devlet, platon’un metafiziğini, politik doktrinini, etik psikolojisini, estetiğe bakışını belki de en kapsamlı şekilde içeren eseridir. diyalog, platonik felsefeye dair tam bir kapsam sunmakta, ancak sokrates’in kendine has ironi ve kurnazlık içeren anlatımını bir kenara bırakıp, iyice tepeden inmeci bir dil kullanmakta. bunun da çeşitli okumaları olabilir elbette, platon bir taraftan sokrates’e, homeros’un şiirlerini yasaklatıp, diğer taraftan kurduğu devletin yasalarını homeros’un tanrılarına atfederken, apaçık bir ironiye başvurmaz mı? sadece gerçeğe, hem de öz gerçekliğe kendini adamış bir toplum kurup, başına ise doğruların doğrusu, diğer yandan yalandan tiksinen bir filozofa ‘asil yalanlar’ söyleterek, toplumu birlik halinde tutmada yaşanacak zorlukları göstermez mi? platon’un gerek diyalog içerisinde, gerek genel doktrinine dair çelişkili kabul edilebilecek birçok düşünceyi, burada simultane sunduğunu söyleyebiliriz, ancak tüm bunların vardığı ortak payda, ideal devletin imkansıza yakın bir olgu olması değil midir? bunlar, ve sıralaması konuyu dağıtacak birçok sebepten ötürü devlet’i siyasi bir okuma olarak göremiyorum, daha çok, insanların bir arada yaşayabileceği en optimal şartlara dair bir sorgu; politik doktrinden öte, bir gerekçelendirmeler bütünü olarak kabul ediyorum.
baştan da belirtmek gerekir ki, platon’un kurduğu ‘devlet’ ile bizim bildiğimiz devlet pek de aynı şeyler değiller. diyalogun ismi dilimize devlet olarak çevrilmiş olsa da platon’un yaşadığı dönemde devlet diye bir kavram söz konusu değildi, bir kent (polis) ve içinde yaşayan toplumu oluşturan üyeleri vardı, devlet, yurttaş gibi kavramlar, diyalogda görülen yöneten ve yönetilenler karşısında oldukça modern kalacaktır. metnin orijinal başlığı ise politeia; peri dikaiou, yani oluşum, düzen, neyin adil olduğu ile ilgili anlamları taşımaktadır. nitekim kurulan düzen, günümüzün devlet anlayışına oldukça yakın, tartışılan sistemler de halen toplumların nasıl yönetileceğine dair sorgularda yer almaktadır.
insan ruhunda, sonra da devlette adaleti aramaya çıktığımız bu yolda direksiyonu kime verdiğimizi de hatırlayalım;
platon neredeyse tüm diyaloglarında kavram ve eylemleri bir erdem düzleminde irdelemiş, çoğunlukla keskin bir mutabakatla sonuçlanmasa da birlik atfettiği çeşitli erdemlerin iyi, güzel ve doğruyu ulaşılmak için çıkılan yolculuklarda ruhta bulunması gereken özellikler kabul etmişti. zira bu erdemlere ulaşmak öylesine zordur ki, sırf bu yola baş koyabilecek ruha rastlamak bile samanlıkta iğne aramaya benziyordu. phaidros’da filozofta bulunacak ruhtan bahsederken onların at arabaları, zeus’a yakın sürebilenlerdir diyerek onların varoluşuna büyük bir sorumluluk atfedecek, politikos’da bu kimselerin hem cesur, hem ölçülü yetişmeleri için onları çeşitli sınavlara tabi tutacak, devlet’te ise ruhlarında bir kırılma olur da tüm bu birikimlerini kötüye kullanırlarsa, doğacak tehlikelerden dehşetle bahsedecekti. tabii daha da önemlisi, varlıkların özünü görmüş, bilginin sevdasıyla yanıp tutuşan filozofu alıp, beşeri işlere, toplumu yönetmeye nasıl yöneltecekleri de başka bir soru olarak karşımıza çıkacak, ancak bu biraz ileride değinilecek bir problem.
tarih boyunca platon’un etkisi altında görebileceğimiz nice siyasi metinler yazılmış, devletlerin nasıl yönetilmesi gerektiğiyle ilgili atıflarda bulunulmuş, nitekim belki de batı medeniyetinin oluşumunda en etkili görülebilecek eserlerden birinde, bu siyasetnamelerde uygulanan metodolojiye -- tarihi olaylara, gerçek kişilere pek de başvurulmaz. platon’un rasyonalizmi, emprizmin önüne koymasından kaynaklı gözüken bu yaklaşım, ilkelere ve onların bilgisine kavramlar üzerinden bakmasından mütevellittir. kuracağı devleti, hali hazırda var olan bir toplumun üzerine sermeyecek, toplumu ve devleti en başından inşa edecekti. yedinci bölümde değinilecek mağara alegorisinde bu rasyonalizm iyice görünür hale gelir; platon, gerçek ve kavranan dünya arasındaki fark üzerinden, felsefe tarihinde bir vites değişimi olacak ontolojik ve epistemolojik sentezini sunacaktı. mağara alegorisinin bu diyalog nezdinde bir başka önemi daha var ki, platon’un insanı, doğduğu andan itibaren topluma ait bir varlık olarak düşünüldüğünü iyice göz önüne çıkartır. bir diğer deyişle diyalog, insanı hiçbir zaman toplumun dışında görmez; diyalogun sunduğu tüm kuramlar esas olarak insanın toplum içerisinde yaşamakla yükümlü olduğu, aksi halde hayatta kalamayacağı bir habitat üzerinden ilerlemektedir. yani platon’un kurduğu, hayvandan ayrılmış, düşünmeyi de geçip politikleşmiş insan, toplum olmadan, toplum da belli bir yönetim sistemine tabi olmadan varlığını sürdüremiyor diyebiliriz. metaforik bir long-shot ile, devlet diyalogdaki makrokozmos, insan ruhu ise mikrokozmos görevi görüyor. devletlerin yönetilme şeklinde görülen her şey, platon’un insanda seçim ve eylem katalizörü kabul ettiği, ruhunda görülebilecek çelişkiler ile benzeşmekte, bu nedenle çözüm için başvurulacak hiyerarşik temelde aklın, bilginin, ahenk ve ölçülülüğün üstünlüğü esas alınacak, devlet bu temelde kurulduğu ve yönetildiği sürece ideale uygun olacaktır.
platon çıktığı yolda insanı değil, onu iyi kılan ideaların özlerini ölçüt olarak almış, toplumu birey, bireyi toplum için yaşatacağı bu sosyal inşayı da bu ölçütler üzerinden değerlendirirken, idealine ket vuracak öğeleri savurgan bir tavırla harici tutmuş. masallara, efsanelere, şiire, müziğe, beslenme şekline, kimin kim ile evleneceğine müdahale yetkisi olacak bir devletin, yine platon anlatısındaki yapıtaşı olan hukuk kavramı tanrılara atfedilmiş. bu noktada asıl soru iyi bir devletin nasıl olması gerektiği değil, iyi bir devletin varlığı için, varlıkların özüne vakıf olmayan insanın içinin ne kadar oyulması gerektiği, benliğinden çıkartılıp, ya yüceltilen filozoflar gibi özlerine dönmeleri, ya da bunu başaramadıkları noktada hak ve özgürlüklerini, bu baskıcı medeniyet unsuruna armağan etmeleri gereksinimini sormakta. en basit haliyle, ideal bir devlet, topluma ve uygarlığına varlığını armağan etmeye hazır bir insanlık olmadıkça var olabilir mi?
özetle, platon ruhun varlığına, kavranan dünya ile idealar dünyası arasındaki farka, toplumun genelinin varlıkların gerçek bilgisine erişemediğine inanıyor, bu nedenle de adalet, iyi, doğru, güzel, mutluluk gibi kavramların özlerine vakıf yöneticilerden yoksun kalırsak, ideale erişemeyeceğimize ve bu şekilde kuracağımız sistemlerin dejenerasyona mahkum kalacağını düşünüyordu.
adaleti, mevcut toplumda aramayı seçmeyecek, onun ideasını kullanarak ideal bir devlet yaratacak, bu yeni idealden en çok pay alacak toplumların da mutluluğa ulaşabileceğini savunacaktı. platon için, bu “ıkonoklast iyi birisi mi” sorusunun cevabını, ıkonoklast’ın hal ve tavrı, giyimi kuşamı, söylev kabiliyeti gibi gözlemlenebilir çeşitli üzerinden aramakla yetinmek, mağaranın içindeki kavramları kullanarak yine mağaranın içerisinde bir sonuca ulaşmaya, bir gölge oyunu yaratmaya benzetirdi. hele ki ıkonoklast’ın iyiliğini, fikirsel bir göreceliğe emanet edersek ne bir erdem birliği, ne de toplumu bir arada tutacak mutabakatı sağlayabilirdik. ıkonoklast iyi mi, veya iyi olabilir mi; bunu anlamak için “iyi”nin ideasını görüp, ıkonoklast’un ruhu bu ideadan pay almaya ne kadar uygun olduğu ayrımını yapmamız gerekiyordu. devlet, adalet ideasının toplumda bu yaklaşımla arandığı bir eser.
platon, sokrates’e kurdurduğu düzeni, halihazırda adaletsiz gördüğü mevcut sistemin üzerine inşa etmeyecek, bir nevi ateşi yeniden bulmak isteyecektir, bunun için yapılması gereken de, sıfır noktası olarak insanın toplum içerisinde yaşamaya ihtiyaç duyduğu noktaya dönmek ve o noktadan yeni bir toplum düzeni kurmaktır. ikinci kitap içerisinde varılan bu noktada, sokrates toplum içerisinde adalet kavramını ele almadan önce, toplumun özüne inmeyi tercih edecektir. en başta kendi sanatını, içinde bulunduğu toplumun iyiliğine kullanan insanlardan oluşan, kendi kendine yetebilen, bu sayede barış içerisinde yaşayan bir toplumun; ihtiyaç ve talepler, iç ve dış tehditler, iş bölümünde aksaklıklar gibi çeşitli sebeplerle yozlaşmayıp, bu ilk hali sürdürdüğünü düşünelim. kendi içerisinde birliği sağladıktan sonra oluşabilecek ilk görünür sorun, artan nüfus için yayılma gerekliliği veya dışarıdan bir müdahaleye karşı savunma yetisi olacaktır. bu nedenle toplumu yedirip, içiren bu sanatçıların dışına ilk sınıf olarak askeri bir sınıf eklenecek, onlar toplumun koruyucuları olacaktır. bunu da sağladıktan sonra asıl soruna dönüyoruz; peki bu halk adaletin ve doğruluğun devamını nasıl tesis edecek? sanatçılar ve bekçilerden sonra bir de yönetici sınıf eklenecek, devlet içerisindeki arayış, bu üç sınıfın heterojen bir yapıda kalması, sınıflar arası geçişlerin olmaması; bir diğer taraftan da bir ahenk içerisinde çalışarak tek bir organizma gibi hareket edebilmelerinin tesisi olacaktı. (leviathan yaftasında aceleci davranmamakta yarar var.) elimizdeki örnek insan ruhu ise, onu, ve onun üzerinden devleti şöyle ayırabiliriz öyleyse; platon diyaloglarının çoğunda sürdürdüğü erdem üçlüsüsü (bilgelik, ölçülülük ve cesaret) yerine, ruhun seçimlerini etkileyen psikolojik bir üçlü yaklaşımıyla gelir;
• bizi sağduyuya, erdemin üçlüsüne yönelten, öğrenmekte olan ve bilgiyi arayan; akıl
• bizi hazlara, şan ve şöhret düşkünlüğüne, bunları sağlayacak paraya yönelten; tutku ve arzu
• bizi öfkeye, sevince yönelten, musaların en etkin olduğu bölüm; yakıcı duygularımız, pathos.
yasaları oluşturan ve halkı eğiten akıl yöneticiler, toplumun isteklerini ve geçimini karşılayacak ürünleri üretmek sanatçılar (yani üreten halk), oluşturan yasaları ve toplumu koruyacak, cesur ve hareket halinde bir güç olarak da savaşçılar, belirtilen bu ruhun üç bölümüyle özdeşleşecektir. ideal düzende, phaidros’daki at arabası alegorisindeki gibi, akıl ve duygular birlikte çalışarak tutkuları dizginleyecek, üç bölüm arasında hiyerarşik bir düzen sağlanacaktır.
sokrates’e göre, toplumun genel mutluluğu, herhangi bir sınıf veya bireyin mutluluğundan üstün olmalı, toplumun çeşitli sınıfları ve sanatçıları da bu genel mutluluktan pay alarak hayatlarına devam etmelilerdi. kurulan toplum düzeninde belirlenen ilk şartlardan biri, herkesin kendi sanat ve zanaatine doğması ve yaşamını bunlardan ayrılmayarak sürdürmesiydi; sınıflar arasında görülebilecek bir dengesizlik halinde, yani ortak bir mutluluktan ziyade salt bireysel veya sınıflara has mutluluklara ağırlık verilirse, toplumda bir bozulmaya sebebiyet verecekti. ancak mutluluk burada son derece soyut bir kavram olarak kalacak, sınıflara bölünmüş toplumun birliği noktasında buluşulması gereken ortak payda, refahın adil dağılımı olacaktı. ancak refahın adil dağıldığı bir toplumda zenginlik ve yoksulluğu ortadan kaldırabilecek, bunun olmadığı takdirde de, herkesin kendi sanatı ile ilgilendiği ilk şartı sağlayamayacaktık. zira mutluluk da adalet kadar tartışmaya açık, çoğunluğun ne olduğundan bihaber olduğu, göreceli anlayışa bırakılırsa toplumun birliğini bozacak bir diğer kavram değil mi? platon’un, politik insan nezdinde mutluluğa dair yaklaşımını anlamak için gorgias’dan bir keside bakabiliriz; adaletten, hakkaniyetten, iyilikten yoksun eylemlerde bulunup cezalandırılmayan kişi, toplumun yasaları karşısında teslim olup, ıslah edilen ruha göre çok daha mutsuzdu ona göre.
bu noktaya kadar karşı kaldığım manzara beni çok şaşırtıyor, çünkü aranan sistemi günümüz neo-liberal yaklaşımından son derece uzak, hatta bu sistemin “red menace” diye canavarlaştıracağı bir sistemin habercisi olarak görüyorum. toplumda çeşitli görevlerin varlığı, bu görevleri ifa edecek kişiler arasındaki ortaklık anlayışı, toplumun koruyucularına birlik inancını verebilmek için kullanılacak asil yalan, veya günümüz dili ile propaganda (belki mother russia değil, anavatan da değil, ama toprak ana sıfatıyla), insanların aklını bulandıracağı düşünülen ürün ve eserlere uygulanacak sansür, koruyucular arasında mülkiyesitsizliğin oluşturulması; tüm bunlar kaos ve düzen arasındaki ibreyi mutlak bir şekilde düzene çevirmek isteyen bir yaklaşımın ürünü benim gözümde.
toplumun sınıfları ve işlevleri belirlendikten sonra, tesis edilecek yönetim şekline bakmak gerekir, mevcut sistemde karşılaşılmış sistemler irdelenir ve en iyiden en kötüye bir sıraya konur. platon’a göre bu sıralama, timokrasi, oligarşi, demokrasi ve tiranlık şeklinde olacaktır. sekizinci bölümde bu yönetim sistemleri bir analoji kullanılarak aile içerisinde bir birey ve devlet içerisinde bir sistem olarak ele alınacak, beşinci bölümden beri söz edilen bir aydınlanmış despotun, yönetimin filozoflara ait olmasının gerekliliği vurgulanacaktır. demokrasinin, en kötü ikinci yönetim şekli olması daha önce de politikos diyalogunda karşımıza çıkmıştı. platon’a göre filozof kralın karşısında bize en sevimli gelecek, sokrates’in ağzından “bir hürriyet panayırı” olarak adlandırılan demokrasi, sadece eylem ve seçimleri dünyevi hazlardan bir türlü arınamayan insanların elinde düzenden kaosa bir bilet almakla kalmaz, aynı zamanda demagojinin en rahat avlayacağı kurban olarak karşımıza çıkar. insanlığa verilebilecek en ideal yönetim sisteminin inşası sadece kapsamlı bir eğitim ile mümkündür, ancak bu bile tek başına yeterli kalmayabilir. rousseau’nun toplum sözleşmesi’nde “hasta bir beden ile sağlıklı bir bedenin gıdası bir değildir” söylemi bu yaklaşımın en kısa özeti gibidir; ne platon, ne de sokrates demokrasiyi bozuk bir sistem olarak görmüş, nitekim mevcut şartlarda çalışmasının imkansızlığını savunmuşlardır.
platon’un filozof kral tarafından yönetilecek sistemi bir meritokrasi diyebiliriz, yetkinlik ve liyakat, toplumsal sözleşme ve adaletin tesisini sağlayacak, medeniyetin ilerleyişi de bu anlayış dahilinde mümkün kabul edilecektir.
onuncu bölümünde, phaidon’da savunulduğu gibi, ruhun ölümsüzlüğü bir kez daha karşımıza çıkar. devlet diyalogunda kapanışa tekabül edecek bu bölüm bir metafor niteliği taşır belki de; tüm diyalog boyunca insanı, devletin yakından bakılan bir formu gibi nitelemiş, karar alma ve eyleme geçme hallerini karşılaştırmış, şimdiyse, alınan tüm karar ve gerçekleştirilen bütün eylemlerin mesuliyeti, bedenimiz ölse bile sunulan ahiret mitinde ruhumuzun yolculuğunda üstüne kalacaktır. bu aslında bütün metin boyunca sürekli kendini hatırlatan bir fikrin devamı değil midir? yaşadığımız sürece gerçekleştirdiğimiz eylemler, yaşamımız bittiğinde de peşimizi bırakmayacaklarsa, aynı şey toplum için de geçerli olmayacak mı? bizden sonra gelecek nesiller, bizim kötü seçimlerimizin cezasını çekmeyecekler mi? ruhumuz ne kadar iyi olursa olsun, vereceğimiz yanlış kararların, hakkaniyet yoksunluğunun sonunda ıstıraba mahkum kalıyorsa, aynısı mevcut sistemde parmağı olmayan gelecek nesiller için de geçerli olmayacak mı?
felsefi sorguları, ortaya çıktıkları koşullar içerisinde değerlendirmenin önemi ne kadar büyükse, platon’un sunduğu düzeni de mevcut gördüğü problemlere bir çözüm arayışı olarak görmek gerekir, eserin zamansızlığı ise sorgunun üzerinde bulunduğu düzlemden kaynaklanmakta; insanın hem kendi ruhunda, hem de toplumda adaleti nasıl tesis edebileceğinin arayışı, bu eserin yazılışını takip eden 2400 yılda da tamamlanmış bir süreç olarak kabul edilemez. bir yandan diyalog, yaşasaydı platon’u çok keyiflendirecek bir paradoksa sebebiyet verebilirdi, güncel yaşantımızda halen devlet’te dile getirilen kaygıları yaşadığımız için platon bir vizyoner mi kabul edilecek, yoksa tarihî muzaffer batı siyaset felsefesinin yol yordamını belirleyen bir mimar mı sayılacak? bu noktada biraz şeytanın avukatlığını yapmak durumunda kalıyorum, biz belki de yakın tarihe dair modernist siyasi doktrini, ulaştığı karanlık sonuçları görüp, bu oldukça otoriter anlayışı tehlikeli bulabiliriz, ancak platon’un adalet kavramına uygun bir örnek görmedik. belki her cümlesi ayrı ayrı incelenmesi gereken, 2400 yıllık seyahatine müteşekkir hissettiğim bu eserin sorgusunu anlamaya çalışmak yerine, sunduğu sistemin başarısız, kötü niyetli yansımalarını suçlayacaksam, nietzsche’nin ubermansch’ını nazizm üzerinden, rousseau’nun sözleşmesi’ni halen sınıfta kalmış adalet sistemleri üzerinden lanetleyecek vaziyete sokarım kendimi.
devamını gör...