yazarların yazdığı hikayeler
başlık "delirmiş_psikolog" tarafından 14.11.2020 17:34 tarihinde açılmıştır.
81.
rüstem
rüstem, rüstem bey lütfen uyanın
hı
iyi misiniz?
neredeyim efendim ben?
bir süredir uyuyordunuz
ne kadardır?
ne, ne kadardır?
evladım ne kadar zamandır uyuyorum?
kusura bakmayın ilk defa bu soruyu bu hızla soran biriyle karşılaştım
evet dinliyorum
yaklaşık 3 hafta oldu
tam olarak mı?
efendim? ha evet bugün 21. gününüz bitmek üzereydi
anlıyorum hazırlanayım ben
efendim tetkikleriniz?
siz bana saksağanlar nerede onu söyleyin
rüstem bey, kadirşinas iki saksağanı hastanenin bahçesinde bir ağacın dalına tünemiş halde görünce ferahladı. biri üzerine her zaman olduğu gibi onun emeklilik yadigârı ceketini giymiş diğeri ise belli ki sıkıldığından bir deste iskambil kağıdını karıştırıp duruyordu.
rüstem bey'i görünce can havliyle yanına uçtular. üçü bir anda sarmaş dolaş olsa da dışarıdan bakan biri için kuşlar ve saldırdığı yaşlı adam sahnesi yaşanıyor sanılabilirdi. her neyse ilk söze sağdaki ceketli atıldı.
inanın sizi beklemekten canımızdan aşağı yollar açıldı da biz gide gele o biteviye canımızı dişimize takıp taklacı güvercinlerin alaylarına rağmen konmadık göçmedik. nerede kaldınız rüstem bey sahi?
ah çocuklar biraz içim geçmiş o kadar. şimdi karşınızdayım. haydi dünyaya başlayalım.
devamı gelcek......
rüstem, rüstem bey lütfen uyanın
hı
iyi misiniz?
neredeyim efendim ben?
bir süredir uyuyordunuz
ne kadardır?
ne, ne kadardır?
evladım ne kadar zamandır uyuyorum?
kusura bakmayın ilk defa bu soruyu bu hızla soran biriyle karşılaştım
evet dinliyorum
yaklaşık 3 hafta oldu
tam olarak mı?
efendim? ha evet bugün 21. gününüz bitmek üzereydi
anlıyorum hazırlanayım ben
efendim tetkikleriniz?
siz bana saksağanlar nerede onu söyleyin
rüstem bey, kadirşinas iki saksağanı hastanenin bahçesinde bir ağacın dalına tünemiş halde görünce ferahladı. biri üzerine her zaman olduğu gibi onun emeklilik yadigârı ceketini giymiş diğeri ise belli ki sıkıldığından bir deste iskambil kağıdını karıştırıp duruyordu.
rüstem bey'i görünce can havliyle yanına uçtular. üçü bir anda sarmaş dolaş olsa da dışarıdan bakan biri için kuşlar ve saldırdığı yaşlı adam sahnesi yaşanıyor sanılabilirdi. her neyse ilk söze sağdaki ceketli atıldı.
inanın sizi beklemekten canımızdan aşağı yollar açıldı da biz gide gele o biteviye canımızı dişimize takıp taklacı güvercinlerin alaylarına rağmen konmadık göçmedik. nerede kaldınız rüstem bey sahi?
ah çocuklar biraz içim geçmiş o kadar. şimdi karşınızdayım. haydi dünyaya başlayalım.
devamı gelcek......
devamını gör...
82.
bir insan varmış,
bir insan daha varmış,
bu insan, diğer insana ''seni asla üzmeyeceğim'' demiş
ve üzmüş.
bu kadar.
bir insan daha varmış,
bu insan, diğer insana ''seni asla üzmeyeceğim'' demiş
ve üzmüş.
bu kadar.
devamını gör...
83.
kendine yabacı
eve dönerken dinlenmek adına yalnızca beş dakikalığına oturmaya karar verdiğim banktan karşımdaki denizi seyretmeye devam ettim. elimde siyah, deri iş çantam, üzerimde siyah uzun, kalın paltom ve kafamda berem ile birlikte yaklaşık yarım saattir bu bankta oturuyorum. içimdeki sıkıntıları düşünürken bir martı geçti bağırarak, sonra bir pamuk şekerci ve insanlar akşamın sakinliğinden yararlanarak deniz kıyısına doluşmaya başladılar. yerimden kalktım ve evin yolunu yürümeye başladım.
kafamda dönüp duran sorunlar, senaryolar, sorular, kafamın içindeki sesler asla susmuyor. içimde benim dışımda yaşayan o iki kişinin sesleri... birbirlerine çok zıt olsalar da her zaman aynı konuda birlik oluyorlar. yalnızlığım, sorunlarım, hayatım, takıntılarım... birkaç aydır eşimle konuşmuyor, konuşamıyor oluşum ve hastalığım en büyük sorunum sanırım. bunları düşünürken duydum yine o sesi. o ses...
''şiit!'' diyordu bana.
''bencilsin sen. yalnızca kendini düşünen, kendi iyiliğini düşünen bencil, yalnız ve daima yalnız kalacak bir adamsın.'' diyordu biri.
diğeri ise ''düşünme bunları, yorma kendini.''
bir sigara yaktım oturduğum mutfak masasında. ev içindeki sorunlar asla çıkmıyor aklımdan. ev içinde yanımdakilere karşı duruşum nasıl acaba? bana kalırsa gayet ılımlı, ilgili. bir sıkıntı kapladı içimi. kafamı kaldırıp camın ardında gözüken gökyüzüne ve bana göz kırpan yıldızlara baktım. düşündüm sonra. niye böyleyim, neye böyleyim? durup dururken içimde oluşan sıkıntı, kırgınlık neye, kime? eşime mi? işime mi? aileme mi?
''kendine. hayata.'' dedi o seslerden biri.
sigaramı söndürüp yatağa yattığımda bile düşünceler bırakmıyor peşimi. çok düşünen bir beyin çok yorulan ve dinlenemeyen bir beyindir. ben en son ne zaman rahat rahat uyuyarak dinlendiğimi hissettim?
benim gibi insanların esas sorunu toplum değil mi? bence toplum. ''babasın sen, evin direği!'', ''güçlü gözükmek zorundasın!'', ''ağlama, erkek adam ağlar mı?'' gibi söylemler ve bana göre cahil kalmış kesimin dayattığı fikirler getirmiyor mu bizi, beni bu hâle? erkek olmak güçü durmak mı demek? erkek olmak ağlamamak mı demek? erkek olmak tüm yükü tek başına sırtlanmak mı demek?
''sus artık, sus sus sus!''.
peki esas sorunu nasıl çözerim? kendi hayatıma bunları katmadan nasıl açıkça yaşayabilirim?
''asla yaşayamazsın. bu senin hayatının bir parçası.''
yürüdüğüm taşlı yolda yere bakarak yürüyorum. sağ adım, evet basmadım çizgiye. şimdi sol, tekrar sağ. ah hayır! çizgiye bastım! acaba insanlar beni dışarıdan garip buluyor mu? nasıl görünüyorum dışarıdan? insanlar beni yanlış anlar mı ki?
''düşünme artık. sana ne insanların ne düşündüğünden?''
önüme baktım. gökte yeni doğmaya başlayan güneş ve gökyüzünün renkleri ne hoştu öyle! maviden pembeye, pembeden mora geçiyordu renkleri. ve o güzel renklerin ardında yeni doğmuş bebeğin saflığına sahip güzel güneş... bir süre durdum ve izledim, yoluma devam ettim. yanımdan bir çift geçti. acaba benim sorunlarımı yaşıyorlar mıydı? adamın karısı nasıl davranıyordu kocasına? ya beyefendi? benim gibi tüm sorumlulukları ve sorunları tek başına mı taşıyordu? onlar da para sıkıntısı çekiyorlar mıdır acaba? bunları düşündüğüm kişiler ikiydi üç oldu, dört oldu, beş, yedi, sekiz, on...
ay sonu parayı denkleştirmeyi hesaplarken beynim yine susmuyordu. kiraya çıkartalım ve faturalar, çocuklara bu kadar bıraksam mutfak masrafına bu kadar. yine bana bir şey kalmıyordu. olsundu, ailem mutlu olsun bana bir şey kalmasa da olurdu. yanımda yemek taşır, dışarıda para harcamam ben de.
''enayi!''
evet belki de enayiyim. kendime bu kadar yüklendiğim için, kimseye kendimi açmadığım için enayiyim. kendime değer vermediğim için enayiyim belki de. belki de kendime değer versem, verebilsem insanlar da bana değer verir. verirler değil mi? sonuçta insan önce kendine değer vermekle başlamalı. belki karım ve çocuklarım da bana değer verir o zaman.
''elbette değer verirler. sen onların babası ve eşisin.''
''asla sana değer vermeyecekler. baştan kaybettin.''
işte böyle anlarda kafam allak bullak oluyor. kime inanacağım? kendime mi yoksa kendime mi? en zor seçim bu sanırım. insan nasıl kendisi ve kendisi arasında kalır da seçim yapamazdı? işte böyle. kendimi seçersem kazanacağım ama aynı zamanda kaybedeceğim de. bu işin bir çıkar yolu yok. bu yüzden en zor seçim bu.
oturduğum mutfak sandalyesinde biraz dikeldim. yavaşça ayağı kalktım ve holde duran aynanın karşısına geçtim. evde herkes uyuyordu, bu yüzden şu an yalnızca ben ve kendim varım. aynadaki yabancılaştığım benliğimin yansımasına baktım. tanrı aşkına, ben nasıl bu hale geldim? uzun bir boyum ve zayıf bir bedenim var. siyah saçlarıma -yaşımdan mı yoksa yaşadığım stresten mi bilinmez- düşen karlar vardı. simsiyah gözerimin altında oluşmuş mor halkalar ve gözlerimin yanındaki kırışıklıklar yorgunluğumu belli eder nitelikteydi. omuzlarım çökmüş, başım eğikti. ben, ben tam anlamıyla çökmüş bir haldeydim.
mutfağa geri girdim ve kendime bir kahve yaptım. tekrar sandalyeme oturdum ve bir sigara yaktım, acı kahvemden bir yudum aldım, düşünmeye başladım. ben bu kadar zamanda nasıl bu hâle gelmiştim? bana ne olmuştu böyle? kendimi tanıyamıyordum resmen. kendime yabancılaşmışım.
''senin suçun. kendini bu hale sen soktun. sen yaptın. sen!''
sanırım bu sefer haklıydı içimdeki ses. düşünmeyi bırakamıyor oluşum başımı ağrıtırken kahvemden bir yudum daha aldım. oturduğum yerden kalktım tekrar, camın önüne geldim. kafamı göğe çevirdim. kafamın içini susturmaya çalıştım, olmadı. konuşmaya çalıştım, olmadı. göz ardı etmeye çalıştım, olmadı. sonra durdum. durdum ve düşündüm. bunu kendime gerçekten ben yapıyorum. kendimi ben bu kadar değersiz gösteriyorum, ben bu kadar yoruyorum kendimi. fakat bunun sebebi de hayat. hayat beni bu yola itti. bu yolu yürümeye mecbur bıraktı.
sandalyeme adımladım ve hesap defterime göz attım. bir çıkar yol aradım, bulamadım. kafamı toplamaya çalıştım, yapamadım. kim olduğumu çözmeye çalıştım, çözemedim. siyah, deri kapaklı defterimi kapattım ve kafamı soluma çevirdim. düşünmekten yana yana biten sigaramı fark edip yeni bir sigara daha yaktım. sonra mutfaktan çıktım, balkona yürüdüm. bir sandalyeye oturup havanın o soğuk ama rahatlatan havasını sigaramla beraber içime çektim. kafamı son kez gökyüzüne kaldırdım ve gözlerimi kapattım. kafamdaki seslerse hâlâ kendi kendilerine konuşup tartışmaya devam ediyorlardı.
eve dönerken dinlenmek adına yalnızca beş dakikalığına oturmaya karar verdiğim banktan karşımdaki denizi seyretmeye devam ettim. elimde siyah, deri iş çantam, üzerimde siyah uzun, kalın paltom ve kafamda berem ile birlikte yaklaşık yarım saattir bu bankta oturuyorum. içimdeki sıkıntıları düşünürken bir martı geçti bağırarak, sonra bir pamuk şekerci ve insanlar akşamın sakinliğinden yararlanarak deniz kıyısına doluşmaya başladılar. yerimden kalktım ve evin yolunu yürümeye başladım.
kafamda dönüp duran sorunlar, senaryolar, sorular, kafamın içindeki sesler asla susmuyor. içimde benim dışımda yaşayan o iki kişinin sesleri... birbirlerine çok zıt olsalar da her zaman aynı konuda birlik oluyorlar. yalnızlığım, sorunlarım, hayatım, takıntılarım... birkaç aydır eşimle konuşmuyor, konuşamıyor oluşum ve hastalığım en büyük sorunum sanırım. bunları düşünürken duydum yine o sesi. o ses...
''şiit!'' diyordu bana.
''bencilsin sen. yalnızca kendini düşünen, kendi iyiliğini düşünen bencil, yalnız ve daima yalnız kalacak bir adamsın.'' diyordu biri.
diğeri ise ''düşünme bunları, yorma kendini.''
bir sigara yaktım oturduğum mutfak masasında. ev içindeki sorunlar asla çıkmıyor aklımdan. ev içinde yanımdakilere karşı duruşum nasıl acaba? bana kalırsa gayet ılımlı, ilgili. bir sıkıntı kapladı içimi. kafamı kaldırıp camın ardında gözüken gökyüzüne ve bana göz kırpan yıldızlara baktım. düşündüm sonra. niye böyleyim, neye böyleyim? durup dururken içimde oluşan sıkıntı, kırgınlık neye, kime? eşime mi? işime mi? aileme mi?
''kendine. hayata.'' dedi o seslerden biri.
sigaramı söndürüp yatağa yattığımda bile düşünceler bırakmıyor peşimi. çok düşünen bir beyin çok yorulan ve dinlenemeyen bir beyindir. ben en son ne zaman rahat rahat uyuyarak dinlendiğimi hissettim?
benim gibi insanların esas sorunu toplum değil mi? bence toplum. ''babasın sen, evin direği!'', ''güçlü gözükmek zorundasın!'', ''ağlama, erkek adam ağlar mı?'' gibi söylemler ve bana göre cahil kalmış kesimin dayattığı fikirler getirmiyor mu bizi, beni bu hâle? erkek olmak güçü durmak mı demek? erkek olmak ağlamamak mı demek? erkek olmak tüm yükü tek başına sırtlanmak mı demek?
''sus artık, sus sus sus!''.
peki esas sorunu nasıl çözerim? kendi hayatıma bunları katmadan nasıl açıkça yaşayabilirim?
''asla yaşayamazsın. bu senin hayatının bir parçası.''
yürüdüğüm taşlı yolda yere bakarak yürüyorum. sağ adım, evet basmadım çizgiye. şimdi sol, tekrar sağ. ah hayır! çizgiye bastım! acaba insanlar beni dışarıdan garip buluyor mu? nasıl görünüyorum dışarıdan? insanlar beni yanlış anlar mı ki?
''düşünme artık. sana ne insanların ne düşündüğünden?''
önüme baktım. gökte yeni doğmaya başlayan güneş ve gökyüzünün renkleri ne hoştu öyle! maviden pembeye, pembeden mora geçiyordu renkleri. ve o güzel renklerin ardında yeni doğmuş bebeğin saflığına sahip güzel güneş... bir süre durdum ve izledim, yoluma devam ettim. yanımdan bir çift geçti. acaba benim sorunlarımı yaşıyorlar mıydı? adamın karısı nasıl davranıyordu kocasına? ya beyefendi? benim gibi tüm sorumlulukları ve sorunları tek başına mı taşıyordu? onlar da para sıkıntısı çekiyorlar mıdır acaba? bunları düşündüğüm kişiler ikiydi üç oldu, dört oldu, beş, yedi, sekiz, on...
ay sonu parayı denkleştirmeyi hesaplarken beynim yine susmuyordu. kiraya çıkartalım ve faturalar, çocuklara bu kadar bıraksam mutfak masrafına bu kadar. yine bana bir şey kalmıyordu. olsundu, ailem mutlu olsun bana bir şey kalmasa da olurdu. yanımda yemek taşır, dışarıda para harcamam ben de.
''enayi!''
evet belki de enayiyim. kendime bu kadar yüklendiğim için, kimseye kendimi açmadığım için enayiyim. kendime değer vermediğim için enayiyim belki de. belki de kendime değer versem, verebilsem insanlar da bana değer verir. verirler değil mi? sonuçta insan önce kendine değer vermekle başlamalı. belki karım ve çocuklarım da bana değer verir o zaman.
''elbette değer verirler. sen onların babası ve eşisin.''
''asla sana değer vermeyecekler. baştan kaybettin.''
işte böyle anlarda kafam allak bullak oluyor. kime inanacağım? kendime mi yoksa kendime mi? en zor seçim bu sanırım. insan nasıl kendisi ve kendisi arasında kalır da seçim yapamazdı? işte böyle. kendimi seçersem kazanacağım ama aynı zamanda kaybedeceğim de. bu işin bir çıkar yolu yok. bu yüzden en zor seçim bu.
oturduğum mutfak sandalyesinde biraz dikeldim. yavaşça ayağı kalktım ve holde duran aynanın karşısına geçtim. evde herkes uyuyordu, bu yüzden şu an yalnızca ben ve kendim varım. aynadaki yabancılaştığım benliğimin yansımasına baktım. tanrı aşkına, ben nasıl bu hale geldim? uzun bir boyum ve zayıf bir bedenim var. siyah saçlarıma -yaşımdan mı yoksa yaşadığım stresten mi bilinmez- düşen karlar vardı. simsiyah gözerimin altında oluşmuş mor halkalar ve gözlerimin yanındaki kırışıklıklar yorgunluğumu belli eder nitelikteydi. omuzlarım çökmüş, başım eğikti. ben, ben tam anlamıyla çökmüş bir haldeydim.
mutfağa geri girdim ve kendime bir kahve yaptım. tekrar sandalyeme oturdum ve bir sigara yaktım, acı kahvemden bir yudum aldım, düşünmeye başladım. ben bu kadar zamanda nasıl bu hâle gelmiştim? bana ne olmuştu böyle? kendimi tanıyamıyordum resmen. kendime yabancılaşmışım.
''senin suçun. kendini bu hale sen soktun. sen yaptın. sen!''
sanırım bu sefer haklıydı içimdeki ses. düşünmeyi bırakamıyor oluşum başımı ağrıtırken kahvemden bir yudum daha aldım. oturduğum yerden kalktım tekrar, camın önüne geldim. kafamı göğe çevirdim. kafamın içini susturmaya çalıştım, olmadı. konuşmaya çalıştım, olmadı. göz ardı etmeye çalıştım, olmadı. sonra durdum. durdum ve düşündüm. bunu kendime gerçekten ben yapıyorum. kendimi ben bu kadar değersiz gösteriyorum, ben bu kadar yoruyorum kendimi. fakat bunun sebebi de hayat. hayat beni bu yola itti. bu yolu yürümeye mecbur bıraktı.
sandalyeme adımladım ve hesap defterime göz attım. bir çıkar yol aradım, bulamadım. kafamı toplamaya çalıştım, yapamadım. kim olduğumu çözmeye çalıştım, çözemedim. siyah, deri kapaklı defterimi kapattım ve kafamı soluma çevirdim. düşünmekten yana yana biten sigaramı fark edip yeni bir sigara daha yaktım. sonra mutfaktan çıktım, balkona yürüdüm. bir sandalyeye oturup havanın o soğuk ama rahatlatan havasını sigaramla beraber içime çektim. kafamı son kez gökyüzüne kaldırdım ve gözlerimi kapattım. kafamdaki seslerse hâlâ kendi kendilerine konuşup tartışmaya devam ediyorlardı.
devamını gör...
84.
bir adet derlemeyle başvurduğum yayınevlerinden "farklı edebi türlerin de farkında olarak editoryal sebeplerle" red aldığım düzyazı türü...
devamını gör...
85.
çok yavan bir adamdı halil abi. çelimsiz, eğri iskeletinin yüzüyle alakası yoktu. onu kalın giysilerle ilk gördüğümde epeyce şaşırmıştım. dinç ve sağlıklı görünüyordu tüm bu kıyafetlerle. yüzündeki bilge imajının gözden kaçmasına imkan yok artık diye düşünmüştüm.
halil abi her işe koşturan, taşeron bir firmanın çalışkan bir çalışanıydı. yaptığı her işi çok önemli bir olayı aydınlatmaya çalışır gibi anlatmayı severdi. bazen yer silmenin inceliklerinden, bazen masaları gruplara ayırarak maksimum alan yaratmadaki başarısından, bazen elektrikli fabrika süpürgesinin nasıl çalıştırılacağından bir kahramana özgü gururla anlatırdı.
onun için dünya, çelimsiz bedeninin en tepesinde, bir öküz başına nasıl oturuyorsa, öyle dönüyordu işte. ruhunun derinliklerinde ayırt edemediği bazı duyguların o da farkındaydı. birine kızdığını ya da öfkelendiğini görmezdiniz. çünkü bu iki duygunun nasıl bir his oldukları hakkında hiçbir fikri yoktu. bazen kaşlarını çatar, işte derdim, nihayet insani bir özellik göstermeye başladı. tam o sırada gözlerini ovar, yavaş yavaş görme bozukluğuna giden gözlerine ne olduğunu anlamaya çalıştığını farkeder, kozasından çıkmamış bir yüreği olduguna kanaat etmeye devam ederdim.
bir gün halil abiyi düpedüz kovdular işten. mazeret göstermeksizin. birkaç gün göremedim onu. başına bir iş gelmiştir diye düşündüğüm bir gün, halil abinin sesini duydum. upuzun koridorun en başından eğlene eğlene geliyordu benim olduğum tarafa. incecik iskeleti öne doğru ağırlığını verdikçe hızlanıyordu. güle oynaya, neredeyse koşa koşa tam önüme kadar gelip durdu. nefes nefese kalmıştı, ağzından bir sözcük çıkınca nefesleniyor, bir cümleyi parçalara böle böle konuştu bir süre dinleninceye kadar.
sonunda dili çözülmüştü ve olanları tek tek anlattı halil abi. apar topar işten çıkarılmasına bile gülerek şaşkınlık göstermiş fakat ertesi gün bir akrabasının kahvehanesinde hemen iş bulmuş, her şeyin yolunda olduğunu bize anlatmak ve helallik istemek için buralara kadar gelmişti.
bir sehrin leş sokaklarında, halil abiler adım attıkça korkmadan nefes alabilirim dedim, ona.
o da bana yaklaşık birkaç saat, bardak ve tepsi dengesinin inceliklerinden bahsetti ve gitti meraları aşarak.
halil abi her işe koşturan, taşeron bir firmanın çalışkan bir çalışanıydı. yaptığı her işi çok önemli bir olayı aydınlatmaya çalışır gibi anlatmayı severdi. bazen yer silmenin inceliklerinden, bazen masaları gruplara ayırarak maksimum alan yaratmadaki başarısından, bazen elektrikli fabrika süpürgesinin nasıl çalıştırılacağından bir kahramana özgü gururla anlatırdı.
onun için dünya, çelimsiz bedeninin en tepesinde, bir öküz başına nasıl oturuyorsa, öyle dönüyordu işte. ruhunun derinliklerinde ayırt edemediği bazı duyguların o da farkındaydı. birine kızdığını ya da öfkelendiğini görmezdiniz. çünkü bu iki duygunun nasıl bir his oldukları hakkında hiçbir fikri yoktu. bazen kaşlarını çatar, işte derdim, nihayet insani bir özellik göstermeye başladı. tam o sırada gözlerini ovar, yavaş yavaş görme bozukluğuna giden gözlerine ne olduğunu anlamaya çalıştığını farkeder, kozasından çıkmamış bir yüreği olduguna kanaat etmeye devam ederdim.
bir gün halil abiyi düpedüz kovdular işten. mazeret göstermeksizin. birkaç gün göremedim onu. başına bir iş gelmiştir diye düşündüğüm bir gün, halil abinin sesini duydum. upuzun koridorun en başından eğlene eğlene geliyordu benim olduğum tarafa. incecik iskeleti öne doğru ağırlığını verdikçe hızlanıyordu. güle oynaya, neredeyse koşa koşa tam önüme kadar gelip durdu. nefes nefese kalmıştı, ağzından bir sözcük çıkınca nefesleniyor, bir cümleyi parçalara böle böle konuştu bir süre dinleninceye kadar.
sonunda dili çözülmüştü ve olanları tek tek anlattı halil abi. apar topar işten çıkarılmasına bile gülerek şaşkınlık göstermiş fakat ertesi gün bir akrabasının kahvehanesinde hemen iş bulmuş, her şeyin yolunda olduğunu bize anlatmak ve helallik istemek için buralara kadar gelmişti.
bir sehrin leş sokaklarında, halil abiler adım attıkça korkmadan nefes alabilirim dedim, ona.
o da bana yaklaşık birkaç saat, bardak ve tepsi dengesinin inceliklerinden bahsetti ve gitti meraları aşarak.
devamını gör...
86.
bir gün, mahallede bir bankanın merdivenlerinde oturan 15 16 yaşlarında bir çocuk gördüm. kendisinden üç dört yaş büyük bir abisine sevgilisini anlatıyordu. karşısındaki eleman da hacerini anlatıyordu, muhtemelen acı aynı acıydı. "senden önce de bu var, senden sonra da olacak. sadece sevmek yetmez" diyen babayiğit bir adamdı. çocuk pek ilgisiz olacak ki "olum s.tir et lan" diye kestirdi eleman. daha fazla duygusallığın iyi gelmeyeceği belliydi sanırım. çocuk muhtemelen sevgiliyi düşünüyordu, ellerini tutamadığı için çektiği ızdırabı düşünüyordu. anlattıklarına bakılırsa sevgi vardı, yanıbaşındaki kadına hasret vardı.
çocuk bizim mahallenin çocuğuymuş. tanıştım, konuştum. iyi çocuk, temiz çocuk. yaşamın gürültü patırtısından habersiz. yaşamın korkunç yüzünü görmemiş. bir sevgi, dünyası olmuş bir çocuk. "ne güzel lan, ben de bir zamanlar böyle sevmiştim" dedim kendi kendime. "benim de bir hacerim vardı, sevgi aynı sevgi, acı aynı acı" diyemedim. gayet temiz yüzlü, yakışıklı sayılır bir çocuktu. sonra bir gün karşılaştık kendisiyle. acayip mutlu, iki bina arasında ortada sıçan oynuyorlar. geldi, terlemiş, kutu kola ısmarladım. keyfi yerindeydi. parka çağırmış bunu. konuşmuşlar, kıskanıyormuş bunu bir kızdan. sonra sarılmışlar falan. heyecanlı bir çocuktu, coşkulu anlatıyordu olayları, heyecanı karşısında şaşırıyordum. haha, gerçekten çok mutluydu ve ben, yirmi yedi yıl boyunca böyle saf bir mutluluğu sadece bir kez yaşamıştım. o daha 16'sındaydı. şanslı mıydı bilmiyorum. belki mutlu olma hakkı sınırlı sayıdadır ve bir hakkını, sağlam bir tanesini erken kullanmıştır. bilemiyorum.
sonra arada sırada gördüğüm zamanlar oturup havadan sudan muhabbetler ettik. çocukça sorunları vardı, ne olabilirdi ki zaten. halı sahada çok gol kaçırdığından, bu yüzden de çok küfür yediğinden falan bahsediyordu. litre kola ısmarlıyordum, plastik bardakla içiyorduk. kolayı çok seviyordu gerçekten. ben de severdim kolayı; kola çocukluktur, mutluluktur, güzel anların tamamlayıcısıdır. coşkusu vardı ve "senin bu heyecanın sana başarı getirecek dostum, inan buna" derdim. sonra sınavları falan başlamış, kayboldu ortalıktan. bir daha göremedim. tam 9 sene sonra, geçenlerde gördüm kendisini. hatırladık birbirimizi, sarıldık, öpüştük.
oturduk bir mekana, aklıma hemen eski günler geldi "iki soğuk kola" ısmarladım. hala temiz çocuk, biraz sakalları çıkmış, biraz saçlar dökülmüş. gözlerindeki parlaklık gitmiş, blurlaşmış biraz. ama hala o heyecanı var, coşkusu azalmış ama bitmemiş. sigaraya başlamış. büyümüş velet. "ee" dedim "nasılsın iyi misin, ne var ne yok anlat bakalım."
"hayat zormuş abi. siz anlatıyordunuz aslında ama ben bilmiyordum böyle olduğunu. çocukmuşuz, anlayamamışız. ben çok zorlandım, herkes mi böyle bilmiyorum ama ben beceremedim" dedi. üzüldüm biraz. yaşam böyledir, zordur. ona da öğretmiş. birilerini kaybetmiş, yollar uçuruma çıkmış. düşmüş, tek başına çıkmış. her tarafı yara bere içinde kalmış. işte yaşam böyledir, bir şekilde yaşamaya devam edersin. o da yaşamaya devam etmiş. o anlattı ben dinledim. anlattıkça açıldı, eski heyecanı yerine geldi. kendini çok geliştirmiş, çok okumuş. tam laf ebesi olmuş. güzel çocuk, kalbi temiz. ha, kolayı içişinden bahsetmeyi unuttum. önce uzun uzun içer. sonra yavaş yavaş içmeye devam eder. "başta serinletiyor abi, bir de boğazı yakma hissi hoşuma gidiyor" derdi. değişmemiş. bahsettim. şimdilerde alerji yaptığından çok içmediğinden bahsetti. "seni görünce içeyim dedim, anılar güzel, çocukluğumuza döndük" dedi.
birer kola daha ısmarladım. biraz tereddütlüydüm aslında ama yine de sormak istedim. o saf sevginin sonu ne oldu merak ediyordum. "senin bir kız vardı, çok seviyordun. o da seni seviyordu sanki, ne oldu ne bitti anlatsana" dedim. yüzü düştü biraz. hemen dalardı. sigarasını tam ortasına alarak iki elini birleştirdi. sigarasına daldı, bir şeyler eveleyip geveledi. hazırlandı yani biraz. "olmadı" dedi. "seneler geçti, unutamadım. üzerine kimseyi de sevemedim. hala daha "sen yoksun, sensiz bir şey oluyorum" diyorum dedi. bir bütünlermiş, onsuzluğa alışamamış. dokuz koca sene geçti üzerinden. hiçbir mevsim değiştiremiyormuş vücut ısısını, "sevmek de yok artık, sevmek yok artık hiç kimseyi" dedi. neden, ne oldu ? dedim. anlattı biraz. güzel çocuk, temiz çocuk, güzel sevmiş. birini gerçekten sevmiş.
"o yaz saatiymiş, ben kış saati. onu bir saat ileri almışlar, beni bir saat geri" dedi. ikisi de suçlu değilmiş. zaman düşmanıymış onların ve saatler yanlış kurulmuş. olmayacak duaymış, amin demek için erken davranmış. "heyecanlı çocuksun oğlum sen. şu coşkunu biraz bastırsan, biraz soğukkanlı olsan hiç fena olmazdı" dedim. "haklısın" dedi. "haklısın" demezdi pek. "ama abi" diye çok söze başlardı. söyleyecek bir şeyleri hep vardı. duymak istediği şeyleri duyardı. iki kişi birbirini seviyorsa bu yeterliydi onun için. "sevenler de ayrılır" diyemezdin. "ama abi iki insan birbirini seviyorsa onlar nasıl ayrılabilir ki ? her engeli aşarlar" derdi. yaşam, en iyi öğretmen, öğretmiş ona neyin ne olduğunu. "haklısın abi" demeyi öğretmiş. devam etti. "bilemiyorum abi" dedi. "yolumu kaybettim."
"aklı kimde kalır, hatrı kimde kalır, kimler onsuz kalır, bilemiyorum" dedi. seneler geçmiş üstünden. hala ara ara yanıyormuş böyle. üzüldüm çocuğa. "ölüm değilse bizi ayıran, yazık olmuş" sözünün yazarını bilmesem, bu çocuk söylemiştir derdim. öyle çok sevmiş, öyle gerçekten sevmiş.
ben de bir zamanlar çok sevmiştim. onun gibi, saf ve temiz bir kalple sevmiştim. bir gün, 15 16 yaşlarında, bir bankanın merdivenlerinde otururken, bir abime anlatmıştım sevgimi, sevgilimi.
çocuk bizim mahallenin çocuğuymuş. tanıştım, konuştum. iyi çocuk, temiz çocuk. yaşamın gürültü patırtısından habersiz. yaşamın korkunç yüzünü görmemiş. bir sevgi, dünyası olmuş bir çocuk. "ne güzel lan, ben de bir zamanlar böyle sevmiştim" dedim kendi kendime. "benim de bir hacerim vardı, sevgi aynı sevgi, acı aynı acı" diyemedim. gayet temiz yüzlü, yakışıklı sayılır bir çocuktu. sonra bir gün karşılaştık kendisiyle. acayip mutlu, iki bina arasında ortada sıçan oynuyorlar. geldi, terlemiş, kutu kola ısmarladım. keyfi yerindeydi. parka çağırmış bunu. konuşmuşlar, kıskanıyormuş bunu bir kızdan. sonra sarılmışlar falan. heyecanlı bir çocuktu, coşkulu anlatıyordu olayları, heyecanı karşısında şaşırıyordum. haha, gerçekten çok mutluydu ve ben, yirmi yedi yıl boyunca böyle saf bir mutluluğu sadece bir kez yaşamıştım. o daha 16'sındaydı. şanslı mıydı bilmiyorum. belki mutlu olma hakkı sınırlı sayıdadır ve bir hakkını, sağlam bir tanesini erken kullanmıştır. bilemiyorum.
sonra arada sırada gördüğüm zamanlar oturup havadan sudan muhabbetler ettik. çocukça sorunları vardı, ne olabilirdi ki zaten. halı sahada çok gol kaçırdığından, bu yüzden de çok küfür yediğinden falan bahsediyordu. litre kola ısmarlıyordum, plastik bardakla içiyorduk. kolayı çok seviyordu gerçekten. ben de severdim kolayı; kola çocukluktur, mutluluktur, güzel anların tamamlayıcısıdır. coşkusu vardı ve "senin bu heyecanın sana başarı getirecek dostum, inan buna" derdim. sonra sınavları falan başlamış, kayboldu ortalıktan. bir daha göremedim. tam 9 sene sonra, geçenlerde gördüm kendisini. hatırladık birbirimizi, sarıldık, öpüştük.
oturduk bir mekana, aklıma hemen eski günler geldi "iki soğuk kola" ısmarladım. hala temiz çocuk, biraz sakalları çıkmış, biraz saçlar dökülmüş. gözlerindeki parlaklık gitmiş, blurlaşmış biraz. ama hala o heyecanı var, coşkusu azalmış ama bitmemiş. sigaraya başlamış. büyümüş velet. "ee" dedim "nasılsın iyi misin, ne var ne yok anlat bakalım."
"hayat zormuş abi. siz anlatıyordunuz aslında ama ben bilmiyordum böyle olduğunu. çocukmuşuz, anlayamamışız. ben çok zorlandım, herkes mi böyle bilmiyorum ama ben beceremedim" dedi. üzüldüm biraz. yaşam böyledir, zordur. ona da öğretmiş. birilerini kaybetmiş, yollar uçuruma çıkmış. düşmüş, tek başına çıkmış. her tarafı yara bere içinde kalmış. işte yaşam böyledir, bir şekilde yaşamaya devam edersin. o da yaşamaya devam etmiş. o anlattı ben dinledim. anlattıkça açıldı, eski heyecanı yerine geldi. kendini çok geliştirmiş, çok okumuş. tam laf ebesi olmuş. güzel çocuk, kalbi temiz. ha, kolayı içişinden bahsetmeyi unuttum. önce uzun uzun içer. sonra yavaş yavaş içmeye devam eder. "başta serinletiyor abi, bir de boğazı yakma hissi hoşuma gidiyor" derdi. değişmemiş. bahsettim. şimdilerde alerji yaptığından çok içmediğinden bahsetti. "seni görünce içeyim dedim, anılar güzel, çocukluğumuza döndük" dedi.
birer kola daha ısmarladım. biraz tereddütlüydüm aslında ama yine de sormak istedim. o saf sevginin sonu ne oldu merak ediyordum. "senin bir kız vardı, çok seviyordun. o da seni seviyordu sanki, ne oldu ne bitti anlatsana" dedim. yüzü düştü biraz. hemen dalardı. sigarasını tam ortasına alarak iki elini birleştirdi. sigarasına daldı, bir şeyler eveleyip geveledi. hazırlandı yani biraz. "olmadı" dedi. "seneler geçti, unutamadım. üzerine kimseyi de sevemedim. hala daha "sen yoksun, sensiz bir şey oluyorum" diyorum dedi. bir bütünlermiş, onsuzluğa alışamamış. dokuz koca sene geçti üzerinden. hiçbir mevsim değiştiremiyormuş vücut ısısını, "sevmek de yok artık, sevmek yok artık hiç kimseyi" dedi. neden, ne oldu ? dedim. anlattı biraz. güzel çocuk, temiz çocuk, güzel sevmiş. birini gerçekten sevmiş.
"o yaz saatiymiş, ben kış saati. onu bir saat ileri almışlar, beni bir saat geri" dedi. ikisi de suçlu değilmiş. zaman düşmanıymış onların ve saatler yanlış kurulmuş. olmayacak duaymış, amin demek için erken davranmış. "heyecanlı çocuksun oğlum sen. şu coşkunu biraz bastırsan, biraz soğukkanlı olsan hiç fena olmazdı" dedim. "haklısın" dedi. "haklısın" demezdi pek. "ama abi" diye çok söze başlardı. söyleyecek bir şeyleri hep vardı. duymak istediği şeyleri duyardı. iki kişi birbirini seviyorsa bu yeterliydi onun için. "sevenler de ayrılır" diyemezdin. "ama abi iki insan birbirini seviyorsa onlar nasıl ayrılabilir ki ? her engeli aşarlar" derdi. yaşam, en iyi öğretmen, öğretmiş ona neyin ne olduğunu. "haklısın abi" demeyi öğretmiş. devam etti. "bilemiyorum abi" dedi. "yolumu kaybettim."
"aklı kimde kalır, hatrı kimde kalır, kimler onsuz kalır, bilemiyorum" dedi. seneler geçmiş üstünden. hala ara ara yanıyormuş böyle. üzüldüm çocuğa. "ölüm değilse bizi ayıran, yazık olmuş" sözünün yazarını bilmesem, bu çocuk söylemiştir derdim. öyle çok sevmiş, öyle gerçekten sevmiş.
ben de bir zamanlar çok sevmiştim. onun gibi, saf ve temiz bir kalple sevmiştim. bir gün, 15 16 yaşlarında, bir bankanın merdivenlerinde otururken, bir abime anlatmıştım sevgimi, sevgilimi.
devamını gör...
87.
bakıyorum da hep yarım bırakmışım karaladıklarımı... burada dursun, belki bir gün tamamlarım...
...
bundan 30 yıl bilmem kaç saat önce, “doğum” dedikleri şeyin gerçekleştiğini müjdeleyen, zıvanadan çıkmış bir bebek ağlamasından ibarettim... bana sorsan, günlerce savaşmaktan bitap düşmüş yaralı bir askerin, çamurun içinde ölümden var gücüyle kaçarcasına sürünmesi gibi sürünerek çıkmıştım annemin bacaklarının kanlı arasından. tanrının kutsadığı mübarek bir asker olarak, ilk düşmanımı işte o savaşta, tam da o gece öldürmüştüm. annemi...
parmaklıklı demir kapı, elinden şekeri zorla alınmış bir çocuk mızmızlanması gibi gıcırdayarak kapanıp; gürültülü sürgüsü üstüme çekildiğinde, 30 yaşıma gireli tahmin ediyorum 11 saat falan olmalıydı. olmalıydı diyorum; çünkü kol saatimi, kemerim ve ayakkabı bağcıklarımla birlikte, berbat bir el yazısı ile kaleme alınan bir tutanak garantisi altında, emanete bırakmak mecburiyetinde bırakılmıştım.
bir kaç saat önce yaşanılan kanlı olayın sis bulutu henüz kalkıyordu gözlerimin penceresinden ki; üstüme başıma bulaşan kandan, ellerimin üstündeki yaraların sızısından, bu göt kadar nezarethanenin rutubetli kokusundan ve az önce bana refakat eden memurun arkasını dönüp giderken zihnime kazıdığı son bakışından midem bulanmaya başlamıştı...
kolumdaki pansumana takıldı gözüm. az önceki polikliniğin kokusu geldi burnuma. sonra doktorun sesi kulaklarımda tekrar yankılandı:
“kendini nasıl hissediyorsun?”
“iyi”
“raporun birazdan hazır olur. memur beylerin refakatinde karakola götürüleceksin.”
“iyi”
kapıma doğru yaklaşan ayak sesleri, zihnimdeki doktorun konuşmasını yarıda kesti.memur belindeki anahtarlığı gürültülü bir şekilde çıkarıp, parmaklıklı demir kapıyı açarken, mesai saatlerinin bezdiriciliğiyle, sesine yorgunluğunu da yansıtarak belli belirsiz mırıldandı:
“kalk! benimle geliyorsun.”
sanki bana söylememiş gibi anlamsızca suratını izledim, farkında olmadan. belki de bana söylememiştir diye çocuk masumiyetiyle aptalca düşüncelere daldığımı farkettiğimde iş işten geçmişti. demin ki yorgun memurun yerini bir dağ aslanı almış gibi kükredi:
“kalksana lan! kime diyorum!”
banka kuyruğunda bekleyen emekli bezginliğinden, dağ aslanı kükremesine ışık hızında geçen memurun refakatinde, nezarethaneden nöbetçi amirin odasına uzanan merdivenleri acele adımlarla tırmanmaya başladık. ilçe emniyeti, sakinlerinin asla kendisine yakıştıramayacağı anlamsız bir hareketlilik halinde gibiydi bu gece. sanki yıllardır bugünü beklemiş de, ilçenin bütün it kopuğu, biraz da zıvanadan çıkarak, sanki benimle birlikte harekete geçmişti.
sağımda solumda başka memurların başka başka refakatleriyle o odadan bu odaya girip çıkan eli kelepçeli/kelepçesiz tipler görüyordum. bitmek bilmeyen yürüme seansımız esnasında kiminin hırsızlıktan, kiminin darptan burada olduğu kulağıma çalınıyor gibi oldu. yahut bir kaç at hırsızı kılıklı herife bakarak, belki de habis bir önyargıyla, kendilerine o suçları ben yakıştırmışımdır, kim bilir...
...
...
bundan 30 yıl bilmem kaç saat önce, “doğum” dedikleri şeyin gerçekleştiğini müjdeleyen, zıvanadan çıkmış bir bebek ağlamasından ibarettim... bana sorsan, günlerce savaşmaktan bitap düşmüş yaralı bir askerin, çamurun içinde ölümden var gücüyle kaçarcasına sürünmesi gibi sürünerek çıkmıştım annemin bacaklarının kanlı arasından. tanrının kutsadığı mübarek bir asker olarak, ilk düşmanımı işte o savaşta, tam da o gece öldürmüştüm. annemi...
parmaklıklı demir kapı, elinden şekeri zorla alınmış bir çocuk mızmızlanması gibi gıcırdayarak kapanıp; gürültülü sürgüsü üstüme çekildiğinde, 30 yaşıma gireli tahmin ediyorum 11 saat falan olmalıydı. olmalıydı diyorum; çünkü kol saatimi, kemerim ve ayakkabı bağcıklarımla birlikte, berbat bir el yazısı ile kaleme alınan bir tutanak garantisi altında, emanete bırakmak mecburiyetinde bırakılmıştım.
bir kaç saat önce yaşanılan kanlı olayın sis bulutu henüz kalkıyordu gözlerimin penceresinden ki; üstüme başıma bulaşan kandan, ellerimin üstündeki yaraların sızısından, bu göt kadar nezarethanenin rutubetli kokusundan ve az önce bana refakat eden memurun arkasını dönüp giderken zihnime kazıdığı son bakışından midem bulanmaya başlamıştı...
kolumdaki pansumana takıldı gözüm. az önceki polikliniğin kokusu geldi burnuma. sonra doktorun sesi kulaklarımda tekrar yankılandı:
“kendini nasıl hissediyorsun?”
“iyi”
“raporun birazdan hazır olur. memur beylerin refakatinde karakola götürüleceksin.”
“iyi”
kapıma doğru yaklaşan ayak sesleri, zihnimdeki doktorun konuşmasını yarıda kesti.memur belindeki anahtarlığı gürültülü bir şekilde çıkarıp, parmaklıklı demir kapıyı açarken, mesai saatlerinin bezdiriciliğiyle, sesine yorgunluğunu da yansıtarak belli belirsiz mırıldandı:
“kalk! benimle geliyorsun.”
sanki bana söylememiş gibi anlamsızca suratını izledim, farkında olmadan. belki de bana söylememiştir diye çocuk masumiyetiyle aptalca düşüncelere daldığımı farkettiğimde iş işten geçmişti. demin ki yorgun memurun yerini bir dağ aslanı almış gibi kükredi:
“kalksana lan! kime diyorum!”
banka kuyruğunda bekleyen emekli bezginliğinden, dağ aslanı kükremesine ışık hızında geçen memurun refakatinde, nezarethaneden nöbetçi amirin odasına uzanan merdivenleri acele adımlarla tırmanmaya başladık. ilçe emniyeti, sakinlerinin asla kendisine yakıştıramayacağı anlamsız bir hareketlilik halinde gibiydi bu gece. sanki yıllardır bugünü beklemiş de, ilçenin bütün it kopuğu, biraz da zıvanadan çıkarak, sanki benimle birlikte harekete geçmişti.
sağımda solumda başka memurların başka başka refakatleriyle o odadan bu odaya girip çıkan eli kelepçeli/kelepçesiz tipler görüyordum. bitmek bilmeyen yürüme seansımız esnasında kiminin hırsızlıktan, kiminin darptan burada olduğu kulağıma çalınıyor gibi oldu. yahut bir kaç at hırsızı kılıklı herife bakarak, belki de habis bir önyargıyla, kendilerine o suçları ben yakıştırmışımdır, kim bilir...
...
devamını gör...
88.
gözlerimizi kapatıp giderek artan kayboluşumuzun kokusunu içimize çektik.
kahramanlarımız yoktu artık, düşmanlar tükenmişti. görünmeyen problemlerle, görünmeyen yöntemlerle, görünmez bir mücadele içerisindeydik. zaferlerin ve yenilgilerin haberleriyle oyalanıyorduk.
hayat küçük bir dokunuşla idare edilebilecek kadar kolaylaşmıştı, kabul et/ vazgeç. yavaş yavaş eriyorduk. sosyal becerilerimiz azalıyor, sıcakkanlılığımızı yitiriyorduk. her şeye sahiptik, yüz yıl öncesinin cennetini bir odaya sığdırabilecek kadar küçülmüştük. kendi kendimizi büyük bir zevkle tüketiyorduk. gelecek nesillerin akıbeti veya geçmiş nesillerin emekleri umrumuzda değildi.
çöküş yıllarında dünya bu şekildeydi. zirveyi gördük ve ordan aşağıya büyük bir hızla yuvarlanıyorduk. insanlar bu hızlı gidişatın yönünü daha ileriye ve daha yükseğe olan arzuları nedeniyle fark edemediler. hakikatler kayboluyor, gerçekler anlamsızlaşıyor, doğru ve yanlışlar paramparça ediliyordu. yasalar, arzuların boyunduruğuna terk edildi.
karanlık güç herkesi ele geçirmişti. özgürlük diye savunulan her şey büyük bir kaosun davetkar birer hilesiydi. insanlığın büyük bir kısmı bu tuzağa düştü ve seçimini özgürlüklerden yana yaptı. geriye kalan bir avuç insan ise asla özgürlükleri kabullenmedi ve bundaki gizli tehlikeyi görünce uzaklaştı. bu azınlığın inandığı şey düzendi. düzeni sağlayan yasaların, insanlığın vahşi yönünü dizginleyecek ve onu dengede tutacak yegane güç olduğunu biliyorlardı.
zamanla düzenden yana olanlar, sayıca çok azaldıkları için varlıklarını sürdürebilmek adına kendilerini gizlemeyi seçtiler. kaosun çekimine kapılanlar arasında hiç bir yasa kalmamıştı, aralarındaki ilişkiyi düzenleyen tek şey kişilikleri hakkında yapılan puanlamalar ve yorumlardı. herkes pozitif değerlerde olmak için rekabet halindeydi. bunu nasıl sağlayacağınız konusunda hiç bir yasa yoktu. negatif değerlere düşenler ise özgürlüklerini kaybedip kısıtlanıyordu.
düzenden yana olanlar sonunda birleşip göç etmeye karar verdiler. kaosun içinde artık insanların hükmettiği bir düzen yoktu. yasalardan arındırılıp arzularla idare edilen bu mekanizmanın bütün bileşenleri kısa bir süre sonra çürüyüp bir felaketle yıkılacaktı.
göç kaçınılmazdı...
kahramanlarımız yoktu artık, düşmanlar tükenmişti. görünmeyen problemlerle, görünmeyen yöntemlerle, görünmez bir mücadele içerisindeydik. zaferlerin ve yenilgilerin haberleriyle oyalanıyorduk.
hayat küçük bir dokunuşla idare edilebilecek kadar kolaylaşmıştı, kabul et/ vazgeç. yavaş yavaş eriyorduk. sosyal becerilerimiz azalıyor, sıcakkanlılığımızı yitiriyorduk. her şeye sahiptik, yüz yıl öncesinin cennetini bir odaya sığdırabilecek kadar küçülmüştük. kendi kendimizi büyük bir zevkle tüketiyorduk. gelecek nesillerin akıbeti veya geçmiş nesillerin emekleri umrumuzda değildi.
çöküş yıllarında dünya bu şekildeydi. zirveyi gördük ve ordan aşağıya büyük bir hızla yuvarlanıyorduk. insanlar bu hızlı gidişatın yönünü daha ileriye ve daha yükseğe olan arzuları nedeniyle fark edemediler. hakikatler kayboluyor, gerçekler anlamsızlaşıyor, doğru ve yanlışlar paramparça ediliyordu. yasalar, arzuların boyunduruğuna terk edildi.
karanlık güç herkesi ele geçirmişti. özgürlük diye savunulan her şey büyük bir kaosun davetkar birer hilesiydi. insanlığın büyük bir kısmı bu tuzağa düştü ve seçimini özgürlüklerden yana yaptı. geriye kalan bir avuç insan ise asla özgürlükleri kabullenmedi ve bundaki gizli tehlikeyi görünce uzaklaştı. bu azınlığın inandığı şey düzendi. düzeni sağlayan yasaların, insanlığın vahşi yönünü dizginleyecek ve onu dengede tutacak yegane güç olduğunu biliyorlardı.
zamanla düzenden yana olanlar, sayıca çok azaldıkları için varlıklarını sürdürebilmek adına kendilerini gizlemeyi seçtiler. kaosun çekimine kapılanlar arasında hiç bir yasa kalmamıştı, aralarındaki ilişkiyi düzenleyen tek şey kişilikleri hakkında yapılan puanlamalar ve yorumlardı. herkes pozitif değerlerde olmak için rekabet halindeydi. bunu nasıl sağlayacağınız konusunda hiç bir yasa yoktu. negatif değerlere düşenler ise özgürlüklerini kaybedip kısıtlanıyordu.
düzenden yana olanlar sonunda birleşip göç etmeye karar verdiler. kaosun içinde artık insanların hükmettiği bir düzen yoktu. yasalardan arındırılıp arzularla idare edilen bu mekanizmanın bütün bileşenleri kısa bir süre sonra çürüyüp bir felaketle yıkılacaktı.
göç kaçınılmazdı...
devamını gör...
89.
çok kısa bir hikayedir.
şimdi evvel zaman içinde, kanguru saman içinde, bir adam yaşarmış. bu adamın adı marlon brando'ymuş.. bu adam çok büyük bir iş adamıymış.. öyle ki, bir gün bodrum, türkiye'ye gelmiş tatil için. fakat marlon aslında mafya. yani gelişinin sebebi kaçması. burda yeni bir kimlik almış, ziya selçuk. ardından, mafyalar bunu gece vakti bulmuşlar. hemen parasını almış, 128 milyar dolar. ve kaçmaya başlamış. yorulmuş.. acıkmış.. ve çantasından pudra şekerini alıp yemeye başlamış.ve mafyalar bunu bulmuş, bu hemen koşmuş.. kaçmış.. koşmuş da koşmuş, afganistan yoluna atlamış. ve sonra bir kamyon buna çarpmış, bu da ölüp gitmiş.. son.
şimdi evvel zaman içinde, kanguru saman içinde, bir adam yaşarmış. bu adamın adı marlon brando'ymuş.. bu adam çok büyük bir iş adamıymış.. öyle ki, bir gün bodrum, türkiye'ye gelmiş tatil için. fakat marlon aslında mafya. yani gelişinin sebebi kaçması. burda yeni bir kimlik almış, ziya selçuk. ardından, mafyalar bunu gece vakti bulmuşlar. hemen parasını almış, 128 milyar dolar. ve kaçmaya başlamış. yorulmuş.. acıkmış.. ve çantasından pudra şekerini alıp yemeye başlamış.ve mafyalar bunu bulmuş, bu hemen koşmuş.. kaçmış.. koşmuş da koşmuş, afganistan yoluna atlamış. ve sonra bir kamyon buna çarpmış, bu da ölüp gitmiş.. son.
devamını gör...
90.
yitik ruhlar tiyatrosu
suratına yapışan sahte gülümsemeyi söküp çıkardı yitik ruhlar tiyatrosunun pejmürde oyuncusu. perde kapanmış, günlük seyircisi taştan duvarların arkasına çekilmişti. komodinin üzerinden sırıtmaya devam eden iğrenç maskeyi odanın köşesinde bulunan suratsızlar mezarlığına fırlattı. nasıl olsa uyandığında yeni bir yüze sahip olacaktı: canlı ve ışıltılı bir ifadeye sahip düzgün hatları olurdu, et ve kemikten ötesine nüfuz eden keskin bakışları, yay gibi gerilmiş kaşların altında bir ok misali uzanan kirpikleri, en ölümcülü ise kusurlu gamzelerle kusursuzlaşan dolgun dudakları…
yarını düşünmeyi bırakıp sırt üstü yatağa bıraktı kendini. uzun parmaklarını biçimsiz yüzünde gezdirdi. sinir hücrelerine dahi yayılan çirkinliğinin yaşattığı gerçeklik hissiyle nefesini tuttu. var olmanın verdiği haz tüm vücudunda dalgalanırken iki elinin üzerinde dikeldi ve ciğerlerini acıtmaya başlayan havayı boşalttı. “kendi” olabildiği kısa zamanın tadını çıkartmak; demirden pencereleri parçalayıp tüm kukla yaşamlara, çaresiz ruhlara iplerini koparmaları için yalvarmak istiyordu. özgürce uçsuz bucaksız ormanlarda dolaşmak, narin çiçeklerin kokularıyla mest olmak istiyordu. çimenlerin üzerine kirlenmekten korkmadan “öylesine” uzanmak, yaşamak istiyordu, yaşamak…
aynadaki ciddi duruşuna bakarak acı acı, sahte maskesi olmadan sadece acı olurdu gülümsemesi, gülümsedi. henüz pencereye bile yaklaşmadan ayak bileklerinden bağlanıp yüz üstü yere yapışacağını, kollarının kırılması umursanmadan büküleceğini, haykırmaya fırsat bulmadan kanlı dudaklarının kızgın şişlerle kapatılacağını, göz kapaklarının elmacık kemiklerine bantlanacağını anımsamıştı. ilk karşı çıkışında başına gelenleri unutamamış huzursuz uykularını, dehşetli kabuslarla dağıtan o anları tüm çabalarına rağmen uzaklaştıramamıştı. toparlandı. çarpık bacaklarını zorlukla uzattı. taş yastığının üzerine başını yasladı. ellerini teselli edercesine başına sardı ve kendini huzursuz bir uykunun daha kollarına bıraktı.
sabahın ilk ışıklarıyla açılan demir pencereden süzülen yakıcı alevlerin suratına yerleştirdiği yeni yüzle uyandı. ruhsuz bedeni istemi dışında ayaklanıp günlük tiyatrosuna hazırlandı. kollarında ve bacaklarından uzanan görünmez halatları, gırtlağına bastırılmış yağlı urgan tamamlıyordu. dış dünyaya açılan kapıyı açtı ve sahnenin ortasına ulaştı.
“elveda!” diye bağırdı. “sahte dünyanın zavallı insanları…”
seyircilerin alkışlamak için kaldırdıkları tahta kolları havada kaldı. yağlı urgan müthiş bir güçle sıkılarak boynunu kırdı. suratından fırlayan maske parçalanarak ufalandı. mosmor olmuş çirkin suratında ilk kez tatlı bir gülümseme vardı…
b_g
suratına yapışan sahte gülümsemeyi söküp çıkardı yitik ruhlar tiyatrosunun pejmürde oyuncusu. perde kapanmış, günlük seyircisi taştan duvarların arkasına çekilmişti. komodinin üzerinden sırıtmaya devam eden iğrenç maskeyi odanın köşesinde bulunan suratsızlar mezarlığına fırlattı. nasıl olsa uyandığında yeni bir yüze sahip olacaktı: canlı ve ışıltılı bir ifadeye sahip düzgün hatları olurdu, et ve kemikten ötesine nüfuz eden keskin bakışları, yay gibi gerilmiş kaşların altında bir ok misali uzanan kirpikleri, en ölümcülü ise kusurlu gamzelerle kusursuzlaşan dolgun dudakları…
yarını düşünmeyi bırakıp sırt üstü yatağa bıraktı kendini. uzun parmaklarını biçimsiz yüzünde gezdirdi. sinir hücrelerine dahi yayılan çirkinliğinin yaşattığı gerçeklik hissiyle nefesini tuttu. var olmanın verdiği haz tüm vücudunda dalgalanırken iki elinin üzerinde dikeldi ve ciğerlerini acıtmaya başlayan havayı boşalttı. “kendi” olabildiği kısa zamanın tadını çıkartmak; demirden pencereleri parçalayıp tüm kukla yaşamlara, çaresiz ruhlara iplerini koparmaları için yalvarmak istiyordu. özgürce uçsuz bucaksız ormanlarda dolaşmak, narin çiçeklerin kokularıyla mest olmak istiyordu. çimenlerin üzerine kirlenmekten korkmadan “öylesine” uzanmak, yaşamak istiyordu, yaşamak…
aynadaki ciddi duruşuna bakarak acı acı, sahte maskesi olmadan sadece acı olurdu gülümsemesi, gülümsedi. henüz pencereye bile yaklaşmadan ayak bileklerinden bağlanıp yüz üstü yere yapışacağını, kollarının kırılması umursanmadan büküleceğini, haykırmaya fırsat bulmadan kanlı dudaklarının kızgın şişlerle kapatılacağını, göz kapaklarının elmacık kemiklerine bantlanacağını anımsamıştı. ilk karşı çıkışında başına gelenleri unutamamış huzursuz uykularını, dehşetli kabuslarla dağıtan o anları tüm çabalarına rağmen uzaklaştıramamıştı. toparlandı. çarpık bacaklarını zorlukla uzattı. taş yastığının üzerine başını yasladı. ellerini teselli edercesine başına sardı ve kendini huzursuz bir uykunun daha kollarına bıraktı.
sabahın ilk ışıklarıyla açılan demir pencereden süzülen yakıcı alevlerin suratına yerleştirdiği yeni yüzle uyandı. ruhsuz bedeni istemi dışında ayaklanıp günlük tiyatrosuna hazırlandı. kollarında ve bacaklarından uzanan görünmez halatları, gırtlağına bastırılmış yağlı urgan tamamlıyordu. dış dünyaya açılan kapıyı açtı ve sahnenin ortasına ulaştı.
“elveda!” diye bağırdı. “sahte dünyanın zavallı insanları…”
seyircilerin alkışlamak için kaldırdıkları tahta kolları havada kaldı. yağlı urgan müthiş bir güçle sıkılarak boynunu kırdı. suratından fırlayan maske parçalanarak ufalandı. mosmor olmuş çirkin suratında ilk kez tatlı bir gülümseme vardı…
b_g
devamını gör...
91.
öldüğümde arkamdan anlatırlar kardeşşşşş.
devamını gör...
92.
kör eden bir aydınlık içinde duyuldu davetkâr buyruk. hiç duyulmamış tanıdık bir ses. duyuldu. sımsıkı kapanmış gözlerin kulağına.
“uzaklaş, uzaklaş, durma uzaklaş!”
birkaç adım geriledi. birkaç adım kaç vakit ederdi? bilemedi. ihtiyarladı sanki. yahut hep ihtiyardı. durdu. yorgundu. kaç yaşında olduğu bilinmez zaman kadar yorgundu.
“uzaklaş, uzaklaş, durma uzaklaş!”
“nereye?” diyebildi.
sesi içinde yankılandı. uyandı.
devamı buradan
“uzaklaş, uzaklaş, durma uzaklaş!”
birkaç adım geriledi. birkaç adım kaç vakit ederdi? bilemedi. ihtiyarladı sanki. yahut hep ihtiyardı. durdu. yorgundu. kaç yaşında olduğu bilinmez zaman kadar yorgundu.
“uzaklaş, uzaklaş, durma uzaklaş!”
“nereye?” diyebildi.
sesi içinde yankılandı. uyandı.
devamı buradan
devamını gör...
93.
bitmemiş bir hikaye de benden gelsin madem..
bundan 30 yıl bilmem kaç saat önce, “doğum” dedikleri şeyin gerçekleştiğini müjdeleyen, zıvanadan çıkmış bir bebek ağlamasından ibarettim... bana sorsan, günlerce savaşmaktan bitap düşmüş yaralı bir askerin, çamurun içinde ölümden var gücüyle kaçarcasına sürünmesi gibi sürünerek çıkmıştım annemin bacaklarının kanlı arasından. tanrının kutsadığı mübarek bir asker olarak, ilk düşmanımı işte o savaşta, tam da o gece öldürmüştüm. annemi...
parmaklıklı demir kapı, elinden şekeri zorla alınmış bir çocuk mızmızlanması gibi gıcırdayarak kapanıp; gürültülü sürgüsü üstüme çekildiğinde, 30 yaşıma gireli tahmin ediyorum 11 saat falan olmalıydı. olmalıydı diyorum; çünkü kol saatimi, kemerim ve ayakkabı bağcıklarımla birlikte, berbat bir el yazısı ile kaleme alınan bir tutanak garantisi altında, emanete bırakmak mecburiyetinde bırakılmıştım.
bir kaç saat önce yaşanılan kanlı olayın sis bulutu henüz kalkıyordu gözlerimin penceresinden ki; üstüme başıma bulaşan kandan, ellerimin üstündeki yaraların sızısından, bu göt kadar nezarethanenin rutubetli kokusundan ve az önce bana refakat eden memurun arkasını dönüp giderken zihnime kazıdığı son bakışından midem bulanmaya başlamıştı...
kolumdaki pansumana takıldı gözüm. az önceki polikliniğin kokusu geldi burnuma. sonra doktorun sesi kulaklarımda tekrar yankılandı:
“kendini nasıl hissediyorsun?”
“iyi”
“raporun birazdan hazır olur. memur beylerin refakatinde karakola götürüleceksin.”
“iyi”
kapıma doğru yaklaşan ayak sesleri, zihnimdeki doktorun konuşmasını yarıda kesti.memur belindeki anahtarlığı gürültülü bir şekilde çıkarıp, parmaklıklı demir kapıyı açarken, mesai saatlerinin bezdiriciliğiyle, sesine yorgunluğunu da yansıtarak belli belirsiz mırıldandı:
“kalk! benimle geliyorsun.”
sanki bana söylememiş gibi anlamsızca suratını izledim, farkında olmadan. belki de bana söylememiştir diye çocuk masumiyetiyle aptalca düşüncelere daldığımı farkettiğimde iş işten geçmişti. demin ki yorgun memurun yerini bir dağ aslanı almış gibi kükredi:
“kalksana lan! kime diyorum!”
banka kuyruğunda bekleyen emekli bezginliğinden, dağ aslanı kükremesine ışık hızında geçen memurun refakatinde, nezarethaneden nöbetçi amirin odasına uzanan merdivenleri acele adımlarla tırmanmaya başladık. ilçe emniyeti, sakinlerinin asla kendisine yakıştıramayacağı anlamsız bir hareketlilik halinde gibiydi bu gece. sanki yıllardır bugünü beklemiş de, ilçenin bütün it kopuğu, biraz da zıvanadan çıkarak, sanki benimle birlikte harekete geçmişti.
sağımda solumda başka memurların başka başka refakatleriyle o odadan bu odaya girip çıkan eli kelepçeli/kelepçesiz tipler görüyordum. bitmek bilmeyen yürüme seansımız esnasında kiminin hırsızlıktan, kiminin darptan burada olduğu kulağıma çalınıyor gibi oldu. yahut bir kaç at hırsızı kılıklı herife bakarak, belki de habis bir önyargıyla, kendilerine o suçları ben yakıştırmışımdır, kim bilir...
...
bundan 30 yıl bilmem kaç saat önce, “doğum” dedikleri şeyin gerçekleştiğini müjdeleyen, zıvanadan çıkmış bir bebek ağlamasından ibarettim... bana sorsan, günlerce savaşmaktan bitap düşmüş yaralı bir askerin, çamurun içinde ölümden var gücüyle kaçarcasına sürünmesi gibi sürünerek çıkmıştım annemin bacaklarının kanlı arasından. tanrının kutsadığı mübarek bir asker olarak, ilk düşmanımı işte o savaşta, tam da o gece öldürmüştüm. annemi...
parmaklıklı demir kapı, elinden şekeri zorla alınmış bir çocuk mızmızlanması gibi gıcırdayarak kapanıp; gürültülü sürgüsü üstüme çekildiğinde, 30 yaşıma gireli tahmin ediyorum 11 saat falan olmalıydı. olmalıydı diyorum; çünkü kol saatimi, kemerim ve ayakkabı bağcıklarımla birlikte, berbat bir el yazısı ile kaleme alınan bir tutanak garantisi altında, emanete bırakmak mecburiyetinde bırakılmıştım.
bir kaç saat önce yaşanılan kanlı olayın sis bulutu henüz kalkıyordu gözlerimin penceresinden ki; üstüme başıma bulaşan kandan, ellerimin üstündeki yaraların sızısından, bu göt kadar nezarethanenin rutubetli kokusundan ve az önce bana refakat eden memurun arkasını dönüp giderken zihnime kazıdığı son bakışından midem bulanmaya başlamıştı...
kolumdaki pansumana takıldı gözüm. az önceki polikliniğin kokusu geldi burnuma. sonra doktorun sesi kulaklarımda tekrar yankılandı:
“kendini nasıl hissediyorsun?”
“iyi”
“raporun birazdan hazır olur. memur beylerin refakatinde karakola götürüleceksin.”
“iyi”
kapıma doğru yaklaşan ayak sesleri, zihnimdeki doktorun konuşmasını yarıda kesti.memur belindeki anahtarlığı gürültülü bir şekilde çıkarıp, parmaklıklı demir kapıyı açarken, mesai saatlerinin bezdiriciliğiyle, sesine yorgunluğunu da yansıtarak belli belirsiz mırıldandı:
“kalk! benimle geliyorsun.”
sanki bana söylememiş gibi anlamsızca suratını izledim, farkında olmadan. belki de bana söylememiştir diye çocuk masumiyetiyle aptalca düşüncelere daldığımı farkettiğimde iş işten geçmişti. demin ki yorgun memurun yerini bir dağ aslanı almış gibi kükredi:
“kalksana lan! kime diyorum!”
banka kuyruğunda bekleyen emekli bezginliğinden, dağ aslanı kükremesine ışık hızında geçen memurun refakatinde, nezarethaneden nöbetçi amirin odasına uzanan merdivenleri acele adımlarla tırmanmaya başladık. ilçe emniyeti, sakinlerinin asla kendisine yakıştıramayacağı anlamsız bir hareketlilik halinde gibiydi bu gece. sanki yıllardır bugünü beklemiş de, ilçenin bütün it kopuğu, biraz da zıvanadan çıkarak, sanki benimle birlikte harekete geçmişti.
sağımda solumda başka memurların başka başka refakatleriyle o odadan bu odaya girip çıkan eli kelepçeli/kelepçesiz tipler görüyordum. bitmek bilmeyen yürüme seansımız esnasında kiminin hırsızlıktan, kiminin darptan burada olduğu kulağıma çalınıyor gibi oldu. yahut bir kaç at hırsızı kılıklı herife bakarak, belki de habis bir önyargıyla, kendilerine o suçları ben yakıştırmışımdır, kim bilir...
...
devamını gör...
94.
ateistforum'da, arkeolog olduğunu söyleyen, "anibal" nikli ateist bir katılımcıya takılmak amacıyla kaleme aldığım öyküler:
anibal'in afrika maceraları
anibal ve arkadaşları adis ababa’ya ulaşmışlardı. kendisinden başka fransız, alman ve japon meslektaşları vardı.
“ara geçiş formlarını bulmalıyız bu sefer” diyordu anibal . ekip çalışmaya başladı, alman meslektaşı auman kendisine sesleniyordu, yeni bir şey bulunmuştu.
anibal heyecanla koşarak geldi. almanın üstünü nazikçe süpürdüğü şey tarihi bir hançer idi. anibal hayal kırıklığına uğramış biraz da öfkelenmişti. meslektaşları ise mutluluk içinde objeyi inceliyorlardı.
-ne kadar ustaca yapılmış bir eser!
-evet ama bunlarla vakit kaybetmeyelim, bizim asıl işimiz canlılardan kalan fosillerle (dedi anibal)
-neden sinirleniyorsun noluyoruz böyle anibal. şundaki tasarıma, işçiliğe-sanata bak.
-bana bak serseri herif!, biliyorum benim damarıma basmak için “tasarım”dan dem vuruyorsun. şunu kalın kafana sok, bu cansız bir şey ve bir yapımcısı olmak zorunda. ama biz canlılarla ilgileniyoruz ve canlılar için aynı şey geçerli değildir
-öyle mi anibal, öyleyse gezegenler, kara delikler ve hatta tüm evren de cansız olduğuna göre onlardaki tasarımı ve tasarıcıyı kabul ediyorsun.
-şey………….
anibal sinir bozukluğu ve moralsizlikten titremeye başlamıştı. ama belli olmasın diye tutuğu piposunu sıkı sıkı kavrayıyordu. şapkası güneşten korumasına rağmen sanki yüzünde bir yanma hissi oluşmuştu.
-allah kahretsin!! (diyerekten önündeki sandalyeyi bir tekmeyle dağıttı.)
-ben forumdakilere söz vermiştim evrimi destekleyecek bir şeyler bulacağız diye. yine rezil olduk, özellikle emre_1974tr’ye yine madara olacağız. zaten sürekli sopalıyor beni tartışmalarımızda. olamaz!!!
-emre_1974tr mi o da kim?
-boşver kimse kim!! yazıklar olsun bir halt olacak diye kalkıp türkiyelerden buraya geldim, şu hale bak!! gidiyorum ben sinirlerim bozuldu şimdi, laptopumda forumdakilere ne yazacağımın stratejisini belirlemek üzere bugünlük çadırıma çekiliyorum. ama bu böyle olmayacak, bana iyi haberler vereceksiniz!!!
anibal titreyen eliyle şapkasını düzeltip çadırına doğru yürürken, yine kendisine hüsran düştüğünün bilincinde gözleri karıncalanırken, bir maymun sanki kahkaha atarak onu gösteriyordu yanındakilere.
***
anibal becoming hannibal (way of the darwin)
sıkıntılı geçen günün ardından yepyeni bir güneş doğmuş ve bu da anibal’e kötü talihinin geride kaldığını müjdeler gibiydi. adis ababa’da nisan ayını karşılamak kendisini değişik duygulara itmişti. gerçekten ülkesindekinden çok farklıydı burada...
kazı yerine vardığında herkeste bir heyecan ve şaşkınlık vardı. japonca,
almanca ve diğer dillerdeki çığlıkları uzaktan duymaya başlamış, yaklaştığında tablo netleşmişti.
-gel türk meslektaşım anibal, sonunda bulduk!!
karşısında gördüğü manzara donup kalmasına neden olmuştu. ömrünün uzun bir bölümünü aramaya adadığı bir geçiş formu önünde duruyordu. hiçbir şey söylemeden önce arkadaşlarına bakındı, sonra şaşkınlıktan yalpalayarak fosilin yanına koştu. gözlerine inanamıyordu, her şey o kadar belirgindi ki. meslektaşlarına:
-doğrusu ben bile inanmıyordum gerçekte. ama bu gerçek olmalıydı yoksa inancımın hiçbir dayanağı kalmayacaktı. işte ne mutlu ki onu bulduk sonunda.
arkadaşlarının garip bakışları arasında titreyen eliyle kemiklere dokundu. dün sinirden titriyordu bugün ise mutluluktan. hayat gerçekten garip diye iç geçirdi anibal. şu ana kadar zor tuttuğu iki damla gözyaşı yanaklarından süzülüverdi. çevresindekilerin bakışı daha da garipleşmiş ve derin bir sessizlik hâkim olmuştu olay yerinde. ama kemikler biraz fazla parlak gibiydi sanki.
- şimdi….. şimdi görecek müslümanlar ve diğerleri bilimin neyi gösterdiğini. evet bugüne kadar zorlamalarla, inançlarımızı biraz da körü körüne savunarak evrimin var olduğunu kabul ettirmeye çalıştık insanlara….ama….ama bu gerçekten bundan sonra bilimsel olarak da inancımızın doğru olduğunu gösterecektir.
-nisannnn biiirrrrrrrrrrrrr
anibal neye uğradığını şaşırmıştı.şok ve dehşet dolu bakışlarla, kendisine kahkahayla gülen meslektaşlarına bakarken, onlardan dünden beri ayrı-uzak durmanın kendisine ne kadar pahalıya patladığını hemen kavramıştı.
eline aldığı yapay uzun bir kemikle üzerlerine doğru koşmaya başladı. öfkeden gerçekten birilerinin canını fena yakacaktı. olayın ciddiyetini gören kalabalık hemen çil yavrusu gibi dağılarak kaçmaya başladı.
- kaçınnn hanniballl geliyorrrr (diye bağırdı kalabalıktan biri)
-
- ulan ******* herifler hepinize ödeteceğim bunu!!!!
can derdine düşen bilim adamları yüz metre rekoru kırarcasına yokuşu tırmanmışlar ve mağaranın yanından düzlüğe doğru koşmaktaydılar.
birden kamerayı fark eden anibal durmak zorunda kaldı. bbc’den bir muhabir ve kameraman her şeyi kaydetmişti. ve bu olay dünya tarihindeki en iyi 1 nisan şakalarından biri olarak arşivdeki yerini alacaktı.
elindeki yapay kemiği ormanın içlerine doğru hınçla savurdu. kameraya gülümseme ve öfke karışımı bir ifade gönderdikten sonra yine homurdanarak çadırına doğru yolculuğuna başladı. bu kadarı fazlaydı, büyük bir ihtimalle bavulunu toplayıp türkiye’ye dönüyordu.
bu sırada gözüne ilişen olağanüstü güzellikteki tabiat bile kendisini yatıştıramayacaktı.
“bir gün evrimi destekleyecek şeyleri bulacağız” diye kendi kendine mırıldanıp çadırına girdiğinde, tek düşündüğü forumdakilere artık ne diyeceğiydi.
vekilsizmeclis.com/viewtopi...
anibal'in afrika maceraları
anibal ve arkadaşları adis ababa’ya ulaşmışlardı. kendisinden başka fransız, alman ve japon meslektaşları vardı.
“ara geçiş formlarını bulmalıyız bu sefer” diyordu anibal . ekip çalışmaya başladı, alman meslektaşı auman kendisine sesleniyordu, yeni bir şey bulunmuştu.
anibal heyecanla koşarak geldi. almanın üstünü nazikçe süpürdüğü şey tarihi bir hançer idi. anibal hayal kırıklığına uğramış biraz da öfkelenmişti. meslektaşları ise mutluluk içinde objeyi inceliyorlardı.
-ne kadar ustaca yapılmış bir eser!
-evet ama bunlarla vakit kaybetmeyelim, bizim asıl işimiz canlılardan kalan fosillerle (dedi anibal)
-neden sinirleniyorsun noluyoruz böyle anibal. şundaki tasarıma, işçiliğe-sanata bak.
-bana bak serseri herif!, biliyorum benim damarıma basmak için “tasarım”dan dem vuruyorsun. şunu kalın kafana sok, bu cansız bir şey ve bir yapımcısı olmak zorunda. ama biz canlılarla ilgileniyoruz ve canlılar için aynı şey geçerli değildir
-öyle mi anibal, öyleyse gezegenler, kara delikler ve hatta tüm evren de cansız olduğuna göre onlardaki tasarımı ve tasarıcıyı kabul ediyorsun.
-şey………….
anibal sinir bozukluğu ve moralsizlikten titremeye başlamıştı. ama belli olmasın diye tutuğu piposunu sıkı sıkı kavrayıyordu. şapkası güneşten korumasına rağmen sanki yüzünde bir yanma hissi oluşmuştu.
-allah kahretsin!! (diyerekten önündeki sandalyeyi bir tekmeyle dağıttı.)
-ben forumdakilere söz vermiştim evrimi destekleyecek bir şeyler bulacağız diye. yine rezil olduk, özellikle emre_1974tr’ye yine madara olacağız. zaten sürekli sopalıyor beni tartışmalarımızda. olamaz!!!
-emre_1974tr mi o da kim?
-boşver kimse kim!! yazıklar olsun bir halt olacak diye kalkıp türkiyelerden buraya geldim, şu hale bak!! gidiyorum ben sinirlerim bozuldu şimdi, laptopumda forumdakilere ne yazacağımın stratejisini belirlemek üzere bugünlük çadırıma çekiliyorum. ama bu böyle olmayacak, bana iyi haberler vereceksiniz!!!
anibal titreyen eliyle şapkasını düzeltip çadırına doğru yürürken, yine kendisine hüsran düştüğünün bilincinde gözleri karıncalanırken, bir maymun sanki kahkaha atarak onu gösteriyordu yanındakilere.
***
anibal becoming hannibal (way of the darwin)
sıkıntılı geçen günün ardından yepyeni bir güneş doğmuş ve bu da anibal’e kötü talihinin geride kaldığını müjdeler gibiydi. adis ababa’da nisan ayını karşılamak kendisini değişik duygulara itmişti. gerçekten ülkesindekinden çok farklıydı burada...
kazı yerine vardığında herkeste bir heyecan ve şaşkınlık vardı. japonca,
almanca ve diğer dillerdeki çığlıkları uzaktan duymaya başlamış, yaklaştığında tablo netleşmişti.
-gel türk meslektaşım anibal, sonunda bulduk!!
karşısında gördüğü manzara donup kalmasına neden olmuştu. ömrünün uzun bir bölümünü aramaya adadığı bir geçiş formu önünde duruyordu. hiçbir şey söylemeden önce arkadaşlarına bakındı, sonra şaşkınlıktan yalpalayarak fosilin yanına koştu. gözlerine inanamıyordu, her şey o kadar belirgindi ki. meslektaşlarına:
-doğrusu ben bile inanmıyordum gerçekte. ama bu gerçek olmalıydı yoksa inancımın hiçbir dayanağı kalmayacaktı. işte ne mutlu ki onu bulduk sonunda.
arkadaşlarının garip bakışları arasında titreyen eliyle kemiklere dokundu. dün sinirden titriyordu bugün ise mutluluktan. hayat gerçekten garip diye iç geçirdi anibal. şu ana kadar zor tuttuğu iki damla gözyaşı yanaklarından süzülüverdi. çevresindekilerin bakışı daha da garipleşmiş ve derin bir sessizlik hâkim olmuştu olay yerinde. ama kemikler biraz fazla parlak gibiydi sanki.
- şimdi….. şimdi görecek müslümanlar ve diğerleri bilimin neyi gösterdiğini. evet bugüne kadar zorlamalarla, inançlarımızı biraz da körü körüne savunarak evrimin var olduğunu kabul ettirmeye çalıştık insanlara….ama….ama bu gerçekten bundan sonra bilimsel olarak da inancımızın doğru olduğunu gösterecektir.
-nisannnn biiirrrrrrrrrrrrr
anibal neye uğradığını şaşırmıştı.şok ve dehşet dolu bakışlarla, kendisine kahkahayla gülen meslektaşlarına bakarken, onlardan dünden beri ayrı-uzak durmanın kendisine ne kadar pahalıya patladığını hemen kavramıştı.
eline aldığı yapay uzun bir kemikle üzerlerine doğru koşmaya başladı. öfkeden gerçekten birilerinin canını fena yakacaktı. olayın ciddiyetini gören kalabalık hemen çil yavrusu gibi dağılarak kaçmaya başladı.
- kaçınnn hanniballl geliyorrrr (diye bağırdı kalabalıktan biri)
-
- ulan ******* herifler hepinize ödeteceğim bunu!!!!
can derdine düşen bilim adamları yüz metre rekoru kırarcasına yokuşu tırmanmışlar ve mağaranın yanından düzlüğe doğru koşmaktaydılar.
birden kamerayı fark eden anibal durmak zorunda kaldı. bbc’den bir muhabir ve kameraman her şeyi kaydetmişti. ve bu olay dünya tarihindeki en iyi 1 nisan şakalarından biri olarak arşivdeki yerini alacaktı.
elindeki yapay kemiği ormanın içlerine doğru hınçla savurdu. kameraya gülümseme ve öfke karışımı bir ifade gönderdikten sonra yine homurdanarak çadırına doğru yolculuğuna başladı. bu kadarı fazlaydı, büyük bir ihtimalle bavulunu toplayıp türkiye’ye dönüyordu.
bu sırada gözüne ilişen olağanüstü güzellikteki tabiat bile kendisini yatıştıramayacaktı.
“bir gün evrimi destekleyecek şeyleri bulacağız” diye kendi kendine mırıldanıp çadırına girdiğinde, tek düşündüğü forumdakilere artık ne diyeceğiydi.
vekilsizmeclis.com/viewtopi...
devamını gör...
95.
sabahtan akşama kadar hayatımı yazıyorum. sonrada yazdıklarımı oynuyorum sahneye çıkıp.
devamını gör...
96.
bir varmış.
devamını gör...
97.
ömer' in hayatı, ailesi ya da tanıdıkları bir kitapsa ömer o kitabın ön sözüydü. merak edip okuyan olmamıştı şimdiye kadar pek fazla. iki abisi de atlamadan okunan o merak uyandırıcı kısımken ömer' in ön söz olarak kalmasında babasının payı da büyüktü. ona hep abileri gibi olmasını öğütlemiş, abilerinin yaptıklarını göze girmek için resmen taklit edince de babasından, "aynısını abilerin her zaman yapıyor zaten, kendin olmayı dene." tepkisini çok sık almıştı. hemen her zaman başkalarına yaranmak için yine başkalarını örnek aldığından kendisi olmak ne demekti, doğruyu ve yanlışı ayırt edebilen genç bir birey olarak hala bilemiyordu. onun kendiliği de ancak bir kitabın ön sözü kadardı işte. doğum tarihi, akademik bilgisi biliniyor bunlar da okuyana çok fazla hitap etmiyordu. işte bu yüzden ahu ve güneş' i koşulsuz sevmişti. onların yanında bir ön söz gibi değil de olayların çözülmeye başladığı o heyecanlı bölümün kahramanı gibi hissederdi hep. yani en azından nasıl biri olması gerektiğini bilmese de ailesinin yanındakinden çok farklı ve doğal davrandığı yer ikisinin yanı olmuştu. şimdi onları yeniden bir arada görünce sıkı sıkı sarılıp bırakmak istememesi en çok bu yüzdendi. ikisini de şu dünyadaki her şeyden çok özlemişti ama onlar için aynısının geçerli olduğu söylenemezdi, gözlerindeki parıltı çocukken olduğundan çokça uzak ve kin doluydu. bu kadar kötü duygu da zaten duygusal açıdan hassas olan ömer' i haliyle kahretmişti, hatta o an ağlayacaktı da güneş bir anlık boşluğuna gelip ona sarılınca bundan vazgeçmişti.
aslında bu yazdığım uzunca bir kurgudan küçük bir alıntı. umarım beğenerek okumuşsunuzdur.
aslında bu yazdığım uzunca bir kurgudan küçük bir alıntı. umarım beğenerek okumuşsunuzdur.
devamını gör...
98.
bizim gibi insanlar için kurtuluş yoludur. bazen insan gidebilmek, herhangi bir yerde umutla ve sıkıca bir nedene tutunabilmenin düşüyle ömür geçirir, ve belkide hayatında asla dolmayacak ruhsal boşluğunu bir çok neden ve sebeple doldurmaya çaba gösterir.
işin gerçek boyutuna geldiğimiz zaman ise farkettim ki ben de daha önceki yaşamını sonlandıran bir çok insanla aynıyım, hayatımın yarısını veya daha fazlasını geçirmiş biri olarak bu zamana kadar öyle dolu dolu zevk almış, ağız dolusu kahkaha atmış, doya doya yaşamış hissetmedim hiç. bırakın coşku duymayı, doyumdan bile uzak bir yaşam, neredeyse tatsız ve zevksiz...
yaptığım öz eleştirilen sonucunun en yüksek mertebesindeyim, tüm yaşantımı gözler önüne sererek son yapacağım son bir öz eleştiri ile uzaklaşacağım, belki son günüm bugün belki bir gün daha yaşayacağım ama fark edecek bir durum söz konusu olacak mı ?
yıllar süren hesaplaşmaların neticesi olarak bu acı dinecek veya daha kötü bir düzene sürüklenecek.
yaşamın temeli bulutların üstünde ahenkle süzülen özgür bir kuş gibi olmaktan çok uzak bir çıkmazdır.
öze bakıldığı zamanlarda tarihin her döneminde süre gelen bir mutluluk ve insanın kendini arayışı olmuştur bu bugün de yarın da olacaktır.
kısacası sizi kendi biçiminizde şekillendirecek düşünceler edinin, hayatı sorgulayın, düşünün. insanlara göre yaşamayı bırakın, bir başkasının kendi elde edemediklerinin yansımalarını kendinize temas ettirdikçe daha çok dibe sürükleneceksiniz, tozlu ve puslu bir yolun son dönemeçleri ruhunuzu koparsa bile üstünüzden o görünmez haset dolu elleri def etmeyi öğrenin.
işin gerçek boyutuna geldiğimiz zaman ise farkettim ki ben de daha önceki yaşamını sonlandıran bir çok insanla aynıyım, hayatımın yarısını veya daha fazlasını geçirmiş biri olarak bu zamana kadar öyle dolu dolu zevk almış, ağız dolusu kahkaha atmış, doya doya yaşamış hissetmedim hiç. bırakın coşku duymayı, doyumdan bile uzak bir yaşam, neredeyse tatsız ve zevksiz...
yaptığım öz eleştirilen sonucunun en yüksek mertebesindeyim, tüm yaşantımı gözler önüne sererek son yapacağım son bir öz eleştiri ile uzaklaşacağım, belki son günüm bugün belki bir gün daha yaşayacağım ama fark edecek bir durum söz konusu olacak mı ?
yıllar süren hesaplaşmaların neticesi olarak bu acı dinecek veya daha kötü bir düzene sürüklenecek.
yaşamın temeli bulutların üstünde ahenkle süzülen özgür bir kuş gibi olmaktan çok uzak bir çıkmazdır.
öze bakıldığı zamanlarda tarihin her döneminde süre gelen bir mutluluk ve insanın kendini arayışı olmuştur bu bugün de yarın da olacaktır.
kısacası sizi kendi biçiminizde şekillendirecek düşünceler edinin, hayatı sorgulayın, düşünün. insanlara göre yaşamayı bırakın, bir başkasının kendi elde edemediklerinin yansımalarını kendinize temas ettirdikçe daha çok dibe sürükleneceksiniz, tozlu ve puslu bir yolun son dönemeçleri ruhunuzu koparsa bile üstünüzden o görünmez haset dolu elleri def etmeyi öğrenin.
devamını gör...
99.
1 oda 5 kişinin hayat hikayesi kendi hayat hikayem biraz uzun başlığını yazdim
devamını gör...
100.
biri tamamlanmış diğeri devam eden iki kurgu ve taslak aşamasında kelimelere dökülmeyi bekleyen dört hikayem var. kafa sürekli rolantide ve yazmak bir bağımlılık...
devamını gör...