tam adı grace goodside olan amerikalı yazar, şair, öğretmen ve aktivist kimlikleriyle bilinir; 1922/ 2007 yılları arasında yaşamış ve 84 yaşında hayatını kaybetmiştir.
birkaç gün sonra iki buçuk ay olacak annem bu dünyadan gideli, hayatı son bulan aslında hangimizdik emin değilim, bir morg kapısı önünde bana en sevdiğim insanı beklettiren bu hayat artık yaşanmaya değer mi, ona da emin değilim.
alışıyor muyum yoksa geberiyor muyum bilmem.
çaresizliğin ne demek olduğunu,
gideni ya da gitmek isteyeni durduramadığında, geri getiremeyeceğini anladığında anlıyorsun sadece.
her kopuşun ilk zamanları zordur, kıyametin ortasında kalmak gibi gelir, boş bir mezar bulsan içine uzanmak istersin, artık gitmiş olduğu gerçeğiyle yaşamak zordur.
" seni anlıyorum,
duvarın çöküşünü durduramayışını da.. "
1954 doğumlu türk şair, yazar ve mimar ali cengizkan imzalı eser; şiir türünde yer almakta iken 1982 yılında yayınlanmıştır.
şairin adını duymuş olsam da kitaplarıyla merhaba'laşmamıştım, dolayısıyla kendisinden okuduğum ilk kitap bu oldu, daha önce okumamış olmak da benim ayıbım olsun.
şimdi ise kitabımıza geçelim;
çocuk ömrümüz kavramıyla örtüşen şiirlerdi sıklıkla, çocukluğun ne zaman bittiğini anlamadığımız gibi ömrümüzün de ne zaman bu safhasına geldiğimizi bilemeyiz, sanki ömrünün de çocukluğun bitişi gibi bir anda bu raddeye geldiğine şaşıran bir bakış açısıyla yazıyor bana kalırsa bu kitabındaki şiirlerinde şair.
aşka, aşkın yitimine, ölümün özgürlükle ilgisine, sonları, kendini anlatmanın imkânsızlığını, hâlâ bir umut bekliyor olmayı, anılarla yaşamayı yansıtan şiirlerdi benim için.
hayatı farklı bir yerden yakalayan, bazı imgelerin düşündürücü olduğu, tesirli, keskin şiirler olduğunu kendi adıma söylemem mümkün olacaktır.
şiirlerde en düşündürücü bulduğum dize ise; "gül yapıyorlar eski anılardan " dizesi oldu, anıları durup durup koklar gibi hatırladığını ve anıların da dikenlerinin olabileceğini düşündüren bir yapıdaydı.
şairin iç dünyasını yansıtma biçimi oldukça iyiydi.
seçtiğim bazı dizeleri bırakarak burada bir son veriyorum.
neye yarar şiir, bir yanıt değilse?
neye yarar düşün, savunulmuyorsa.
senaryosu özgün sarı tarafından yazılan ve aynı isim tarafından yönetilen kısa film; veli sakallı adlı oyuncu rol almış ve 2017 yılında yayınlanmıştır.
suskunlaşmaya başlayan ve git gide iç dünyasına kapanan bir gencin toplumdaki yerini ve aidiyetsizlik hissi ile mücadelesini konu ediniyor.
genç adam elinde bond çanta ile geziyor, belki de çantasından başka bir şeyi olmadığı içindir, öyle suskun ki kendi sesini unutacak kadar susuyor, sanki bir arayış içerisinde gibi olduğunu düşündürüyor.
sanki suskunluğunu yırtacak bir insanın izini sürer gibi yaşıyor, anlaşılamadığı için suskun olmaya karar verdiğini düşünmek mümkün, anlaşılamadığını düşündüğü için susmuyorsa da kırgınlıktan dolayı suskun kalmayı tercih ettiği de düşünülebilir.
bazen sahile iniyor, denizi seyrediyor, sıklıkla insanların arasından geçip gidiyor, varlığı da yokluğu da fark edilmeyen bir hayalet gibi...
insanı suskunluğa iten nedenler üzerine düşündüren bir kısa filmdi, duygusal bir yanı da vardı, ölene kadar susacağını düşündürmesi gibi.
bana düşündürdüğü şeyler ise şunlar oldu;
insan kırıldığında ya da önemsenmediğinde suskunlaşabilir, bazen kelimeler de önemini yitirir, özellikle de karşında bir duvar varsa, konuşmak kâr etmeyecektir.
bazen ararız, ölene kadar konuşmak isteyeceğimiz bir insanı, yansıman gibi gördüğün o insanı, ölene kadar ararsın, belki de ölene kadar bulamazsın, şansın yâver giderse sen sustuğunda bile seni anlayacak olanı karşına çıkarır hayat.
onda kendi yansımanı görürsen anlatırsın, göremezsen de suskunlaşırsın...
senaryosu ibrahim bican tarafından yazılan ve aynı isim tarafından yönetilen 12 dakikalık kısa film; kerem tamgaç, ali aras, gül beril göktürk ve birkaç isim daha yer almış iken 2024 yılında yayınlanmıştır.
kendi sınırlarını aşma çabasını, yazı yazarken kavanoza bakmak zorunda kalan bir yazarın mücadelesi ile ele alıyor.
otuzlu yaşlarındaki adamın bir de arkadaşı var, o ise kavanozun çocuksu bir yöntem olabileceğini söyleyip onu yarın koşuya çıkmaya ikna ediyor, hem hareket olur, hem de ilham gelir düşüncesiyle koşuya çıkıyorlar, koşu da kâr etmiyor.
arayışta olduğu şey belki de bir histir ve o his koşmakla bulunamayacak kadar derinlerdedir, uzaktadır ya da bizzat kendisinin içindedir. o hissi çoktan yitirmiş bile olabilir..
bir kelime, bir söz, bir kavram, yazabileceğin en iyi şeyi yazmak için ne kadar ileri gidebilirsin, bir anlam, bir his için en fazla neyi fedâ edebilirsin? film bu sorunun üzerinde duruyor, kavanoz aslında bir metafor ya da bir simgeydi belki de, yazmak için muhtaç olduğumuz şey, yazabilmek için mecbur olduğumuz insan, kim bilir?
basit gibi dursa da üzerine düşündüren bir kısa filmdi, konusu düşündürücü bir tarzdaydı.
ölümden sonra unutulacağını düşünen arkadaşlara moral vermek adına açılmış başlık.
ölünce unutulmayacaksın, yani sırf öldüğün için unutulacaksın diye bir kâide yok, bana sorarsan unutulmak diye bir şey de yoktur, unutulmayacaksın.
hayatın en sıradan anlarında bile akla geleceksin, bazen bir marketin reyonunun önünde, bazen bir salata yaparken, bazen yürürken, seni sen yapan her şey hatırlanacak ve artık burada olmasan da ağlatacak yokluğun.
hatırlanman için ölmene gerek bile yoktur hatta, bıraktığın iz, verdiğin sevgi hâtıranı keskin kılacak.
yokluğun kalanın en büyük acısı ve en büyük çaresizliği olarak kalacak daima.
1962 doğumlu türk şair betül tarıman imzalı 77 sayfalık eser; 2004 yılında yayınlandığı bilinmektedir.
şairin adını daha önce duyduğumu hatırlamıyorum, dolayısıyla okuduğum ilk kitabı bu oldu, umduğumu bulduğum bir kitaptı, bu yüzden şairin diğer kitaplarını da okumayı düşünüyorum.
yaşamın bir yol, hayatlarımızın birer yolculuk, bizim de yolcu olduğumuzu hissettiren, hatırlatan şiirlerdi benim için.
ayrılığı, ayrılığın bir sonucu olan uzaklığı, geride kalmışlığı, ölümü hatırlayarak yaşamaya başlamayı, çekip gitmelerin yarattığı yıkımı, aşktan kovulmuş olmayı, hayat yolunda insanın karşısına çıkan duyguları yansıtan şiirlerdi biraz da.
felsefik bulduğum bazı dizeler de vardı, mesela; "artık onundur onun olmayan" dizesi gibi, üzerine düşünülesi bir söz olduğu bence âşikâr.
" bakıştaki anlamı yakalayacak kim? " dizesi de fena değildi.
şairin iç dünyasını yansıtma biçimini iyi buldum.
seçtiğim bazı dizeleri bırakarak burada bir son veriyorum.
muhammed emir öztürk ve uğur can çelikel gibi isimlerin yer aldığı 19 dakikalık kısa film; senaryo ve yönetmen bilgisi verilmemiş, 2024 yılında yayınlanmıştır.
sosyoloji mezunu kenan'ın benlik arayışını, vâr olma çabasını, hayata karşı duygu ve düşüncelerinde yaşadığı gelgitleri, toplum bilimi okumuş iken toplumun bir parçası olma / olamama hâlini konu ediniyor.
kenan metropolde kendini bulamayacağını anlamış olmanın verdiği aidiyetsizlik hissi ile çocukluğunun geçtiği köye dönmeye karar verir, mutsuzdur, arayıştadır, eline aldığı kitabın adı intihar'dır, belki de intihar etmenin değil de etmemenin yollarını aramaktadır, bir metafor ya da mecaz olarak almak gerekirse, aynayı = kendini aramaktadır.
köyde bir de kendisiyle aynı yaşlarda bir arkadaşı vardır ve ara sıra onunla dertleşir, içinde olduğu buhranı, vâr oluş sancısını ona da anlatmaktadır, arkadaşı ise ona bu gibi derin konular üzerine çok düşünmemesi gerektiğini önerir.
kenan'ın lavaboda baktığı ayna kırıktır, baktığı aynanın kırılmış olması ise aslında bir metafor gibidir, aslında kırık olan ayna değil, kendi vâr oluşudur, dağılmış olan, ayna olduğu kadar, aslında kendisidir.
baktığında kendi yansımanı görür gibi olduğun insanın, insanların, artık sana ayna olmadıkları zaman, ona baktığında senden hiçbir iz kalmadığını fark ettiğin zaman geldiğin durumu da hatırlatır niteliktedir, yansıman silinmiş gibi gelir ve bu silinme ise kişiyi derinden etkileyecektir.
kendini aramak, kendini bulmak için anılarının yaşandığı yere geri dönmek, kendini bulmak için verilen mücadele, yalnızlık, kısa filmi özetleyecek konular arasındadır.
sinematografik açıdan fena bulmadığım bir kısa filmdi, konusu hayata dair bazı noktalar üzerine düşündürücüydü.
ana fikir ise belki de şudur;
senin tek yansıman, aynan, bir başkası olmamalıdır bazen; çünkü insanlar giderler, yansıman da gider, senin yansıman kalbin, ruhun, nasıl mücadele ettiğin ve anılarındır belki de, anıları hatırlayamasan bile hepsi aslında ölene kadar seninledir...
1885/ 1972 yılları arasında yaşayan amerikalı şair ve yazar ezra pound imzalı eser; ezra pound tarafından ingilizce'ye çevrilmiş klasik çin şiiri koleksiyonu olarak da adlandırılmış ve 1915 yılında yayınlanmış, dilimize ise kıymetli şair ülkü tamer tarafından tercüme edilmiştir.
lustra adlı eserinden sonra kendisinden okuduğum son kitap bu oldu, her ne kadar şairin kendi iç dünyasından bağımsız sayılabilecek bir kitap olsa da, ondan olduğu gerçeği değişmez.
bazı şiirlerden epik bir tat almak da mümkün, mücadeleyi, savaş kavramını, yalnızlığı, zamanı, her şeyin geçip gidiyor olmasının verdiği burukluğu da hissettiren şiirlerdi benim için.
felsefik bulduğum bazı dizeler de oldu, örneğin; "duygu, alışkanlıktan doğuyor" dizesi üzerine düşünülesi bir ifadeydi, keza, "nasıl hatırlayabilir insan" dizesi de etkisi altına alabilecek dizelerdendi.
sarsıcı dizelerin azımsanamayacak ölçüde olmasını sevdim.
hayata dair keskin kırılma noktalarının yansıtılma biçimleri bence iyiydi, sarsıcı ve etkileyici bulduğum şiirlerdi, hayatın içinden duyguların etkili bir biçimde karşımıza çıkarıldığı, dokunaklı şiirlerdi.
seçtiğim bazı dizeleri bırakarak burada bir son veriyorum.
biri ‘dönüş’ dese herkes üzülüyor.
yola çıktığımızda
baharla sarkıyordu söğütler,
karda dönüyoruz,
ağır ağır gidiyoruz, açız, susadık,
kafamız üzüntüyle dolu,
acımızı kim anlar?
annesini çok yakın bir zaman önce yitiren ve babası da yurt dışında yaşayan bir çocuğun içine düştüğü buhran, bu acıyla mücadelesi ve artık hayatta olmayan annesini yeniden tanıma çabası konu ediniliyor.
annesini yitirdikten sonra babasının ise yeniden yurt dışına gitmesi gerekiyor, çocuğu ise anneannesine emanet ediyor.
annesini yitirdiği için derin bir bunalıma giren çocuk annesinin hatıralarıyla yüzleşiyor, ondan kalan walkman ona anneannesi tarafından veriliyor, annesinin sevdiği şarkıları keşfediyor, annesinin sosyal medya hesabına bir göz atıp, onu "anne kimliği" dışında da yeniden tanımaya çalışıyor.
yaşadığı bu derin acı onu türlü sorgulamalara itiyor, hayat artık yaşanmaya değer mi, yaşamaya devam etmeli mi, gibi soruların etrafında dönüyor.
daha sonra ise bir karar aldığını ve hayatın değerini bilmeye karar verdiğini görüyoruz, onun geçirdiği bu dönüşüm ile filmimizin sonlarına yaklaşıyoruz.
şimdi ise filmle ilgili kişisel fikirlerime geçiyorum;
2 ay önce annesini kaybetmiş biri olarak, benim için duygusal ve yakınlık kurduğum bir kısa filmdi, konusunu ve ana fikrini iyi buldum.
filmde de işlendiği üzere; annenin ölmesi dünyanın en korkunç acılarından biridir, çaresizliğin, yok oluşun, ölümün ne demek olduğunu insan galiba evinden bir kişi eksilmeden anlayamıyor...
kaybedilen insanın ardından duyulan üzüntü ayrı bir konu olmakla birlikte, sevdiğin bir insanı kaybetmek demek; kaybedilen insanla olan bütün anılarını, ona dair tanık olabildiğin her şeyi yeniden düşünmek, hatırlamaya çalışmak demektir galiba.
cevabını bir tek onun verebileceği sorular yarım kalmıştır, cevaplar yarım kalmıştır, tabaklar eksilir, neşe sıfırlanır, mutluluk kalmamıştır, kaybetmek böyle bir şeydir.
anılarla avunmak, anısını yaşatmaya çalışmak, ona lâyık bir evlat olma mücadelesi vermek, artık elden gelebilecek şey budur, tıpkı filmdeki çocuğun da yaşadığı dönüşüm gibi...
türk yazar, şair ve öğretmen ersagun üstündağ imzalı 96 sayfalık eser; şiir türünde yer almakta iken 2018 yılında yayınlanmıştır.
şairin adını daha evvel duymamıştım, kitabını tesadüfen görünce merak ettim ve nitekim okuduğum ilk kitabı bu oldu.
kitabın adının da bahşettiği gibi,
kalbi kırık cümleler lirik bir formda yansıyor, eski sevgilinin evlenmesi temalı şiirlerdi sıklıkla, âhının alındığını ve kalbinin kırıldığını dile getiriyor pek çok şiirinde, kamyon arkası sözler niteliğinde iç döküşler olarak gördüğüm şiirlerdi.
bağ kurulan insanın yokluğu, onun yokluğunda yalnızlaşmak ve aslında onun yokluğunun yalnızlık demek oluşu, senden gidene duyulan kızgınlık ve kırgınlık, şiirlerin hissettirmek istediği duygulardandı.
affetmek isteyip affedememek, yalnız bıraktığı için öfke duymak, onun sensiz mutlu olmasına dayanamıyor olmak, şiirlerin ele aldığı temalar arasındaydı denilebilir.
bazı dizeleri iyi buldum, seçtiğim bazı dizeleri bırakarak burada bir son veriyorum.
en can alıcı bulduğum dize ise; ne olur yıkıl git cenazemden dizesi oldu.
yaşarken yoksan ölünce de olma, anlamı taşır gibiydi.
öldürdüm içimdeki sen kokan her cümlemi.
iz bırakmadan öldürdün beni.
ben mi?
yalnızca sevdim.
gecelere nankör diye sitem ederdi düşlerim, oysa gözlerin kalleş çıktı,
leş’e çevirdi yüreğimi...
fark edemedim...
yokluğuna nikâh kıydım..
vefasızcaydı gidişin,
eskisin, eksisin
ama hâlâ bir sen eksiksin.
ömer furkan kılıç tarafından yönetilen 17 dakikalık kısa belgesel filmi;
kentleşme eyleminin köyde kalanı yalnız bırakmasını konu edinmekte iken 15 kasım 2025 tarihinde yayınlanmıştır.
adının hasan olma ihtimâli yüksek olan bir adamın, yaşadığı köyde kendi hâlinde yaşayıp vâr olma çabasını gösteriyor.
hasan dedenin eşi galiba artık hayatta değil, çocukları ise bir bir kente göçmüş olmalı, ilerlemiş yaşına rağmen her işini kendisi yapıyor, çamaşır yıkamak, yemek yapmak, soba yakmak gibi işlerle vakit geçiriyor, bazen dışarı çıktığını da görüyoruz ama yaşadığı hayattan mutlu mu, bilinmez.
ömrünün ne çabuk bu demlerine geçtiğine kendisi bile inanamıyor, bir saati var, ona artık fazla kalmayan zamanını hatırlatıyor.
bana düşündürdüğü birkaç şey oldu bu belgesel filmin;
hasan dedenin (eğer varsa) çocukları hayallerinin peşinden gittiği için hasan dede yalnızlığa mahkum edilmiş gibiydi, bu da bana şunu hatırlatıyor,
birinin hayallerine dâhil edilmediysen yalnızlaşabilirsin, bu yüzden mutlu olmak için başkasının hayalinde yer almayı beklemek yerine kendi hayallerine tutun.
hayattan vazgeçme ve hayata tutunma gibi konular üzerinde duruyor.
bizi hayata bağlayan şeylerin aslında bir ip niteliğinde olduğunu, o ipin bazen çok güçlü, bazen de koptu kopacak hâle geldiğini vurguluyor.
bir gün kırklı yaşlarında olduğu görülen bir adam hayattan vazgeçmeye karar verir, kendinden başka kimseye zarar verecek biri gibi durmadığı için bir tek kendinedir zararı.
yanına bir ip ve tabure alıp arabasına atlar ve belki de çocukken pikniğe geldikleri bu ormana gelir, sigarasını yakar, ağaç bulur ve ipi kurar, tabureyi koyar, derken o sırada küçük bir çocuk çıkagelir, o çocuk belki de başka biri değil, bizzat kendisinin çocukluğudur...
hayatının iplerinin kendisinde olduğunu fark ettiği görülür, o iple darağacı kurmak da mümkündür, salıncak kurmak da, çocukluğunu yeniden görmek onun kararında değişimlere sebep olur.
pes etmeye ramak kala hayata dönen bir insanın vermiş olduğu mücadeleyi gözler önüne seren, merak uyandıran bir kısa filmdi.
filmin de düşündürdüğü gibi,
bizi hayata bağlayan her şey aslında ip niteliğindedir, ne olursa olsun hayatta kalmanın önemini ve mücadele etmenin gerekliliğini hatırlatan bir kısa filmdi benim için.
sinematografik açıdan beğendim, başroldeki oyuncunun soğukkanlı tavrına rağmen aslında içindeki çocuğa merhamet edişi sarsıcı gibiydi.
senaryosu ömer yavuz tarafından yazılan ve yönetmen koltuğunda da aynı ismin oturduğu kısa film; melih osman uzun adlı oyuncu rol almış ve 2014 yılında yayınlanmıştır.
hayat nedir diye sorsalar, hep bir yara alma ve yaralarını sarma mücadelesi derdim, yaralar zamanla kapansa da yara almadan yaşamak galiba imkânsız, derinden hayal kırıklığına uğramak bile bir yaralanma biçimidir benim için.
kısa filmimiz de yara izlerini farklı bir bakış açısı ile ele alıyor, yara aldığın yerin bir daha eskisi gibi olamayabileceği ihtimâli üzerinde duruyor.
ahmet adlı genç bir gün baharın gelmesini fırsat bilip dışarı gezmeye çıkıyor, kendini doğaya atıyor ve yürürken bir anda otların orada duruyor, her yer yeşil iken artık yeşillik veremeyen o küçük toprağın önünde eğilip onun "yarasına" bakıyor.
artık yeşermeme nedeni belki de hor kullanıldığı, iyi bakılmadığı, yara aldığı ve yara izleri geçmediği içindir.
benim için son derece farklı bir kısa filmdi,
yara izi kavramını artık yeşermeme durumu ile bağdaştırarak yorumlamaları ilgi çekiciydi.
ana fikir ise belki de şuydu;
yaralanabilirsin, kırılabilirsin, ruhundaki yara ayağa kalkmana izin vermiyor gibi gelebilir ama her şey bitmiş değildir, yaralarını saracak olan tek şey zaman ve tek kişi de sensin, yara almış olman öldüğün anlamına gelmiyor, aksine, o yaraya bile dayanabilecek kadar güçlü olduğunu hatırlatıyor, ayağa kalk, yaralarını sar, yeşermek ve dünyanı cennet bahçesine çevirmek senin elinde..
1927/ 2004 yılları arasında yaşayan türk şair ve yazar şükran kurdakul imzalı eser;
şiir türünde yer almakta iken 1985 yılında yayınlanmıştır.
geçen mayıs ayında okuduğumu fark ettiğim bir yürekten bir yaşamdan adlı eserinden sonra kendisinden okuduğum son kitap bu oldu.
yazar, dünya edebiyatının önemli kitap karakterlerini de zikrederek çıkmış bu yola, kitabın adının ölümsüzlerle olmasının nedeni belki de budur, şimdi ise kitabımıza geçelim;
bir mıknatıs gibi olan şiirlerdi benim için,
iki farklı kutbu, iki farklı duygusu olan,
bazı şiirlerde ruhunun zindanda olduğunu hissettirir iken başka bir şiirinde ise ruhunun hiçbir yere sığamayacağını düşündürüyor.
her şeyi birden tersine dönebileceğini hissettiriyor, hayatın belki de bu tezatlıklardan ibâret olduğunu düşündürüyor, bulduğunu sandığın anda yitirmek, yitirdiğin anda başka bir duyguyu kazanmak, gibi.
içindeki yangınları söndürmeye okyanusların yetersiz olacağını dile getiriyor bir şiirinde, ki bu hüzünlü bir ifadeydi.
geleceğin ötesini görmeye muktedir olduğunu vurguluyor bir şiirinde, gelecekten ötesi var mıdır sorusunu akıllara getiriyor, etkileyici bir dizeydi.
acılar, terk edilmeler, mesafeler, gerçeklik, anılar ve imgeler üzerine düşündüren şiirler de yer alıyor, severek okuduğum bir kitap oldu.
seçtiğim bazı dizeleri bırakarak burada bir son veriyorum.
yakındayım..
o yanım saray, bu yanım zindan.
beklenmedik duygularla sevinirken
düşüncenin tuzağına düşen kim?
okyanuslar yetmedi içimdeki yangına
bendim
kendime karşı nöbette bekleyen beni.
senaryosu tayfur aydın tarafından yazılan ve aynı ismin yönetmen koltuğunda oturduğu 14 dakikalık kısa film; öyküsünün ise türk yazar yavuz ekinci'ye ait olduğu bilgisi verilmiş ve 2015 yılında yayınlanmıştır.
karısını kaybetmiş ve kaldığı yer olsa da aslında karısının mezarından başka gidecek yeri olmayan bir ihtiyârın hikâyesi konu ediniliyor.
filmimizde hiç diyalog yok, monolog da yok ama davranışlardan yola çıkarak anlam yüklemek mümkün.
kederli bir insan olduğu her hâlinden belli, oğlu, gelini ve torunu ile birlikte yaşıyor, bazen tütününü çıkardığı görülüyor ama içmekten vazgeçiyor, karısının mezarına gittiği günlerde ise derin bir acı çektiği anlaşılıyor, karısının mezarını düzenliyor, yabanî ot falan varsa onları koparıyor, mezarının kaybolmaması için elinden geleni yapıyor, çünkü o mezarda evlâdından sonra en sevdiği kişi yatıyor...
derken bir gün taşınmaya karar verdiklerini görüyoruz, eşyalar yüklendikten sonra oğlunun eline kazma verip kendisi de küreği alıyor ve mezarlığın yolunu tutuyorlar...
bir daha dönmemek üzere gittikleri için mezarda yatanı da yanlarına almanın bir yolunu buluyorlar ve filmin sonuna doğru yaklaşılıyor.
ölümden veya ölmekten korkum yok ama benim için irkiltici bir kısa filmdi, ilerleyen mezarlık sahneleri rahatsız edici olduğu kadar, düşündürücüydü de.
veda etmek ve kalbine gömmek gibi konular üzerine düşündüren bir yanı yok değildi,
en sevdiğin insanı ya da ona dair şeyleri yanına almadan gitmenin zorluğunu da hatırlatan, vurgulayan bir kısa filmdi.
film bize şu soruyu sorduruyor;
gördüğümüz mezarlar mı bize daha çok acı verir yoksa kalbimiz mi?
çünkü galiba en büyük mezarlık insanın kalbi ve kalbine gömdükleridir...
normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz.
Daha detaylı bilgi için çerez ve
gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.
online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.