favori müzik grubum olan amerikan prog metal topluluğu symphony x'in 2015 tarihli, an itibarıyla son albümünün adıdır. şaka gibi ama grup 10 seneden fazladır yeni albüm çıkarmadı. 2026'da gelecek yeni albümümüz diyorlar ama ben buna %100 inanmıyorum. grubun beyni, lideri ve elektrogitar virtüözü michael romeo korona dönemi yüzünden albüm çıkaramadıklarını, normal şartlarda 2020-2021 gibi albüm çıkarmış olacaklarını falan söylemişti. buna inanırım ama gene de haddinden fazla uzun bir ara oldu bu kanısındayım.
underworld grubun 9. ve şimdilik son albümü. peki bu nasıl bir çalışma/eser. bence gayet güzel bir eser. çıktığı zamanlarda 8.5/10 not vermiştim ve 10 seneden fazladır bu notumda bir artma ya da azalma olmadı. v: the new mythology suite albümü grubun en sevdiğim çalışmasıdır ve gelmiş geçmiş en sevdiğim albümlerden de biridir. buna geçmişte 9.5/10 vermiştim ama o aralar "daha iyisini yapabilirler" mantalitesiyle albümlere 10/10 vermeme prensibim vardı. bunu yendim zamanla ve artık 10/10 veriyorum v albümüne de.
başlığın konusu olan albüm gerçekten de gayet güzel, hatta çok iyi bir albüm, yalnız iki tane majör olumsuzluktan bahsedebilirim bu albümdeki. bu tabii ki subjektif bir değerlendirme olacak ama temellendirmeye de çalışacağım. bir kere bu kaydın arkasındaki prodüktör ve ses mühendisi jens bogren bence ideal bir seçim değildi. kendisi şüphesiz ki çok iyi bir ses prodüktörü olsa da; virtüöz müziğinde, mesela bir amorphis albümündeki kadar iyi bir iş çıkartabildiği düşüncesinde değilim kendisinin. yani sinek vızıltısı gibi duyulan kimi klavye ve yine kulağa yeterince hacimli gelmeyen gitar sololarından dem vurabilirim bu savımı ortaya atarken. genel olarak da bence albümün ses prodüksiyonu ideal olmamış. yani bu tür bir müziğin değişkenlerini yeterince iyi yansıtabildiği görüşünde değilim jens'in.
ikincisinde ise... yani albümdeki 2 şarkı cidden de yeterince dramatik veya ilginç değil diyebilirim, bunlar da 7 ve 8. parçalar; yani to hell and back ile in my darkest hour. bunlara kötü parçalar diyemesem de yarı-filler track gibi de gördüğümü belirtebilirim bunların. hoş, bir önceki symphony x albümü iconoclast'te da benzer bir durum vardı ama işte keşke olmasaydı... v'daki, the divine wings of tragedy'deki gibi tüm şarkılarına ayrı ayrı özenilmiş albümler varken underworld'deki mevzubahis durum hasebiyle 8.5/10'dan yüksek puan vermeye de elim gitmiyor. 9/10!!! aaaa, elim gidebiliyormuş demek ki. gene de gönlüm el vermiyor. son kararım: 8.5/10. * tabii bu bahsettiğim parçaları çok beğenenler de var. kişisel fikrimi söylüyorum burada yalnızca yani.
en iyisi şarkı şarkı analiz edeyim ben bu albümü. bunu albüm kritiklerimde neredeyse hiçbir zaman yapmam ama bir değişiklik olsun dedim şimdi.
1-) overture (intro) - güzel bir senfonik intro ama öyle süper falan da diyemem. gene de ihtişamlı ve karanlık bir intro ve sonraki parçaya harika bağlanıyor. michael romeo'nun kullandığı gelişkin sound bank'lerin alametifarikası da işte böyle senfonik parçalarda kendisini gösteriyor asıl.
2-) nevermore - gaz ötesi bir açılış şarkısı ki symphony x bunu yapmayı çok sever zaten albümlerinin genelinde (intro'yu "şarkı" saymadığımdan açılış şarkısı dedim buna). albümdeki şarkıların çoğunda çok sıkılıktan ziyade biraz dağınık performanslar görsek de nevermore'da cidden makine gibi çalmışlar, fakat şarkı yapıları da bunda belirleyici olabiliyor ve bu parça işte bu türden sıkı bir performansa yol veriyor diyebilirim. romeo'nun narakarların 2. kısımlarındaki gitarları nevermore grubunu, yani grubun ikonik gitaristi jeff loomis'i akla getiriyor ve nakaratlardaki genel melodik yaklaşımla birlikte spesifik olarak vokal pasajları da scar symmetry'yi andırıyor. çok iyi ve gaz bir parça. baştan sona çok sıkı bir müzisyenlik/performans dinliyoruz burada ve gitar riff'leri cidden de hem sofistike hem de süper gaz.
3-) underworld - albüme ismini veren parça. bu parçadaki asıl yıldız, canavar vokalist russell allen bence. yani hem melodik hem de neredeyse growling/scream'e varan haşin vokalleriyle ışıl ışıl parlıyor bu parçada russell. grup bana göre the odyssey'den sonraki albümlerinde eskisi kadar özenmiyor vokal melodisi yazımına ama bu parçadaki gibi biraz bile özenseler metal dünyasındaki gruplarının ekseriyetinden daha iyi vokal melodisi yazıyorlar diye düşünüyorum.
4-) without you - albümün ballad'ı. symphony x, ballad'larıyla da dikkat çeken bir topluluk olmuştur hem, fakat gruptan alıştığımız ballad'larda normalde antik bir mistisizm, mistik bir uhrevilik falan olurken without you, tam bir şehirli ballad'ı olarak ben dahil grubun birçok hayranını şaşırtmıştı. bu parçanın tüm o şehirli insanın içe dönük dertlerini falan anlatan havası cidden de gruptan hiç beklemediğim(iz) bir şeydi. bence güzel bir ballad, normalde symphony x'i hiç dinleyemeyen dinleyicilerin bu parçayı çok beğenip benimsediğini de gözlemlemiştim. ben de beğeniyorum bu ballad'ı ama o kadar da benimseyebildiğimi söyleyemem. ben kadim sihirleri günümüze taşıyan symphony x'i alayım mümkünse. haha.
5-) kiss of fire - işte gerçek manada bomba bir şarkı bu ve albümdeki net favorilerimden. davulcu jason rullo'nun blast beat'lerle haşır neşir olmasıyla ve romeo'nun da buralarda tremolo tekniğiyle gitarını kullanmasıyla ekstrem metale de göz kırpan, acayip enerjik, saldırgan ve manyak bir parça bu. bana şarkının verse/mısra vokalleri ve onları destekleyen gitar riff'lerinde net bir metallica/hetfield etkilenimi de varmış gibi gelir. nakaratları da nükleer füze gibi şarkının ve russell allen gibi, anormal tiz seslere çık(a)masa da çıktığı tizlerini süper hacimli kullanmasıyla dikkat çeken bir vokalistiniz olunca böyle pasajların dramatik etkisi de zirveye fırlıyor. bir tek gitar solosunun en sonlarındaki süpersonik kısmında biraz yalapşap bir an var. beni rahatsız etmiyor bu ama daha ilk dinleyişimde bile fark etmiştim. romeo ilk zamanlarından sonraki symphony x albümlerinde solo kısımlarının single/one take (tek seferde) çalıp kaydedildiğini söylemişti ve işte yalapşap belki uygun bir kelime olmadı, yani illaki özenmiştir de işte orada bir, nasıl desem, notaların biraz yutulması gibi bir hadise var. yineleyeyim, bundan rahatsız olmuyorum ve enerjisi bile yeter oradaki, hatta stüdyo hilesiyle düzeltseler falan o büyü/enerji bozulabilirdi gibi bir kanım mevcut.
6-) charon - albümdeki 3 favori şarkımdan ikincisi bu da. gizemli ama tekinsiz bir hava veren vokal melodilerini muhteşem buluyorum bu parçanın. doğu müziği etkili bir şarkı bu. evet, yine grubun oryantal müzikal yaklaşımlar sergilediği, v albümündeki egypt gibi/kadar epik değil ama gene de çok nefis ve apayrı bir cazibesi var benim açımdan. bu şarkının bence vokal melodileriyle birlikte en dikkat çeken unsuru romeo'nun gitar soloları. ortalarındaki bunun için ayrılmış yerdeki sololar da, parçanın sonlarındaki sololar da müthiş güzel ve gitarist romeo'nun doğu müziğine de ne kadar hakim olduğunu gözler önüne seriyor, kulaklar içine zerk ediyor.
7-) to hell and back - işte albümde yarı filler track gibi gördüğüm parçalardan birine geldik... girişindeki melodi meşhur yalan rüzgârı dizisinin tema/açılış müziğini akla getiriyor. yani bundan öylesine bahsettim ama ister istemez "ahahaha" demiştim burasını ilk duyduğumda. yukarılarda dediğim gibi, bu parçayı kötü bulmuyorum ki en kötü symphony x şarkısını bile vasat üstü görürüm genel metal müzik standartlarında ama hani olmasa da olur parçalardan biri, hatta bence birincisi bu parça. böyle ne yeterince duygusal, ne yeterince dramatik, ne yeterince ilginç... işte beni hiç açmıyor bu şarkının ilk yarısı. ortalarına doğru başlayan gitar solosu ve sonrasında şarkının tempo ve agresyon kazandığı kısımlarını ise beğeniyorum ve biraz da bu yüzden yarı filler gibi görüyorum demiştim.
8-) in my darkest hour - bu şarkı da işte yarı filler track gibi gördüğüm parçalardan diğeri albümdeki. bu da bende herhangi bir duygulanma, heyecanlanma ya da işte gaza gelme hissi yaratmayan bir parça. verse kısımları gene fena değil de nakaratları çok bayık geliyor bana bu şarkının ve işte albümdeki en az beğendiğim şarkı da bu. gitar solosu da beni pek açmayınca işte tablo maalesef böyle oluyor.
9-) run with the devil - bu şarkı albümdeki favorilerimden biri değil ama beni çok gaza getiren bir şarkı olduğundan ve gitar solosu beni deyim yerindeyse kopardığından bunu da albümdeki net sevdiğim parçalar arasında sayarım. bunun nakarat kısmı da aslında bir üstteki şarkı gibi algılanabilir ilk dinleyişte ama nedense bana daha enerjik, daha albenili geliyor bu parçanın nakaratları. nakaratları dışında zaten çok enerjik bir eser ve gitar solosu beni anormal gaza getiriyor. daha doğrusu burada 3 ayrı gitar solosu eklemlendirilmiş aslında sanırım ve ardından bir de klavye solosu kısmı geliyor. nakarata bağlanan klavye solosuna öyle delirmesem de romeo'nun gitar soloları kendimden geçiriyor bu şarkıda harbiden.
10-) swan song - albümün ilk bakışta en iddialı parçası gibi duruyor. zaten üyesi olduğum grubun hayranlarından oluşan platform gruplarında en çok bu parça heyecan yaratmıştı albümün çıkışından evvel. evet, sadece ismiyle bu, albümdeki en süper şarkı olacak diye düşünmüştü çoğu kişi. öncelikle bu güzel bir şarkı ama işte beklendiği kadar etkileyici bir çalışma olabildiğini de söyleyebilmem zor olur swan song'un. gene de şarkının gitar solosuna çok düşkün olanları gözlemlediğimi, hatta bunlardan kimisinin bu solo için romeo'nun en iyi solosu dediğine şahit olduğumu söyleyebilirim. tipik tarzından farklı bir solo atmış burada romeo ve gerçekten hoş bir solo da o kadar da inanılmaz bir solosu olduğunu düşünmüyorum bu parçanın. güzel bir ballad gene de. sadece başlarda hype o kadar yüksekti ki bunu karşılayamadı diye düşünüyorum bu parçanın.
11-) legend - işte albümdeki 3. ve son favori parçam da budur. symphony x, müthiş kapanış şarkıları yapabilmesiyle ünlüdür albümlerinde ve bu albüm de bu minvalde bir istisna olmamış. yalnız, bu şarkı beni çok şaşırttı da zira albümün genel tematik yapısını neticelendiren bir kapanış şarkısından ziyade, albümün tüm o kesif karanlıklı, yer yer depresif atmosferini bir kılıç gibi yaran bir albüm finalini uygun bulmuşlar ve bunu gerçekten de hiç beklemiyordum. böyle asi, albümün o negatiflikle yoğrulan atmosferine baş kaldıran bir parça bu ve müthiş enerji veriyor bana. bir yandan kompleks bir çalışma, diğer yönlerden de aslında böyle insanı yakalayan, eşlik edilesi de bir eser. şimdi mevzu progressive metal olunca mısra-köprü-nakarat şeklinde olan şarkı yazımı standartlarıyla oynanabiliyor. o yüzden bu parçanın nakaratı da "the rise and fall" ile başlayan ksmı mı, yoksa "aaa-aaa-aaa-aa x2 the legend never dies"lı kısım mı tartışılabilir gibi geliyor bana. aslında "break the chains of fear,
now it all seems crystal clear..." bridge/köprü kısmından sonra "the rise and fall..."lu kısım geldiğinden burasına nakarat deriz normalde ama bence ikisine de nakarat diyememek için bir gerekçemiz yok... her neyse, "the rise of fall..."lu kısmı müthiş epik parçanın ve "aaa-aaa-aaa-aa"lı alternatif nakaratının ikinci kısımlarındaki 3. aaa'da zekice bir kompozisyon hamlesi var. bu şarkıyı ilk dinlerken orasını mırıldanırken benim sesim neden russell'la aynı tınlamıyor dedim ve dikkat ettim ki 3. a'larda bir nota çaktırmadan farklı yapılmış. sizi gidiler... bu arada albümdeki gitar ve klavye sololarının atıştığı kısım da gerçek manada, tam anlamıyla epik...
bu yazının da burada sonuna geldik. okuyanlara (şayet olduysa) teşekkürler. umarım albümün hakkını verebilmişimdir.
şunu da eklemeden edemedim ki bunu senelerdir hep söylüyorum zaten: grubun çıkması beklenen albümü 10. stüdyo albümleri olacak. 10 da roma rakamıyla x. grubun adı da symphony x. o yüzden acayip manyak, süper özenilmiş bir albüm bekliyorum ben kendilerinden. umarım bu beklentim boşa çıkmaz.
battle.net'te temiz oynayabilmek için diablo ii'yi orijinal almıştım sadece. yani başka orijinal oyun da aldım elbette de işte online olarak diablo ii'yi en temiz oynayabilmek için orijinal diablo ii almak ekstra lüzumluydu. mmorpg ve benzeri oyunlardan bahsediliyorsa, bunlara kasten bulaşmadım zira böyle konularda bağımlılığa ve aşırı hırs yapmaya çok yatkınım. parasından değil de bu eğilimlerim yüzünden bulaşmadım wow, lol gibi oyunlara. dahlvier, gel de beleşe oyna, dense bile harbiden bulaşmazdım. hatta battle.net'ten bile kendimi erken kurtarıp diablo ii'yi de single player olarak oynamaya dönmüştüm.
yoldaş'a bugün daş atmış yazar. biz bu yola baş koyduk, 40 akıllı o taşı kuyudan çıkarmakla uğraşacağız. ya da midas'ın kulakları eşşşek kulakları diye de bağırabiliriz kuyuya. o an nasıl eserse işte... *
ingiliz dj ve prodüktör adam f [adam fenton] imzalı, 1998 çıkışlı, hareketli mi hareketli, funky mi funky, jazzy olmayan kısımları ise tuhafça karanlık, elektronik müzik parçası. pek hoş. bu yılki güzel keşiflerim arasında.
şaka bir yana, üst komşu konusunda şanslıyım. yani üst kata 1-2 kere yanlışlıkla çıkmıştım ve birilerinin orada oturduğunu da öyle anladım. yoksa bir tıkırtı bile gelmiyor üst kattan. teşekkürler üst komşu!
#2780395; şu tanımı girmişim önceden ama o zaman yazlıktaydım. o sene izmir'e gelememiştik kışın. yazlıktaki evimiz müstakil.
valla haklı mıydı emin değilim de suçlu kesin değildi. sonuçta insanlık kendi edip kendi belasını buldu the matrix evreninde. haha.
bence pek haklı değildi. bizim yerimize başka bir hayvan türü geçse de dünyaya pek iyi davranmazdı sanki. gerçi bilemeyiz ama en az %50 ihtimalle, evrimde en avantajlı canlının dünyaya benzer kötülükleri yapacağı kanısındayım. diğer hayvanların melekleştirilmesi ve insanın şeytanlaştırılması algısını bayağı yanlış buluyorum. melek sandığınız bir hayvan da evrimde bizim avantajımıza sahip olsa bana göre en az %50 ihtimalle insana benzer zararlar verirdi dünyaya. emin değilim ama ajan smith'in, insanların diğer tüm hayvanlardan ayırdığı "kötücüllüğünden" eminliği bence problemli bir algı.
siz nick verememişsiniz ama ben vereyim. yeni gördüm aşağı bağlantısını koyduğum tanımınızı ve bence lüzumsuzca anormal agresif bir mod'a girmişsiniz. sakince yanıtlamaya çalışayım.
"zaten bilmem kaç asırlık birikimi, anlık bir sohbetin uçuculuğuyla aynı kefeye koyabiliyorsan; aslında kendi emeğini ve bunca yılını benim yerime sen değersizleştiriyorsun demektir; paşa keyfin bilir."
hala "anlık sohbet uçuculuğu" diyorsunuz internet forumlarında olan şeyler için ve demediklerinizi demişsiniz gibi göstermekle itham ediyorsunuz beni.
chatbox'larda oluyor o anlık sohbet uçuculuğu. forumlarda yazılan şeyler kalıcıdır. sözlüklerdeki kadar efektif arama fonksiyonu forumlarda yoktur, bu yüzden geri sayfalara düşen başlıklar o kadar güncel kalmaz genelde ama yok olmaz, uçmaz. kaldı ki ben hala takıldığım kimi forumlarda arama yaparak 20 ve üzeri sene önce açılmış kimi başlıklara bakıp yazılanları okuyorum. ayrıca uygun anahtar kelimelerle aratılınca google'da da çıkabiliyor birçok forum post'u.
"dünyanın en iyi yazarı bile forumda sadece havadan sudan konuşmuş olur" demişsiniz ve işte bunun böyle olmadığını, forumlarda da çok kaliteli yazılar yazıldığını belirtiyorum.
ekşi'nin ilk zamanlarında gerçekten de işler çok farklıymış denir ancak o zamanların entry'lerinin bile ciddi kısmı dandik. yani herkes sizin ciddiye aldığınız kadar ciddiye almamış bu "sözlük yazarlığı" olayını gibi görünüyor.
belirttiğim gibi interaktif sözlük formatını sözlük formatından daha iyi buldum; daha çok sevdim demişim ama daha iyi olduğundan daha fazla sevdiğimi ima etmiştim. bu, bu tür platformların fonksiyonel olarak daha iyi olmasıyla sınırlı ama büyük oranda, benim gözümde. benim noktam, ikisindeki "yazarlık" titrinin nitelik bakımdan çok farklı olmadığıydı. yani evet, kolay kayıt olunup yazılmaya başlanabilen platformlar, ikisi de. ekşi'de de eskiden yazar olabilmek çok basitti. sizin öz disiplininizle entegre önemli motivasyonlarınız olabilir tabii çok iyi yazmak, kültürel dünyaya bir imza atmak gibi, ama bunun her sözlük yazarı için geçerli olduğu kanısında değilim. yani mesela gerçek yazarlıkta kendinizi geliştirmelisinizdir, hele ki profesyonelseniz. yani rekabet var, okur beklentileri var vb. sözlük yazarlığında ise böyle bir disiplin şart değildir. şartsa da beni aydınlatın. ben birçok teneke gelip teneke giden sözlük yazarı görüyorum ve hiçbirinin kuralları delmedikleri takdirde yazarlığına son verilmiyor sanıyorum.
tekrarlayayım, ben interaktif sözlük formatını internet forumlarından daha iyi buldum. forumları savunmak gibi bir gayem yok bu yüzden. formatların sağladığı fonksiyonların ötesine geçersek ise ikisinin de nitelik bakımından birbirinin muadili olduğunu düşünüyorum. başlangıç noktalarında forumlar sadece etkileşim/sohbet, sözlükler de kültürel miras bırakmak güdümlü olabilse de, internet forumları bunun ötesine geçebilen platformlar ve demiş olduğum gibi albüm ve film kritikleri, hatta book review'lar için koca koca bölümler ayrılan internet forumları bile var ve sözlükler de o başlangıç amacındaki gibi değil, ki bunu siz de kabul ediyor gibi görünüyorsunuz. ayrıca daha dün, bilgisayarla ilintili, bir türlü çözemediğim bir sorunun çözümünü bilmem kaç sene önce yazılmış bir forum yazısı sayesinde bulabildim. google'dan yaşadığım sorunu yazıp arattığımda aradığım çözüm bir tek bir forum yazısında karşıma çıktı. burada forumlar sözlüklerden iyidir dediğim çıkmasın elbette, sadece "uçucu sohbet" argümanınızı yanlışlayan güncel bir deneyim yaşadığım için bundan bahsediyorum.
bir formatı diğerine karşı savunacak olsam interaktif sözlüklerin daha iyi olduğunu savunurdum. zaten ilk yazımda da öyle yapmıştım. hatta seneler önce de bunu başka başlıklarda belirtmiştim. yani onca yıllık forumculuk geçmişime ve sıfır sözlük yazarlığı deneyimime rağmen, sözlük yazarlığını deneyimlemeye başlar başlamaz "bu format internet forumu formatından daha iyi" demiştim. ve evet, sözlüklerde, format gereği ve arama fonksiyonunun da yardımıyla yazılanlar geçerliliğini hep koruyabiliyor ve bu beni de motive eden bir şey yazmamda, ki buna da seneler önce sözlükte bir başlıkta veya bazı başlıklarda değinmiştim. bu tartışmanın çıkış noktasını oluşturan tanımımda da buna aykırı bir şey söylememiştim zaten. bence ise bilakis siz, ben aksi hiçbir şey söylememişken benim değindiğim konuda bana ders vermeye yeltenmiştiniz ve zaten bildiğim konuları bana anlatmış oldunuz bu bağlamda ilk yazdığınız yazıda. benim bu konuda dediğim tek şey şuydu: "bana göre interaktif sözlük yazarlığı ve internet forumculuğu arasında çok da aman aman bir fark yoktur. ikisinin de aradığı "yazarlık/üyelik" nitelikleri çok minimaldir, ancak ikisinde de süper ve gerçek bir yazar olarak da var olabilirsiniz." - burada çizdiğim kapsam belli ve hangi yönden ikisi arasında bir nitelik farkı görmediğim net. sonrasında forumları savunmuş gibi görünmüşsem de bu sizin forumları yeterince doğru yansıtmamanız hasebiyleydi.
bu arada ben yerlilerden bir tek turkrock.com'un forumunda çok aktiftim. orada gayet kaliteli tartışmalar, bilgi dolu, uzun uzun yazılar gördüğümü ve yazdığımı rahatlıkla söyleyebilirim. ağırlıkla takıldığım yabancı forumların bazılarında da durum aynı şekildeydi.
tam 1 sene önce elime ulaşan klas telefonun üreticisi ingiliz elektronik firmasıdır. elime geçtiği gün buraya tanım girmesem tarihini tam bilemezdim gerçi. 2024 sonlarında almıştım diye aklıma geldi demin, buraya aldığım gün girdiğim tanıma baktım ve tam 1 sene önce bugün denk geldi. daha doğrusu bugün bakmayı akıl etmem tam denk geldi yıl dönümüne. haha.
acayip memnunum. ha, foto çekmek dışında akıllı telefon kullanmıyor gibiyim ama sağlam, sorunsuz ve havalı görünümlü bir telefon neticede. imaj da nothing değildir. tamam, susuzluk daha önemli ama imaj da önemli. *
en iyi 80'ler ve 90'larda black sabbath'ın vokalistliğini üstlenmesiyle bilinen ingiliz heavy metal şarkıcısı tony martin'in 2022 çıkışlı thorns albümünden cayır cayır bir şarkı. mistik ve tutkulu bir çalışma/performans.
duruma göre değişebilse de genelde nasıl söylendiği daha fazla fark yaratır. fakat herkesin kırmızı çizgileri olabilir elbette ve o çizgileri aşan şeyler nasıl söylenirse söylensin gerilim ve/ya çatışma yaratabilir gene de.
benimki daha ziyade söyleyeceğimi söyleyip kenara çekilmek gibi oldu. yani mesela hiç sevmediğim yönetmenlere, oyunculara falan da pek gömmüyorum artık. zamanında söyleyeceğimi söyledim. aynı şeyleri söyleyerek keyfimi kaçırmayı tercih etmiyorum. tabii sıra dışı durumlarda gene politik konulara girebilirim de işte genelde bunu yeğlemiyorum. bir de gençken çok tartışmacı biriydim, mizacımın bu yönünden hiç memnun değildim ve bir yaştan sonra insan kafam rahat olsun isteyebiliyor. bende tablo bu en azından.
veri setleriyle eğitilen şu anki llm bazlı yapay zekalar bence artık kültürümüzün doğal bir parçası olma yolunda gidiyor.
fakat bu biçimde geliştirilip eğitilen yz teknolojisiyle agi (yapay genel zeka) ve asi (yapay süper zeka) evrelerine ideal bir ulaşım olamayacağı öngörüldüğünden sıfırdan, bambaşka bir yaklaşımla yeni yz modellerinin geliştirildiğini okumuştum bir yerde.
bu şekilde yapay genel zekaya geçiş ve yapay süper zekaya sıçrayış daha mümkün görünüyormuş, ki o takdirde sınırsız olasılıklar belirir. dünyayı bir ütopyaya da distopyaya da çevirebilir böylesi bir atılım. yani insansı robot teknolojisi ve yapay süper zeka entegrasyonu cidden de inanılmaz neticeler doğurabilir gibi duruyor.
1981'li biri olarak, en çok referans alınan 2 kaynağa göre y kuşağı mensubuyum, yani bir milenyalim. yalnız x kuşağını 1981'e kadar uzatan kaynaklar da var. peki ben en yaşlı milenyallerden miyim yoksa en genç x kuşağı mensuplarından mıyım derken xennial kavramıyla karşılaştım.
öncelikle oed [oxford english language] sözlüğüne bile girmiş bu kavram. 70'ler sonları ve 80'ler başlarında doğanları kapsayan bir mikro kuşak... www.oed.com/search/dictiona...
oxford english dictionary şöyle tanımlamış:
"a person born between the late 1970s and early 1980s, after (or towards the end of) generation x and before (or at the beginning of) the millennial generation, and typically regarded as exhibiting characteristics of both of these generations"
yani x kuşağı ve y kuşağının özelliklerini gösteren bir kuşak olduğunu söylüyor xennials kuşağının. bu kuşağa dahil bireylere de xennial deniyor. ben de hep böyle düşünmüştüm ve benim gibileri yansıtanlar için böyle bir mikro kuşağın olması da hoşmuş.
1977 - 1983 arasında doğanlar... bazı kaynaklarda ise başlangıç yılı 1978 denmiş ve 1985'e kadar uzatılmış.
daha da birçok kaynakta yer alan bir kavram ve geniş kabul görmüş gibi görünüyor.
bu kuşakların net sınırlarının belirli bir fluluk içermesi elbette doğal ama bomboş bir muhabbet gibi de görmüyorum bunu açıkçası. sonuçta sosyolojik verilerle desteklenip böyle kuşaklar belirleniyor. mesela analog dünyada büyümek, analog-dijital geçişinde yetişmek, ya da alfa kuşağının yapay zeka ile büyümeleri... ya da işte bir kuşak büyürken çıkan savaşlar, var olan politik atmosfer, meydana gelen kültürel değişiklikler... bu gibi majör durumlar da bir kuşakta büyüyenleri diğerlerinden ayrı yapabiliyor.
bu xennials mikro kuşağı kavramı ortaya atılalı da 10 seneyi geçmiş aslında.
ben de aslında hangi majör kuşağın özelliklerini daha fazla taşıdığımı bilemediğimden bu xennials mikro kuşağını benimsedim sahiden. yani cidden en genç x kuşağı mensuplarından mıyım, en yaşlı y kuşağı mensuplarından mıyım derken xennial kuşağının merkezinde olmak sanki benim konumumu daha iyi yansıtıyor gibi.
tüm bunlara rağmen biri sorduğunda basitçe y kuşağındanım, derim. yani en kabul gören anlayışa göre y kuşağının en yaşlılarındanım. sadece muhabbet derinleşirse xennials diye bir mikro kuşak da var ve bu aslında beni daha iyi yansıtıyor diyebilirim karşıdakine.
normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz.
Daha detaylı bilgi için çerez ve
gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.
online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.