münzevi_zeyrek yazar profili

münzevi_zeyrek kapak fotoğrafı
münzevi_zeyrek profil fotoğrafı
rozet
karma: 3472 tanım: 232 başlık: 244 takipçi: 12
Beni ben yapan hatalarım, eksiklerim ve sevdiklerim; hepsi hayat yolculuğumun parçası...

son tanımları


şeytana haksızlık ediyor olabiliriz

şeytan, tarih boyunca insanın içindeki kötülüğün simgesi oldu. ateist, dindar, filozof ya da sıradan bir insan fark etmez; onun adı her zaman korku, günah ve tehlikeyle anıldı. peki gerçekten öyle mi? belki de biz, şeytana fazlasıyla haksızlık ediyoruzdur. çünkü insan dediğimiz varlık, yalnızca kötülükten ibaret olmasa da, yarattığı kaos ve verdiği zarar bakımından şeytandan aşağı kalır mı, bunu sorgulamamız gerek.

insan, bir fikir uğruna milyonlarca canı yok eder. insan, çıkarı için doğayı talan eder, hayvanlara acı çektirir. insan, kendi gibi düşünmeyeni ölüme mahkûm eder, aç bırakır, ötekileştirir. şeytan en fazla kandırır; ama insan, bizzat kendi elleriyle yalanlar, ihanetler ve savaşlar yaratır. tarih bunun örnekleriyle doludur. şeytan belki bir defa aldatır, insan ise sistematik olarak acı üretir.

kendi yakın tarihimize bakın: birbirine benzer düşmanlıkları, kinleri, öfkeyi kuşaktan kuşağa aktarır insan. siyasi, dini, etnik veya ekonomik sebeplerle birbirini yok etmeye hazırdır. şeytan belki bir kere yoldan çıkarır, insan ise sistemi kurar ve yönetir. katliamlar, açlık, yoksulluk, adaletsizlik; tüm bunlar insanın elinde şekillenir ve sürekli tekrar eder.

en kötüsü, insan sadece başkasına değil, kendisine de acı çektirir. kendi bedenini, ruhunu, çevresini tahrip eder; çaresizliği ve hatalarını inkar eder; sonra da kendisini mazlum yerine koyar. şeytanın rolü sınırlıdır, insanın kötülüğü ise sınırsızdır. insan, şeytandan ilham almaz; kendi egosu, açgözlülüğü ve kibriyle kendisi başlı başına bir cehennem yaratır. o sadece semboldür, hatırlatıcıdır; insan ise fiilen kötülüğü üretendir.

kısacası, insanın kötülüğü, şeytanın hayal edebileceğinin çok ötesindedir. biz şayet günahın, ihanetin ve acının simgesini arıyorsak, aynaya bakmamız yeterli olur. belki de en büyük ders buradadır: insan, hem kendi şeytanıdır hem de kendi cehennemini yaratandır. o yüzden belki de şeytana fazlasıyla haksızlık ediyoruzdur ; çünkü asıl kötülük, insandadır.
devamını gör...

türkiye bir yemek olsaydı ne olurdu sorunsalı

türkiye bir yemek olsaydı, muhtemelen menemen olurdu.

düşünsenize, herkesin malzeme listesi aynı: domates, biber, yumurta. ama iş tarife gelince kıyamet kopar: soğan konur mu, konmaz mı? işte türkiye tam olarak bu; hepimiz aynı tencerenin içindeyiz ama nasıl pişmemiz gerektiği konusunda asla anlaşamıyoruz. bir yanda “soğansız menemen medeniyettir” diyenler, diğer yanda “soğansız olmaz” diye bağıranlar. bu tartışma, aslında yüz yıldır farklı konularda sürdürdüğümüz büyük tartışmaların mutfak versiyonu. hepimiz aynı tabağa kaşık sallıyoruz ama birbirimizin kaşığından gelen lezzete karşı önyargımız baki.

menemenin en güzel yanı, tarifin ne kadar karmaşık olursa olsun sonunda ortaya sıcak, renkli ve kokusuyla iştah açan bir şey çıkmasıdır. türkiye de öyle; içinde acısı var, tatlısı var, biraz yanık kenarları var. kimi zaman fazla tuzlu oluyor, kimi zaman da sulu; ama sofradan kalkarken “yine de güzeldi” diyorsun. ve tabii ki menemeni en güzel yapan şey, hangi ocağa konursa konsun mutlaka fokurdayarak pişmesi. türkiye de öyle; hep bir kaynama hâlinde, asla soğumayan, arada taşsa da yeniden toparlanan bir tencere.

kısacası, türkiye bir yemek olsaydı, menemen olurdu… ve biz de hâlâ başında toplanmış, “soğanlı mı, soğansız mı?” diye tartışmaya devam ediyor olurduk.
devamını gör...

seks olmasaydı kadın erkek ilişkileri nasıl olurdu sorusu

muhtemelen aşk, daha “kitap kulübü üyeliği” ve “ortak spotify listesi” üzerinden ilerlerdi. birbirine şiir göndermek yeniden popüler olur, kahve kokusu ve göz teması, başlı başına flört unsuru haline gelirdi.

insanlar, “seni seviyorum” demek yerine, kışın kendi montunun fermuarını açıp karşısındakine uzatırdı. romantizmin en yoğun anı, marketten iki kişilik dondurma alıp ortadan yemek olurdu.

ve belki de aşk, en saf hâlini bulurdu…
çünkü hiçbir şey beklemeden, sadece sohbetin keyfi için yan yana oturmak; günümüzde lüks, o dünyada ise standart olurdu.

ama dürüst olalım…
insanoğlu muhtemelen yine kavga edecek bir sebep bulurdu. sadece bu sefer tartışmalar “kimin şemsiyeyi tutacağı” üzerine olurdu.
devamını gör...

hayatınızı değiştiren kararlar

hayat dediğimiz şey, aslında sayısız “dönüşüm anı”ndan ibaret değil mi? o anlar ki, tek bir kararınla tüm oyun alanını baştan kurarsın; sanki elindeki kumanda sihirli bir düğmeye basmıştır ve hayatın yepyeni bir sezona geçmiştir. ama tabii bu dönüşüm anları, “aaa, hemen şimdi karar verdim, tamam hayatım değişti!” diye gerçekleşmez. bazen kararsızlık, o karar verme sürecinin sadık ortağıdır ve bizimle kol kola gezer; düşün ki, “yatakta mı kalayım, yoksa kahve mi içeyim?” diye başlayan ikilemler, hayatının genel haritasını bile etkileyebilir.

zor kararlar, aslında hayatın bize taktığı o tuhaf sınavlardır. “acaba doğru mu yapıyorum?” sorusu bir an evvel aklından çıkmaz, çünkü karar verirken hem mantık, hem kalp, hem de çevrendeki sesler aynı anda mikrofon açmış gibidir. işte burada devreye o zekâ girer: “karar verirken abartma, ama hafife de alma” felsefesi. çünkü gerçek dönüşüm, kararsızlığın ortasında saklıdır. biraz da “ben artık risk alırım, ya tutarsa?” diye cesurca adım atmaktır.

yeniden kendini yaratmak ise tam bir sanat. herkes picasso olamaz, ama kendi hayatının ressamı olmak ise herkesin hakkı. unutma, mona lisa’nın gizemli gülümsemesinin arkasında uzun uğraşlar var; sen de hayatına birkaç fırça darbesiyle anlam katabilirsin. üstelik bu tabloyu sadece sen görüyorsun, yani özgürsün! bugün ne renk seçersen, yarın o renk tonuyla devam edersin.

sonuçta dönüşüm anları, sadece büyük kahramanlıklarla değil, ufak ama zekice hamlelerle de mümkün. mesela dün bir karar verdin, bugün güldün ve yarın yeni bir plan yaptın; işte hayatın kendisi bu döngüden ibaret. hem şunu unutma, hayatın zeki yanı, bazen kendini hiç ciddiye almamakta gizlidir. öyleyse, kararını ver, tabii yanına biraz da espri katmayı unutma. çünkü en sağlam dönüşüm, gülümseyerek yapılan dönüşümdür.
devamını gör...

erkekler neye aşık olur sorunsalı

aşık olmamış birinden “erkekler neye aşık olur?” diye fikir almak… biraz iddialı bir hareket. hani hiç sahneye çıkmamış birinden tiyatro üzerine ders almak gibi. ama kabul edelim, bazı seyirciler sahneden çok daha iyi gözlemler yapar. ben de öyleyim işte. oyunun başrolünde değilim ama kuliste kim kime bakıyor, kim hangi repliği atlıyor, hepsini fark ediyorum.

gözlemim şu: erkekler bazen bir gülüşe tutuluyor. ama öyle süslü püslü değil; ansızın, kendiliğinden çıkan, dişlerinizi saklamaya çalışmadığınız o gülüşten bahsediyorum. bazense bir bakışa… uzun, ağır ve hafif davetkâr. hatta çoğu zaman tamamen alakasız bir şeye bile kapılabiliyorlar. mesela yanlışlıkla yere düşürdüğünüz kahve kupasının çıkardığı sese. yani aşkın mantığı yok, ama matematiği de var: dikkatini çeken + kalbine dokunan = işte o.

kimisi sabah saçları darmadağın, uykusu hâlâ gözlerinde olan bir kadına hayran oluyor. kimisi kitap okurken sayfanın kenarına düşen ışıkta yüzünüzü izliyor. bazılarıysa sadece “merhaba”nızı unutamıyor. ve itiraf edeyim, fiziksel çekim de bu oyunun perde arkasında. güzellik kapıdan girdiğinde, samimiyet, zekâ ve hafif alaycılık salondaki en iyi koltuğa yerleşiyor.

erkekler genellikle bir bütüne değil, bütünü özel kılan o küçük, fark edilmeyen detaylara aşık oluyor. parmak uçlarınızın bir masada gezinişine, gülüşünüzün ortasında kaşınızın hafif kalkışına, telefonla konuşurken farkında olmadan dudaklarınızı ısırmanıza… bazen sadece bir kelimeye bile.

ben mi? henüz aşka uğramadım. ama bu, şehre hiç gitmemiş birinin oranın krokisini çizmesi gibi. belki çizimim tam doğru değil, ama belli ki şehrin ışıkları güzel, yolları heyecanlı. ve kim bilir… belki bir gün biri elime kendi elini koyup “gel, sana göstereyim” der. işte o zaman bütün bu teorilerim çöpe gider.
devamını gör...

boşanmak

boşanmak, insanların sandığı kadar basit bir karar değil. hele ki bir çocuğunuz varsa… hele ki o çocuk bir kız çocuğuysa ve size "baba" dediğinde dünyanın tüm yükü omzunuzdan düşüyorsa… işte o zaman mesele artık sadece iki yetişkinin hikâyesi olmaktan çıkar.

ben boşandım. ama ailemi tamamen geride bırakmadım. sadece şekil değiştirdim. çünkü bazen, bir çatı altında kalmak, birlikte yaşamak değil; birlikte susmak, birlikte tükenmek anlamına gelir.

bir baba olarak uzun zaman "idare ettim." daha çok sabrettim, daha az konuştum. kırıldım ama belli etmedim. çünkü bir babanın önce koruyucu olması gerektiğine inandım. ama bir noktada anladım ki; kızımın büyüyeceği ev, sadece çatısı sağlam bir yapı olmamalı. içinde nefes alınan, huzur duyulan, sevgiyle dolu bir yer olmalı. ve eğer bunu sağlayamıyorsak, o çatıyı zarifçe sökmek en doğrusuydu.

boşanmak, bazıları için bir son olabilir. ama benim için bir dönüşüm. kızım için daha dürüst, daha huzurlu, daha sağlıklı bir hayat kurma gayreti. çünkü çocuklar söylenenleri değil, yaşananı hisseder. biz sustukça o anladı. biz kırıldıkça o ürktü. ve ben, onun ruhunda çatlaklar bırakmamak için bu kararı verdim.

kızım hâlâ beni çok seviyor. ben de ona aşığım. annesiyle ayrı evlerde olabiliriz, ama onun hayatında hâlâ birlikteyiz. kararlarımızı birlikte alıyoruz. onun için hâlâ bir takımız. aramızda artık bir evlilik yok belki ama hâlâ bir sorumluluk var. hâlâ bir vicdan.

boşanmak, bir başarısızlık değil. aksine, bir yalanı sürdürmeyi reddetmenin cesaretidir. bazen en büyük sevgi, gitmeyi bilmektir. kızımın gözlerinin içine bakarken artık içim daha rahat. çünkü ona dürüstüm. çünkü artık ona huzurlu bir baba olarak sarılıyorum.

toplum ne derse desin… ben bir kız babasıyım. ve onun gülüşü için bazı acılara razıyım. biz belki annesiyle yol arkadaşı olmayı başaramadık. ama onun için hâlâ aynı gemideyiz.

biliyorum, bir gün büyüyecek. her şeyi anlayacak. ve o gün geldiğinde, umarım şunu düşünür: “babam, güçlü olduğu için değil, gerçek olduğu için kahramanımdı.”
devamını gör...

sahte diploma

bu ülkede artık her şeyin sahtesi makbul: gülüşler sahte, vaatler sahte, projeler sahte… ve şimdi sıra geldi diplomalara. adını telaffuz edemediği üniversitelerden mezun olmuş insanlar, makam koltuklarında oturuyor. üstelik öyle bir özgüvenle konuşuyorlar ki, insan kendi eğitiminden utanır hâle geliyor.

sahte diploma, yalnızca bir sahtekârlık meselesi değil; sistemin bizatihi kendisinin "gerçek olmayan" bir yapıya dönüştüğünün kanıtıdır. çünkü diplomanın sahte olması demek, o kişinin eğitiminin, bilgisinin, yetkinliğinin aslında hiç var olmaması demektir. ve bu yokluğa rağmen, yönetici, bürokrat, danışman gibi konumlara yerleşmesi; liyakatin resmen cenazesinin kılındığını gösterir.

hadi biri sahte diploma aldı diyelim. peki onu kim işe aldı? kim referans oldu? kim göz yumdu? sahte olan sadece diploma değil, aynı zamanda sistemin tamamı. çünkü denetlemeyen bir kurum da görevini yapmamış olur. sessiz kalan herkes bu sahtekârlığın ortağıdır.

daha acı olanı ise şu: bu skandalları konuşurken hâlâ "kader", "şans" ya da "olağan bir hata" gibi göstermeye çalışıyorlar. hayır! bu bir tesadüf değil, bu bir tercih. çünkü bilgi değil, sadakat ödüllendiriliyor. gerçek değil, görüntü yüceltiliyor. ve bu toplum, yıllarını vererek diplomalar kazanan, dirsek çürüten gençlerine değil; kopyayla, torpille, sahte evrakla yükselenlere tanık oldukça, adalete olan inancını kaybediyor.

bu ülkede çalışkan olmak, dürüst olmak, bilgiyle donanmak bazen sadece zaman kaybı gibi hissettirebiliyor. çünkü başarı, çoğu zaman hak edenlerin değil, kendini iyi pazarlayanların ve sistemin açıklarını iyi kullananların cebine düşüyor. ve bu düşüş, aslında hepimizin ortak çöküşü oluyor.

sahte diplomalar, sahte kariyerler yaratıyor. ama ne yazık ki bu kariyerlerin yarattığı etkiler çok gerçek: eksik eğitimle verilen kararlar, yanlış yönlendirmeler, liyakatsiz yönetimler ve telafisi olmayan toplumsal zararlar...

sonuç mu?

bir ülke daha önce hiç okumamış insanların, okumuş gibi yaparak yönetmeye çalıştığı bir karikatüre dönüşüyor.

gerçekler acıtır. ama biz, yalanlara alışmakla meşgulüz.
devamını gör...

normal sözlük yazarlarının şiirleri

kareköküm kırık

(dibe vuran bir denklem defterinden)


kendimi
ilk kez bir toplama işleminde kaybettim,
yalnızlığa çarptım,
hayattan bölünmüş çıktım dünyaya.
yanlış bir zamana doğdum belki,
sol elimin altında hep -1 ağırlığı.
kendime hiç denk gelemedim.

benim hayatım bir parantez hatasıydı
kapatamadığım.
içinde ne varsa eksik kalmış:
biraz kırık oyuncak,
biraz ıslak mendil,
biraz da masallar,
çocukken yanlış ezberlenmiş.

çocuklar matematiği sevmez derlerdi,
oysa ben en çok
“sabit sayıların kalbini” anlardım.
birinin hep aynı canını acıtmasını,
hiç değişmeyen, virgüllü yalnızlıkları.

sonsuzluk işareti,
iki yorgun başın
birbirine yaslanması gibi geldi bana,
çok sonra öğrendim:
sıfırla bölünmezmiş insan,
herkes denermiş ama
birine kendini sıfırdan anlatmayı.

ve gün gelir
toplama işlemlerinden yorulur kalbin.
kimse seni kendine eklemez.
kendini bile.
bir kenarda yalnızlıkla çarpışır kalırsın,
bölüştüğün herkes uzak olur,
kalan ise hep sen.

bir denklem yazdım dün gece:
“ben + sen = belirsizlik”
altına not düştüm:
çözüm kümesi: boş.

t. şiir sevenlerini beklerim.
www.antoloji.com/munzevi-ze...
devamını gör...

23 temmuz 2025 eskişehir'de 11 orman işçisinin şehit olması

bir yangın çıktı yine, ama bu defa sadece ağaçlar tutuşmadı.
bir ülkede insan, ormanı korurken yanarak ölüyorsa; orada sadece doğa değil, insan onuru da yanıyordur.

23 temmuz 2025. eskişehir’in göbeğinde, modernliğin arka sokağında, 11 orman işçisi, görev başında şehit düştü. yangını söndürmeye gitmişlerdi, ama onları söndüren bir sistemin ortasında, göz göre göre, sessizce yok oldular. kimi evine dönmeyi hayal etti, kimi çocuğuna oyuncak almayı. hiçbiri dönmedi.

ve şimdi herkes soruyor:
“nasıl oldu?”
“niye oldu?”
ama asıl soru şu:
neden her yaz aynı yangının içinde buluyoruz kendimizi?

çünkü bu ülkede orman işçisi olmak, ölüme yürümenin diğer adıdır. çünkü bu ülkede yangın söndürmek, ateşe korumasız girmektir. çünkü bu ülkede “önlem” kelimesi sadece felaket sonrası kurulan cümlelerde geçer.

bu insanlar oraya kendi canlarını feda etmek için değil, görevlerini yapmak için gittiler. peki devlet görevini yaptı mı?
yangın söndürme filosu ne durumda?
termal kameralar nerede?
yangın yolları neden hâlâ kapalı?
yangın eğitimi alan kaç kişi var?
ve o insanlar neden hâlâ ilkel koruyucu ekipmanlarla alevlerin karşısına dikiliyor?

bir ülkenin gelişmişliği, gökdelenlerle, otoyollarla değil; orman yangınına gönderdiği işçisine verdiği değerle ölçülür.
şimdi soruyorum:
kimin için çalıştı o 11 can?
kim korudu onları?
kim hesap verecek?

suskunluk büyüyor. herkes “başınız sağ olsun” diyor. ama kimsenin yüzü kızarmıyor.
çünkü bizde ölümler istatistik, hayatlar manşet süsü.
çünkü bizde işçinin ölümü kader, sistemin çöküşü mukadderat.

eskişehir’in üstünde hâlâ is var.
sadece ormanların değil, bu ülkenin vicdanının isiydi o.
ve biz susarsak, bu is hepimizin yüzüne bulaşacak.

bu yangını unutan, sıradakine göz yumar.
bu ölümleri normalleştiren, yeni ölümlerin suç ortağıdır.
ve biz, artık hiçbir ölümde suç ortağı olmak istemiyoruz.

çünkü bu yangın hepimizin kapısında.
ve hepimizi yakacak bir gün…
devamını gör...

erkeklerin duygusuz olmaları

bize yıllardır aynı etiketi yapıştırıyorlar:
- siz erkekler çok duygusuzsunuz.
iyi de arkadaşlar, biz duygularımızı saklamayı, üç yaşında yere düşüp dizimizi kanattığımızda “acıyo mu?” sorusuna “yoo!” diye cevap vererek öğrendik.

bize kimse "hadi ağla, rahatla" demedi.
"adam gibi dur!" dediler.
adam gibi durduk.
durduk da içimizde neler oldu, onu kimse sormadı.

sevdiğimizi söylemeyi annemize bile utandık bazen.
“ben seni seviyorum,” demek yerine, “yemek yedin mi?” dedik.
çünkü bizde “yemek yedin mi?” aslında “sen iyi misin?” demektir.
“üşüme bak, montunu giy.” aslında “seni önemsiyorum.” demektir.

ama siz bize baktığınızda sadece:
— "duygusuzsun!"
dersiniz.

oysa biz, dondurmanın son lokmasını gizlice sevdiğimiz kişiye veren garip kahramanlarız.
sevgilimizin regl sancısında eline sıcak su torbası tutuşturup youtube’dan "en iyi ağrı kesici bitki çayı" aratan endişeli bünyeleriz.

biz ağlamayız, çünkü küçükken ağlayan çocuklara “kız gibi” dendiğini duyduk.
ama emin olun, içimizde göğsümüzün tam ortasında, yağmur birikintisine benzeyen bir yer var.
bazen orası taşar.
ama biz yine “bir şey yok” deriz.

duygusuz muyuz?
belki dışarıdan öyle görünür.
ama içimizde, duygularını giyinemeyen adamlardan koca bir koleksiyon var.
yani evet…
bazılarımız gömleğini bile ters giyer.
ama sevgisini hep en iç cebinde taşır.
devamını gör...

2025 ekonomik krizi

2025 yılında yaşadığımız ekonomik çöküşü "sürpriz" olarak tanımlayanlar ya gözünü gerçeklere kapatmış ya da halkı aptal sanıyor. bu kriz; bir gecede gelmedi, ani bir dış darbenin eseri değil. aksine, yılların biriktirdiği hatalı kararların, erteleme politikalarının ve sorumluluktan kaçışın doğal sonucu. ve 5 yıldır ağır bir kriz var ülkemizde. bana göre bu kriz en az 5 yıl daha ağırlaşarak devam edecek maalesef...

üretmeyen bir ülke olduk. tarım arazilerimizi betona gömdük, fabrikalarımızı ithal mallara kurban ettik. enflasyon, asgari ücretin önüne geçti. 2025 başı itibarıyla asgari ücret 22 bin 104 lira tl ama dört kişilik bir ailenin açlık sınırı 25.092 tl tl’ye dayandı. insanlar artık maaşlarını değil, borçlarını konuşuyor. kredilerle geçinen, karttan karta takla atan milyonlar var. bu krizin adı "enflasyon" ama sebebi "vizyonsuzluk."

peki ya merkez bankası? bir merkezden çok, talimatla yönetilen bir tabela gibi işlev görüyor yıllardır. faiz oranları, ekonomik rasyonaliteyle değil, siyasi sloganlarla belirlendi. “faiz sebep, enflasyon sonuç” safsatası uğruna, ülkenin tüm finansal dengesi altüst edildi. kur korumalı mevduat sistemine milyarlarca lira aktarıldı, dövize olan talep yapay şekilde bastırıldı. ama bastırmak çözüm değildir. bastırdığınız yerde birikir, birikir ve sonunda patlar. nitekim patladı da.

2025’e geldiğimizde, dış borç tırmanmış, rezervler eksiye düşmüş, güven yerle bir olmuş durumda. en basitinden, bir yabancı yatırımcının gözünden bakalım: bağımsızlığı tartışmalı bir merkez bankası, sürekli değişen ekonomi yönetimi, öngörülemeyen vergiler, hukukun zayıflığı… bu şartlarda kim neden yatırım yapsın?

işsizlik? tüik’in bile artık makyajlayamadığı bir gerçek. genç işsizliği %30’ların üzerinde. üniversite mezunları için diplomalar, duvar süsünden öteye geçmiyor. eğitim sisteminden iş gücüne kadar her şey plansız, her şey günü kurtarmaya yönelik. “mezun oldum ama geleceğim yok” diyen gençlerin sayısı her geçen gün artıyor. bu bir kriz değil, bir gelecek kaybıdır.

ve en kötüsü, krizle mücadele ederken dahi halkın sırtına yük bindiriliyor. enflasyonun düşmesi için önce ücretler bastırılıyor, sonra vergiler artırılıyor. elektrik faturası, doğalgaz faturası, akaryakıt, temel gıda… hepsi zamlanıyor. ama saray bütçesi, makam arabaları, lüks harcamalar hiç kısmıyor kendini.

ekonomiyi yönetmek; yalnızca para basmak, faizle oynamak ya da istatistikleri süslemek değildir. ekonomi bir güven işidir. o güven kaybedildiğinde, en sağlam duvarlar bile çatlar.

bu krizin sorumluları belli. yıllardır koltuklarını korumak uğruna doğruyu değil, işlerine geleni yapanlar. üretime yatırım yapmak yerine rantı seçenler. bilimi değil, biat edenleri dinleyenler. “şahlanıyoruz” deyip halkı aldatmaya çalışanlar.

bugün insanlar pazarda file dolduramıyor, fatura ödeyemiyor, kira veremiyor. bu tablo; bir virüsün ya da savaşın eseri değil. bu tablo, yanlış ekonomi anlayışının, sorumsuz yönetimin ve hesap vermekten korkanların eseridir.

ve unutulmamalıdır ki bir ülkenin ekonomisi; yalnızca kasadaki parasıyla değil, adaletiyle, liyakatiyle ve halkına duyduğu saygıyla da yükselir. biz ise önce ahlakı, sonra da umudu kaybettik.
devamını gör...

normal sözlük'e katkı sağlamak için yazarların yapabilecekleri

normal sözlük’e katkı sağlamak isteyen değerli yazar arkadaşlarım ne yapmalıyız? öncelikle klavyenizi sevip okşamalı, çünkü o tuşları kırmadan, dökmeden yazmak maharet ister. herkes yazabilir ama herkes sözlük yazarı olamaz; çünkü sözlükte yazmak, hem kahve içerken hem de memleket meselelerine saygılı bir mizahla laf çarpabilme sanatı gerektirir.

yazarın ilk görevi, başlık görünce “bu konuda ben ne derim?” diye düşünmek değil, “bu konuda milletin aklına gelmeyecek ne diyebilirim?” diye kafa yormaktır. wikipedia gibi bilgi yüklersen kimse kızmaz, ama sözlüğü google gibi kullanırsan kapılar sessizce kapanır. bilgi verirken lafı dolandırmadan, ama biraz da süsleyerek yazmak gerekir. yoksa kimse "bu ne güzel yazmış" demez, "bu ne uzun yazmış" der geçer.

mizah şart. ama öyle ilkokul şakalarıyla değil; ince, zarif, biraz da okuyanın alnına "ben zekiyim, sen de fark et" yazacak cinsten. kelime oyunları yap, deyimlerle dans et. okuyucu okurken bir yerde gülsün, bir yerde “vay be” desin, bir yerde de “bu ne saçmalamış böyle” deyip tekrar okusun.

tartışmalara gir ama çay içerken yapılacak tarzda. kavga çıkaracaksa bir şey, bırak kavgayı forum yapsın. sen nazikçe “sayın yazar, burada katılmamakla birlikte, yazınızda geçen şu kısma bayıldım” de, sonra da kendi fikrini yaz. o an ekranda çiçek açar.

dil bilgisine dikkat et. çünkü her 'de'yi 'da' yazan yazar, sözlüğün vicdanında bir tırnak kırığına sebep olur. noktalama işareti koymayanlar için ise sözlük tanrıları not tutar; sonra yazdığın her şey karışık yemek gibi görünür.

bir de unutma, herkes gündemi konuşur ama sen gündemin altına in. gündemin alt katmanlarında ne var, ne yok; ne mizah çıkar, ne düşünce sığar, onları bul. yani “bugün ne olmuş”tan çok “bugün ne olmuş gibi gözükmüş ama aslında ne olmuş” kısmına odaklan.

ve elbette yeni yazarları kucakla. onları “bak sen de bir gün bizim gibi saçma sapan ama anlamlı şeyler yazacaksın” diyerek cesaretlendir. onların ilk entry’leri senin ilk aşk mektubun kadar heyecanlıdır, kıymet bil.

sonuç olarak, sözlük yazarının görevi sadece yazmak değil, yazarken düşündürmek, düşündürürken gülümsetmek, gülümsetirken de okkalı bir laf çakmaktır. kısacası, yazar dediğin hem ansiklopedi gibi bilsin hem mahalle kahvesi gibi anlatsın.

yaz bakalım şimdi: dünya bir sözlük olsaydı, sen hangi başlık olurdun?
devamını gör...

yeni biriyle tanışmak

yeni biriyle tanışmak...
bazılarının sadece bir "merhaba"sı var, bazılarıysa seni içten içe susturur. elini uzatır, sen kalbini verirsin fark etmeden. en başta komiktir her şey; bir emojiyle başlayan sohbet, saatlerce çevrim içi olup birbirinize yazmamanın utangaç hâli. telefon ekranına bakıp bakıp gülümsemeler, “ben normalde böyle biri değilim” savunmaları, aynı anda “ne zamandır yalnızsın?” sorusunu sorma telaşı…
birbirinizin şakasına gülerken, farkında olmadan geçmişinizin hüznüne dokunursunuz. o kahkahaların arasında bir yerlerde, gözlerinin altındaki yorgunlukları fark eder insan.

çünkü tanışmak bazen sadece başlamak değildir; bazen bir veda kadar ağırdır.
yeni biriyle tanışırken, eski birinin hatırasına çarparsın içten içe. "sen bana birini hatırlatıyorsun" cümlesi, bazen "onu unutturur musun?" demektir aslında. ve sen yine umutla sorarsın kendine: “belki bu kez olur mu?”
ama bu da hayatın cilvesi işte; her yeni tanışma, eski acıların arasına sıkışmış koca bir gülüştür.
ve gülüşün ardında her zaman biraz korku gizlidir.

tanıştığınız an, kaderin zar attığı andır.
belki sadece birkaç gülümseme paylaşacak, belki birlikte bir hayat kuracaksınız.
belki birbirinizin favori şarkısını öğrenip sonra o şarkıyı yıllarca dinleyemeyecek hâle geleceksiniz.

ama yine de güzeldir…
çünkü birine adını sormak, “yeniden başlayabilir miyim?” demenin en nazik hâlidir.
devamını gör...

borç batağındakilere tavsiyeler

“borç, insana yakışmaz” derler… ama hayat bazen, insanın omzuna taşıyabileceğinden fazla yük bırakır. ve bu yükün adı çoğu zaman sadece ‘borç’ değildir; utanç, yalnızlık, yetersizlik ve içten içe kemiren sessiz bir çaresizliktir.

ama şunu bil: borç, seni tanımlayan şey değildir. insan, cebindekinden çok yüreğinde taşıdığıyla ölçülür. ve yüreğinde hâlâ bir kıpırtı varsa, hâlâ bir “belki yarın” diyebiliyorsan, işte orada umut başlar.

evet, ödenmeyen faturalar vardır, gece uyutmayan alacaklılar, sessizce gelen icra mektupları… ama unutma: bunlar senin insanlığını ölçmez. ne vicdanını, ne emeğini, ne de yaşama hakkını. iki ay ödenmemiş doğalgaz faturasından dolayı "değersiz" hissedemez bir insan. çünkü seni insan yapan şey, dürüstlüğündür, çaban, alın terin ve hâlâ pes etmemiş olmandır.

intihar bir çözüm değildir, sadece cevapsız bir sorudur ardında kalanlara. borçlar bir gün biter, ama senin yokluğun asla tamir edilmez. çünkü senin yerini hiçbir para, hiçbir mal, hiçbir bakiye dolduramaz. senin sevdiklerin gözyaşlarını, senin yokluğunu asla silemez.

hayat inişli çıkışlı bir yol. ve en dipte hissettiğin anda bile, o dipsizliğin içinden çıkacak bir el, bir şans, bir yeni yol mutlaka vardır. bazen bu bir dost olur, bazen bir sabah güneşi, bazen bir çocuğun gülüşü, bazen sadece kendi içindeki sessiz bir umut: "bu da geçecek."

işte sana birkaç küçük ama güçlü tavsiye:

sessiz kalma. utanma. borç insanlık hâlidir. yardım istemek zayıflık değil, cesarettir.

gururunu değil, hayatını koru. gururla aç kalınmaz. bir gün dil dökerek, yardım alarak, ayakta kalırsın; başka bir gün dimdik durup başkasına omuz verirsin.

küçük adımlarla başla. bir kalem bile satabiliyorsan, sat. bir simit tezgâhı, bir ikinci el satış, bir el emeği... başlamak mucizeleri çağırır.

sakın ölümü düşünme. çünkü hayat seni hâlâ seviyor olabilir, sen her ne kadar küs olmuş olsan da. hayat, küslükleri affetmeyi bilen bir yoldaştır.

ve unutma: borç seni boğabilir, ama senin nefesini tamamen kesemez. çünkü içinde hâlâ bir umut varsa, sen hâlâ hayattasın. ve yaşayan her insanın, her zaman ikinci bir şansı vardır.

ne borç seni bitirsin, ne de sen kendini... bugün bir çukurdaysan, unutma: çukurlar, çıkmak içindir. ve o çıkışın ilk basamağı, "ben hâlâ buradayım" demektir.

sen hâlâ buradasın. ve bu başlı başına bir direniştir. ve yaşamak her şeye rağmen çok güzel...

t. borç batağındaki yazardan başka bir yazara ithafen yazılmıştır.
devamını gör...

bir şehri tanımanın en iyi yolu

bir şehri tanımanın en iyi yolu, sadece ünlü simge yapılarını ya da turistik noktalarını ziyaret etmek değildir. asıl zenginlik, şehrin sokaklarında kaybolmakta, oranın günlük yaşamına karışmakta gizlidir. bir şehri tanımak, onun ritmini hissetmek demektir; sabahın erken saatlerinde pazarda tezgâhların açılışını izlemek, sokak aralarındaki küçük kahvehanelerde oturup insanların sohbetlerine kulak vermek, çocukların oyun sesleriyle dolu parklarında dolaşmaktır.

yerel halkın günlük yaşantısına dokunmak, şehrin ruhunu anlamanın anahtarıdır. restoranlarda yerel tatları denemek, meşhur olmayan sokak lezzetlerini keşfetmek, bazen de hiç planlanmamış, spontane karşılaşılan anılar bir şehri anlamaya dair en değerli deneyimlerdir. çünkü şehir, beton yığını ve tarihi binalardan ibaret değil; içinde yaşayanların hikayeleri, sevinçleri, hüznü ve umutlarıyla nefes alır.

bu yüzden şehri gezmek değil, yaşamak gerekir. adımlarınızı bilinmeyen sokaklara atın, fotoğraf makinelerini bir kenara bırakıp sadece gözlerinizle ve kalbinizle seyredin. çünkü gerçek şehir, kitaplarda ve broşürlerde değil, hayatın tam ortasında, yaşayan insanlarda saklıdır.
devamını gör...

719 öğrencinin lgs'de full çekmesi

bu sene lgs’de 500 tam puan alan öğrenci sayısı: 719
yazıyla: “yedi yüz on dokuz tane tam isabetli ok atışı.”
resmen sınav değil, milli piyango.
yani biri çıkıp “sınavda çok zorlandım, sadece 500 yaptım” dese, kimse garipsemez.

şimdi bazı şeyleri kabul edelim.
eskiden 500 puan almak neydi?
mahallede heykelin dikilirdi, annen pazarda “bizimki tam yaptı” diye manavdan 1 kasa domatesi bedava alırdı.
şimdi?
binada 3 tane var, imam hatiplilerin hepsi “birinci” olmuş.

hadi geçelim nostaljiyi, gelelim bu mucizenin kaynağına:
çok çalıştılar.
yani… evet… belki? ama 719 kişinin aynı anda aynı başarıyı yakalaması demek, ya aynı yayınevine inanmaları, ya da topluca bir dua zincirine girmeleri lazım.

bazı soruların bazı deneme kitaplarıyla “kelimesi kelimesine” benzeşmesi de tamamen tesadüf tabii.
evrenin şakası gibi.
mars retrosunda geometriyle kader kesişmiş olabilir.
belki de o deneme kitaplarını hazırlayan hocalar aslında görünmeyen birer lgs kâhini.
yayınevleri bile şaşkın: “vallahi biz de bu kadarını beklemiyorduk!”

aileler ne diyor?
“bizim çocuk o soruyu görmüştü ama sınavdan önceydi, sınavla ilgisi yoktu.”
tabii tabii, ben de sabah rüyamda 12. sorunun cevabını görmüştüm ama söylemedim, ayıp olur diye.

liseler ne yapacak şimdi?
“biz de bilmiyoruz, kura mı çeksek, tombala mı oynasak?”
kontenjan 120, tam puanlı başvuru 450.
araya torpil sığdıramıyorsun, çünkü herkes “tam torpil puanı”yla geliyor.
belki de çözüm şu:
"sınavı geçene değil, sınav sorularını en çok hatırlayana kontenjan verilsin."
ya da “matematik neti değil, metafizik'e olan bağı” ölçülsün.

bakın, bu noktada artık yeni sistem önerileri devreye girmeli:

sınavdan önce astrolojiye göre konular belirlenmeli.
(“bu sene yengeçler tarih sorularına dikkat etsin.”)

çocukların doğum tarihine göre puan kırılmalı.
(“ağustos doğumlusun, belli çalıştın. ama ocak’ta doğan çocuğa kıyak geçemem.”)

öğrencinin kaç deneme çözdüğü değil, kaçını ezberlediği sayılmalı.
(gerçek çaba alın teriyle ölçülür.)

ve belki de son çare:
müneccim kontenjanı.
sınavdan önce doğru yanıtı öngören öğrenci, geleceği parlaktır deyip direkt alınmalı.

netice:
bu yıl lgs, bilgiyle değil, “önceden bilgi edinme ihtimaliyle” kazanıldı.
sınav sistemimiz de artık bir distopya romanına döndü:
spoiler’ı yiyen kazanır.

ve biz, 719 mucizeyi hayranlıkla izlerken,
gelecek yıl için en iyi yatırımın ne olduğunu anladık:
kahve falı, deneme testi, astroloji üçlüsü.
devamını gör...

kadınların paraya verdiği önem

kadınların paraya verdiği önem, dışarıdan bakıldığında sanıldığı gibi "maddeci bir yaklaşım" değil, bambaşka bir felsefedir aslında. erkekler genelde parayı “biriktirilecek”, “yatırım yapılacak” ya da “acil durumlar için kenara konulacak” bir araç olarak görürken; kadınlar paraya, “hayat kalitesini artıran duygusal bir yardımcı” gibi yaklaşır.

mesela bir erkek cüzdanındaki 200 lirayı benzine harcamakla övünürken, bir kadın o parayla üç parça kıyafet, bir kahve ve ruhuna iyi gelecek küçük bir aksesuar almanın haklı huzurunu yaşar. çünkü onun için para sadece kağıt değil; aynı zamanda “kendini ödüllendirme”, “bir anlığına bile olsa mutlu hissetme” ve “hayata renk katma” aracıdır.

paranın değeri, harcandığı şeyle ölçülmez; kadının yüzüne koyduğu o minik gülümsemeyle anlaşılır. bazen yeni bir çanta, bazen güzel kokan bir mum, bazen de hiç ihtiyaç olmayan ama indirimde olduğu için kaçırılmayan bir çaydanlık... işte bunlar, paranın anlam kazandığı anılardır.

bir erkek paraya “gereklilik” olarak bakar, kadın ise onu “yaşamın fon müziği” gibi hisseder. aralarındaki fark budur. kadınlar için para, biriktirince değil, yaşatınca değerlidir.

ve dürüst olalım: hayat, tek tip bir siyah pantolonla yaşanmaz. ama sekiz farklı siyah pantolonla… işte o zaman bir anlam kazanır! :)
devamını gör...

halk saraydan üstündür

halk saraydan üstündür; ne güzel sözdür. çünkü halkın eliyle yükselmiş devasa sarayların kapılarını açmak o kadar kolay değildir. sarayda halı serilir, kristal avizeler asılır, duvarlar cila cila parlar; ama halk? onun gücü bambaşkadır. halk, o parıltılı duvarların ardındaki gerçek gücü elinde tutar.

düşünsenize, sarayda oturanlar altın tabaklarda yemek yerken, halk mutfağında ne pişerse onu yer. ama unutmayın, halkın mutfağında en iyi tarifler yapılır. sadece lezzetli değil, pratik ve dayanıklıdır. saraydaki şefler ocağı söndürürken, halk ateşi harlar, ekmek pişirir, sofrayı donatır.

sarayda krallar ve kraliçeler vardır, pırıl pırıl tahtlarıyla. ama halkın tahtı vardır; markette, pazarda, kahvede, köprü altında, hatta mahalle parkında. sarayın tahtı taşınabilir mi? peki halkın tahtı? dilediği zaman oturur, kalkar, hatta başka bir tahta geçer. hatta bazen o tahtı devirmek için yürüyüşe bile çıkar!

sarayda gösteriş vardır, ama halkta dayanışma. sarayın bahçeleri süslüdür, ama halkın kalbi daha büyüktür. sarayda güvenlik kameraları sayısızdır; halk ise birbirini gözetir, korur. sarayın kapısı demir parmaklıklarla kilitliyken, halkın kapısı ardına kadar açıktır; çünkü “gelen gideni aratmaz.”

bir de sarayda “ayak işi” diye tabir edilen işler vardır, halk ise el emeğiyle, alın teriyle, gülerek ya da haykırarak o işleri yapar. sarayda servis edenler var, halkta hizmet edenler. aradaki fark bu: hizmet edenler, aslında o sarayı ayakta tutan güçtür.

sarayı yapana değil, onu yaşatan halka bak derler. çünkü sarayda oturanlar gelip geçicidir; halk ise nesiller boyu aynı yerde durur, o sarayların gölgesinde hayatını sürdürür.

ve en önemlisi: sarayın ışıkları yanar, halkın ışığı ise hiç sönmez. sarayda elektrik kesilirse karanlık olur, halkta ise karanlığı dağıtacak nice el ve yürek vardır.

halk saraydan üstündür, çünkü sarayda oturmak kolaydır; ama halk olmak cesaret, emek ve yürek ister. sarayda saltanat sürmek kolaydır; ama halk olarak var olmak, ayakta kalmak, direnmek ve büyümek gerekir.

o yüzden, ne zaman “halk saraydan üstündür” denilse, sadece bir söz değil, tarih boyunca süren bir gerçek, yaşanmış bir destan duyulur.

ve bu destan, her yeni güne, halkın kahkahasıyla, emeğiyle ve dayanışmasıyla yazılır.
devamını gör...

pkk'nın silah bırakmasından rahatsız olan kesim

“silah bırakma süreci mi? ha ha! yani şöyle düşüneceğiz: pkk silahlarını bırakacak, sonra da ‘hadi bakalım, barış var, herkes el ele tutuşacak’ mı diyeceğiz? gülme krizi tutuyor beni! silah bırakmak dedikleri, aslında ‘silahları bahçeye gömdük, çıkarmıyoruz’ demek olmalı. ama biz bunu ısrarla ‘silahları evde kullanmıyoruz’ diye anlamaya devam edeceğiz. olur mu öyle şey?

şimdi şu var: bir insan ya da örgüt ‘silah bırakıyorum’ dedi mi, silahını kutuya koyar, üstüne ‘bu artık işe yaramaz’ yazar, mis gibi dolaba kaldırır. ama bizimkiler ne yapıyor? ‘silah bırakıyoruz’ diye yalan söylüyor, sonra gizli gizli tedarik listesi hazırlıyor, askerler gibi kamp yapıyorlar. hani ‘silah bırakmak’ var, hani ‘silah bırakmamak’ var, bizimki ‘silah bırakma mı? yok, biz sadece silahlarımızı uyutuyoruz’ kafasında.

barış süreci dedikleri şey sanki dizinin sezon finali gibi; ‘öldük mü, kalmadık mı?’ derken yeni sezon bomba gibi başlıyor. izleyici koltuğunda biz de ‘acaba ne olacak şimdi?’ diye bekliyoruz. bu arada silahlar da hazır, yeni bölüm çekiliyor, fragmanlar paylaşılıyor.

bir de o meşhur ‘barış güvercini’ var ya, o da sanırım palyaço kostümü giymiş, ama elinde su tabancası var. çünkü gerçek silahlar orada duruyor, ama biz ‘işte, silah bırakıldı, barış geldi!’ diye ayakta alkış tutuyoruz.

yani kısaca, pkk silah bırakacaksa önce bana da haber versin, ben de kendime hemen ‘silah bırakma kutusu’ alayım, bir güzel kutulayım, o kadar inandırıcı olsun!”
devamını gör...

beşiktaş

beşiktaşlı olmak, öyle sıradan bir taraftarlık değildir. bu bir takımı tutmak değil; bazen "tutunmak", bazen de sabırla, sevgiyle yan yana durmaktır.
çünkü beşiktaş, sadece skor değil, bir yaşam tarzıdır.
renkleri siyah beyazdır ama duyguları renk renk: sevinç, hüzün, umut, delilik ve bolca inat.

başka takımın taraftarı şampiyonluk hesapları yaparken, beşiktaşlı “ya o sağ bek kimdi ya?” diye kara kara düşünür. çünkü bizde rakipten önce iç huzurla mücadele edilir.

beşiktaş maçına gitmek demek, sabır testine gönüllü olmak demektir.
dakika 87’de 1-0 geridesindir, ama tribün hâlâ bağırır:
“seni sevmeyen ölsün!”
çünkü beşiktaş taraftarı, takımını skorla değil, ruhla sever.

bazı haftalar galibiyet gelmez, futbolcular formda değildir, teknik direktör tribüne selam vermeyi unutur... ama beşiktaşlı yine tribündedir.
çünkü beşiktaşlı olmak;
— 3 puanı değil,
— 3 ruh halini yaşamak demektir: umutsuzluk, öfke, "yine de seviyorum" hissi.

ve kabul edelim, beşiktaş bazen bir türk dizisi gibi:
bol entrika, az tempo, çok duygu, ve her bölüm sonunda "devamı haftaya" yazısı.

ama işte tam da bu yüzden güzeldir beşiktaş.
her sene yeni bir umut, her maç yeni bir travma, her golde gözyaşıyla karışık kahkaha.
çünkü biz beşiktaş’ı kupa için değil, "bu sevda kupasız da olur" diyerek severiz.
devamını gör...
devamı...

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim