ikinisandakapaliyiz yazar profili

ikinisandakapaliyiz kapak fotoğrafı
ikinisandakapaliyiz profil fotoğrafı
rozet
karma: 115 tanım: 6 başlık: 0 takipçi: 7

son tanımları


hubble sabiti


her şey bir tuvaldeki fırça darbesi gibi gelir bazen. sonsuz bir boşlukta, ışık ve karanlığın dansı... ve işte hubble sabiti, bu sonsuz resmin bir parçası. aslında, evrenin genişlemesini ölçen bir sabit olarak bilinse de, bence çok daha sanatsal bir şey: evrenin ritmi, temposu ve hatta belki de kalp atışı gibi gelir.

bir tablo yapıyorsun ve her fırça darbende farklı bir düzlem sunuyor gibisindir resim yaparken. her bir fırça darbesi, bir galaksinin hızını ve yönünü belirliyor. daha yavaş darbeler daha yakın galaksileri temsil ederken, hızlı ve sert darbeler uzak galaksilerin hızını gösteriyor. bu sabit, resimdeki her figürün konumunu ve boyutunu değiştiren, resmin kompozisyonunu belirleyen bir "sanatsal sabit" gibidir.

geçen ay bir etkinlik kafesinde bir tablo yaptım, adını `kaçan galaksiler` koydum`:swh`. tuvalde birbirinden uzaklaşan renkli lekeler vardı. genişleyen bir resmin ortasında kalmışsın ve her şey senden uzaklaşıyor ama bir yandan da seni içine çekiyor.

hubble sabiti, bana aynı zamanda evrenin yalnızlığını da anlatıyor. genişleyen evren, her galaksiyi birbirinden daha da uzaklaştırıyor. tıpkı bir ressamın fırça darbeleriyle yarattığı figürlerin zamanla yalnızlaşması gibi… her biri başka bir noktaya doğru uzaklaşıyor ve sonunda boşluğun içinde kayboluyor. işte hubble sabiti, bu kozmik yalnızlığın en somut kanıtı.
devamını gör...

ulus baker


hiç düşündünüz mü, neden spinoza, deleuze ya da marx gibi isimler, asırlar geçmesine rağmen hala düşüncelerimize musallat olmuş durumda? ne zaman özgürlükten, fikirlerden ya da günlük hayatımızın normlarına karşı çıkmaktan bahsetsek oradalar. görünmez bir harita gibi yollarımızı çizmişler. ulus baker’in düşüncesinde de spinoza’nın bu hayaleti var, düşüncelerini bedensellikten öte bir yere koyan o `intellect` (entellektüel düşünce) anlayışından bahsediyorum. ve belki de bizi huzursuz eden şey, işte tam da burada, “normal” algımızı yeniden düşünmemize neden olması.

spinoza, her şeyin “tek bir öz” olduğunu düşünürdü; gerçekliğin sonsuz ve sınırsız bir akış olduğuna inanırdı. ona göre, her şey bağlantılı, zihin ile beden arasında kesin bir sınır yok. spinoza bizleri arzularımız ve düşüncelerimizle şekillenen ama tam anlamıyla kontrol edemediğimiz varlıklar olarak görüyordu. bu bakış açısı biraz rahatsız edici – kendimizi özgür bireyler olarak görmek isteriz değil mi? ama spinoza şunu hatırlatırdı aynı zamanda: “bak, sen çevrendeki güçler tarafından etkileniyorsun, şekilleniyorsun; sana dair her şey, çok daha büyük olan bir akışın parçası.”

ulus baker ve onun gibi entelektüellere dair konuşmalarımızda spinoza’nın etkisini burada görebiliyoruz. ulus da sınırları zorlayan bir düşünürdü. spinoza’nın hayaleti gibi, geleneksel rollerden ve beklentilerden bağımsız bir düşünce ruhu gibi hareket ederdi. bir bakıma, ulus da spinoza’nın “entellektüelin etiği” dediği şeye inanıyordu – yani, toplumsal normlar veya elde ettiği başarılar ile değil, zihninin özgürlüğüyle kendini var etmeye. cv’ye ya da indeksli makale sayısına önem vermemesi, ona göre akademinin dar kalıplarının dışına taşma cesaretini gösteriyordu. spinoza da muhtemelen bu yaklaşıma bayılırdı.


böylesi birinin çevresindekileri rahatsız etmesi de çok olağan. çünkü “normal” olarak kabul ettiğimiz şeyleri sorgular. ulus’un, geleneksel anlamda anlaşılmayı veya “öğretim görevlisi”, “akademisyen” ya da “entellektüel” olarak görülmeyi umursamadığı aşikâr. spinoza’ya göre, gerçekten özgür olmak işte böyle bir şey – belirli bir kimliğe ya da role sığma ihtiyacını bırakmak, tıpkı onun bahsettiği saf “öz” gibi akmak. rahatsız edici, değil mi? insan kendi hayatına bakıp, ne kadarının kendine ait, ne kadarının “olması gereken” olduğu sorusunu sormaya başlıyor.
devamını gör...

travma


psikiyatri ve psikoloji dünyasında travma meselesine yaklaşımda tuhaf bir acelecilik, garip bir telaş var gibi değil mi? felaket durumlarında “travma” kavramına hemen sarılmaları, her şeyi bir travmatik olaya indirgeyip “travmatik an”dan bahsetmeleri insanda bir huzursuzluk uyandırıyor. bu acelecilik basit bir zamanlama hatası değil. sanki “travma ideolojisi” diyebileceğimiz bir tutum var burada. psikiyatri ve psikoloji alanlarının bu duruma karşı sergilediği tavır aslında toplumsal ve politik meselelerin yerini alıyor, hatta bu alanları bastırıyor.

şöyle bir düşünelim: artık toplumdan, tarihten, savaş, göç, ekonomik kriz gibi felaketlerden bahsederken “travma” kavramını baş köşeye koymadan konuşamaz hale geldik. her şey travma üzerinden değerlendiriliyor; tüm konuşmalar, analizler bir “travmatik deneyim” ifadesine dayanıyorsa anlamlı kabul ediliyor. oysa bu kavramın bu kadar yaygın kullanımı, musibetlerin yapısal veya toplumsal kökenlerini gözden kaçırmamıza neden oluyor. böyle bir “travma histerisi” içinde yaşıyoruz artık; her acıyı, her kaybı, her şiddeti bir travma olarak tanımlayıp duruyoruz. sanki tüm olayların tek bir açıklaması var: travma. peki, asıl meseleleri böylece gözden kaçırmıyor muyuz?

felaketlerde, ekranlarda ve sosyal medyada birden boy gösteren uzmanlar, “teskin edilme ihtiyacımızdan,” “belirsizliğin getirdiği stresle nasıl baş edeceğimizden,” “öfke kontrolünden,” “güven duygusunun tekrar nasıl tesis edilmesi gerektiğinden” bahsediyor. “yas aşamaları, travma sonrası stres bozukluğu, akut stres tepkisi” derken mesele sadece travmaya indirgenmiş oluyor. olayın toplumsal veya politik kökenlerini konuşmayı bile unutuyoruz. bu uzmanların burada olmasındaki sorun, gerçekten yardım etme çabaları değil; travma anlatısının bizim kontrolümüzden çıkarak kendi başına bir gündem yaratması, asıl meseleleri örtecek hale gelmesi.

ama ya asıl hikaye? bu yaşadıklarımızın ardında, ülkenin içini boşaltan, rant peşinde koşan, kamu kaynaklarını sömüren bir grubun hikayesi yok mu? ortak zenginliklerimizi çarçur eden bir güruhun, geleceğimiz üzerinde tepinerek her şeyi kendi menfaatine göre düzenlemesinin öyküsü bu. cehalet ve utanmazlıkla dolu bir kitle, kamu kurumlarını kendi çıkarlarına göre şekillendirip yok ediyor. bu yüzden değil mi sevdiklerimiz, komşularımız, çocuklarımız, göz göre göre betonların altına gömüldü? bu hikaye, bir toplu katliam hikayesi. insanlar saatlerce enkaz altında feryat ede ede can verdi. kulaklarımızdan silinmeyecek bu çığlıklar, bu kahredici acı, aslında kimlerin alçaklığı ve namussuzluğu yüzünden oldu, bunu da unutmayalım.

bu anlar, bu kayıplar; aslında başımıza gelenlerin, bu korkunç yağma ve rant düzeninin ortaya koyduğu birer kara leke. bu acılarımızı sadece travma söylemiyle geçiştirmemeli, unutulmaması için belleğimizde yaşatmalıyız. her şeyden öte, bu acı gerçeklerin üzeri kapatılmadan, toplumun, adaletin ve vicdanın hatırlayacağı şekilde kaydetmeliyiz.
devamını gör...

perfect days


obsesif olduğu düşünülen hirayama... obsesif kişi, genelde hayatın anlamını, kendi varoluşunu `sürekli` sorgular. kendini tam hissetmek için sürekli bir şeyler toplar, düzenler, kontrol eder. bu yüzden biriktiricilik, cimrilik, mükemmeliyetçilik gibi davranışlar sergiler. kendini eksik hissetmemek için bu kadar çaba harcar. ama bu çabanın içinde aslında bir tür “ölüme doğru varoluş” vardır. yani, sanki canlı olduğunu kanıtlamak için bir sürü iş yapar ama aslında kendini tüketir, yorulur ve yaşamdan uzaklaşır.

hirayama’yı böyle bir fantaziye yerleştirmek çok yanlış olur. film, bize tam tersine, hayatın küçük zevkleriyle yetinen, tüketici bir birey olmayı reddeden bir karakter sunuyor. hirayama, sade bir yaşam sürüyor; her gün aynı rutini izliyor, ağaçları suluyor, müzik dinliyor ve basit şeylerden mutlu oluyor. bu, günümüz tüketim toplumunun dayattığı sürekli tatmin arayışına tam bir meydan okuma. çünkü bugünün dünyasında, insanlar kayıp ve mahrumiyet deneyimlerini reddediyorlar, her şeyin yerini hemen başka bir şeyle doldurmak istiyorlar. bu yüzden sürekli bir huzursuzluk, can sıkıntısı ve boşluk hissi yaşıyoruz.

kaybettiğimiz şeyleri yerine koymak ya da acıyı hemen iyileştirmeye çalışmak aslında ruhsal olarak sağlıksız bir yaklaşım. gerçekten iyileşmek, kayıplarımızı tanımak, yas tutmak ve bu boşlukları kabul etmekle mümkün olur. ancak o zaman dünya bize daha aşina gelir, kendimizi evimizde gibi hissederiz. yoksa sürekli bir eğretilik, yabancılık hissi içinde savrulup dururuz. *mükemmel günler* de tam olarak bunu anlatıyor: kayıpları kabul etmek, sadeleşmek ve dünyayla uyum içinde olmak.

günümüzde, kayıplarımızı ve zorluklarımızı hemen “tedavi etmeye” yönelik bir baskı var. psikiyatristler, terapistler bize hemen toparlanmamız, ilaçlarımızı alıp devam etmemiz gerektiğini söylüyor. “hadi, daha fazla oyalanma, yerine yenisini koy, kendini iyileştir” mesajları veriliyor. bu aceleci yaklaşım, aslında ruhsal sağlığımızın derinliğini gözden kaçırıyor. çünkü kayıpları hemen kapatmak yerine, onları tanıyıp kabul etmek, gerçekten iyileşmemize yardımcı olur.

son olarak, filme yönelik bazı eleştirilerde tipik bir solcu kibir gördüm. bazı yorumlar, *mükemmel günler*’i, tüketim toplumuna eleştiri getirmeyen, sıradan bir film olarak nitelendiriyor. ama burada ciddi bir yanılgı var. bu eleştiriler, filmi hızlıca “sınıflandırma” ve “doğru pozisyonu alma” telaşında. oysa film, tüketim kültürü ve bireycilik karşısında sade ve alternatif bir yaşam tarzı sunuyor. hirayama’nın yaşamı, tüketim kültürünün dayattığı tatmin arayışına karşı radikal bir duruş sergiliyor. bu yüzden, bu filmi yüzeysel bir şekilde eleştirmek, aslında onun sunduğu yaşam biçimini anlamamak demek.

`bir düşüşün anatomisi` filminin kapanış sahnesinde gördüğümüz, gülmeyle ağlamanın iç içe geçtiği o an, belki de tüm filmi yeniden yorumlamamızı gerektiriyor. bu sahne, insan ruhunun karmaşıklığını, neşe ve acının nasıl birbirine karıştığını gösteriyor. sinemada, hayatın gerçekliğinden daha gerçek olan şeyleri bulabiliriz. `slavoj zizek`’in dediği gibi: “gerçek hayattan daha gerçek olan şeyleri görmek istiyorsanız, sinemaya bakın.”

naomi kawase’nin filmi, klişeleşmiş eleştirilere meydan okuyor ve bize daha sade, daha yalın, ama derin bir yaşam sunuyor.
devamını gör...

müzik


kendimi bildim bileli müzik üzerine dersler aldım. bugün müziğin, onu bir ders çerçevesine sığdırmayı imkânsız kılacak kadar büyük bir yaşam gücü olması üzerine yazacağım biraz. insanlığın –ve belki de başka hayvanların– yaşamıyla dil kadar, hatta bazen ondan da derin bir bağ kurar. peki müzik nedir ve onu nasıl elde edebiliriz? minibüste çalan bir radyo, bir barda coşkuyla dans ederken duyduğumuz bir şarkı; bunlar yüzeyde gördüğümüz müziğin birer tezahürü. ancak müziği gerçekten anlamak, onu şekillendiren tarihin, bilimin ve biyolojinin derinliklerine inmeyi gerektirir.

müziğin dokunduğu yer sadece kulaklarımız değildir. bir radyo vericisine yeterince yakın durursanız ve vücudunuz duyarlıysa, müziği içeriden hissedebilirsiniz. sesin fiziği, görselliğin fiziğinden farklıdır. insan, sese dayalı bir türdür; dil ve konuşma bunun en açık örnekleridir. görme ve işitme, sanatlarımızın çoğuna hükmeder. ancak diğer duyular, özellikle dokunma ya da koku, insanın sanat algısında bu kadar baskın bir yer edinmemiştir. örneğin köpekler, koku etrafında bir uygarlık inşa etseydi, beyinlerinin büyüklüğü neredeyse dünyanın yarısı kadar olabilirdi. bizim evrimsel ekonomimiz, müziği dil ve el gibi temel unsurlar üzerine inşa etmiştir.

müziğin kökenine dair sorular, bizi doğaya götürür. kuşlar, düzenli ve armonik sesler çıkararak müzikal davranışlar sergiler. ancak bu sadece güzel bir ötüş değil, aynı zamanda bir iletişim biçimidir. örneğin bir kuş, bölgesini korumak için rakip bir kuşa karşı seslerini kullanırsa bu bir "müzikal yarışma"dır. `olivier messiaen`’in dediği gibi, bu durumda müzik metaforik değil, gerçek anlamda vardır.

üstte bahsettiğim perspektiften haraket ederek varacabileceğimiz bir düşünce de: insan, doğanın müziğine “gecikmiş” bir yanıt olarak kendi ezgilerini yaratmıştır. müziğin bu tarihsel gecikme hali, insanın varoluşuna dair derin bir ipucudur: her şeyin bir zamanı ve gelişim süreci vardır.

insanın müziği, doğal olarak karmaşık bir biyolojik altyapıya dayanır. ses telleri ve beyin, sadece ses üretmekle kalmaz; bu sesleri birleştirerek heceler, kelimeler ve melodiler oluşturur. bunun yanı sıra, ritüel ve dans, müziğin temel bir parçası olmuştur. ilkel toplumlar, ritüeller olmadan hiçbir şeyi gerçekleştirmezdi. örneğin, bir kayığın denize indirilmesi bile ritüelistik bir etkinlikti.


müzik üzerine en derin sözlerden bazılarını schopenhauer söylemiştir. ona göre, müzik diğer sanatlar gibi bir şeyi temsil etmez; doğrudan yaşatır. bir kemanın ağlayışı, bir çocuğun ağlamasını temsil etmez, bizzat o ağlamanın kendisidir. schopenhauer’ın “`haecceitas`” dediği şey, müziğin bu tekillik gücüdür: her duygu, her ses kendine özgüdür ve başka hiçbir şeye indirgenemez.

peki ya “ağlayan çocuk”? müzik, resim gibi bir çocuğun ağlayan yüzünü bize gösteremez. ama onun ağlayışını, hüznünü, sevincini doğrudan hissettirebilir. schopenhauer’ın felsefesi, müziğin bu somut doğasını vurgular. ancak bu, nietzsche gibi diğer düşünürlerle yeni tartışmalara da kapı aralamıştır.

nietzsche, müziği düzen (apollon) ve coşku (dionysos) arasında süregelen bir gerilim olarak görür. bu gerilim, müziği anlamamızda temel bir rol oynar. wagner’in operaları, bu gerilimi sanatın doruk noktasına taşır. örneğin, wagner’in “tanrıların valhalla’ya girişi” adlı eseri, tanrısalın müzikal bir ifadesini arar.

ancak nietzsche, tanrısal olanın daha derin bir düzeyde ifade edilmesi gerektiğini savunur. müzik sadece tanrıları sahneye taşımamalı; onların ötesinde, tanrısallığın kendisini duyurmalıdır.

müzik, yalnızca bir “çocuk ağlamasını” ya da bir “sevgilinin öfkesini” duyurmakla da kalmaz tabii ki. aynı zamanda bize bu duyguların ötesinde bir şeyler fısıldar: insan olmanın ve varoluşun derinliğini. müzik hem en ilkel hem de en modern haliyle, insan deneyiminin merkezindedir. belki de bu yüzden, çalınmayan bir müzik, varlığını sessizlikte bile hissettirir. çünkü müzik, yaşamın kendisidir

her nefes, her ritim, her yankı…
devamını gör...

doğan cüceloğlu


sevgili cüceloğlu... son bitirdiğim kitabı `var mısın`. birçok yerin altını çizdirdi, sürekli geriye döndürüp sorgulattı. kitabın bir yerlerinde kalp krizi geçirdiğini ve tekrar geçirme ihtimali üzerinden olabilecek muhtemel duygulanışlarını paylaştı. güzel yaşadı, minnettar ve tatminkar bir şekilde ayrıldı. bana birçok karar aldırttı, aynı zamanda da motive etti.

insanın, bugüne kadar hissettiği ve yaşadığı duygulanışları fark ettiği anlar, aslında ruhsal bir uyanışın ve gelişimin sessiz adımlarla başladığı anlardır. o anlarda, içsel dünyanızın derinliklerine inip, ne hissettiğinizi, ne yaptığınızı anladığınızda, büyüme süreciniz de başlamış olur.

ben, sevilmeyi pasif bir şekilde beklerken, donuk bir seyirci gibi etrafıma bakıyorum. içimde, insanlara şefkat göstermenin getirebileceği yaralanmalardan korktuğumun farkındayım; “canımı yakmasınlar” diye bilinçli bir savunma mekanizması geliştirdim. ancak, bir yandan da başkalarının duygularına kendimi kaptırdıkça, aslında kendi içsel derinliğimden uzaklaştığımı, kendimi sığlaştırdığımı fark ediyorum. beğenilmek umuduyla attığım adımlar, bazen karşınızdakini itmek, bazen de onay beklerken yetersiz hissettirmek arasında gidip geliyor. işte o anlarda, aslında kendimi nasıl zorlu bir yokuşa sürüklediğimi kavrıyorum.

ve tam da bu karmaşanın ortasında, yüzümde beliren tatlı bir hayret ve kocaman bir gülümseme, tüm bu çalkantıların ötesinde içime yeni bir hareket enerjisi veriyor. o gülümseme, içsel benliğinle yeniden buluşmanın, kendini olduğu gibi kabul etmenin verdiği huzurun dışa yansımasıdır. bu sıcak ifade, çevremdeki herkesin kalbine dokunur; çünkü gerçek benliğini keşfeden insan, etrafına da samimiyet ve sevgi saçar.

geçtiğim yolların izlerini hatırlarken, artık yalnız yürümek yerine, başkalarının da aynı patikada yürüdüğünü görmek, onlara eşlik etmek bana tarifsiz bir mutluluk veriyor. aynı yola baş koymuş kalplerin, birbirine dokunduğu anı izlemek; insanların günbegün kendi içlerinde çiçek açışını, “ben olma” cesaretini sergileyişlerini görmek, bana yaşamın en değerli hazinesinin paylaşıldıkça çoğaldığını hatırlatıyor. o anlarda, hayrete düşmek, sıcak gülümsemelerle karşılık bulmak, içimde hem çok ağlamak hem de çok gülmek, bol bol sarılmak… tüm bu paylaşımlar ruhumu dolduruyor, içimde bir neşe seli gibi taşırıyor.

her adımda, her duygu anında, ne yaşadığımızı fark etmek, aslında gelişimin en gerçek işaretidir. kendi iç sesimizi dinleyip, korkularımızı, umutlarımızı ve paylaşımlarımızı kucakladıkça, yaşam bize yeni anlamlar sunar. ve bu yolculukta, her duygu, her tebessüm, her gözyaşı, birlikte büyümenin ve içsel zenginliğin en güzel yansıması olarak kalbimizde yer alır.
devamını gör...

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim