dream theater images and words,
awake,
scenes from a memory gibi inanılmaz albümleri 7-8 yıl içerisinde üst üste yaparak progresif metalin tahtına kurulmuş ve uzun bir süre de orada kalmışsa da
train of thought ile beraber düşüşe geçmiş ve
black clouds and silver linings albümünden sonra ise bu düşüş yere çakılmaya dönüşmüştür. bu düşüşte tabii
kevin moore'u kaybetmelerinin etkisi büyüktür. mesela benim en sevdiğim ve bana göre dream theater'ın en sert, en karanlık ve de en duygu yüklü albümü olan awake'te kevin moore'un ağırlığı çok ciddi derecede hissedilmekteyken; moore sonrasında gruba katılan
derek sherinian gibi başarılı ve
jordan rudess gibi virtüöz klavyeciler ise moore'un grubun müziğine kattığı duygusal dokunuşları katmakta başarısız olmuşlardır ve sonuçta dream theater'ın müziği saniyede 283423 milyon nota basmayı marifet sayan bir anlayışa bürünerek kalitesini kaybetmiştir.
opeth ise bambaşka bir hikaye. öncelikle
mikael akerfeldt isimli vatandaş opeth'in her şeyi olduğu için grubun müzikalitesindeki değişimleri de akerfeldt'in entelektüel yolculuğu bağlamında ele almak gerekir.
orchid,
morningrise ve
my arms your hearse albümlerinde opeth'in melodik death metal çizgisinde olduğunu; ancak bir konsept albüm olan my arms your hearse ile akerfeldt'in çeşitli arayışlara giriştiğini görürüz ki her üç albüm de oldukça iyi albümlerdir.
still life'ta ise opeth'in daha progresif bir çizgiye kaydığını görürüz ki sonrasında zaten tüm zamanların en iyi metal albümlerinden biri olan
blackwater park çıkmıştır ve opeth dünyanın en çok bilinen metal gruplarından biri haline gelmiştir. blackwater park, akerfeldt'in
steven wilson** ile dostluğunu geliştirdiği ve opeth albümlerinin prodüktörlüğünü de wilson'a emanet ettiği bir döneme rastlaması açısından da ilginçtir; çünkü bu ikilinin birbirlerinden müzikal anlamda ne kadar etkilendiklerini hem opeth hem de porcupine tree albümlerinde çok net bir biçimde görmek mümkündür. opeth zamanla çok daha progresif bir çizgiye kayarak metalden ziyade rock kalıplarına uygun müzik yapmaya başlarken çok daha alternatif kalıplarda müzik yapan porcupine tree ise metal dinleyicilerine kendini sevdirecek albümler çıkarmaya başlamıştır. kişisel olaraksa opeth'in dinlerken zevk aldığım son albümü benim için
watershed'dir. sonrasında opeth'in kaydığı çizgiyi asla sevmemekle beraber belli bir kalitenin üzerinde kalmayı başarmış olmaları bakımından kendilerini dream theater'dan ayırmak gerektiği düşüncesindeyim.
yani benim için bu versusun kazananı opeth'tir; ancak meseleye daha teknik kalıplardan falan bakarsak dream theater'ın opeth'e üstün olduğu çok fazla yön olduğunu da unutmamak gerekir. dream theater gerçek bir gruptur ve sesini kaybettiği için zaman zaman yerden yere vurulan
james labrie de dahil olmak üzere grubun her bir üyesi çok üstün müzisyenlerdir, opeth ise akerfeldt'in kişisel projesidir; adeta tek kişilik dev kadrodur.
devamını gör...