kendimi bildim bileli müzik üzerine dersler aldım. bugün müziğin, onu bir ders çerçevesine sığdırmayı imkânsız kılacak kadar büyük bir yaşam gücü olması üzerine yazacağım biraz. insanlığın –ve belki de başka hayvanların– yaşamıyla dil kadar, hatta bazen ondan da derin bir bağ kurar. peki müzik nedir ve onu nasıl elde edebiliriz? minibüste çalan bir radyo, bir barda coşkuyla dans ederken duyduğumuz bir şarkı; bunlar yüzeyde gördüğümüz müziğin birer tezahürü. ancak müziği gerçekten anlamak, onu şekillendiren tarihin, bilimin ve biyolojinin derinliklerine inmeyi gerektirir.
müziğin dokunduğu yer sadece kulaklarımız değildir. bir radyo vericisine yeterince yakın durursanız ve vücudunuz duyarlıysa, müziği içeriden hissedebilirsiniz. sesin fiziği, görselliğin fiziğinden farklıdır. insan, sese dayalı bir türdür; dil ve konuşma bunun en açık örnekleridir. görme ve işitme, sanatlarımızın çoğuna hükmeder. ancak diğer duyular, özellikle dokunma ya da koku, insanın sanat algısında bu kadar baskın bir yer edinmemiştir. örneğin köpekler, koku etrafında bir uygarlık inşa etseydi, beyinlerinin büyüklüğü neredeyse dünyanın yarısı kadar olabilirdi. bizim evrimsel ekonomimiz, müziği dil ve el gibi temel unsurlar üzerine inşa etmiştir.
müziğin kökenine dair sorular, bizi doğaya götürür. kuşlar, düzenli ve armonik sesler çıkararak müzikal davranışlar sergiler. ancak bu sadece güzel bir ötüş değil, aynı zamanda bir iletişim biçimidir. örneğin bir kuş, bölgesini korumak için rakip bir kuşa karşı seslerini kullanırsa bu bir "müzikal yarışma"dır. `olivier messiaen`’in dediği gibi, bu durumda müzik metaforik değil, gerçek anlamda vardır.
üstte bahsettiğim perspektiften haraket ederek varacabileceğimiz bir düşünce de: insan, doğanın müziğine “gecikmiş” bir yanıt olarak kendi ezgilerini yaratmıştır. müziğin bu tarihsel gecikme hali, insanın varoluşuna dair derin bir ipucudur: her şeyin bir zamanı ve gelişim süreci vardır.
insanın müziği, doğal olarak karmaşık bir biyolojik altyapıya dayanır. ses telleri ve beyin, sadece ses üretmekle kalmaz; bu sesleri birleştirerek heceler, kelimeler ve melodiler oluşturur. bunun yanı sıra, ritüel ve dans, müziğin temel bir parçası olmuştur. ilkel toplumlar, ritüeller olmadan hiçbir şeyi gerçekleştirmezdi. örneğin, bir kayığın denize indirilmesi bile ritüelistik bir etkinlikti.
müzik üzerine en derin sözlerden bazılarını schopenhauer söylemiştir. ona göre, müzik diğer sanatlar gibi bir şeyi temsil etmez; doğrudan yaşatır. bir kemanın ağlayışı, bir çocuğun ağlamasını temsil etmez, bizzat o ağlamanın kendisidir. schopenhauer’ın “`haecceitas`” dediği şey, müziğin bu tekillik gücüdür: her duygu, her ses kendine özgüdür ve başka hiçbir şeye indirgenemez.
peki ya “ağlayan çocuk”? müzik, resim gibi bir çocuğun ağlayan yüzünü bize gösteremez. ama onun ağlayışını, hüznünü, sevincini doğrudan hissettirebilir. schopenhauer’ın felsefesi, müziğin bu somut doğasını vurgular. ancak bu, nietzsche gibi diğer düşünürlerle yeni tartışmalara da kapı aralamıştır.
nietzsche, müziği düzen (apollon) ve coşku (dionysos) arasında süregelen bir gerilim olarak görür. bu gerilim, müziği anlamamızda temel bir rol oynar. wagner’in operaları, bu gerilimi sanatın doruk noktasına taşır. örneğin, wagner’in “tanrıların valhalla’ya girişi” adlı eseri, tanrısalın müzikal bir ifadesini arar.
ancak nietzsche, tanrısal olanın daha derin bir düzeyde ifade edilmesi gerektiğini savunur. müzik sadece tanrıları sahneye taşımamalı; onların ötesinde, tanrısallığın kendisini duyurmalıdır.
müzik, yalnızca bir “çocuk ağlamasını” ya da bir “sevgilinin öfkesini” duyurmakla da kalmaz tabii ki. aynı zamanda bize bu duyguların ötesinde bir şeyler fısıldar: insan olmanın ve varoluşun derinliğini. müzik hem en ilkel hem de en modern haliyle, insan deneyiminin merkezindedir. belki de bu yüzden, çalınmayan bir müzik, varlığını sessizlikte bile hissettirir. çünkü müzik, yaşamın kendisidir
her nefes, her ritim, her yankı…
devamını gör...