, yerine zombi modu yerleştirmişlerdi. tabi ben psikolojik buhranlarımı asla engelleyemedim. ama ve ama, zombi moduna ilk girdiğim anda müziklerinden o kadar etkilendim ki... ağzım dilim tutulmuştu. bir süre oyunu oynarken zıkkımlandığım crax'i sindirememiştim. öyle bir başarıdan bahsediyoruz. tamam lobby müziği ''rock'' olarak çok iyi, ki rock müziği ''metin2'' ile birlikte bana sevdirebilen sayılı oyunlardandır point blank. ama ve ama, bu oyunun müzisyenleri bence elektronik müzik'te daha başarılı. buraya bir tane örnek bırakıyorum, ve tüm yorumları da sizin huzurunuza bırakıyorum.
dino modu gitti, ama yerine efsanevi bir zombi modu geldi. bu müziği duyduktan sonra asla pişman olmadım. ama dino modunun tadı damağımızda kaldı mı? evet. dino modu, bu oyunun gelmiş geçmiş en iyi moduydu. kütüphane map'inde ''tdm'' atmak iyi hissettiriyordu, ama ''downtown'' map'inde dinozorlardan kaçmak bambaşka bir deneyimdi. lanet olası t-rex asla ölmüyordu, o ayrı. ama muazzam ötesi muazzamdı işte. ve, ve ve ve... dino modunun müziği de efsaneydi. zombie mode vs dino mode versusu yapsam, zombie mod havada karada alıyor. ama dino modun müziği de efsaneler efsanesiydi. ona da buradan;
düşünsenize bu müzik eşliğinde dinozorlardan büyük gerilim eşliğinde kaçtığınızı... işte asıl farkındalığı oyun bu modlarla gerçekleştiriyor. derler ki s2 son silah'a yenilmiş. bok yenilmiş! bu oyundaki mod çeşitliliğinin 5'te biri dahi s2'de yoktu. point blank'te tam kafadan ve pompalı modu vardı bir kere. ve bu modlar, en büyük rakibi olan wolfteam'de bile yoktu. tam kafadan modunda heriflerin kafasını uçururken deli gibi zevk alırdık. pompalı da heriflerin vücutlarının pekmezi aktığı anda yine inanılmaz zevk alırdık. bu hissiyatı verebilen başka bir fps oyunu daha yok! counter strike sadece kıçımı yalar. boş boş bomba kurma moduyla insanların zevklerinin içine sıçmaya devam etsin o.
bu başarılarla beraber aynı zamanda, oyunda muazzam bir foley efekti çalışması mevcuttur. adamın vücuduna sıktığın mermiyi hissedebiliyordunuz. mermi vücuda isabet ettiği anda ''şak şak' diye çıkan sesler, oyun zevkimize ekstra bir zevk getiriyordu. keza mekanikler de gayet iyiydi. herifin kafasına isabet ettirdiğiniz mermiyi net bir şekilde sanki siz yemişsiniz gibi hissediyordunuz. öyle bir vuruş hissiyatından bahsediyorum. bunun dışında silah çekiş ses efektleri, sniper aldıysanız dürbün açma foleyi... dinozor musunuz? pençe izi sesini ahiretten bile hissedebiliyordunuz. say say bitmez arkadaş! efsane ötesiydi.
ne yazık ki aynı wolfteam gibi yıllar sonra sönüp gitti. şu dönemde hatırlayıp tekrar indirmeye çalıştığımda da bambaşka şeylerle karşılaştım. abi oyun en son güncellemesini 2023'te almış. nasıl yani? o zaman kapanmış olması lazım bu oyunun. neredeyse 3 sene olacak. nasıl oluyor bu? aynı zamanda güncelde oyunun sahip olduğu şirket zepetto games değil de, saçma sapan bir isimli şirket olmuş. bunun açıklamasını bana biri yapsın. ben şuan eskiyi yaadetmek adına indiriyorum ve oynayacağım. umarım indirdiğime pişman olmam.
genel olarak point blank, benim için gelmiş geçmiş en kaliteli fps oyunlarından biridir. wolfteam'in sunduğu muazzam mekanikleri sunabilseydi, muhtemelen o dönemde wolfteam'in de önüne geçerdi. ama yapacak bir şey yok. biz onu her şekilde sevdik, değer verdik.
benim için gelmiş geçmiş en kaliteli fps oyunudur.
bu oyun üzerinde zamanında mazi yaşamamızı bir kenara bırakalım, oyunda inanılmaz bir felsefi hikaye mevcuttur. 11 yaşında elleri cüce parmaklıyken, kıçı sinek kılıyken tecrübe edinilen arcade tecrübesinde, zirveyi hiç kimselere bırakmayan oyundur.
2012 yılında oyunun geleneksel olarak çökmesi bu durumu değiştirmez. wolfteam her daim hayatımızda olmaya devam etmiştir. finansal ihtiyacı bu durumu asla saptıramaz. özleniyorsun 2011 wolfteam'i!
hadi dedik bir zamanlar kıbrıs'ın suyunu sıktık, bir de 'bir zamanlar'' diyarı üyesi olan istanbul versiyonuna da bi bakalım.
daha ilk saniyede, jenerik kısmında müzikleri hemencecik dikkatimi çekiverdi. dizinin ilk 15 dakikasında bile, jenerik dahil inanılmaz kaliteli soundtrack'ler mevcut. ve vee, müziklerin sahibi de şaşırtmayan şekilde ender gündüzlü ve metin arıgül. bu kadar kaliteli soundtrack'leri zaten bu adamlardan başkası besteleyemezdi. jenerik zaten başlı başına efsane, ama ben yine de dizi içerisinden bi örnek bırakayım; (11:43 kısmında)
diyelim ki diziden zerre hazetedim, sırf müzikleri için dahi izlemeye direnirim. hem dizinin oyuncu kadrosu da çok iyi. çok erken final yapmış. reytinglerini merak edip ona da baktım, ab haric hiçbir grupta ilk 10'a girememiş. ab'de de 6-7 sıralarda geziyor. ççok çok aşırı az reyting almış. bunun tabi kanalının trt 1 olmasıyla da alakası var, ama genel olarak alıcısı sığ olduğu için reyting alamamış. bu demek oluyor ki, bu dizi herkese hitap etmiyor, ve oldukça kaliteli. yine de izleyip göreceğiz, bakalım.
hayatımda gördüğüm en kaliteli jeneriğe sahip olan türk dizisi.
her ne kadar content bakımından zamanında çok taşlansa da, zannımca kaliteli bir diziydi. senaryosu uçuk kaçıktı ve benimsenmeye pek değer değildi. ama prodüksiyonu öyle değil. oyuncuklar, genel görselliği ve müzikleri efsaneydi dizinin. ayrıca son derece modern bir hayatın içerisine, ormandan fırlama ilkel ve yobaz kişiliklerin yerleştirilmesi, bu dizinin seyir zevkini arttıran en büyük etkenlerden.
reyting kurbanı oldu, değeri bilinmedi maalesef. çünkü kaliteliydi. content ne olursa olsun bu sektörde çok büyük emeklerin döndüğü, çok büyük potansiyellerin ve başarıların icra edildiğini unutmamak gerekiyor.
sinema nedir? görsel bir sanattır. peki görsel bir sanatta, fütursuzca, dehşetçe, aşırıca, sonsuzca "kaliteli" content beklemek ne kadar mantıklı? bir dizinin veya filmin her neyse işte, eğer seyir zevki çok çok yüksekse, o yapıt görsel sanatlığını bir şekilde kanıtlamıştır. yani "dehşet-ül vahşet" senaryoya sahip olsa nee, olmasa ne. görsel olarak son derece tatmin edici. çünkü bu bir görsel sanat. ben murat soner değilim, ben gerçekten bu sanatı icra edip acısıyla tatlısıyla bu sanatın gerçeklerinden bahseden biriyim. aramızda dağlar kadar fark var o sebeple.
neyse işte, kaliteli dizidir ego. hikâyeye fazla takılmayın. ama senaryodaki ince repliklere takılmanızı da bir o kadar istiyorum. çünkü çok sağlam replikler ve karakterler var dizide.
son olarak, dizinin müziklerini üstlendiği sanatçılar cem tuncer ve ercüment orkut. bu ikili efsane müzisyenlerdir. baraj dizisinde de muazzam işçilik sergilemişlerdi. bu dizide de şaheser eserler armağan etmişler bizlere. dizinin ilk sahnesinde çalan, diziyi ilk izlemeye başladığım sıralarda bu müziğe maruz kalan ben, "kim lan bu müziği besteleyen?" sorusunu sormama sebebiyet vermiştir. cevabı elbette pek uzakta değildi. ahanda bu ikili bestelemişti ya lan bu müzikleri!
tabi dizide daha bundan başka, sayısız müzik başarısı mevcut. cem tuncer ve ercüment orkut bile yeterli gelmemiş bu diziye. ithal müzikler de kullanmayı ihmal etmemişler. ve bu müzikler de sahnelere cuk diye oturmuş. sırf sahneyi bu müzik için izlediğim müziği, ne yaparsam yapayım bulamadım. shazam vs bulamıyor. ama efsane değil mi lan? dizide müzikler o kadar profesyonelce kullanılmış ki, asla ithal olduğunu hissetmezsin. ben hatta shazam bulamayana denk bu müziğin de cem tuncer ve ercüment'e ait olduğunu düşünmüştüm. ama yanılmışım. bahsettiğim ve halâ daha resmi olarak bulamadığım o müzik; (2:11:24 kısmında)
elbette bununla bitmedi. dizinin o muazzam jeneriğini besteleyen kişi cem tuncer vs değil. alper atakan diye bir sanatçı. öyle güzel bestelemiş ki, jeneriğin de verdiği görsellikle inanılmaz şölenlere imza atıyorsunuz. aslında cem tuncer ve ercüment orkut bu diziye bir jenerik bestelemiş, ama sanırım yönetmen bunu beğenmemiş olacak ki, türk dizi tarihinin en kaliteli jeneriklerinden birini besteletmiş. cuk diye de oturmuş. aradığım jenerik bu. görselliği de muazzam, müzisyenliği de. işin görsel tarafı da parlak projeler'e bırakılmış. cuk diye de oturmuş. tüm ekibin eline sağlık. ama alper abimin ruhuna daha da bir sağlık. (0:13) kısmında
görselliğiyle dinlemenizi tavsiye etsem de, sadece ses istiyorsanız da buradan;
diyecek tek kelimem yok. neyse abi çok konuştum ben. eğer izleyecek bir şeyler bulamadıysanız, zamanınız da bolsa, ve bir nebze de olsa eğlenmek istiyorsanız, bu diziyi izlemenizi tavsiye ediyorum. görsel ve müzikal olarak çok fazla tatmin olacaksınız çünkü. gerisi sizin algınıza kalmış.
buna ben de katılıyorum. ayrıca çaydan nefret etmek için ''sıtarboksçu veled'' olmanıza gerek yok. allah'ın otunun suya karışmış halininin nesini bu kadar arzuluyor insanlar, bunu hiçbir zaman anlayamayacağım sanırım.
ayrıca hava sıcak. bu sıcakta çay içecek kadar aciz insanlar olamazsınız.
bir alman yazılım markası olan "image line" tarafından piyasaya sürülen daw programı. basit tabirle, müzik oluşturma programı da denebilir.
ufaklık midi klavye uzun zamandır çekmecede yatıyordu. canım bu aralar müzik yapmak çekince, skullcandy ile bunu kombolayıp bir şeyler yapmaya karar verdim. tamam high-end değiliz, ama temeli biliyoruz şükür. hem bu programda müzik yapmayı beceremeseniz bile, kullanması aşırı zevkli. programda nereye tıklarsanız tıklayın ses çıkıyor. eğlenceli miksler falan da yapabiliyorsunuz. ben bir ara telefonuma mesaj ve zil sesi yapmıştım. tabi irili ufaklı beat'lerim de var.
harika bir program. tabi bu programı kullanmak için midi klavyeye ihtiyacınız yok. sadece mouse ile de bir şeyler yazabilirsiniz. ama midi klavyeyle daha etkileyici sesler çıkartabilirsiniz. bu programın tek eksisi, bana kalırsa stok plug-inleri. abi bu pluginler de kayda değer hiçbir ses yok. flex ve sytrus harici (ki onların içinde de sadece belli başlı sesler iyi, geri kalan tırt) hepsi iğrenç seslerden oluşuyor. kulak kanatıyor.
normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz.
Daha detaylı bilgi için çerez ve
gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.
online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.