senaryosu adem giliz tarafından yazılan ve mert yaran tarafından yönetilen kısa film; 2025 yılında yayınlanmıştır.
boş zamanlarında karısını dövmeyi hobi edinen bir erkeğin başından geçenleri, şiddete mâruz kalmayı, bir anket sonucu kendini sorgular gibi olmasını konu ediniyor.
karısını dövdüğünü ise tüm apartman bilmekte, sesleri duymakta, sözde adamı içten içe kınamakta ama duruma müdahale etmemektedir, bir gün yine karısını dövmeye başlar, kadın yerde yüzü mosmor yatarken kapı zili çalar ve bir anket yapmak isteyen iki genç kadın bu şiddetsever kocaya şiddetin odak noktasında olduğu sorular sorar.
her gün karısını dövdüğü halde şiddete karşı bir tavır takınır, ancak o sırada arkadan geçmekte olan karısının mosmor yüzü ise hiç de öyle olmadığını haykırır niteliktedir.
sorulara daha fazla dayanamaması ve kapıyı kapatması ile filmin sonlarına doğru yaklaşılır.
kadına şiddet temalı kısa filmler üzerine daha önce de yazmıştım, ancak bu sefer üzerine eklemeler yapmam mümkün;
dünyadaki hiç kimsenin şiddetine maruz kalmak zorunda değilsiniz, değiliz, hakkını aramak, kendini ezdirmemek, güçlü olmaktan başka çare yok, şiddete başka bir perspektiften de bakmak gerekirse, belki değersiz hissetmek, yok sayılmak da bir şiddet türü olabilir, karşındaki insanın senin değerini bilmiyor olması senin değersiz olduğun anlamına gelmez, kimse, hiçbir canlı şiddeti yaşamak zorunda değildir.
sıla türkü koyun tarafından çekilen kısa film; kısa film olduğu kadar kısa bir belgesel niteliği de taşımakta ve kurgudan ziyade gerçek bir hayatı yansıtmaktadır.
afyonkarahisar'da yaşamını sürdüren ve geçirdiği bir patoz kazası sonucu kolunu yitirmiş kadir ateş'in yaşam mücadelesini, bir metafor ya da mecaz olsa da deniz kızını aramasını, kolunun birini yitirmesine rağmen çocuklarını okutmak için pes etmeyişini ve eber gölü'nün geldiği son durumu anlatıyor.
filmin benim için ifade ettiği anlama geçmeden önce patoz hakkında kısa bir aydınlatma metni girmekte fayda var;
patoz " tahılı döven, tohumları sap ve kabuğundan ayıran, tarım aleti " olarak kullanılmaktadır.
bedeninden bir parçayı kendisinden önce toprağa emanet eden adam kolunu patoza kaptırmış olsa da ruhu terminatör, güçlü, mücadeleyi elden bırakmıyor, bu göl onun yaşam mücadelesinin bir yansıması gibi, kurumakta olan bir göl olduğu halde tamamen tükenmiş değil, tıpkı filmdeki adam gibi..
adamın mücadelesine o kadar odaklanmışım ki kolunun olmadığını sonradan fark ettim, ki önemli olan da bu değil midir, karşındaki insanın ya da canlının eksiklikleri değil de azmi ve mücadelesidir onu o kişi yapan.
deniz kızını aramak ise bence bir metafordu sadece, ömür boyu aradığın herhangi bir şeye delâletti, onu bulmak için yaşıyor olmaktı, onu bulmak heyecanıyla yaşamaktı, gerçek bir deniz kızı aramaktan ziyâde, hayatının anlamını arıyor olmak gibiydi.
benim için duygusal bir kısa film, belgeseldi,
gerçek bir yaşama ışık tutuyor olmasından mütevellit, daha fazla yüreğe dokunan bir çalışmaydı.
" deniz kızını aramaktan" vazgeçmememiz gerektiğini hatırlatan, insanın neyi ya da kimi kaybederse kaybetsin yaşamak ve güçlü olmak zorunda olduğunu vurgulayan bir filmdi.
sen eksikliklerin değilsin, hiçbir şey hayallerinden vazgeçmeye sebep değildir.
kısaca hatırlatmak gerekirse örüntü; belli bir kurala göre devam eden sayı ya da şekil dizisi olarak bilinir.
başlıkta da vaat edildiği gibi şimdi ise kısa filmimize geçebiliriz.
senaryosu erkan selçin tarafından yazılan ve yine aynı isim tarafından yönetilen kısa film; 2023 yılında yayınlanmış ve ödül aldığı söylenmektedir.
üzerindeki giysi ile sere serpe uzandığı halının deseni aynı olan genç bir kadının git gide bağlı olduğu bu nesneye benzemesi ve ondan kurtulma çabası konu edinilmektedir.
genç kadının halıda iki seksen uzanması ile filmimiz başlıyor, sonradan görülüyor ki parmağında bir ip takılı, sıkıca dolanmış ve parmağını acıtıyor gibi görünüyor, daha sonra genç kadının artık bir parçası haline geldiği, örüntü ve süslemelerden oluşan bu halıdan kalkıp pencereye karşı oturduğu görülüyor.
artık bir parçası haline geldiği ve sıkıca bağlı olduğu bu halıdan kurtulmanın zamanı gelmiş, çünkü halıdan ayrılıp dış dünyaya baktığında hayatı kaçırdığını veya kaçırmaya başladığını görüyor, o zaman anlıyor ki hiçbir şeye saplanıp kalmamak gerek, bağını koparmak gerek, başta acı verse de ruhunu saran zincirleri kırmak gerek, yoksa bütün bir hayatı aynı yere bakarak hebâ edebilirsin, ve bunun telafisi olmayacaktır, çünkü kimse 2 kere doğmaz...
benim için tamamen metaforlar üzerine kurulu bir kısa filmdi, halıya benzemesi, halının bir parçası haline gelmesi ve bizzat halının kendisi...
o halı bize takılı kaldığımız herhangi bir olguyu, nesneyi, kişiyi hatırlatır nitelikteydi,
baka baka artık ondan başka bir şey göremediğin, hep aynı şeyi düşüne düşüne artık ondan başka bir şey düşünmediğin.
bana düşündürdüğü bazı noktalar şunlardı;
kimi kaybetmiş olursan ol, seni tanımlayan şey birinin yokluğu olmasın, sen birinin yokluğundan vâr edilmedin, bir acının, bir duygunun, bir düşüncenin etrafında takılı kalırsan onun dışında bir şey algılayamaz hâle gelebilirsin ve bu da yıkım olabilir.
düşündürücü bulduğum bir kısa filmdi, sinematografik açıdan da bence fena değildi.
neyin etrafında dönersen bir süre sonra varlığın ona benzer, düşüncesinin vurgulandığını söylemenin mümkün olabileceği bir kısa filmdi.
1973 doğumlu türk şair, yazar ve öğretmen olduğu bilinen arzu demir imzalı 70 sayfalık eser; şiir türünde yer almakta iken 2014 yılında yayınlanmıştır.
şairin adını daha önce duyduğumu hatırlamıyorum, dolayısıyla adını duymamı sağlayan ve okuduğum ilk kitabı bu oldu.
benim için son derece farklı şiirlerdi,
bazı dizelerde donup kaldığımı söylemem mümkün, özellikle de;
" geç kaldın beni yıkamaya " dizesi çok ağırdı, son zamanlarda duyduğum en ağır sözlerdendi.
diğer şiirlerden bahsedecek olursam;
kopan ve kopması belki de mümkün olmayan bağları, kovulmayı ve hâtıraları, geçmişi ve bahçedekileri, yani kalp denen bahçeye gömdüklerini derinden hissettiriyor pek çok şiirinde, sevgisiz hissetmeyi, anımsamayı, geç kalmış değil ama geç kalınmış olmayı, ayrılıklardan geriye kalanları, kendine özgü bir şiirle, farklı bir cepheden yansıtıyor.
şairin yaşamın keskin zamanlarını kendine özgü bir şiirle ve his ile yansıtma biçimi bence iyiydi.
kopuşları, yıkımı, aşkı ve aşktan geriye kalanı hissettiren şiirlerdi.
seçtiğim bazı dizeleri bırakarak burada bitiriyorum.
hatıralardan söz ediyorum
nesneye düşen canın
nasıl susturduğundan.
kaçamazdı kovulmanın kahrından.
ne kadar geçmiş varsa içimde saklı.
her yol başında
sokaklara üflediğim soluk
içinizden akıp geçen suskunluk
dönüp içimde biriken.
sayıklamak /
kendinden gitmeye cesaret hali.
ölüm bir isim versin bize.
öyle çok öldüm ki.
kusur mudur karanlığa yakalanmak
yüreğe en yakın yerinden?
uyumak üzere olan küçük bir kız çocuğunun büyükannesine karın neden yağdığını sorması ve büyükannesinin anlatmaya karar vermesi ile filmimiz başlar...
oldukça yaşlı ve belki de yakında hayatta olmayacak olan bir mucit tarafından tasarlanan edward adında ve elleri makas olan bir adamın öyküsü anlatılır.
sıradışı olanın dış dünyaya ve kendine yabancılığı, toplum tarafından kabul görmenin koşulları, yalnızlık, filmin başlıca temalarındandır denilebilir, herkesten farklı olanın daimi yalnızlığını oldukça dokunaklı bir hikâye ile anlatmaktadır tim burton.
edward ellerine kavuşacağı gün hazin bir sonla karşılaşır ve ellerine kavuşamaz, bir kalede yapayalnız yaşamakta, kimseye benzememekte, gerçeklik algısı diğer insanlarınki gibi değildir.
bir gün avon temsilcisi ve orta yaşlarında bir kadın olan peg ürünlerini satmak için kapı kapı dolaşmaya çıkmıştır, kimse ondan ürün almaz, ama herkes onu tanır, arabasına binip pes ettiği sırada dikiz aynasından kaleyi görür, kaleye gitmeye karar verir, orada edward ile tanışır ve onun koruyucusu olur, evine götürür, ailesi de zamanla ona ısınacaktır.
edward elleri makas olduğu için bazı konularda çok şanslı, bazı konularda hiç şansı yoktur, saç kesme ve botanik işlerinde iyidir ama ellerinden dolayı yemek yemesi çok zordur, insanlara zarar vermeden dokunması da neredeyse imkânsızdır...
peg'in komşuları tarafından bir maskot haline getirilir, herkesin ilgi odağıdır, işlerine geldiği müddetçe edward'dan iyisi yoktur.
peg'in kızı kim ve erkek arkadaşı jim'in edward'a tuzak kurmaları ile film devam eder, paraya gereksinimi olan edward'ın hırsızlık yaptığını sanırlar, hapse atılmaktan ise "sakat olduğu " gerekçesiyle kurtulur.
herkesin gözbebeği edward bir anda herkesin korktuğu, tehlikeli addettiği, uzak durulası, iblisten hallice, artık kalesine dönmesi gereken bir varlık haline gelir, menfaatleri doğrultusunda seviyor gibi yaptıkları bu yarı şövalyeyi artık sevmezler, onu gerçekten seven tek bir kişi vardır artık, kaldığı ev sahibinin genç kızı kim...
edward'ın başına gelen tatsız olaylar ve uğradığı haksızlıklar ile filmimiz sona doğru yaklaşır, haksızlığa uğrasa bile sevginin ve aşkın ne demek olduğunu bir kez olsun kim sayesinde tatmıştır.
büyükanne ve torunu ise artık bu hikâyenin sonlarına doğru yaklaşır...
film hakkında kişisel fikirlerime geçmem gerekirse;
konusu oldukça etkileyici bir filmdi, tim burton bu filmi henüz 32 yaşında iken çekmiş ve 32 yaşında birinin yalnızlığı bu denli etkili bir hikâyeyle aktarması da kolay bir iş değildir bence.
johnny depp oldukça hüzünlü ve zorlu bir oyunculuk performansı sergilemiştir, o makaslarla ve kostümle oyunculuk yapmak kolay bir şey değildir, 27 yaşında sergilediği bu oyunculuk onun gelecekte çok iyi bir oyuncu olacağının habercisi niteliğindedir.
peg rolünün karakter değişimi de önemlidir, başlarda çok sevdiği bu makas eller, bilmeden onun oğluna zarar verdiğinde artık kurtardığı bu adamı sevmeyecektir.
kim, başlarda edward'dan nefret etse de ona ne kadar haksızlık ettiğini zamanla anlayacaktır. johnny depp'in kırılgan gülümseyişinin olduğu sahneler ise hüzün doludur, son sahnelerdeki oyunculuğu ise mükemmeldir.
her şeyiyle duygu yüklü ve ders çıkarılası, izlenesi, oldukça iyi bir filmdi, artık her kar yağdığında bu filmi ve kar sahnelerini anımsayacağım... ^^
edward'ın bir köpeğin saçını kestikten sonra köpeğin onu bırakıp gittiği sahne oldukça komikti, körün gözü açıldığında ilk kırdığı şey bastonu olur, sözünü hatırlatan bir sahneydi.
bu hikâyeyi anlatan büyükanne galiba hikâyenin baş kahramanlarından olan kim'di, ondan sonra yeni bir hayat kurdu ve torununa anlattığı bu hikâye bizzat kendisinindi, uğruna kar yağdırılan kendisiydi...
senaryosu turan güngör tarafından yazılan ve aynı isim tarafından yönetilen kısa film; bu yıl yayınlanmış ve katıldığı bir yarışmada ödül aldığı bilgisi verilmiştir.
iklim değişikliği nedeniyle göç etmek zorunda kalan bir ailenin, alıştığı topraklara vedası ve aslında gitmek istememelerine rağmen gitmek mecburiyetinde oldukları için yaşadıkları duygular da konu ediniliyor.
film bir ezan sesiyle başlar ve belki de başladığı gibi bitecektir.
minâre imgesi ise sanki anılara bir gönderme niteliğindedir, nereye gitsen de kaçamayacağın, gittiğin her yerde seni bulacak olan, bizi terk etmeyecek tek şey belki de yalnızca anılarımızdır.
eşyalarını toplayan baba sıkıntıyla etrafına bakar, gitmek istemedikleri ama mecbur oldukları her hâllerinden belli olmaktadır,
onların gitmeye karar verip yol almaları ile film devam eder, ama fazla bir olay öyküsüne dayanan bir kısa film değildir.
görsel açıdan iyi bulduğum, ama fazla bir derinliğinin olduğunu kendi adıma söyleyemeyeceğim bir kısa filmdi,
taşınma eyleminin anılarla olan ilgisi, göç etmek zorunda kalmak, gittiğin yere en değer verdiğin eşyaları, yani anılarını da götürmek istemek, anılarının kişiyi bırakmıyor oluşu, filmin belirleyici ögelerindendi.
1965 doğumlu türk yazar ve şair elif sofya imzalı 95 sayfalık eser; 2019 yılında yayınlandığı bilinen eser 2020 yılında ise attila ilhan şiir ödülü sahibi olmuştur.
geçtiğimiz günlerde pençe (kitap) adlı eserini de okumuş ve diğer kitaplarını da okumaya karar vermiştim, nitekim okuduğum son kitabı bu oldu.
çok farklı bir şiiri var elif sofya'nın,
içindeki her şeyi dökmüyor bana kalırsa, ama yaşadığı keskin kırılma anlarını, ciddi fark edişlerini, kendine özgü algılamalarını da esirgemiyor, o kırılma anları, fark edişler, güçlü algılamalar, kitaptaki şiirlerin omurgasını oluşturuyor denilebilir.
birhan keskin şiirlerinin tadı da var şiirlerinde, onun kadar keskin, onun kadar derinden ve iyi bir şiiri yazıyor şair.
hayatın binbir çeşit hâlini kendine özgü bir şiirle yansıtıyor, yorgunluğu, tamamlanamayan boşlukları, bir yangının izlerini taşıyor gibi hissetmeyi, sancıyı, ölümü, bellek denilen dipsiz mezarlığı, yaşamın kırılma anlarını sert bir şiirle yansıtıyor bizlere.
şairin hayatın keskin virajlarını kendine özgü bir şiirle yansıtma biçimi oldukça iyiydi.
seçtiğim bazı dizeleri bırakarak burada bir son veriyorum.
sıkıldım ivmesi bozuk
bu yaşamaktan.
hiç olmadığım kadar ben miyim?
yürüyorum yürüyebildiğim yere kadar dünya aklımıza sığarken
çok başkaydı olacaklar.
bu yangının acısı üflemekle geçmiyor.
dijital saniyelerin akışında
geliş gidiş bakış duruş
hız ve hayat parçalanır
boşlukta bir boşluk asılı kalır
birkaç devlet yıkılır
serinler dünyanın geri kalanı.
" dağlarla barıştım ve yanına geldim kurtaramadım kendimi yalnızlıktan... "
1968 doğumlu türk yazar ve şair asuman susam imzalı 47 sayfalık eser;
şiir türünde yer alır iken, 1995 yılında yayınlanmıştır.
kendisinden okuduğum ilk kitap oldu, diğer kitaplarını da okuyacağımı düşünüyorum, zirâ merakta bırakan bir üslubu var.
unutmayı ve unutulmuşluğu derinden hissettiren şiirlerdi, her şeyi unutup hayata yeniden başlama isteği duyar gibi olduğunu düşündürecek bir şiir formuyla karşımıza çıkıyor asuman susam.
aşka, acıya ve ihanete dair şiirleri de yer alıyor bazı sayfalarda, sanki algıladığı her şeyi unutmak ister gibi duruyor, ne yapsa da yalnızlıktan kendini kurtaramadığını dile getiriyor bir şiirde, hayat ve hayatındaki insanlar tarafından kırılmış olduğunu sezdiriyor, severek okuduğum bir kitap oldu,
bazı dizeleri oldukça iyi ve etkiliydi, özellikle de " hiçbir kalıba dökülemez yüreğim, gidebilir belki insan ardına bakmadan, gözlerindeki acıtan umarsızlıkla, dağlarla barıştım ve yanına geldim, kurtaramadım kendimi yalnızlıktan " dizeleri keskindi.
seçtiğim bazı dizeleri bırakarak burada bir son veriyorum.
eskitilmiş ve unutulmuş her şey düşlerimdi.
fenayım çekip gidememekten
uçurumlara bırakamamaktan gövdemi ordayım işte, durmadan orada.
dayanamıyorum her lodosta çekip gitmene ölüp türkülere ihanet ediyor durmadan aşıklar.
1999 doğumlu türk yazar ve şair beste naz karaca imzalı 120 sayfalık eser; şiir türünde yer almakta iken ithaki yayınevi tarafından 2022 yılında yayınlanmıştır.
alabele sözcüğü kitapta " çiçek bozuğu veya çilli yüz " olarak tanımlanmıştır.
beste naz karaca adını duyduğum bir isim değildi, bundan mütevellit okuduğum ilk kitabı da bu oldu, beklentimi kısmen karşılayan bir kitaptı.
esip gürleyen, yakamayacağı hiçbir şey kalmamış, kâh kırgın, kâh muzip, vaziyetine bir cevap arayan, anlaşılmak ve anlamak isteyen, ne kadar kırgın olsa da sanki yine de bir zeytin dalı uzatır gibi olan bir hâlet- i ruhiye ile yazıyor bana kalırsa, sonsuz gibi gelen bir keşmekeşliğin lirik yansıması niteliğinde şiirlerdi benim için.
ekseriyetle uzun şiirlerdi, bazı şiirleri iyi buldum, bazıları kavram salatası tadında gibiydi, söz sanatlarının yoğunluğu, şiirin özünü zedeleyebilecek türdendi.
yiğidi öldürdüğümü sanmıyorum ama hakkını da yiyecek değilim tabii, bazı dizeleri çok iyiydi, derinliği olan dizelerin az olmamasını sevdim.
seçtiğim bazı dizeleri bırakarak burada bir son veriyorum.
bunca arklar arasından
alabele bir sel gibi size döküldüm.
dağ da benim,
dağı aşacak
ve uğrunda dağ aşılacak olan da..
bilemiyorum ki
hangi dumanla gizlenebilirim?
aynada suretimle karşılaşınca
seni hatırlar
yalın ayak koşmaya başlarım..
rahmetine bel bağlamış vaziyetteyim.
kaldırımlarında hüngür şakırt ağladım
artık kolay olmayacak burayı sevmek.
annem babamın adını sayıklıyor
uykusunda,
benim adını sayıklayacağım kimsem yok, uyuyamam.
gitmesine izin vermediğin, senden kaçar..
benim ben olmaktan gayrı çarem yok, zayıflığıma cuk oturan kılıflar dikiyorum.
benden kim özür dileyecek şimdi?
bulamadılar zamanla oynamayı.
ölü olsan kemiklerin sızlardı belki.
söktüler umudunun parçalarını yerinden,
ne oldum demeye kalmadan
yıkıldı aklın.
öbür türlüsünü çok istedin diye
oldu bunlar.
kazakistan yapımlı ve rakymzhan kaldykoz tarafından çekildiği bilgisi verilmiş olan 12 dakikalık kısa film;
bir yarışmada 2. olduğu bilinen film 2020 yılında yayınlanmıştır.
evliliklerinin 5. yılına girmiş bir çiftin, çok istedikleri halde bir çocuklarının olmamasının toplum üzerindeki etkisi konu edinilmektedir.
filmimizde epik ögeler de yer alıyor, örneğin; çocuğu olmayan adama karşı savaş açmaları ve onu istememeleri, ona atlı bir şekilde saldırmaları gibi, küçük çaplı bir savaş sürüyor, baba olamadığı için kendisini yetersiz hisseden adam zamanla karısına öfke duymaya başlıyor, onu çok sevdiği gözlerinden belli olsa da çocuk sahibi olamamalarının tek nedeni olarak karısını sorumlu tutuyor.
kutsal bir ağaca çocukluğundan beri dua ediyor, her duası kabul olmuş ama çocuk için edilen duaları hiç kabul olmamış ve ağaçtan medet umuyor olmasını da istemiyorlar, medet umduğu tek şeyi de ondan alacak kadar acımasız davranabiliyorlar.
görsel açıdan oldukça iyi bulduğum bir kısa filmdi, manzaralar, çekim teknikleri, ışık, açı, renk uyumu, hepsi iyiydi.
filmin bana düşündürdüğü bazı noktalar oldu, mesela;
canından çok sevdiğin insandan bir hayal için vazgeçer miydin?
derin bağlar kurduğun insanı geride bırakıp da yola onsuz devam etmek seni gerçekten mutlu edecek miydi?
bir insanın medet umduğu tek şeyi ondan almak kabul edilebilir mi, yoksa onun iyiliği için bunu yapmak gerekir mi?
öğretmenler günü kamu spotu olarak hazırlanan kısa film; milli eğitim bakanlığı tarafından hazırlandığı bilinmekte iken filmde ise tanınmış dizi ve sinema oyuncuları, tanıdık simâlar yer almıştır.
filmimizde genç bir öğretmenin meslek hayatına atıldığı ilk gün ve emekli olduğu son gün yaşadığı duygular, öğreterek geçen koca bir ömür, öğrencilerinin onu öğretmenliğinin son gününde bile yalnız bırakmaması konu edinilmektedir.
öğretmenlik en kutsal mesleklerden biridir şüphesiz, ömrünü bu mesleğe adamak, binlerce çocuğun hayatına ve yüreğine dokunmak, iz bırakmak, iyi öğretmen olabilmek zordur, insan hayatından gelip geçmiş tüm meslekleri unutabilir bir gün, ama öğretmenlerini unutamaz, öğretmenlik işte öyle yüce ve değerli bir meslektir.
izlerken duygulandığım bir kısa filmdi,
öğretmenin meslek hayatındaki ilk günü heyecan dolu iken, son günü ise buruk ve hüzünlüydü, 40 yılın ardından emekli olma günü gelip çattığında ise sınıfa girdiğinde onu büyük bir sürpriz beklemektedir, öğrencileri onu hiçbir zaman unutmamış ve unutmayacaktır da.
başta gazi mustafa kemal atatürk, atam olmak üzere, mesleğini hakkıyla yapan tüm öğretmenlerimizin ve öğretmeyi seven herkesin öğretmenler günü kutlu olsun.
atanamadığı için intihar eden, şehit edilen öğretmenlerimizin de ruhu şâd olsun...
kitabın arka kapağında yer alan bilgilere göre ise, kendisi salt şair değil, aynı zamanda yıldız teknik üniversitesiistatistik bölümü mezunu ve ayrıca bir süre hosteslik de yaptığı bilinmektedir.
şairin adını ilk kez duyuyorum, dolayısıyla kendisinden okuduğum ilk kitap bu oldu.
şimdi ise kitabımıza geçelim;
hış " içi çürük, boş " anlamlarına gelir iken, kitaptaki şiirler de sanki şairin içini boşaltmak adına yazdığı şiirler gibiydi,
fiziksel veya ruhsal açıdan derdest olunan günleri yansıtır nitelikte şiirlerdi.
kazmak, varmak, dağılmak, sevdiklerinin ölümüne ve ölecek olmaları fikrine alışamamış olmak, kimsenin nezdinde o kadar da değerli biri olamamak, şimdi ölsen toprak tarafından yadırganmayacak kadar canından bezmiş olmak, bazı şiirlerin hissettirdiği duygulardandı.
şairin bomboş ve kıpkırık hissetme durumunu kendine özgü bir şiir tarzıyla yansıtma biçimi bence iyiydi, beklenmedik dizelerin azımsanamayacak ölçüde olması mutlu ediciydi.
seçtiğim bazı dizeleri bırakarak burada bir son veriyorum.
öğreniyor dağılmayı
çünkü toplanmak gerek.
koşmayı varmak sanarak
öğütüyorlar yaşamı.
kazdığım her şeyin altından
yine kazdığım her şey çıkıyor.
her seferinde kalbime bıçak bilemeyi öğretişim geliyor aklıma
sevdiklerimin ölüme bunca yakın oluşuna alışamıyorum.
ne yapsam
kimse kulak asmıyor ne dediğime.
ölüm işte
giymeye kıyamadığımız için
artık dar gelen o güzel elbise.
uzaklar ne yapıp edip sürekli ona benziyor.
kimsenin cebinde resmimin olmaması
ne tuhaf.
gözlerim mi bozuk
yoksa camlar mı buğulu
bana ikisi de doğru değilmiş gibi geliyor çorabım mı kaçtı yoksa derim mi soyuldu ama yok kanıyorum, et bunu ezbere biliyor.
gittiği her yerden
kuş sürüsü yolluyor sevgilim.
kimsenin ajandasında adım geçmiyor
ne garip..
taşıdığım her şeye benziyorum
benzediğim her şey taşınabilir.
1965 doğumlu türk şair elif sofya imzalı 86 sayfalık eser; 2021 yılında everest yayınları tarafından yayınlanmıştır.
şairin adını duymamı sağlayan ve dolayısıyla okuduğum ilk kitabı bu oldu, üslubu öyle özgündü ki diğer kitaplarını da okuyacağımı düşünüyorum.
son zamanlarda okuduğum en etkili şiirlerdi, düşündüren, sâhici, kitabın adından da ötürü kısmen vahşî, fazlasıyla özgün şiirlerdi.
bozguna uğramayı, çürümeyi, değişimi, bağ kurulan kişinin uzaklığını, zamanın ürperticiliğini, ölümü, gördüğüne inanamamış olmayı, dünyada bir seyirci konumunda olmayı derinden hissettiren şiirler olduğunu kendi adıma söylemem mümkün olacaktır.
bazı dizeleri üzerinde uzun uzun düşündürme garantisi olan dizelerdi, örneğin; bir seçenek seçilmeyi bekleyecek, ölümle yaşam arasında dizesi üzerine düşünmeye değerdi, ölümle yaşam arasındaki seçeneğin ne olduğu üzerine sorgulatan bir yanı vardı.
keza aklımda hep aynı soru dizesi de öyleydi, bu dizeyi değil de senin aklında hep olan o soruyu düşünmeye sevk eden bir dizeydi.
şairin algıladıklarını yansıtma biçimi oldukça iyiydi, hissettirmeyi başarıyor olması da şiirleri daha güçlü kılan unsurlardandı bence.
seçtiğim bazı dizeleri bırakarak burada bir son veriyorum.
inanması zor, zorluğu saçma sapan.
her cennetin huysuzluğu
işlerin yolunda gitmeyişi var.
her şey sakinliğe doğru ilerler
her şey
durağan zamanların kurgusuyla
kurar varlığını..
biz evet bazı hikayeleri
delik deşik etmemeliyiz
deşmemeliyiz
iç köşelerimizdeki dinamikleri
hayat bazı suskunlukların
suç ortaklığında gizli
hiç olmamış gibi
devam etmeli kan akışımız
hiç olmamış gibi olmuş olmalıyız biz yaşamak dediğimiz dilimizin altında gizli.
bir ölüm sıkıntısıyla
anlamlandırıyor dünyayı
kemiklerini sayıyor eline tek tek
gökte uzakta güneş
havada tekdüze sıçrayıp duruyor zerre
sen buna tanıdık bir bakışla uzaksın
sen buna sensiz kalmaya yakın
bir aralıkta sallanacaksın.
seni hiç beklemedim ağaçlarda
orman kıyılarında, yaprak hışımlarında
çünkü yeryüzü seni sevmedi,
öpmedi alnındaki sert kemiği
ağlayacaksan buna ağla...
senaryo ve yönetmen bilgisi verilmemiş olan 8 dakikalık kısa film; kanser hastası bir adamın hayata tutunma çabasının yanı sıra, hayata, aşka geç kalmama çabası konu edinilmektedir.
eren otuzlu yaşlarında ve kanserle mücadele eden genç bir adamdır.
hayata geç kalmış olmak istemez, aşkı yaşamak ister.
genç adam çok kötü öksürmekte ve her öksürdüğünde mendilinde kan görmektedir, durumu kötüdür ve hayatta kalma içgüdüsü hiçbir zaman bu kadar ağır basmamıştır, çünkü bir şeyin kıymetini ekseriyetle, onu kaybedeceğimizi anladığımız zaman hissederiz.
gittiği bir kafede satış danışmanı olan genç kıza karşı hoşlanma belirtileri gösterir, sürekli oraya gitmek, ona soru sormak, hep onu görmek istemek gibi davranışlar ve duygular içindedir.
kız da ona karşı boş değildir, kendisinden hoşlanan bu genç adamdan hoşlanmıştır, ama bu kavak yelleri uzun süre esemeyebilir, her şey birden bitmese de bazı şeyler hep onu bulduğunda bir serap gibi yok olup gider, onları hazin bir son bekliyor olabilir...
çok iyi bir kısa film olduğunu söyleyemesem de içten olduğunu söyleyebilirim.
hayatının son zamanlarını yaşadığını hisseden bir insanın tutkuyla bağlanmak istediği şeyler, kişiler olmasını isteyip, bu şekilde hayatta biraz mutlu olma çabasını trajik bir hikâyeyle yansıtan, insanın hayatta olduğu müddetçe hiçbir şeye geç kalmış sayılmayacağını hatırlatan bir kısa filmdi.
senaryosu fatih yılmaz tarafından yazılan ve aynı isim tarafından yönetilen kısa film; 2015 yılında yayınlanmıştır.
yeni dizisinde görme engelli bir karakteri canlandıran bir oyuncunun yaşadıkları ve siyah şemsiyeli kadın ile tanışması sonucu geçirdiği dönüşüm konu edinilmektedir.
biraz karışık bir kısa filmdi, iki aynayı birbirine tutmak gibi bir şeydi sanırım,
filmin içinde başka bir çekim daha var olduğu için bu benzetmeyi kullanmak mümkün olacaktır.
yeni dizisinin çekimleri başlayan mert adlı genç adam görme engelli olduğu için kız arkadaşının babası tarafından damat adayı olarak kabul edilmez, bu sekanslar tamamlandıktan sonra çekime 1 gün ara verilir ve yönetmen ondan daha gerçekçi oynamasını, rolünü yaşamasını ister, o da 1 günlüğüne görme engelli taklidi yapmaya karar verir.
vapur yolculuğunun ardından kalabalık ortamı da bulmuş iken görme engelli gibi hareket etmeye başlar ve siyah şemsiyeli bir kadın ona yardım eder, bastonu olmadığı için ona şemsiyesini vermekte tereddüt etmeyecektir.
genç adamın vicdan azabı çekmesi ile film devam eder, taklit yaparken hiç beklemediği bir durumla karşılaşabilir...
konusunu çok derin bulmasam da izlerken sıkmayan bir kısa filmdi.
filmden çıkardığım en derin mesaj şu oldu;
kendini kandırırsan gerçeğe hiçbir zaman ulaşamaz ve gerçeği hiçbir zaman göremezsin...
senaryosu özge polat tarafından yazılan ve yine aynı isim tarafından yönetilen kısa film; bu sene yayınlanan filmde oğuzhan gök adlı oyuncu rol almıştır.
nedense umduğumu bulamadığım bir filmdi, nedenine gelecek olursam, anlam arayışı kavramının filmde yeterince işlenememiş olması umduğumu bulamayışımın yegane sebebiydi.
ancak düşündürdüğü bazı şeylerden dolayı yazmaya karar verdim.
fotoğraf çekmeyi seven ve bu hobisini profesyonelliğe taşımaya karar veren genç bir adamın annesinden finansal açıdan medet umup sonra da umduğunu bulamamasını, buna rağmen bu tutkusundan vazgeçmeyişini konu ediniyor.
genç adam annesini arayıp bütçe açısından biraz eksiğinin olduğunu söylüyor ve annesi ise ona oldukça kırıcı bir biçimde, bunun mümkün olamayacağını dile getiriyor, anlam arayışı ile bu durum arasında bir bağ kurmak gerekirse, genç adam en güvendiği kişiden bu şekilde bir darbe alınca belki de pek çok şeyin anlamsız olduğunu düşünecek, anlam arayışına girecektir.
hayalinden vazgeçmemesi ile filmimiz sona doğru yaklaşıyor, fedâkârlık eyleminin yokluğunda kişinin içine düştüğü buhrana bir örnek niteliğinde sayılabilecek, ama bu duyguyu yeterince veremediğini düşündüğüm bir kısa film oldu.
ana fikir bence şuydu;
insanın aslında kendisinden başka kimsesi yoktur, aslında hep yalnızdır,
yalnız olmadığını sansa bile...
birini en çok da ona ihtiyaç duyduğunda ama o senin yanında olmadığında tanırsın...
normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz.
Daha detaylı bilgi için çerez ve
gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.
online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.