“bir izahata kalkışıyorum. yazmak ihanet edenin son çaresidir.” -jean genet
umid
yıllar önce babamın söylediği bir söz hayatın bana istediğim şeyleri öyle kolay kolay vermeyeceğini öğretmişti.
"git suya bir çivi at, yumuşadığında alacağım."
o çok istediğim kırmızı bisikleti ne zaman alacağını sorduğumda işte bu cevabı veriyordu.
babam kastettiği şeyleri asla doğrudan söylemezdi. bazen söylediği şeyleri günler sonra idrak ederdim. yine de bu bana çok keyif verirdi; yanına koşar ve filanca gün dediği falanca şeyi artık anladığımı söylerdim. ensemi tutup sıkar, kafamı karnına bastırırdı. sessizce güldüğünü o zaman anlardım. ancak çivinin olayını anlamam için çok şey görmem gerekecekti.
2012 yılıydı. güneşin ve bulutların beni takip ettiği zamanlardı. tek nefret ettiğim şey okuldu. en büyük öfkemi yaz akşamları dopdolu olan çocuk parklarındaki salıncak sıralarına duyardım. hayat bana madalyonun diğer yüzünü göstermemişti daha: geceleri duyduğum son ses annemin yanağıma kondurduğu öpücüğün ıslak sesiydi. sabahları köpeğim şéro'nun havlamalarıyla uyanıyordum. burun deliklerimi kabartıp annemin mutfakta neler pişirdiğini tahmin etmeye çalışıyor, kardeşimi çağırmam için bana seslenmesini bekliyordum.
"umid!"
"çı?"
sorumu ya bir tavanın tıngırtısı ya da yağa atılan patateslerin cızırtısı bastırırdı ve annemden herhangi bir geri dönüş gelmezdi. ancak bana neden seslendiğini bilir ve kardeşimin yorganını çekiştirirdim.
"linda!"
kıpırdanır ama cevap vermezdi.
"rabé"
linda her zaman benden çok sonra uyanır, biz kahvaltı yaparken o hala uyuyor olurdu. ablam rama ise annemle beraber uyanıp kahvaltı hazırlamasına yardım ederdi. onunla kavga etmediğimiz tek bir gün bile hatırlamıyorum. bazen bütün yumurtayı benim yediğimi söyler, kalanını ona bırakmamı isterdi. arsızca yemeye devam ettiğimi görünce ekmeğini tavanın ortasına fırlatarak kalkar giderdi. nasırlı bir el enseme indiğinde babamın bir hayalet gibi arkamda durduğunu hatırlardım. o hiçbir zaman bizimle kahvaltı sofrasına oturmazdı. yanında çoktan yarıladığı bir demlik çay ve elinde mardinli akrabalarımızın gönderdiği xurs tütününden sigarasıyla dünyanın en önemli şeyini düşünüyormuşçasına pencereden dışarı bakardı.
evimiz dırbési'ye bağlı, türkiye sınırına yakın küçük bir kasabadaydı. mahallemizin bir örnek evlerini arkamızda bırakıp biraz yürüyünce tel örgülere varırdık. oraya ne zaman gitsem bir yaz günü delirip evden kaçarak mayınlardan birine basıp ölen ineğimizi hatırlardım. zaman, bana birgün savaştan kaçarken ineğimizle aynı kaderi paylaşacak insanları gösterecekti.
geceleri yüksek bir yere çıkınca mardin'in ışıklarını görebiliyorduk. ne zaman baksam orda olmayı arzuladığım, serin ilkbahar akşamları yanıp sönen turuncu ışıklarıyla bana göz kırpan o hayalet şehre birgün kaçmak zorunda kalacağımı asla tahmin edemezdim. ama savaşı anlatmadan önce onun benden alıp götürdüğü birkaç şeyden daha bahsetmem gerekiyor.
yaz günleri bir yıl kadar uzundu bizim için; parka gider, kasabanın sokaklarında oyunlar oynardık: saklambaç, ebelemece, ip atlama, sek sek, yedi taş, gogé… akşamları yatağa girince ayaklarımın tabanı ağrırdı.
her şey bizimdi, her an bizimdi.
bisikletleri olan çocuklar pedallara yüklenir bahoz'a giderdi. bahoz kasabanın dışında kocaman bir tepeydi ve üzerine çıkınca mardin görülür, qamışlo'ya inip kalkan uçakların sesleri duyulurdu. qamışlo bize çok uzaktı bu yüzden tüy gibi üzerimizden uçup giden uçakların sesi kasabanın içinden duyulmazdı. o koca kuşların nasıl ses çıkardığını hep merak ediyordum ama bahoz’a ulaşmak hiç kolay olmadığı için diğerlerinin arkasına atlayıp gidemiyorduk. illa bisikletimiz olacaktı. o kırmızı bisikleti bu yüzden çok istiyordum ve babamın sözlerinden sonra bir şişeye su doldurup inşaatların temelinde, diğerlerinden daha çabuk yumuşayacağını düşündüğüm yamuk bir çivi bulup içine atmıştım. o mavi kapaklı su şişesini hala yanımda tutuyorum.
yine babamın deyimiyle hayat bir çiçekse eğer bizim çiçeğimiz daha tomurcuklanmamıştı bile. ve bu tomurcuklanmamış hayatım bir gün ‘o’nun gelmesiyle tamamen değişti.
savaş kış uykusuna yatan bir ayı gibi doğduğum topraklara çökmüştü ve kalkmak bilmiyordu. o gelmeden önce dünya bir cennetti benim için; canımı sıkan, uykularımı kaçıran çok az şey vardı. kafamı yastığa koymamla uyumam bir oluyordu. ama onun sesleri hayatıma girdiğinden beri yatağa girip uyumak bir işkenceden farksız olmuştu. diğer tüm seslerin uyuduğu o soğuk gecelerde, savaşın kulağıma çivi gibi batan sesleri daha yeni uyanıyordu ve bana onunla yüzleşmekten başka şans bırakmıyordu. her gece savaşla yüzleşiyordum. nerden çıktığını, nasıl başladığını anlamadığım ve başlarda bana annemin geceleri anlattığı masallar gibi uzak gelen savaş; bir yağ lekesi gibi hayatımın orta yerine damlayıvermişti. gittikçe yayılarak her şeyi ele geçiriyordu. öyle ki kaçışımıza birkaç gün kala bana ait olan tek bir an bile bırakmamıştı. o bitmek bilmeyen kış uykusunu uyuduğu yataktan kaçıp barışın yorganına sığınmıştık.
babam denizde gezip duran balıkların suyun içinde olduklarının farkında olmadıklarını söylerdi. işte barış, benim için böyle bir şeydi; içinde yüzdüğüm ve varlığından haberdar olmadığım berrak bir su. ta ki o gelip benim denizimi, üzerinde kara sineklerin uçuştuğu bir bataklığa çevirene kadar.
önceleri sadece seslerini duyduğumuz bombalar, roketler ve havan topları artık bize kadar ulaştığında kendilerine réber diyen adamlar insanları mayın tarlasında keşfettikleri açıklıklarla oluşturdukları yollardan türkiye'ye kaçırmaya başlamışlardı. hayatımla ilgili her şeyin değiştiği senenin kışında bir havan topu bahçemize düşmüş ve şéro molozların altında kalarak ölmüştü. onu gömememiştim bile. babam ve amcamlar daha savaş yokken bile kaçakçılık yaptığı ve deli gibi paralar kazandığı için adına para sayarken çıkan sesin yansıması olan ‘çing’ ekini ekledikleri çing ali adında bir réber bulmuşlardı. havanın insan kemiklerini dondurduğu bir gece yanımıza neredeyse hiçbir şey almadan sülalece türkiye'ye kaçmıştık. son kez apo'nun dükkanının önünden geçerken ferforje kepengin ardındaki kırmızı bisiklete bakmıştım, cebimde adım atarken içindeki çivinin tıngırdadığı şişem vardı sadece.
bitmek bilmeyen 2012 senesinde, bir kış günü, şafak sökmeden türkiye sınırını geçip mardin'in kızıltepe ilçesine bağlı bir köye gittik. güneş çıktığında samanlı balçıkla sıvanmış kerpiç evlerin duvarlarına gömülmüş samanlar parlamaya başlamıştı. babamın varlıklı bir akrabasının evinde kaldık birkaç gün. onlarca çiftçi bu ailenin binlerce dönümlük tarlalarında çalışıyordu. bize de burada kalıp çiftçi olmamız teklif edilmişti. ucu bucağı gözükmeyen tarlaların ortasında bir holık'e yerleştik. yeni evimizdeki ilk gün, babam; çay ocaklarındaki kayışlı iskemlelerden birine oturup sigarasının dumanını burun deliklerinden dışarı verirken çocukluğumun masumiyetinden beslenen gerçekliğimi alt üst eden şu sözleri söylemişti:
"burası artık bizim evimiz."
bildiğim şeyler kaybolmamıştı bir anda ya da hafızam silinmemişti, ancak her şeyi farklı bir açıdan algılamaya başlamıştım. bir tuşa basıp kanal değiştirmek kadar hızlı olmuştu bu; gördüğüm, dokunduğum ve hissettiğim her şey şekil değiştirmişti. ne rüzgâr esmeyi bırakmıştı ne de kuşlar uçmayı ama birileri o dünyaya açılan masumiyetin penceresini kapatmıştı. o sıralar kimse olanları değerlendirip hayatımı etkileyecek kararları kendim alabileceğim bir alan açmaya çalışmamıştı benim için. ellerimden tutup yeni bir dünyaya getirmişlerdi beni.
kız kardeşlerimle beraber kendimizi sıvası dökülmeye başlayan bir köy okulunda bulmamız çok uzun sürmemişti ama teneffüs zilleri çalınınca bahçesinde oynanan oyunlara alınmamız öyle hemen olmamıştı. çocuklar her yerde acımasız, büyükler her yerde çıkarcıydı.
aslında kardeş halklardık, anlattıklarına göre yıllar önce sınırlar belirlenip mayınlar döşenince dırbési'nin bir kısmı türkiye tarafına geçmişti. birbirlerine verdikleri kızlar, birbirlerinden aldıkları bahçeler ve bağlar sınırın farklı taraflarında kalmıştı. onlarla ayni dili konuşuyorduk, kültürlerimiz aynıydı; onlar da yazın havalar ısınınca evlerinin damlarına kurdukları tahtlarda uyurdu, sonbahar gelince kerpiç evlerinin dışını samanlı balçıkla sıvardı, aynı şekilde kız isterlerdi birbirlerinden ve düğünlerinde bizimkilerle aynı şarkılar çalardı... yine de biz iki halk arasında algısal duvarlar vardı artık ve yan yana otururken bile birbirimizden fersahlarca uzaktık.
yeni dünyamda günler geçmek bilmiyordu. akşamları çizgi film izlediğim, eski dünyamda kalan günler, bir rüya kadar silikleşmişti. yanına demliğini koyup sigarasını tüttüren babamla beraber haberleri izler olmuştum. esat şöyle demişti, esat böyle yapmıştı; esat iyiydi, esat kötüydü; esat kardeşti, esat darbeciydi; esat her şeydi... üzerinde dumanlar tüten şam ya da
halep'in görüntülerini gösteren ekranların önünde saçları güzel kadınlar ikide bir ellerini birbirine kavuşturup ayırarak bir şeyler söylüyorlardı. sonra da ya bir tatil turu ya da bir emlak reklamı çıkardı insanların tek derdi buymuşçasına. oysa böyle bir hayatımızın olması bize yıldızlar kadar uzaktı.
yeni bir hayat kurmaktan başka çare bırakılmamıştı bize. okulumuza devam ettik, türkçe'yi öğrendik, bir süre sonra oyunlarda kendimize yer bulduk... ama yine de savaşın alnımıza yapıştırdığı etiket asla üzerimizden kalkmadı.
işte savaş, o çiçeği burnunda hayatımı böyle altüst etmişti. ama çocukluğum bu şekilde bir gidişatı tahmin edemediği için tüm her şey yaşanırken ben olanların farkında bile değildim. neler kaybettiğimi bana geçen yıllar gösterdi.
birkaç yıl o küçük köyde kaldıktan sonra babam kızıltepe'de bir iş buldu ve şehre taşındık. şu an 19 yaşındayım ve evimize yakın bir liseye gidiyorum. yaşıtlarımdan iki yıl geride okuyorum ama bu beni yıldırmak için yeterli bir koz değil. hayatın çok daha büyük oynaması lazım. üniversite sınavına girip mühendislik okuyacağım. ne zaman yaparım bilmiyorum ama bir gün yaşadığım topraklara mutlaka gideceğim. apo'nun dükkanının önüne bırakacak bir dolmuş beni. içeri girip selam vereceğim. varsa yoksa o kırmızı bisikleti alacağım. pedallarını çevirip bahoz'a süreceğim. ya inip kalkacak o uçaklar ya da şişemi çivilerle dolduracağım.
2024
dipnotlar
çı: ne, efendim
rabe: kalk
dırbési: türkiye'yle sınırı olan suriye ilçesi. ad darbasiyah.
qamışlo: suriye'de bulunan, türkiye'ye sınırı olan bir şehir. kamışlı.
holık: kulübe
bahoz: fırtına
réber: rehber
şéro: aslan
gogé: taşlarla oynanan bir çocuk oyunu
yazarın notu
çing ali gerçekte yaşayan biridir( kürtçe ali çıngé). o ve onun gibi onlarca réber, savaş zamanında yüzlerce insanı sınırlardan geçirerek türkiye'ye kaçırmıştır.
devamını gör...