ikonoklast yazar profili

ikonoklast kapak fotoğrafı
ikonoklast profil fotoğrafı
rozet
karma: 319 tanım: 6 başlık: 0 takipçi: 1

son tanımları


marvin gaye

"what's going on" gibi bir şaheser ile ozanlaşmış güzel insan. curtis mayfield ve gil-scott heron ile adeta bir dönemin aktivizminin tınısını yaratmıştır.

45. doğum gününe bir gün kala, ev fertlerine psikolojik ve fiziksel şiddet geçmişi olan babası, annesine saldırınca bir savunma içgüdüsüyle babasını yere devirir, babası verdiği ifadeye göre panikler, içeri koşup bizzat marvin tarafından hediye edilmiş altıpatlar ile oğlunu önce göğsünden sonra da omzundan iki defa vurarak öldürür.

kader ve trajedi; ezilenleri savunmaya adanmış bir halk hareketi ikonu, aramızdan bu şekilde ayrılmış.
devamını gör...

toplum sözleşmesi

“insan özgür doğar, oysa her yerde zincire vurulmuştur.”

rousseau, aynı hobbes gibi insanı doğal ortamında ve toplum içerisinde ayrı varlıklar olarak değerlendirmekle beraber, özgürlük kavramını uygarlık ve medeniyet ile birlikte düşünmeye sevk eder;

“öyleyse bunu yasallaştıran nedir?”

insanlık tarihinin başından beri genel eğilim, hayatta kalabilmek için birbirleriyle yaşamaları üzerinedir, uygar bir toplum sözleşmesinin temelinde ise ilk ve en önemli adımı atarak, insan en doğal haklarından feragat ederek kendini özgür kılar, ve bireysel bağlamda yurttaşlığın, tüzel anlamda da devletin temelleri atılmış olur. toplum sözleşmesi ile doğal özgürlüğümüzde itkilerimizle elde edebileceğimiz sınırsız hakkımızdan feragat eder, ve toplum içerisinde, yine toplumca korunan mülkiyet hakkını kazanırız.

“salt isteklerin itisine uymak kölelik, kendimiz için koyduğumuz yasalara boyun eğmekse özgürlüktür”

burada hobbes’dan çok farklı olarak şunu ileri sürer; ilerleme kaydedecek medeniyet adına haklarımızı aktardığımız egemen varlık, yine saklı tutulmayan haklarımızın toplandığı, ve yine genel istemimiz doğrultusunda oluşmuş hukuk çerçevesinde korunan halkın kendisidir; egemen varlık, genel istem sonucu seçilmiş bir hükümdar (birey veya tüzel) olamaz. hükümdar, yasacılar, halkın kendisi toplum sözleşmesiyle birbirine bağlıdır, ve politik bütün bu şekilde oluşturulmuştur.
rousseau’nun toplum sözleşmesi, egemenlik hakkını ve onu düzenleyecek olan yasaları toplumu oluşturan bireylerin genel istemine dayamaktadır, bu kimileri için bir demokrasi ütopyası veya totaliter rejimlerin ekmeğine yağ sürecek bir önerme gibi duyulsa da; rousseau eserini, gerçek demokrasinin oluşabileceği nadir şartları özel bir çerçeve içerisinde çizmekten ve genel istemin, art niyetli kimse/kimseler tarafından eğilip bükülebileceğine dair uyarılardan yoksun bırakmamıştır. genel istemin akla dayalı olmasının önemi üzerinde durmuş, doğru yönlendirilme ve yönetilmesinin de ancak devleti oluşturan öğelerin bir güçler ayrılığında ve bu güçlerin denge içerisinde olduğu bir sistemde işleyebileceğini savunur.

benim bilgim dahilinde gerek 13 koloninin george ııı'a karşı, gerek fransız halkının louis xvı’e karşı gerçekleştirdiği, günümüz siyasi anlayış ve düzenine etkisi yadsınamaz devrimlerin tohumlanmasında büyük yeri vardır bu eserin, okuduğum tarih kitapları bunu söylerken hiçbir şekilde haksız değillerdi, şu an içinde bulunduğum toplumu ve düzen, mutlak monarşilerin baskısı altında yaşayan halkların hissiyatlarını anlayabilecek bireyler ile empati kurmamız için en basit haliyle fazla konforlu. ancak toplum sözleşmesi bazen dönemin anlayışına ve yaklaşımına sıkışıp kalsa da, güncelliğini halen koruyan çok önemli soru ve sorunlara rehberlik sunmakta.
devamını gör...

robert capa

budapeşte doğumlu, kendi tanımıyla her daim "işsiz kalmak isteyen bir savaş muhabiri". gerçek ismi endre friedmann olmakla birlikte, gerek dönemin baskıları gerek telafuzunun kolaylığından, yol arkadaşı gerda taro ile buldukları bir isim robert capa.

profesyonel yolculuğu troçki'nin 22 yılında "rus devriminin anlamı" konferansı sırasında çektiği fotoğraflar ile başlıyor. akabinde paris'te, daha sonra birlikte magnum photos'u yaratacağı henri cartier brosson ve sevgilisi gerda taro ile işlerini sürdürüyor.

gerçek savaş muhabirliği ispanya iç savaşı esnasında başlıyor, ki bana kalırsa önceden eşi benzeri olmayan bir şekilde, savaş muhabirliğinin/fotoğrafçılığının adeta poetikasını yazıyor oradaki işleri ile. sevgilisi gerda, cumhuriyetçi güçlerin geri çekilmesi esnasında bir kaza sonucu ölüyor.

bu vakadan sonraki hayatına bakınca capa'nın, gerda'nın anısını her daim siperden sipere taşıdığını, bir şekilde benzer bir şekilde ölmeyi umduğunu düşünmeden edemiyorum. ispanya iç savaşının hemen akabinde çin-japon savaşının ortasında, hemen akabinde 2. dünya savaşının kalbinde. öyle kalbinde ki, o filmlere konu olan d-day, 6 haziran 1944 günü yaşadıklarını şöyle aktarıyor;


“the flat bottom of our barge hit the earth of france. the boatswain lowered the steel ramp, and my beautiful world of safe war was gone forever. the men from my boat jumped into the water. that was the last time that ı saw them. ı stepped into the water and went toward the beach. the water was cold, and the beach was still far away. the first yank just touched the bottom when he was shot through his helmet. the silence was gone.”


kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel


savaş sonrası sovyet dünyası, meksika, yeni kurulan israil yolculukları ve en son canını alacak mayın tarlasını fotoğraflayacağı vietnam'da, hiç bırakmıyor bu yolculuğu.
devamını gör...

chet baker

benim için "crystal bells"'i apayrı bir yer taşıyan, "the prince of cool" mahlasını sonuna dek hakeden, jaco pastorius ile gereksiz derecede kader yoldaşı gördüğüm beyefendi.

gerry mulligan ile erken 20'lerinde roket gibi bir kariyeri hapis nedeniyle ertelemek zorunda kalmış,
yukarıda da bahsedilen, yüz yapısını değiştiren dayak akabinde trompet çalmayı yeniden öğrenmek zorunda kalmıştır.

annelerimizin olmamızı istemediği her şey gibi bir şeydir adam.
devamını gör...

devlet (kitap)

devlet, platon’un metafiziğini, politik doktrinini, etik psikolojisini, estetiğe bakışını belki de en kapsamlı şekilde içeren eseridir. diyalog, platonik felsefeye dair tam bir kapsam sunmakta, ancak sokrates’in kendine has ironi ve kurnazlık içeren anlatımını bir kenara bırakıp, iyice tepeden inmeci bir dil kullanmakta. bunun da çeşitli okumaları olabilir elbette, platon bir taraftan sokrates’e, homeros’un şiirlerini yasaklatıp, diğer taraftan kurduğu devletin yasalarını homeros’un tanrılarına atfederken, apaçık bir ironiye başvurmaz mı? sadece gerçeğe, hem de öz gerçekliğe kendini adamış bir toplum kurup, başına ise doğruların doğrusu, diğer yandan yalandan tiksinen bir filozofa ‘asil yalanlar’ söyleterek, toplumu birlik halinde tutmada yaşanacak zorlukları göstermez mi? platon’un gerek diyalog içerisinde, gerek genel doktrinine dair çelişkili kabul edilebilecek birçok düşünceyi, burada simultane sunduğunu söyleyebiliriz, ancak tüm bunların vardığı ortak payda, ideal devletin imkansıza yakın bir olgu olması değil midir? bunlar, ve sıralaması konuyu dağıtacak birçok sebepten ötürü devlet’i siyasi bir okuma olarak göremiyorum, daha çok, insanların bir arada yaşayabileceği en optimal şartlara dair bir sorgu; politik doktrinden öte, bir gerekçelendirmeler bütünü olarak kabul ediyorum.

baştan da belirtmek gerekir ki, platon’un kurduğu ‘devlet’ ile bizim bildiğimiz devlet pek de aynı şeyler değiller. diyalogun ismi dilimize devlet olarak çevrilmiş olsa da platon’un yaşadığı dönemde devlet diye bir kavram söz konusu değildi, bir kent (polis) ve içinde yaşayan toplumu oluşturan üyeleri vardı, devlet, yurttaş gibi kavramlar, diyalogda görülen yöneten ve yönetilenler karşısında oldukça modern kalacaktır. metnin orijinal başlığı ise politeia; peri dikaiou, yani oluşum, düzen, neyin adil olduğu ile ilgili anlamları taşımaktadır. nitekim kurulan düzen, günümüzün devlet anlayışına oldukça yakın, tartışılan sistemler de halen toplumların nasıl yönetileceğine dair sorgularda yer almaktadır.

insan ruhunda, sonra da devlette adaleti aramaya çıktığımız bu yolda direksiyonu kime verdiğimizi de hatırlayalım;

platon neredeyse tüm diyaloglarında kavram ve eylemleri bir erdem düzleminde irdelemiş, çoğunlukla keskin bir mutabakatla sonuçlanmasa da birlik atfettiği çeşitli erdemlerin iyi, güzel ve doğruyu ulaşılmak için çıkılan yolculuklarda ruhta bulunması gereken özellikler kabul etmişti. zira bu erdemlere ulaşmak öylesine zordur ki, sırf bu yola baş koyabilecek ruha rastlamak bile samanlıkta iğne aramaya benziyordu. phaidros’da filozofta bulunacak ruhtan bahsederken onların at arabaları, zeus’a yakın sürebilenlerdir diyerek onların varoluşuna büyük bir sorumluluk atfedecek, politikos’da bu kimselerin hem cesur, hem ölçülü yetişmeleri için onları çeşitli sınavlara tabi tutacak, devlet’te ise ruhlarında bir kırılma olur da tüm bu birikimlerini kötüye kullanırlarsa, doğacak tehlikelerden dehşetle bahsedecekti. tabii daha da önemlisi, varlıkların özünü görmüş, bilginin sevdasıyla yanıp tutuşan filozofu alıp, beşeri işlere, toplumu yönetmeye nasıl yöneltecekleri de başka bir soru olarak karşımıza çıkacak, ancak bu biraz ileride değinilecek bir problem.

tarih boyunca platon’un etkisi altında görebileceğimiz nice siyasi metinler yazılmış, devletlerin nasıl yönetilmesi gerektiğiyle ilgili atıflarda bulunulmuş, nitekim belki de batı medeniyetinin oluşumunda en etkili görülebilecek eserlerden birinde, bu siyasetnamelerde uygulanan metodolojiye -- tarihi olaylara, gerçek kişilere pek de başvurulmaz. platon’un rasyonalizmi, emprizmin önüne koymasından kaynaklı gözüken bu yaklaşım, ilkelere ve onların bilgisine kavramlar üzerinden bakmasından mütevellittir. kuracağı devleti, hali hazırda var olan bir toplumun üzerine sermeyecek, toplumu ve devleti en başından inşa edecekti. yedinci bölümde değinilecek mağara alegorisinde bu rasyonalizm iyice görünür hale gelir; platon, gerçek ve kavranan dünya arasındaki fark üzerinden, felsefe tarihinde bir vites değişimi olacak ontolojik ve epistemolojik sentezini sunacaktı. mağara alegorisinin bu diyalog nezdinde bir başka önemi daha var ki, platon’un insanı, doğduğu andan itibaren topluma ait bir varlık olarak düşünüldüğünü iyice göz önüne çıkartır. bir diğer deyişle diyalog, insanı hiçbir zaman toplumun dışında görmez; diyalogun sunduğu tüm kuramlar esas olarak insanın toplum içerisinde yaşamakla yükümlü olduğu, aksi halde hayatta kalamayacağı bir habitat üzerinden ilerlemektedir. yani platon’un kurduğu, hayvandan ayrılmış, düşünmeyi de geçip politikleşmiş insan, toplum olmadan, toplum da belli bir yönetim sistemine tabi olmadan varlığını sürdüremiyor diyebiliriz. metaforik bir long-shot ile, devlet diyalogdaki makrokozmos, insan ruhu ise mikrokozmos görevi görüyor. devletlerin yönetilme şeklinde görülen her şey, platon’un insanda seçim ve eylem katalizörü kabul ettiği, ruhunda görülebilecek çelişkiler ile benzeşmekte, bu nedenle çözüm için başvurulacak hiyerarşik temelde aklın, bilginin, ahenk ve ölçülülüğün üstünlüğü esas alınacak, devlet bu temelde kurulduğu ve yönetildiği sürece ideale uygun olacaktır.

platon çıktığı yolda insanı değil, onu iyi kılan ideaların özlerini ölçüt olarak almış, toplumu birey, bireyi toplum için yaşatacağı bu sosyal inşayı da bu ölçütler üzerinden değerlendirirken, idealine ket vuracak öğeleri savurgan bir tavırla harici tutmuş. masallara, efsanelere, şiire, müziğe, beslenme şekline, kimin kim ile evleneceğine müdahale yetkisi olacak bir devletin, yine platon anlatısındaki yapıtaşı olan hukuk kavramı tanrılara atfedilmiş. bu noktada asıl soru iyi bir devletin nasıl olması gerektiği değil, iyi bir devletin varlığı için, varlıkların özüne vakıf olmayan insanın içinin ne kadar oyulması gerektiği, benliğinden çıkartılıp, ya yüceltilen filozoflar gibi özlerine dönmeleri, ya da bunu başaramadıkları noktada hak ve özgürlüklerini, bu baskıcı medeniyet unsuruna armağan etmeleri gereksinimini sormakta. en basit haliyle, ideal bir devlet, topluma ve uygarlığına varlığını armağan etmeye hazır bir insanlık olmadıkça var olabilir mi?
özetle, platon ruhun varlığına, kavranan dünya ile idealar dünyası arasındaki farka, toplumun genelinin varlıkların gerçek bilgisine erişemediğine inanıyor, bu nedenle de adalet, iyi, doğru, güzel, mutluluk gibi kavramların özlerine vakıf yöneticilerden yoksun kalırsak, ideale erişemeyeceğimize ve bu şekilde kuracağımız sistemlerin dejenerasyona mahkum kalacağını düşünüyordu.

adaleti, mevcut toplumda aramayı seçmeyecek, onun ideasını kullanarak ideal bir devlet yaratacak, bu yeni idealden en çok pay alacak toplumların da mutluluğa ulaşabileceğini savunacaktı. platon için, bu “ıkonoklast iyi birisi mi” sorusunun cevabını, ıkonoklast’ın hal ve tavrı, giyimi kuşamı, söylev kabiliyeti gibi gözlemlenebilir çeşitli üzerinden aramakla yetinmek, mağaranın içindeki kavramları kullanarak yine mağaranın içerisinde bir sonuca ulaşmaya, bir gölge oyunu yaratmaya benzetirdi. hele ki ıkonoklast’ın iyiliğini, fikirsel bir göreceliğe emanet edersek ne bir erdem birliği, ne de toplumu bir arada tutacak mutabakatı sağlayabilirdik. ıkonoklast iyi mi, veya iyi olabilir mi; bunu anlamak için “iyi”nin ideasını görüp, ıkonoklast’un ruhu bu ideadan pay almaya ne kadar uygun olduğu ayrımını yapmamız gerekiyordu. devlet, adalet ideasının toplumda bu yaklaşımla arandığı bir eser.

platon, sokrates’e kurdurduğu düzeni, halihazırda adaletsiz gördüğü mevcut sistemin üzerine inşa etmeyecek, bir nevi ateşi yeniden bulmak isteyecektir, bunun için yapılması gereken de, sıfır noktası olarak insanın toplum içerisinde yaşamaya ihtiyaç duyduğu noktaya dönmek ve o noktadan yeni bir toplum düzeni kurmaktır. ikinci kitap içerisinde varılan bu noktada, sokrates toplum içerisinde adalet kavramını ele almadan önce, toplumun özüne inmeyi tercih edecektir. en başta kendi sanatını, içinde bulunduğu toplumun iyiliğine kullanan insanlardan oluşan, kendi kendine yetebilen, bu sayede barış içerisinde yaşayan bir toplumun; ihtiyaç ve talepler, iç ve dış tehditler, iş bölümünde aksaklıklar gibi çeşitli sebeplerle yozlaşmayıp, bu ilk hali sürdürdüğünü düşünelim. kendi içerisinde birliği sağladıktan sonra oluşabilecek ilk görünür sorun, artan nüfus için yayılma gerekliliği veya dışarıdan bir müdahaleye karşı savunma yetisi olacaktır. bu nedenle toplumu yedirip, içiren bu sanatçıların dışına ilk sınıf olarak askeri bir sınıf eklenecek, onlar toplumun koruyucuları olacaktır. bunu da sağladıktan sonra asıl soruna dönüyoruz; peki bu halk adaletin ve doğruluğun devamını nasıl tesis edecek? sanatçılar ve bekçilerden sonra bir de yönetici sınıf eklenecek, devlet içerisindeki arayış, bu üç sınıfın heterojen bir yapıda kalması, sınıflar arası geçişlerin olmaması; bir diğer taraftan da bir ahenk içerisinde çalışarak tek bir organizma gibi hareket edebilmelerinin tesisi olacaktı. (leviathan yaftasında aceleci davranmamakta yarar var.) elimizdeki örnek insan ruhu ise, onu, ve onun üzerinden devleti şöyle ayırabiliriz öyleyse; platon diyaloglarının çoğunda sürdürdüğü erdem üçlüsüsü (bilgelik, ölçülülük ve cesaret) yerine, ruhun seçimlerini etkileyen psikolojik bir üçlü yaklaşımıyla gelir;

• bizi sağduyuya, erdemin üçlüsüne yönelten, öğrenmekte olan ve bilgiyi arayan; akıl
• bizi hazlara, şan ve şöhret düşkünlüğüne, bunları sağlayacak paraya yönelten; tutku ve arzu
• bizi öfkeye, sevince yönelten, musaların en etkin olduğu bölüm; yakıcı duygularımız, pathos.

yasaları oluşturan ve halkı eğiten akıl yöneticiler, toplumun isteklerini ve geçimini karşılayacak ürünleri üretmek sanatçılar (yani üreten halk), oluşturan yasaları ve toplumu koruyacak, cesur ve hareket halinde bir güç olarak da savaşçılar, belirtilen bu ruhun üç bölümüyle özdeşleşecektir. ideal düzende, phaidros’daki at arabası alegorisindeki gibi, akıl ve duygular birlikte çalışarak tutkuları dizginleyecek, üç bölüm arasında hiyerarşik bir düzen sağlanacaktır.

sokrates’e göre, toplumun genel mutluluğu, herhangi bir sınıf veya bireyin mutluluğundan üstün olmalı, toplumun çeşitli sınıfları ve sanatçıları da bu genel mutluluktan pay alarak hayatlarına devam etmelilerdi. kurulan toplum düzeninde belirlenen ilk şartlardan biri, herkesin kendi sanat ve zanaatine doğması ve yaşamını bunlardan ayrılmayarak sürdürmesiydi; sınıflar arasında görülebilecek bir dengesizlik halinde, yani ortak bir mutluluktan ziyade salt bireysel veya sınıflara has mutluluklara ağırlık verilirse, toplumda bir bozulmaya sebebiyet verecekti. ancak mutluluk burada son derece soyut bir kavram olarak kalacak, sınıflara bölünmüş toplumun birliği noktasında buluşulması gereken ortak payda, refahın adil dağılımı olacaktı. ancak refahın adil dağıldığı bir toplumda zenginlik ve yoksulluğu ortadan kaldırabilecek, bunun olmadığı takdirde de, herkesin kendi sanatı ile ilgilendiği ilk şartı sağlayamayacaktık. zira mutluluk da adalet kadar tartışmaya açık, çoğunluğun ne olduğundan bihaber olduğu, göreceli anlayışa bırakılırsa toplumun birliğini bozacak bir diğer kavram değil mi? platon’un, politik insan nezdinde mutluluğa dair yaklaşımını anlamak için gorgias’dan bir keside bakabiliriz; adaletten, hakkaniyetten, iyilikten yoksun eylemlerde bulunup cezalandırılmayan kişi, toplumun yasaları karşısında teslim olup, ıslah edilen ruha göre çok daha mutsuzdu ona göre.

bu noktaya kadar karşı kaldığım manzara beni çok şaşırtıyor, çünkü aranan sistemi günümüz neo-liberal yaklaşımından son derece uzak, hatta bu sistemin “red menace” diye canavarlaştıracağı bir sistemin habercisi olarak görüyorum. toplumda çeşitli görevlerin varlığı, bu görevleri ifa edecek kişiler arasındaki ortaklık anlayışı, toplumun koruyucularına birlik inancını verebilmek için kullanılacak asil yalan, veya günümüz dili ile propaganda (belki mother russia değil, anavatan da değil, ama toprak ana sıfatıyla), insanların aklını bulandıracağı düşünülen ürün ve eserlere uygulanacak sansür, koruyucular arasında mülkiyesitsizliğin oluşturulması; tüm bunlar kaos ve düzen arasındaki ibreyi mutlak bir şekilde düzene çevirmek isteyen bir yaklaşımın ürünü benim gözümde.

toplumun sınıfları ve işlevleri belirlendikten sonra, tesis edilecek yönetim şekline bakmak gerekir, mevcut sistemde karşılaşılmış sistemler irdelenir ve en iyiden en kötüye bir sıraya konur. platon’a göre bu sıralama, timokrasi, oligarşi, demokrasi ve tiranlık şeklinde olacaktır. sekizinci bölümde bu yönetim sistemleri bir analoji kullanılarak aile içerisinde bir birey ve devlet içerisinde bir sistem olarak ele alınacak, beşinci bölümden beri söz edilen bir aydınlanmış despotun, yönetimin filozoflara ait olmasının gerekliliği vurgulanacaktır. demokrasinin, en kötü ikinci yönetim şekli olması daha önce de politikos diyalogunda karşımıza çıkmıştı. platon’a göre filozof kralın karşısında bize en sevimli gelecek, sokrates’in ağzından “bir hürriyet panayırı” olarak adlandırılan demokrasi, sadece eylem ve seçimleri dünyevi hazlardan bir türlü arınamayan insanların elinde düzenden kaosa bir bilet almakla kalmaz, aynı zamanda demagojinin en rahat avlayacağı kurban olarak karşımıza çıkar. insanlığa verilebilecek en ideal yönetim sisteminin inşası sadece kapsamlı bir eğitim ile mümkündür, ancak bu bile tek başına yeterli kalmayabilir. rousseau’nun toplum sözleşmesi’nde “hasta bir beden ile sağlıklı bir bedenin gıdası bir değildir” söylemi bu yaklaşımın en kısa özeti gibidir; ne platon, ne de sokrates demokrasiyi bozuk bir sistem olarak görmüş, nitekim mevcut şartlarda çalışmasının imkansızlığını savunmuşlardır.

platon’un filozof kral tarafından yönetilecek sistemi bir meritokrasi diyebiliriz, yetkinlik ve liyakat, toplumsal sözleşme ve adaletin tesisini sağlayacak, medeniyetin ilerleyişi de bu anlayış dahilinde mümkün kabul edilecektir.

onuncu bölümünde, phaidon’da savunulduğu gibi, ruhun ölümsüzlüğü bir kez daha karşımıza çıkar. devlet diyalogunda kapanışa tekabül edecek bu bölüm bir metafor niteliği taşır belki de; tüm diyalog boyunca insanı, devletin yakından bakılan bir formu gibi nitelemiş, karar alma ve eyleme geçme hallerini karşılaştırmış, şimdiyse, alınan tüm karar ve gerçekleştirilen bütün eylemlerin mesuliyeti, bedenimiz ölse bile sunulan ahiret mitinde ruhumuzun yolculuğunda üstüne kalacaktır. bu aslında bütün metin boyunca sürekli kendini hatırlatan bir fikrin devamı değil midir? yaşadığımız sürece gerçekleştirdiğimiz eylemler, yaşamımız bittiğinde de peşimizi bırakmayacaklarsa, aynı şey toplum için de geçerli olmayacak mı? bizden sonra gelecek nesiller, bizim kötü seçimlerimizin cezasını çekmeyecekler mi? ruhumuz ne kadar iyi olursa olsun, vereceğimiz yanlış kararların, hakkaniyet yoksunluğunun sonunda ıstıraba mahkum kalıyorsa, aynısı mevcut sistemde parmağı olmayan gelecek nesiller için de geçerli olmayacak mı?

felsefi sorguları, ortaya çıktıkları koşullar içerisinde değerlendirmenin önemi ne kadar büyükse, platon’un sunduğu düzeni de mevcut gördüğü problemlere bir çözüm arayışı olarak görmek gerekir, eserin zamansızlığı ise sorgunun üzerinde bulunduğu düzlemden kaynaklanmakta; insanın hem kendi ruhunda, hem de toplumda adaleti nasıl tesis edebileceğinin arayışı, bu eserin yazılışını takip eden 2400 yılda da tamamlanmış bir süreç olarak kabul edilemez. bir yandan diyalog, yaşasaydı platon’u çok keyiflendirecek bir paradoksa sebebiyet verebilirdi, güncel yaşantımızda halen devlet’te dile getirilen kaygıları yaşadığımız için platon bir vizyoner mi kabul edilecek, yoksa tarihî muzaffer batı siyaset felsefesinin yol yordamını belirleyen bir mimar mı sayılacak? bu noktada biraz şeytanın avukatlığını yapmak durumunda kalıyorum, biz belki de yakın tarihe dair modernist siyasi doktrini, ulaştığı karanlık sonuçları görüp, bu oldukça otoriter anlayışı tehlikeli bulabiliriz, ancak platon’un adalet kavramına uygun bir örnek görmedik. belki her cümlesi ayrı ayrı incelenmesi gereken, 2400 yıllık seyahatine müteşekkir hissettiğim bu eserin sorgusunu anlamaya çalışmak yerine, sunduğu sistemin başarısız, kötü niyetli yansımalarını suçlayacaksam, nietzsche’nin ubermansch’ını nazizm üzerinden, rousseau’nun sözleşmesi’ni halen sınıfta kalmış adalet sistemleri üzerinden lanetleyecek vaziyete sokarım kendimi.
devamını gör...

leviathan (thomas hobbes)

avrupa siyaset anlayışında çok önemli değişimlerin yaşandığı bir dönemde, düşünce ayrımlarından doğan yönetimsel açıkların ve bunların topluma etkilerinin travmatik izlerini taşıyan; buna rağmen özellikle toplumu oluşturan bireyler/bir salt varlık olarak toplum ve yönetici/egemen kimlik arasında hobbes'un tanımıyla bizi doğa ve kaos durumundan çıkartan pozitif yasalar aracılığıyla oluşan bir 'toplumsal sözleşme'ye atıflar yapan ve aynı zamanda bizzat dini tarihin öğretilerinden yararlanarak ve reformist diskuru sakınmadan devlet yönetimi ile dinî öğretilerin birbirlerinden ayrılığı gerekliliğine dikkat çeken bir eser.

siyaset bilimi, avrupa tarihi, siyaset felsefesi üzerine akademik araştırmalar gerçekleştirmiyor olduğumdan ve nitelikli bir araştırmacının metodolojisi ile yaklaşmadığımdan, zaman zaman nesnel bakış açımı ve eseri dönemi içerisinde değerlendirme gerekliliğine olan inancımı kaybetmeme sebebiyet verebilecek, kişisel görüş ve düşüncelerime son derece aykırı şekilde, genel anlamda oldukça pesimist bir yaklaşım içerisinde, insanın kendi özgür iradesi ile kendisini bir egemen altında uyruk kılmadığı (kendi iradesi ile özgürlüğünden -doğadaki halinden- vazgeçtiği bir sözleşmenin olmadığı) bir ortamda, o ünlü deyişle 'insan, insanın kurdu' olduğu için, her zaman bir savaş halinde olacağı, bu durumun uzun vadede insanlığı ve medeniyeti asla ileriye taşıyamayacak bir hal olduğunu, zaman zaman antik yunan felsefesine de sövgülerde bulunarak ateşli bir şekilde savunan bir yapıt.

bu noktada özellikle hobbes'un literatüre sunmuş olduğu 'toplumsal sözleşme'den yararlanarak ileride 'vatandaşlık' kavramına kadar ulaşılacaktı belki de, ancak hobbes, leviathan içerisinde uyruğun, sözleşmeyi yapmış olduğu egemen ile onu seçtikten ve onayladıktan sonraki bütün bağlarını sadece bir koruma ve hayatta tutma ilişkisine dönüştürüyor. ve taraflardan biri bu yetisini kaybettiğinde, sözleşme başka bir egemene nakledilebiliyor.
devamını gör...

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim