yazarların yazdığı hikayeler
başlık "delirmiş_psikolog" tarafından 14.11.2020 17:34 tarihinde açılmıştır.
bir tuhaf cennet/ bölüm 1
taksici, "abi senin cennete geldik", durduğumuz yerden üç dört metre ötede, uzun otlar yüzünden zar zor seçilen tahta köprüyü işaret ederek "şu tahta köprüyü geçeceksin, kapısı orada" dedi. “altında pis su kanalı var, atlayayım deme, düşersin. düşersen de çıkmak için yarım saat yukarı yürümen gerekir” diye ekledi.
”bu mu yani sırat” dedim. “hani ateş, hani kılıçtan keskin kıldan ince tel”
“bu fakirlerin cenneti, ateşe verecek paraları olsa soba yakarlar kışın” diye yanıtladı.
"tamam, o zaman" dedim. ilk çıkan, tarihi taksimetrelere benzeyen taksimetredeki tutara baktım, 666 lira. taksici mahcup bir şekilde "buraya otobüs koymaları lazım, herkeste para olmuyor" dedi.
cebime davrandım. cep falan yok. böyle bembeyaz bir gecelik giymişim; sadece boyun ve iki de kol deliği olan, koni biçiminde aşağı doğru inen bir şey. iç çamaşırı giymemişim. hani çişim gelse eteği kaldır otur tuvalete.
"bende de para yok, yanıma koymamışlar" dedim ellerimi iki yana açarak.
"lanet olsun, eve ekmek götüremiyoruz”. durdu, yüzüme baktı, “de sekter git gireceğin yere" dedi.
gittim.
üstü kurumuş çamur kaplı, toz rengi tahta köprü, kırık dökük olmasına, adım attıkça gıcırdamasına rağmen sağlamdı. nitekim birkaç adımda geçtim ve “cennet no 1” yazılı levhanın bulunduğu kapıya yürüyüp içeri girdim.
çok büyük ve toprak renginin hâkim olduğu bir bahçeydi burası. bahçede çok sayıda tahta, çevresine dört kişinin ancak sıkışarak oturabileceği kadar küçük masalar vardı. masaların etrafına da dörder tahta sandalye dizilmişti. hem masalar hem de sandalyeler dışarıdaki köprü gibi toprak rengiydi ve bana kırk yıl, elli yıl öncesinin köy kahvelerini anımsatıyordu.
“sizi böyle alalım” dedi bir genç kadın sesi. sese döndüm. on dokuz, yirmi yaşlarında daha fazla değil bir genç kız… kızın üzerinde benim giydiğim gibi bir boyun ve iki kol deliği olan bir gömlek vardı. gömlek de toprak rengiydi ve göğüslerinin hemen altında bitiyordu. belden aşağısı tamamen çıplaktı. göğüslerinin ucunu gömlek kapatıyordu ama altı açıktı. yukarıdan aşağı süzdüm kendisini. “sen kimsin” dedim.
”ben bu cennetin hurilerinden biriyim” dedi.
”başkaları da mı var” dedim.
”çok” dedi. “mesai saati gelsin hepsi çıkar ortaya”
gerçekten de kısa bir süre sonra ortalık az önce konuştuğum huri gibi giyinmiş kadınlarla kaynıyordu. her masanın yanında en az iki huri. ilginç bir şekilde de hepsi birbirine benziyordu.
”nasıl ayırt edeceğiz sizi” dedim.
”saç rengimiz bir, kaş rengimiz iki” dedi. “başka ayrıntılar da var; onları zaman geçince kendiniz öğrenirsiniz.”
huriler ortaya çıktıktan kısa bir süre sonra diğer cennet sakinleri de ortaya çıkmaya başladı. bıyıklı, sakallı, tüysüz, yüzsüz bir dolu adam…
bir de kafa, iki kol iki bacaktan oluşan vücudunun geri kalan kısımları silgiyle silinmiş gibi duran adamlar vardı. bunlar elbise falan giymemişti.
“bunlar kim ve ayrıca kadınlar yok mu” dedim.
”kadınlar diğer cennette. bir süre sonra ziyaret edebilirsin orayı ama önce buraya bir alış. bunlar da intihar bombacıları” dedi. patlama sonucunda gövdelerinin ortaları tamamen dağıldığı ve toplamak çok zaman aldığı için onları bu şekilde alıyorlar. bir umut bir şeyler olabilir diye hurilerin peşinden ayrılmaz bunlar. ama huri de olsak bizim de canımız var. o kadar eksik adamla hiç işimiz olmaz”
“çok sordum ama son bir soru daha sonra sormam herhalde” dedim. “şöyle bakıyorum buradaki erkek sayısı kadar huri var. hani burada adam başına yetmiş iki huri düşüyordu. nasıl oluyor bu”.
”doğru” diye yanıtladı. “istersen düşüyor” az ötede büyükçe bir tahta platformun üstünde ayakta duran adamı gösterdi. adamın yaklaşık on metre üstünde, ortası çukurlaşmış bir tente vardı. ne olduğunu anlamaya çalışırken tente olduğu gibi adamın kafasına düştü. tentenin içinden sayamadığım kadar kız çıktı.
”konu yanlış anlaşılmış, adam başına yetmiş iki huri böyle düşüyor” dedi yanımdaki huri. orada yetmiş iki taneler.
”adam nerede” dedim
huriler dağıldıktan sonra gördüm. sinekkapan bitkisi tarafından yakalanmış kurbağadan geri kalanlar kadar bir şey kalmıştı adamdan geriye. gerisi macun gibi bir şeydi.
”gel” dedi huri. “sen yoldan geldin yorgunsundur. sana bir masaj yapayım, kuytu bir yere gidelim.”
en kuytu yer örtüsü bile olmayan masanın altıydı tabi ki.
taksici, "abi senin cennete geldik", durduğumuz yerden üç dört metre ötede, uzun otlar yüzünden zar zor seçilen tahta köprüyü işaret ederek "şu tahta köprüyü geçeceksin, kapısı orada" dedi. “altında pis su kanalı var, atlayayım deme, düşersin. düşersen de çıkmak için yarım saat yukarı yürümen gerekir” diye ekledi.
”bu mu yani sırat” dedim. “hani ateş, hani kılıçtan keskin kıldan ince tel”
“bu fakirlerin cenneti, ateşe verecek paraları olsa soba yakarlar kışın” diye yanıtladı.
"tamam, o zaman" dedim. ilk çıkan, tarihi taksimetrelere benzeyen taksimetredeki tutara baktım, 666 lira. taksici mahcup bir şekilde "buraya otobüs koymaları lazım, herkeste para olmuyor" dedi.
cebime davrandım. cep falan yok. böyle bembeyaz bir gecelik giymişim; sadece boyun ve iki de kol deliği olan, koni biçiminde aşağı doğru inen bir şey. iç çamaşırı giymemişim. hani çişim gelse eteği kaldır otur tuvalete.
"bende de para yok, yanıma koymamışlar" dedim ellerimi iki yana açarak.
"lanet olsun, eve ekmek götüremiyoruz”. durdu, yüzüme baktı, “de sekter git gireceğin yere" dedi.
gittim.
üstü kurumuş çamur kaplı, toz rengi tahta köprü, kırık dökük olmasına, adım attıkça gıcırdamasına rağmen sağlamdı. nitekim birkaç adımda geçtim ve “cennet no 1” yazılı levhanın bulunduğu kapıya yürüyüp içeri girdim.
çok büyük ve toprak renginin hâkim olduğu bir bahçeydi burası. bahçede çok sayıda tahta, çevresine dört kişinin ancak sıkışarak oturabileceği kadar küçük masalar vardı. masaların etrafına da dörder tahta sandalye dizilmişti. hem masalar hem de sandalyeler dışarıdaki köprü gibi toprak rengiydi ve bana kırk yıl, elli yıl öncesinin köy kahvelerini anımsatıyordu.
“sizi böyle alalım” dedi bir genç kadın sesi. sese döndüm. on dokuz, yirmi yaşlarında daha fazla değil bir genç kız… kızın üzerinde benim giydiğim gibi bir boyun ve iki kol deliği olan bir gömlek vardı. gömlek de toprak rengiydi ve göğüslerinin hemen altında bitiyordu. belden aşağısı tamamen çıplaktı. göğüslerinin ucunu gömlek kapatıyordu ama altı açıktı. yukarıdan aşağı süzdüm kendisini. “sen kimsin” dedim.
”ben bu cennetin hurilerinden biriyim” dedi.
”başkaları da mı var” dedim.
”çok” dedi. “mesai saati gelsin hepsi çıkar ortaya”
gerçekten de kısa bir süre sonra ortalık az önce konuştuğum huri gibi giyinmiş kadınlarla kaynıyordu. her masanın yanında en az iki huri. ilginç bir şekilde de hepsi birbirine benziyordu.
”nasıl ayırt edeceğiz sizi” dedim.
”saç rengimiz bir, kaş rengimiz iki” dedi. “başka ayrıntılar da var; onları zaman geçince kendiniz öğrenirsiniz.”
huriler ortaya çıktıktan kısa bir süre sonra diğer cennet sakinleri de ortaya çıkmaya başladı. bıyıklı, sakallı, tüysüz, yüzsüz bir dolu adam…
bir de kafa, iki kol iki bacaktan oluşan vücudunun geri kalan kısımları silgiyle silinmiş gibi duran adamlar vardı. bunlar elbise falan giymemişti.
“bunlar kim ve ayrıca kadınlar yok mu” dedim.
”kadınlar diğer cennette. bir süre sonra ziyaret edebilirsin orayı ama önce buraya bir alış. bunlar da intihar bombacıları” dedi. patlama sonucunda gövdelerinin ortaları tamamen dağıldığı ve toplamak çok zaman aldığı için onları bu şekilde alıyorlar. bir umut bir şeyler olabilir diye hurilerin peşinden ayrılmaz bunlar. ama huri de olsak bizim de canımız var. o kadar eksik adamla hiç işimiz olmaz”
“çok sordum ama son bir soru daha sonra sormam herhalde” dedim. “şöyle bakıyorum buradaki erkek sayısı kadar huri var. hani burada adam başına yetmiş iki huri düşüyordu. nasıl oluyor bu”.
”doğru” diye yanıtladı. “istersen düşüyor” az ötede büyükçe bir tahta platformun üstünde ayakta duran adamı gösterdi. adamın yaklaşık on metre üstünde, ortası çukurlaşmış bir tente vardı. ne olduğunu anlamaya çalışırken tente olduğu gibi adamın kafasına düştü. tentenin içinden sayamadığım kadar kız çıktı.
”konu yanlış anlaşılmış, adam başına yetmiş iki huri böyle düşüyor” dedi yanımdaki huri. orada yetmiş iki taneler.
”adam nerede” dedim
huriler dağıldıktan sonra gördüm. sinekkapan bitkisi tarafından yakalanmış kurbağadan geri kalanlar kadar bir şey kalmıştı adamdan geriye. gerisi macun gibi bir şeydi.
”gel” dedi huri. “sen yoldan geldin yorgunsundur. sana bir masaj yapayım, kuytu bir yere gidelim.”
en kuytu yer örtüsü bile olmayan masanın altıydı tabi ki.
devamını gör...