uzun zaman oldu yazı yazmayalı; gece vakitlerini kendimle, zihnimle baş başa geçirmeyeli.
az önce bana gerçekten hissettiğimi düşündüğüm dönemimi hatırlatan bir filmi bilmemkaçıncıya izledim.
"la belle personne", bir milat sanki benim için. ancak artık eskisi kadar hissedemiyor, yazamıyor, düşünemiyor ve dokunamıyorum zihnimin ufak tomurcuklarına.
eskiden o tomurcukları görüp açardım ellerimle, narince. açardım ki bitmesin bu yaşama hevesi, hedonist hazlarım.
bitti elbet, elbet bitecekti. çok farklı yerlere aktardım ya da, bağlantılı ancak okunmadan anlaşılmaz. anlayamazsın.
sahnemi özledim, ana karakterdim ben. acılarımla, duygularımın yoğunluklarıyla dolu bir senaryom vardı dokuduğum. o zamanlar şimdiki halimden çok uzaktaydı, şu anki bluesther'e inanmazdı. çıkmak, kaçmak isterdim hep. kendimden, evden, ondan, dünyadan.
yıldızları yakalamak isterdim mesela, geceler boyunca yıldızları seyrederdim. kulağımda çalan lodos esintili şarkılar, gökyüzünde dans etmemi sağlarlardı. hayatım şarkı sözlerindeki atıflara bağlıydı, gördüğüm ve anlam biçtiğim semboller uğruna yaşıyor, uğruna hayatta kaldığım hislerin yok olmaması adına ağlıyordum saatler boyunca.
ereksel düşünce sistemim, yıldızlara ulaşabileceği inancından vazgeçemiyordu. vazgeçemezdim, inanarak hislerimi diri tutuyordum. onca acı, bunca keder... hepsi bulunduğum yerden kaçarak ulaşabileceğim, huzura ereceğim o yere olan inancımı kanıtlıyordu. ne kadar üzülüyorsam o kadar gerçekti. her gözyaşım, oradaki bir bitkiyi yeşertiyordu.
ne var ki artık kaçamayacağımı biliyorum. kendimden kaçamayacağımı işte o zamanki bleusther'den kaçarak öğrendim. ne var ki artık eskisi kadar ağlamıyorum.
ne güzel değil mi?
artık o yerde çiçek bitmiyor, sular akmıyor.
artık gördüğüm semboller, çizgilerden ibaret.
artık hislerimle değil, rüzgarın şiddetiyle yaşıyorum. o nereye eserse, oraya sürükleniyorum. kuru bir yaprak gibi, sürüklendikçe parçalanıyorum.
memnunum ben hayatımdan, dinginim oldukça. yalnızca bazen çok özlüyorum o gözlüğümü. umudumun olmasını özlüyorum. boğaz kenarında yürürken aldığım nefesi her hücremde hissetmeyi özlüyorum.
tüm bunları anlattıktan sonra, hissetmeyi en sevdiğim ve hiçbir haline anlam veremeyip mantığıma oturtamadığım bir aşka bakıyorum derinlerimde. o aşkı temizliyor, ferahlatıyor, rahatlatmaya çalışıyorum.
elimdeki en değerli ve benden kalan tek parçadan söz ediyorum. işte o kıpırtı. evet.
deli gibi korkuyorum zarar görmesinden, onu oraya yerleştiren kişiye kızıyorum bazen. çok korkuyorum benim de nasıl kırılacağını, zarar göreceğini bilmediğim kuluçkasının sarsılmasından. çok korkuyorum uçup gitmesinden, nefes alamamasından.
özledim bir şarkı eşliğinde akmayı.
aşkım, mon amour, my love,
deneyelim mi birlikte akışla bir olmayı?
devamını gör...