aeneas yazar profili

aeneas kapak fotoğrafı
aeneas profil fotoğrafı
rozet
karma: 1381 tanım: 94 başlık: 13 takipçi: 6

son tanımları | başucu eserleri


işe yarar bir şey

pelin esmer'in biraz tren, biraz şiir filmi. barış bıçakçı ile beraber senaryosunu da yazmıştır.

--! spoiler !--

film, iki kadının hikayesiyle başlar. canan, hayatının nereye gittigini kontrol edemez, biraz öyle savrulup giden bir karakter iken, leyla hayatın kenarında durup yaşamadan yaşamı seyreden bir tiptir. leyla, işte o canan'ı hemen tanır bu yüzden de. içindeki gelgitleri tanır. şair ya, illa hikayeyi görür, peşini de bırakmaz.
canan'ın o kararsızlığı film boyu sürer. leyla ise çok az hareket eder o ırmağın kenarındaki yerinden ve ancak yavuz'la oturup konuştuğunda ayağını bir parça daldırır o nehre. o da, ufacık bir dalga yarattı mı bilmeden bitiririz filmi. leyla yavuz'u ikna etmeye, fikrini değiştirmeye çalışmaz da, yavuz'un da hikayesini öğrenme derdine düşer gibi gelir bana. hayatı yaşamak yahut bitirmek yavuz'un kararıdır. kalkıp o yavuz'a yol göstermek haddini görmez kendimde. severim bu halini.

leyla'nın yavuz'a söylediği her şeyi şuraya topluyor barış bıçakçı:

"yaşamak çukur yerlere doluyor diyorlar
bu yüzden yıkıntıya dönüşse de yaşıyormuş insan
ama hep yıkıldığımız yeter sevgilim, biraz da kekik toplayalım
kıymetini bilmediğimiz şeyler var"

yavuz ne der bize söylemez pelin esmer. sen ne dersen o olsun der. ben derim ki o yavuz dese dese şunu demiştir:
"ama baktım sen rüzgârsın sevgilim
kitapları bir başından bir sonundan okuyorsun
başucunda bir bardak su
beni başucumda bir bardak su gibi avutuyorsun"


--! spoiler !--
devamını gör...

mağdur suçlayıcılığı

"hırsızın hiç mi kabahati yok" gibi bir cümleye sahip olduğumuzu hesaba katarsak, mağduru suçlamanin kökü bizde çok eskiye gider. sokakta dayak yiyen çocuğu bir de anne babanın dövmesinden başlarız, "o saate orada ne işi varmış" a kadar gideriz.

yani bu biraz da suçun olaganlastiginin isaretidir. suç zaten oradadır. o halde, mağdur bunu bile bile önlem almadığı için kabahatlidir.
haliyle mağduru sucluyorsak eğer şunu deriz. "bizim mahalle zaten hırsızdır. sen kapını kilitlemekle mesulsun". ya da deriz ki kadına "bizim erkeğimiz, tacizcidir, tecavüzcüdür. buna yapacağımız bir şey yok. sen mini etek giymemekle sorumlusun."

bu sakat mantığın altında ya suçluyu korumaya çalışmak vardır ya da suç karşısında çaresizlik. ıki durumda da bitmis bir toplumsal ahlaka işaret eder.
devamını gör...

mine (film)

yönetmenliğini atıf yılmaz'ın yaptığı, senaryosunu atıf yılmaz, deniz türkali ve necati cumalı'nin yazdigi 1982 tarihli sinema filmi. *

--! spoiler !--

film kasaba yerlisinin de orta üst sınıfa mensup okumuşun da ayni ahlaksızlığı paylaştığını, kasabali bu ahlaksizligi beceremezken yari okumuşun farkını ortaya koyup "başardığını" gösterir.

mine'nin temsil ettiği arzu nesnesi herhangi bir sey olabilir. para olur, başarı olur, makam mevki olur. kasabali da bu arzu nesnesine ulaşmaya çalışırken her yolu mübah görür, orta-üst sınıf da.
kasabali da orta üst sınıf da o arzu nesnesine ulaşamazsa hem ona ulaşanı hem de o nesneyi yok etmek icin elinden geleni ardına koymaz.

--! spoiler !--

velhasil iyi film yani. ızleyiniz, seviniz.
devamını gör...

the matrix

bir neokolonyalizm övgüsü.
amerikan tipi devrimci sinemanın sınırlarının gidebileceği maksimum marjinal noktanın liberal/neokolonyal özgürlükten fazlası olamayacağını gösterir bu film serisi. (1-2-3 toptan değerlendirmiş olalım)

kurtarıcı tek şahıs kültünü sıkı sıkıya benimseyip yüceltmesini de eleştirebiliriz burada. ama ben bunu şimdilik zaplayıp önerdiği uzlaşının sıkıntısını parmaklamak istiyorum öncelikle.

evvela kısaca kolonyalizm/neokolonyalizm konusuna degdirelim. malumunuz 2. dünya savaşı'ndan sonra hızlıca dağılan emperyal(kolonyal) devletler var. birden bu sömürgeci batı devletleri afrika'dan asya' dan toparlanıp kendi öz alanlarına dönmüş, sömüre sömüre iligini kuruttugu ülkelerin bağımsızlıklarını tanımışlardir.
işte bu noktaya kadar buralarda uygulanan metot şudur: insanliktan nasibini almamış bir kaba kuvvet ile bu ülkelerin kaynaklarının çalınması, insanların kolelestirilmesi. herhangi bir hak hukuk tanımadan sömürge valileri ve yerel işbirlikçilerin idaresi vardır buralarda. hasılı bildiğin insanlık tarihinin yüz karası bir olaydır bu kolonyalizm.

ıyi peki sonra? sonrası şişti bu düzen. 2.dünya savaşı dediğimiz temelde bu somirgelerin yeniden paylaşımı savaşıdır. sonunda da yeniden paylaşım yapılmıştır. avrupa'li devletlerin yediği ama bitiremediği sahalara, uluslasmasini geç tamamlayip haliyle sömürge yarışına geç giren almanya ve amerika, japonya, sscb vs de göz dikmiş sonunda da savaş patlamış. savaş sonunda da yeni çift kutuplu dünyada eski metot ile sömürgecilik yapmak mümkün olmamıştir. ama bu demek değil ki sömürgecilik bitecek.

tam bu noktada işte neokolonyalizm kavramı devreye giriyor. bildiğin sömürgeciligin update edilmiş hali bu. bu sefer iliği kurutana kadar sömürmek yerine. dibinde azıcık bırakıyorsun. kırbaç kölelestirmek yerine kendine bağımlı kılıyorsun. yeraltı kaynaklarını çıkarıp göz göre göre çalmak yerine, oraya kendi şirketini gönderip sudan biraz pahalıya kullanım haklarını satın alıyorsun.
bunu da gayet "medeni" bir şekilde yapıyorlar. hem imajlari bozulmuyor. hem de sömürgeden gelen kazanç kaybolmuyor.
peki bunu nasıl başarıyor bu batılı devletler.
çeşitli yöntemleri var bunun.
1) ülke yönetimine bir diktatör getir. onun güçte kalması için sana muhtaç olmasını sağla. diktatör sana ülkenin bütün kaynaklarını satsın.
2) yüzlerce yıldır kaynaklarını çaldığın, altyapısından tut, sağlık sistemine kadar herseyini harap ettigin ülkelerin inşası için borç ver. bu borçları dolarla/euroyla ver. bunu ımf, dünya bankası gibi araçlarla yap. bu kurumlar borç verirken öyle şartlar dayasin ki bu ülkelerin ekonomik sıkıntılarının sürekliliği sağlansın. borçlar karşılığında taviz al.
3) geri çekildiğin her ülkenin eğitim sisteminde kendi dilini dayat. haliyle her kültürel alışverişi seninle olsun. genci senin ülkene okul okumaya gelsin. seni sevsin, seni desteklesin. etc.
böylece görünürde bağımsız bir sömürge sahibi oldunuz. tebrikler.

işte bu daha "insancıl" neokolonyalizm günümüzde sömürgeciligin devamını sağlıyor.

ıyi de olum matrix ne alaka?

şimdi çok üstten çok net bir şekilde diyebiliriz ki, robotlar sömürgeci, insanlar ise sömürgedir. zion halkı ise buradaki devrimci kardeşlerimizdir. robotların kurduğu bu vahşi düzene isyan edip, kaybede kaybede kazanmayı öğrenmeye ve bu alçak, bu vahşi düzeni yerlebir etmeye çalışıyorlar. morpheus'un boş beleş metafizik sayiklamalarindan siyrilirsak da gayet mantıkli bir lider kadrosuna ve elbette halkı için canını feda etmeye hazır asker/halka sahiptir bu direniş.

kurtarıcı diye bize sunulan 'neo'nun mimarla yaptığı görüşmede ise bu filmin arkasındaki liberal/neokolonyal mantık kendini alenen ortaya koyar. buna göre, bu mücadele ilk değildir. daha önce bilmem kaç kez yaşanmış ve her seferinde kaybedilmiştir. somurgecinin teklifi, kurtaricinin belli sayıda insanı alıp bu döngüyü başa almasıdır. haliyle sömürgeci kendisini bir kez daha yenecektir. çark olduğu gibi dönecektir. mimar bura eski sömürge aklını temsil eder.
işte tam bu noktada 'kahin' yeni bir metot ile sömürgeci ile sömürülen arasında uzlaşı sağlar. somurgecinin çarklarını azıcık yumuşatmak karşılığında sistemi de maksimize eder. bu yeni sistemde sömürü yine devam eder. ancak isteyen sistemden çıkmakta özgürdür. tabii ki bu özgürlük yalandandır. neden, onu da yine filmin içindeki bir sahnede hain kelin "bu yemeğin gerçek olmadığını, bir kod parçası olduğunu biliyorum. ama yine de güzel, beni mutlu ediyor" demesinden çıkarabiliriz. yani sistemin içinde eritilen, özgür iradesi her an manipulie edilen kurbanların kararları tabii ki sömürgecinin sistemini sarsmayacaktir. marx'in "mutlu köleler" dediği bu insanları, kaderine terkedecek bir "kurtarıcı kahraman " figürü ancak sistemin işine gelir.

hasili film bildiğin yeni sömürge övgüsünden başka bir şey değildir.

mücadele o robotlarin(sömürgecinin) son çarkı kırılıp, son bebenin ensesindeki kablo çıkarılana kadar bitmez. morpheus denilen spirutuel dengesiz ile neo denilen yavşak revizyonizmin bayraktarlarindan başka bir şey değildir. övmeyin yükseltmeyin.
devamını gör...

sevmek zamanı

türk sinemasının yüz akı. hatta dönemin imkanları, ve dönemin genel sinema algısı düşünülürse belki de nuri bilge ceylan'in da bir tık önünde bir iş gibi görürüm naçizane.

elbette metin erksan'in filmde anlattığını ondan önce birileri kitaplarinda anlattı.
filmde altı çizilen 'sevgi/aşk' biçimini sabahattin ali kürk mantolu madonna'da anlatir.

filmde fotoğraf/ fotoğraftaki kadin ikiliği anlamasi zor olmayan, sevilenin gercek kisiligi ile sevenin gördüğü kişiliği çelişkisini temsil eder.

bu da belki de yaşadığımız her aşkta gorebilecegimiz çok gerçek bir çelişkidir.

bir insanla karşılaşırız, o'nun onlarca yillik ömrünün ürünü olan karakterini biz maksimum 5-10 görüşmeyle, o görüşmelerdeki haliyle hareketiyle algıladigimizi, öğrendiğimizi düşünürüz. hepimiz de o resme aşık oluruz. bizi seven herkes de bizim onların kafasındaki resmimize aşık olmuşlardır.
halil sen kadar ben kadar gerçektir.

halil'in o resimdeki kadından kaçışı da biraz korkudandır. o kendisini asla incitemeyecek, asla yargilamayacak bir 'sevgili' bulmuştur. bunu kaybetme korkusudur onunki.

bizim sahip olmadığımız, halil'in eni sonu birakmak zorunda kaldığı bir lüks/hastalık bu.

biz sıradan faniler severiz. denk gelirse de sevdigimizce seviliriz. bir miktar o resimler bizi bir arada tutar. sonra usul usul resim gider gerçek gelir. ıki yan da kafasındaki resimden feragat edebilirse ne ala, aşk biter yerini guzel bir huzur hali alir. yok bir taraf o resmi birakmazsa o zaman... ıste hayat devam ediyor.

konu karıştı. toplayalim.
film sadece bu bakış acisiyla kiymetlenmiyor tabi. ayni zamanda bu derdini anlatırken klişelerden cok guzel kacmasiyla da cok kiymetlenir.
örneğin, fabrikatörun yaklaşımı hikayeye tam gereken bir katki sağlar. onun da derdi cok gerçektir cok anlasilirdir.

teknik kismiyla ilgili konuşup boyumu aşmayayim. onu da bir bilen anlatsin
devamını gör...

geceye bir şiir bırak

edebi bir iş, oluş, hareket.

mahmut derviş'in dünyanın tüm ötekilerine ses verdiği şu güzelim sıralarıyla küllün sözlüğü merhaba demiş olayım.

"nereye gitmeliyiz son sınırdan sonra?
nereye uçmalı kuşlar son gökten sonra?
nerede uyumalı bitkiler, son soluklarından sonra?
kızıl buharla yazacağız adlarımızı.
keseceğiz elini şarkının, etimizle bitecek olan.
öleceğiz burada, burada son boğazda.
burada ve burada yetiştirecek kanımız,
bir zeytin ağacını."
devamını gör...

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim