1.
geçen açtığım dream theater vs tool başlığındaki gibi, bu grupların da birbirinden çok uzak tarzları olduğunun farkındayım.
sadece sözlükte hangisinin daha çok seveni vardır diye merak ettiğimden açıyorum bu başlıkları.
dream theater ile, awake albümlerini 1997'de alarak, opeth ile ise morningrise albümlerini 1999'da alarak tanışmıştım.
dream theater'ın awake ve scenes from a memory albümlerini aşırı severim, gerisi, bilhassa da 2005 ve sonrasındaki ürünleri olmasa da olur benim açımdan. zaten son 3 albümlerini, önden saldıkları single'lar dışında dinlemedim. tool ile açtığım versus başlığında da demişimdir bunları.
opeth'in ise morningrise albümüne ve başka bir albümünde yer alan faith in others şarkısına taparım. diskografilerinin geri kalanı hiç ilgimi celbetmedi. son 2-3 albümleri dışında hepsini de dinlemişimdir üstelik. galiba progressive rock maceralarını sonlandırıp veya buna ara verip gene klasik metal tarzlarında bir albüm çıkarmışlar en son. haberini falan gördüm de işte dinlemedim.
dream theater'ı seçiyorum. yani bir progressive metalciyim. dream theater'ın hem bir albüm daha fazlasını seviyorum opeth'ten, hem de benim sevdiğim tarzdaki progressive metal gruplarına büyük ilham olmuş bir topluluktur dt. opeth - morningrise... yani bu albümü de başka hiçbir albüme değişmem aslında. her zaman kendi özel yerini korur bende. albümdeki the night and the silent water şarkısı hayatımda dinlediğim en özel eserler arasındadır.
sadece sözlükte hangisinin daha çok seveni vardır diye merak ettiğimden açıyorum bu başlıkları.
dream theater ile, awake albümlerini 1997'de alarak, opeth ile ise morningrise albümlerini 1999'da alarak tanışmıştım.
dream theater'ın awake ve scenes from a memory albümlerini aşırı severim, gerisi, bilhassa da 2005 ve sonrasındaki ürünleri olmasa da olur benim açımdan. zaten son 3 albümlerini, önden saldıkları single'lar dışında dinlemedim. tool ile açtığım versus başlığında da demişimdir bunları.
opeth'in ise morningrise albümüne ve başka bir albümünde yer alan faith in others şarkısına taparım. diskografilerinin geri kalanı hiç ilgimi celbetmedi. son 2-3 albümleri dışında hepsini de dinlemişimdir üstelik. galiba progressive rock maceralarını sonlandırıp veya buna ara verip gene klasik metal tarzlarında bir albüm çıkarmışlar en son. haberini falan gördüm de işte dinlemedim.
dream theater'ı seçiyorum. yani bir progressive metalciyim. dream theater'ın hem bir albüm daha fazlasını seviyorum opeth'ten, hem de benim sevdiğim tarzdaki progressive metal gruplarına büyük ilham olmuş bir topluluktur dt. opeth - morningrise... yani bu albümü de başka hiçbir albüme değişmem aslında. her zaman kendi özel yerini korur bende. albümdeki the night and the silent water şarkısı hayatımda dinlediğim en özel eserler arasındadır.
devamını gör...
2.
opeth şahin ise dream theater paganidir.
opeth ergen grubudur dreams theater ise sağlam kulak gerektirir.
lütfen çöple altını kıyaslamayalım.
dream theater opeth in ömrü boyunca attığı riff i metropolis p 2 de atmıştır.
opeth ergen grubudur dreams theater ise sağlam kulak gerektirir.
lütfen çöple altını kıyaslamayalım.
dream theater opeth in ömrü boyunca attığı riff i metropolis p 2 de atmıştır.
devamını gör...
3.
dream theater'in lig dışı kaldığı battle.
mikael akerfeldtin yazımları, dinamik spektrumun gerçek anlamda içselleştirilmesine dayanır. bir şarkı içinde çiğ ceset çiğnemeli death metal an ile pastoral akustik pasajlar yan y ana gelebilir ama bu geçişler hiçbir zaman zorlama hissettirmez. duygu akışı kompozisyonun temelidir. blackwaterpark albümünde duyulan o katarsis his sadece rifflerin değil, dinamik kontrastrların ve modal geçişlerin bilinçli kullanımından kaynaklanır. opeth'in albüm temalarına, rifflerin detaylarına ve dünyanın en iyi death metal growllarına sahip frontmani dersimli pir mikael akerfeldt'in göz yaşartan diabolikal performanslarının labirentinde beni bir uçtan diğerine savururken, ortaya çıkan o dahiyane derinliğine daha da girmek isterdim. ama bunu niçin dream theater'e karşı bir kozmuş gibi yazayım ki? d.t'ye de ayıp olur. d.t grubu sanki başka bir ligin takımı gibi geliyor bana çünkü. opeth'in dengi yok. bu cümleye 100 yıl sonra müzikle ilgili metinlerde, kitaplarda, videolarda da şahit olacağız.
mikael akerfeldtin yazımları, dinamik spektrumun gerçek anlamda içselleştirilmesine dayanır. bir şarkı içinde çiğ ceset çiğnemeli death metal an ile pastoral akustik pasajlar yan y ana gelebilir ama bu geçişler hiçbir zaman zorlama hissettirmez. duygu akışı kompozisyonun temelidir. blackwaterpark albümünde duyulan o katarsis his sadece rifflerin değil, dinamik kontrastrların ve modal geçişlerin bilinçli kullanımından kaynaklanır. opeth'in albüm temalarına, rifflerin detaylarına ve dünyanın en iyi death metal growllarına sahip frontmani dersimli pir mikael akerfeldt'in göz yaşartan diabolikal performanslarının labirentinde beni bir uçtan diğerine savururken, ortaya çıkan o dahiyane derinliğine daha da girmek isterdim. ama bunu niçin dream theater'e karşı bir kozmuş gibi yazayım ki? d.t'ye de ayıp olur. d.t grubu sanki başka bir ligin takımı gibi geliyor bana çünkü. opeth'in dengi yok. bu cümleye 100 yıl sonra müzikle ilgili metinlerde, kitaplarda, videolarda da şahit olacağız.
devamını gör...
4.
valla ben opet kullanıyorum, yk ile çalıştığım için mobilden ödeyebiliyorum hemencik.
diğeri yeni girmiş sektöre galiba
hiç duymadım.
diğeri yeni girmiş sektöre galiba
hiç duymadım.
devamını gör...
5.
dream theater images and words, awake, scenes from a memory gibi inanılmaz albümleri 7-8 yıl içerisinde üst üste yaparak progresif metalin tahtına kurulmuş ve uzun bir süre de orada kalmışsa da train of thought ile beraber düşüşe geçmiş ve black clouds and silver linings albümünden sonra ise bu düşüş yere çakılmaya dönüşmüştür. bu düşüşte tabii kevin moore'u kaybetmelerinin etkisi büyüktür. mesela benim en sevdiğim ve bana göre dream theater'ın en sert, en karanlık ve de en duygu yüklü albümü olan awake'te kevin moore'un ağırlığı çok ciddi derecede hissedilmekteyken; moore sonrasında gruba katılan derek sherinian gibi başarılı ve jordan rudess gibi virtüöz klavyeciler ise moore'un grubun müziğine kattığı duygusal dokunuşları katmakta başarısız olmuşlardır ve sonuçta dream theater'ın müziği saniyede 283423 milyon nota basmayı marifet sayan bir anlayışa bürünerek kalitesini kaybetmiştir.
opeth ise bambaşka bir hikaye. öncelikle mikael akerfeldt isimli vatandaş opeth'in her şeyi olduğu için grubun müzikalitesindeki değişimleri de akerfeldt'in entelektüel yolculuğu bağlamında ele almak gerekir. orchid, morningrise ve my arms your hearse albümlerinde opeth'in melodik death metal çizgisinde olduğunu; ancak bir konsept albüm olan my arms your hearse ile akerfeldt'in çeşitli arayışlara giriştiğini görürüz ki her üç albüm de oldukça iyi albümlerdir. still life'ta ise opeth'in daha progresif bir çizgiye kaydığını görürüz ki sonrasında zaten tüm zamanların en iyi metal albümlerinden biri olan blackwater park çıkmıştır ve opeth dünyanın en çok bilinen metal gruplarından biri haline gelmiştir. blackwater park, akerfeldt'in steven wilson** ile dostluğunu geliştirdiği ve opeth albümlerinin prodüktörlüğünü de wilson'a emanet ettiği bir döneme rastlaması açısından da ilginçtir; çünkü bu ikilinin birbirlerinden müzikal anlamda ne kadar etkilendiklerini hem opeth hem de porcupine tree albümlerinde çok net bir biçimde görmek mümkündür. opeth zamanla çok daha progresif bir çizgiye kayarak metalden ziyade rock kalıplarına uygun müzik yapmaya başlarken çok daha alternatif kalıplarda müzik yapan porcupine tree ise metal dinleyicilerine kendini sevdirecek albümler çıkarmaya başlamıştır. kişisel olaraksa opeth'in dinlerken zevk aldığım son albümü benim için watershed'dir. sonrasında opeth'in kaydığı çizgiyi asla sevmemekle beraber belli bir kalitenin üzerinde kalmayı başarmış olmaları bakımından kendilerini dream theater'dan ayırmak gerektiği düşüncesindeyim.
yani benim için bu versusun kazananı opeth'tir; ancak meseleye daha teknik kalıplardan falan bakarsak dream theater'ın opeth'e üstün olduğu çok fazla yön olduğunu da unutmamak gerekir. dream theater gerçek bir gruptur ve sesini kaybettiği için zaman zaman yerden yere vurulan james labrie de dahil olmak üzere grubun her bir üyesi çok üstün müzisyenlerdir, opeth ise akerfeldt'in kişisel projesidir; adeta tek kişilik dev kadrodur.
opeth ise bambaşka bir hikaye. öncelikle mikael akerfeldt isimli vatandaş opeth'in her şeyi olduğu için grubun müzikalitesindeki değişimleri de akerfeldt'in entelektüel yolculuğu bağlamında ele almak gerekir. orchid, morningrise ve my arms your hearse albümlerinde opeth'in melodik death metal çizgisinde olduğunu; ancak bir konsept albüm olan my arms your hearse ile akerfeldt'in çeşitli arayışlara giriştiğini görürüz ki her üç albüm de oldukça iyi albümlerdir. still life'ta ise opeth'in daha progresif bir çizgiye kaydığını görürüz ki sonrasında zaten tüm zamanların en iyi metal albümlerinden biri olan blackwater park çıkmıştır ve opeth dünyanın en çok bilinen metal gruplarından biri haline gelmiştir. blackwater park, akerfeldt'in steven wilson** ile dostluğunu geliştirdiği ve opeth albümlerinin prodüktörlüğünü de wilson'a emanet ettiği bir döneme rastlaması açısından da ilginçtir; çünkü bu ikilinin birbirlerinden müzikal anlamda ne kadar etkilendiklerini hem opeth hem de porcupine tree albümlerinde çok net bir biçimde görmek mümkündür. opeth zamanla çok daha progresif bir çizgiye kayarak metalden ziyade rock kalıplarına uygun müzik yapmaya başlarken çok daha alternatif kalıplarda müzik yapan porcupine tree ise metal dinleyicilerine kendini sevdirecek albümler çıkarmaya başlamıştır. kişisel olaraksa opeth'in dinlerken zevk aldığım son albümü benim için watershed'dir. sonrasında opeth'in kaydığı çizgiyi asla sevmemekle beraber belli bir kalitenin üzerinde kalmayı başarmış olmaları bakımından kendilerini dream theater'dan ayırmak gerektiği düşüncesindeyim.
yani benim için bu versusun kazananı opeth'tir; ancak meseleye daha teknik kalıplardan falan bakarsak dream theater'ın opeth'e üstün olduğu çok fazla yön olduğunu da unutmamak gerekir. dream theater gerçek bir gruptur ve sesini kaybettiği için zaman zaman yerden yere vurulan james labrie de dahil olmak üzere grubun her bir üyesi çok üstün müzisyenlerdir, opeth ise akerfeldt'in kişisel projesidir; adeta tek kişilik dev kadrodur.
devamını gör...
6.
opeth
devamını gör...
7.
bundan 10 yıl önceki tercihim dream theater olurdu muhtemelen ama bugünkü versusun kazananı benim için opeth.
kabaca düşünürsem opeth'in yarattığı atmosferi daha çok seviyorum. dream theater beni müzikal anlamda kendine hayran bırakıyor ama benim ruhuma dokunamıyor. opeth'in besteleri daha doğal, daha organik; dream theater'ın yapaylık hissiyatına göre çok daha samimi.
opeth yeni haliyle her ne kadar müzikal anlamda geçmiş dönem müziklerine yaklaşsa da, değişebilen, risk alan tavrıyla bence daha yeğ. tamam, güzel bir şey yapıyorsan değiştirmeye gerek yok ama daha güzel bir şey yapabilecek potansiyelin varsa değişim çok klas bir hareket ki ben opeth'in ikinici dönemini de çok beğenenlerdenim.
vokal anlamında akerfeldt'in hem clean hem brutal vokali ustalıkla kullanıyor olması da benim zevkime çok uygun. labrie'nin vokalini dt'ın en azılı fanlarından olduğum dönemlerde bile sevmedim.
opeth parça çeşitliliği anlamında daha zengin bir içeriğe sahip. “ghost of perdition” veya “deliverance" gibi teknik ve hayvani şarkıların dışında “windowpane”, “in my time of need” gibi melankolik, “heritage” ya da “pale communion” gibi progresif rock şarkıları aynı çatı altında barındırabiliyor. dt'ın da birbirinde çok farklı şarkıları var ama nedense bende hepsi aynı hissiyatı yaratıyor, hatrı sayılır bir duygusal değişime yol açmıyor.
aslında daha birçok detay var ama yazısı da uzatmak istemem.
velhasıl opeth diyorum.
not: tabii ki yukarıda bir kısmından bahsettiğim şeyler tamamen benim kişisel zevkimle alakalıdır, bir başkasının aynı fikirde olmaması kadar doğal bir şey yoktur. iyi, kötü, güzel, çirkin gibi kavramlar benim duygum, birikimim, yaşantım, hayal gücüm, estetik anlayışım, müzikten beklentim ve kırk beş senede beni ben yapan daha birçok şey sayesinde değer bulur dolayısıyla "şu kötüdür, bu iyidir" gibi tanrısal tavırlar takınmadan naçizane kendi fikrimi belirttiğimin de ayrıca altını çizmek isterim.
kabaca düşünürsem opeth'in yarattığı atmosferi daha çok seviyorum. dream theater beni müzikal anlamda kendine hayran bırakıyor ama benim ruhuma dokunamıyor. opeth'in besteleri daha doğal, daha organik; dream theater'ın yapaylık hissiyatına göre çok daha samimi.
opeth yeni haliyle her ne kadar müzikal anlamda geçmiş dönem müziklerine yaklaşsa da, değişebilen, risk alan tavrıyla bence daha yeğ. tamam, güzel bir şey yapıyorsan değiştirmeye gerek yok ama daha güzel bir şey yapabilecek potansiyelin varsa değişim çok klas bir hareket ki ben opeth'in ikinici dönemini de çok beğenenlerdenim.
vokal anlamında akerfeldt'in hem clean hem brutal vokali ustalıkla kullanıyor olması da benim zevkime çok uygun. labrie'nin vokalini dt'ın en azılı fanlarından olduğum dönemlerde bile sevmedim.
opeth parça çeşitliliği anlamında daha zengin bir içeriğe sahip. “ghost of perdition” veya “deliverance" gibi teknik ve hayvani şarkıların dışında “windowpane”, “in my time of need” gibi melankolik, “heritage” ya da “pale communion” gibi progresif rock şarkıları aynı çatı altında barındırabiliyor. dt'ın da birbirinde çok farklı şarkıları var ama nedense bende hepsi aynı hissiyatı yaratıyor, hatrı sayılır bir duygusal değişime yol açmıyor.
aslında daha birçok detay var ama yazısı da uzatmak istemem.
velhasıl opeth diyorum.
not: tabii ki yukarıda bir kısmından bahsettiğim şeyler tamamen benim kişisel zevkimle alakalıdır, bir başkasının aynı fikirde olmaması kadar doğal bir şey yoktur. iyi, kötü, güzel, çirkin gibi kavramlar benim duygum, birikimim, yaşantım, hayal gücüm, estetik anlayışım, müzikten beklentim ve kırk beş senede beni ben yapan daha birçok şey sayesinde değer bulur dolayısıyla "şu kötüdür, bu iyidir" gibi tanrısal tavırlar takınmadan naçizane kendi fikrimi belirttiğimin de ayrıca altını çizmek isterim.
devamını gör...
8.
bu tür versuslardan uzak durmaya çalışsam da kendimi dahil etmeden duramıyorum. iki grubu da severim ve dinlerim. benim için şöyle bir fark var sanırım; dream theater'ı tüm albüm olarak dinleyebilirken opeth'de şarkı seçerim. bu benim dream theater'cı olduğumun göstergesidir belki bilmiyorum. opeth'de ise sevdiğim şarkıları o kadar çok dinlemişimdir ki, belki dinleme süresi açısından dream theater ile yarışır.
dream theater'ın 1999 çıkışlı albümü metropolis pt. 2: scenes from a memory'si nasıl muhteşem bir albümdür. o müzikal hikayenin içinde kaybolmayı çok seviyorum ben.
gözlerini kapat ve rahatlamaya başla. derin bir nefes al ve yavaşça ver. nefesine konsantre ol. her nefeste daha da rahatlayacaksın. üstünde parlak beyaz bir ışık hayal et. bedeninden akan bu ışığa odaklan...
beş. dört. üç. iki. herhangi bir zamanda geri dönmen gerekirse, tek yapman gereken gözlerini açmak.
ya da opeth'in kısacık ending credits'inde yaptığım yıldızlar arası yolculuklar. bu şarkının büyüsü sarıp sarmalar başka bir aleme dalarsın...
dream theater'ın 1999 çıkışlı albümü metropolis pt. 2: scenes from a memory'si nasıl muhteşem bir albümdür. o müzikal hikayenin içinde kaybolmayı çok seviyorum ben.
gözlerini kapat ve rahatlamaya başla. derin bir nefes al ve yavaşça ver. nefesine konsantre ol. her nefeste daha da rahatlayacaksın. üstünde parlak beyaz bir ışık hayal et. bedeninden akan bu ışığa odaklan...
beş. dört. üç. iki. herhangi bir zamanda geri dönmen gerekirse, tek yapman gereken gözlerini açmak.
ya da opeth'in kısacık ending credits'inde yaptığım yıldızlar arası yolculuklar. bu şarkının büyüsü sarıp sarmalar başka bir aleme dalarsın...
devamını gör...