rolwors - tüm tanımları (2. sayfa)
1.
normal sözlük yazarlarının şu an olmak istediği yer
colombiya aracataca. gabriel garcia marquez’in büyüdüğü o kocaman kasvetli evin bulunduğu küçük kasabanın dışındaki muz plantasyonarına bakan banklaedan biri
devamını gör...
4.
izban'da kapı hemencecik açılsın diye düğmeye basma telaşı
izmir’e yeni gelenlerin yaptığı şeydir.
ayrıca o şey her neyse bilmiyorum ama bir düğme değil bence çünkü basınca herhangi bir ses çıkmıyor, tık etmiyor. bir buton değil yani daha doğrusu. kırmızı olunca kapının açılmayacağını bilerek başka bir kapıya gidebilmek için yapılmış da olabilir. (bence bu cümlede bir anlatım bozukluğu var))
ne lan o şey? tilt oldum durduk yere
ayrıca o şey her neyse bilmiyorum ama bir düğme değil bence çünkü basınca herhangi bir ses çıkmıyor, tık etmiyor. bir buton değil yani daha doğrusu. kırmızı olunca kapının açılmayacağını bilerek başka bir kapıya gidebilmek için yapılmış da olabilir. (bence bu cümlede bir anlatım bozukluğu var))
ne lan o şey? tilt oldum durduk yere
devamını gör...
8.
üniversite kantinine sürekli 2 lira borçlanıp ödeme döngüsü
aynısını tütüncüyle yaşıyordum kartımın bozuk olduğu dönem. her sabah gider 17 liralık bir sarma sigara paketi alırdım yirmi lira verince bana beşlik uzatırdı. ben sayar ve 5. gün fazladan bir onluk verirdim abime. sonra kartımı yeniledim ama abinin pos makinesi bozuldu)))
devamını gör...
9.
a river runs through it
gerçekten mükemmel bir filmdi.
sadece şu alıntıyı bırakıyorum:
sadece şu alıntıyı bırakıyorum:
ve ben aynı kesinlikle ve aynı açıklıkla hayatın bir sanat eseri olmadığını biliyordum. ve bu an sonsuza kadar yaşamayacaktı.
devamını gör...
10.
instela yazarlarının normal sözlük'e göçü
normal sözlük’ün ömrünü biraz uzatmış oldular.
patır patır kapanıyor sözlükler biz nereye taşınıcaz lan
patır patır kapanıyor sözlükler biz nereye taşınıcaz lan
devamını gör...
11.
iq'su düşük kızların daha seksi olduğu gerçeği
bir sapyoseksüel olarak katılmadığım başlık.
devamını gör...
12.
goşte mırişke sersele
çok canım çekti ya. nerden geldim ben bu başlığa? çok kaydırdım bugün. yeter.
devamını gör...
13.
serdar ortaç'ın tarkan'a ve chp'lilere küfür etmesi
sarhoşken söylenenler ayıkken düşünülmüştür. gülmek))))
devamını gör...
14.
ruh eşinizle nerede tanışacaksınız sorusu
nerede tanışacağımı bilemem tabii ama bir kütüphanede tanışmak isterim.
devamını gör...
16.
tanrı'ya en çok sorulmak istenen soru
hocam zibilyon galaksinin bulunduğu bu koca evreni kara kaşlı kara gözlü tatlış bir arap oğlan için yarattığınızı söylüyorsunuz, acaba gey misiniz?
cinsiyetiniz var mı sahi hocam¿
edit: direkt allaha sormuşum ben))
cinsiyetiniz var mı sahi hocam¿
edit: direkt allaha sormuşum ben))
devamını gör...
17.
cemre demirel
içince ne yapacağı belli olmayan biri olarak içinde olduğu durumu yorumlayamadığım şahsiyet. kendisine sempati ya da antipati beslemiyorum, ne hali varsa görsün.
devamını gör...
18.
yazarların yazdığı hikayeler
mazot
gri renkli eski bir tüplü seiko televizyonda castrol reklamı oynuyordu. yaşlı kadın kendini zar zor mindere bırakıp bastonuyla torununu dürttü.
“ kapat şu meredi, içerisi mazot kokusuyla dolacak şimdi.”
gri renkli eski bir tüplü seiko televizyonda castrol reklamı oynuyordu. yaşlı kadın kendini zar zor mindere bırakıp bastonuyla torununu dürttü.
“ kapat şu meredi, içerisi mazot kokusuyla dolacak şimdi.”
devamını gör...
19.
yazarların yazdığı hikayeler
ölüm meleğinin istifası
kuşunun mezarı başında ağlayan hüzünlü çocuk bir çam ağacının arkasında kayıtsız bakışlarla onu izleyen ölüm meleğini gördü. bunca zaman ona dostluk eden minik kuşun canını alan bu boynuzlu, kara cüppeli yaratık kadar korkutucu bir şey görmemişti şimdiye kadar. duruşunu bozmadan ona bakmaya devam etti. ölüm meleği görüldüğünü anlayınca iğnelerinde yağmur damlaları birikmiş çamın arkasına daha çok sığındı. görünmek alışkın olduğu birşey değildi. beşeri duyguların en ızdırap verici olanı utanç ilk kez ruhunda geziniyordu. "bu mahluklar nasıl yaşıyorlar böyle bir duyguyla?" diye düşündü. zangır zangır titreyince ona kıyamet günü kendi canını alacakken bahşedilecek olan korku utançla cebelleşen ruhunu ele geçirdi. bir an kıyametin kopacağını ve tanrının kendi ruhunu söküp çıkarmak için emir vereceğini sandı. cehennem zemherisi kadar soğuk bir yel cüppesinin altında gezinirken çocuk doğrulup ona doğru yalpaladı.
"neden öldürdün kuşumu?"
çocuğun tavrı bir sorgu meleğininki kadar kararlıydı ancak ayakta duracak hali yoktu. ölüm meleği neden beşeri duygular hissettiğinin şaşkınlığını yaşıyordu ve şaşkınlığın da aslında ilk kez benliğine uğradığını fark etti. ona bir gün kendi canını da alması gerektiği söylendiğinde bile şaşırmamıştı.
"onu çok seviyordum, neden yaptın bunu."
ölüm meleği onu duyup duymayacağını bilmediği için tereddüt etti. zaten ne diyeceğini bilmiyordu. insanların pek sevdiği biri değildi.
"hepimiz öleceğiz." dedi. çocuk sorduğu soruyu unutmuştu bile. meleğin sesini duyunca irkildi. cevap ikisini de memnun etmemişti.
"herkesi aynı gün öldüremez misin?"
"buna kendim karar vermiyorum."
çocuk inanmamış gibi bakıyordu. melek konuşmaya devam etti.
"ayrıca bugüne kadar kimseyi öldürmedim."
çocuk şaşırmıştı. kafasını kuşunun mezarına çevirdi.
"kuşum neden pat diye düştü o zaman."
yine ağlamak üzereydi.
"kalbi durmuştur belki." dedi melek. çocuğun bir daha ağlamasını istemiyordu.
"babam yaşlandığı için ölmüştür dedi. hepimiz yaşlanınca ölecekmişiz."
"bu doğru. ama bazılarınız yaşlanmadan ölür."
"biliyorum. kuşum ölecek kadar yaşlanmamıştı daha. amcam onu getirdiğinde babaannem yaşıyordu ve o şimdi öldü ama babaabem hala yaşıyor." dedi çocuk tekrar meleğe bakarken.
"babaanneni seviyor musun?" dedi melek.
"onu da mı öldüreceksin."
"ben kimseyi öldürmem."
"kuşumdan sonraki en iyi arkadaşım babannem." dedi çocuk. yine gözleri dolmuştu.
"o halde babaanemle benim canımı aynı anda al."
"buna ben karar veremem dedim ya."
melek insanların onu hiç sevmediğini düşündü. çocuğun onu sevmesini istedi. saçlarını yağmur yanaklarını gözyaşları ıslatmıştı. merhamet etmek istedi.
"bir daha kimsenin canını alma o zaman"
"bu mümkün değil." dedi melek. dudakları gerildi, burnundan hızla nefes verdi. ilk kez gülüyordu.
"aslında ben de kimsenin ölmesini istemem." dedi sonra. neyi isteyip istemediğini bilmiyordu oysa. tek bildiği şey kaderde ne yazıldıysa onun muhakkak olacağıydı.
"istifa et o zaman. amcam her sabah kalkıp şehre gitmeyi istemediği için işinden istifa etti." deedi çocuk safça. melek bir kez daha havanın hızla burnundan ve ağzından çıktığını hissetti. bu sefer kahkaha atıyordu. onu kandırabileceğini düşündü çünkü çocuk bir melekten daha temizdi.
"istifa edersem kimse ölmez." dedi kahkahasını bastırabildiğinde.
"ne güzel işte. kuşumu geri getirmez belki ama babaannem hep yanımda kalır." dedi masum bir tebessümle.
"kimse ölmezse birkaç yıla açlıktan kıvranırsınız."
"amcamın deposu buğday dolu."
"bir depo buğday sekiz milyar insana yetmez."
"bizim köyümüzde sadece üç yüz kişi var."
"ne kadar bencilmişsin." dedi melek ona bakan masum ifadenin altındaki bencil varlığı farkedince şaşırmıştı.
"baharda dişçi çingeneler ve saman öğütmeye gelen batozcular gelir köyümüze onlar dışında kimseyi görmem." diye ssitem etti çocuk.
"görmediğin insanların ölümü seni üzmüyor mu yani?"
"bir de şeker satan tablacılar bir de hurdacılar bir de dilenciler ..."
"bunları katarsak işin içinden çıkamayız. öğrenilince herkes köyünüze gelir."
"buğday zamanında biçerciler de gelir."
"üzgünüm, istifa edemem." dedi melek bezgince. bunun çocuğu daha da hırslandıracağını biliyordu.
"neden?" diye sordu çocuk hüzünlü bir merakla.
" dün dizleri donmuş yaşlı bir adamın canını aldım. yatağında acılar içinde kıvranıyordu. ailesi acısı son buldu diye ölümüne sevindiler. eğer ölmezseniz yaşlanıp acılar içinde kıvranırsınız."
çocuk dalmış düşünüyordu. melek onu köşeye sıkıştırdığını düşünüp sevindi.
"yaşlanıp acı çekene kadar bekle o zaman." dedi sonra bulduğu parlak fikrin heyecanıyla.
"buna vaktim yok."
"sadece bizim köyümüz için yap o zaman."
"ben köyünüzdekilerin canını almayayım o halde. ama acı çekenleri sen öldür."
"ben kimseyi öldürmem. öldürmek kötüdür. herkes kuşumun ölmesini istiyordu."
"neden?"
"çünkü sürekli onunla konuşuyordum. kuşumla konuşmaktan yemek yiyemediğim için kısa kalacağımı söylüyordu."
"evet biraz geveze birisin."
"amcam da öyle diyor. ama kuşumun ölmesini hiç istemiyordu. duyunca üzülecek."
çocuk yine ağlayacak gibiydi. rüzgar ıslak saçlarına çarpınca ürperiyordu. hava nereyse kararacaktı birazdan amcasının geleceğini düşündü. iki yıl önce elinde kafesle içeri girdiğini hatırladı cik cik öten kuş yağmurdan ıslanmıştı. amcası kafesi çeketiyle örtmüştü yol boyunca.
"aslında kimseyi öldürmüş olmaycaksın. acılarına son vereceksin işte." dedi çok sonra melek. gözleri dolan çocuk yine dalıp gitmişti.
"amcamın buğday deposunda fare zehri var." dedi suç ortağına fısıldar gibi.
"bu insanlara acı çektirmez mi?"
"babaannem amcam taşınıp şehre giderse bir avuç içip kendini öldüreceğini söylemişti. canı da yanmazmış kendini asan öğretmeninki gibi. ip boynunu kırmış."
"anlaştık o halde."
"amcamdan bana bir kedi almasını isteyeceğim."
"neden kedi, kuşları sevmiyor musun?"
"seviyorum ama kuşlar fare yemez."
"çok bencilsin. kuşundan ne farkı var farelerin?"
"herşeyi yiyiyor fareler. amcamın buğday çuvallarını delip yere döküyorlar. fare zehrini bile yiyiyorlar."
"ben ayrımcılık yapmadım hiç."
"zehri bitirirlerse acı çekenleri öldüremem."
"işinin erbabıymışsın."
"ayrıca fareler aptal."
"insanlar da öyle." dedi melek.
çoktan arkasını dönüp gitmişti. çocuk arkasından bakıyordu. birgün artık ayakları tutmayan yaşlı bir kadın olup içine fare zehri döktüğü un çorbasını afiyetle yerken karşısında beliren ölüm meleğini gördüğünde anlaşmalarının külliyen bir yalan olduğunu anlayacaktı.
mayıs 2023
kuşunun mezarı başında ağlayan hüzünlü çocuk bir çam ağacının arkasında kayıtsız bakışlarla onu izleyen ölüm meleğini gördü. bunca zaman ona dostluk eden minik kuşun canını alan bu boynuzlu, kara cüppeli yaratık kadar korkutucu bir şey görmemişti şimdiye kadar. duruşunu bozmadan ona bakmaya devam etti. ölüm meleği görüldüğünü anlayınca iğnelerinde yağmur damlaları birikmiş çamın arkasına daha çok sığındı. görünmek alışkın olduğu birşey değildi. beşeri duyguların en ızdırap verici olanı utanç ilk kez ruhunda geziniyordu. "bu mahluklar nasıl yaşıyorlar böyle bir duyguyla?" diye düşündü. zangır zangır titreyince ona kıyamet günü kendi canını alacakken bahşedilecek olan korku utançla cebelleşen ruhunu ele geçirdi. bir an kıyametin kopacağını ve tanrının kendi ruhunu söküp çıkarmak için emir vereceğini sandı. cehennem zemherisi kadar soğuk bir yel cüppesinin altında gezinirken çocuk doğrulup ona doğru yalpaladı.
"neden öldürdün kuşumu?"
çocuğun tavrı bir sorgu meleğininki kadar kararlıydı ancak ayakta duracak hali yoktu. ölüm meleği neden beşeri duygular hissettiğinin şaşkınlığını yaşıyordu ve şaşkınlığın da aslında ilk kez benliğine uğradığını fark etti. ona bir gün kendi canını da alması gerektiği söylendiğinde bile şaşırmamıştı.
"onu çok seviyordum, neden yaptın bunu."
ölüm meleği onu duyup duymayacağını bilmediği için tereddüt etti. zaten ne diyeceğini bilmiyordu. insanların pek sevdiği biri değildi.
"hepimiz öleceğiz." dedi. çocuk sorduğu soruyu unutmuştu bile. meleğin sesini duyunca irkildi. cevap ikisini de memnun etmemişti.
"herkesi aynı gün öldüremez misin?"
"buna kendim karar vermiyorum."
çocuk inanmamış gibi bakıyordu. melek konuşmaya devam etti.
"ayrıca bugüne kadar kimseyi öldürmedim."
çocuk şaşırmıştı. kafasını kuşunun mezarına çevirdi.
"kuşum neden pat diye düştü o zaman."
yine ağlamak üzereydi.
"kalbi durmuştur belki." dedi melek. çocuğun bir daha ağlamasını istemiyordu.
"babam yaşlandığı için ölmüştür dedi. hepimiz yaşlanınca ölecekmişiz."
"bu doğru. ama bazılarınız yaşlanmadan ölür."
"biliyorum. kuşum ölecek kadar yaşlanmamıştı daha. amcam onu getirdiğinde babaannem yaşıyordu ve o şimdi öldü ama babaabem hala yaşıyor." dedi çocuk tekrar meleğe bakarken.
"babaanneni seviyor musun?" dedi melek.
"onu da mı öldüreceksin."
"ben kimseyi öldürmem."
"kuşumdan sonraki en iyi arkadaşım babannem." dedi çocuk. yine gözleri dolmuştu.
"o halde babaanemle benim canımı aynı anda al."
"buna ben karar veremem dedim ya."
melek insanların onu hiç sevmediğini düşündü. çocuğun onu sevmesini istedi. saçlarını yağmur yanaklarını gözyaşları ıslatmıştı. merhamet etmek istedi.
"bir daha kimsenin canını alma o zaman"
"bu mümkün değil." dedi melek. dudakları gerildi, burnundan hızla nefes verdi. ilk kez gülüyordu.
"aslında ben de kimsenin ölmesini istemem." dedi sonra. neyi isteyip istemediğini bilmiyordu oysa. tek bildiği şey kaderde ne yazıldıysa onun muhakkak olacağıydı.
"istifa et o zaman. amcam her sabah kalkıp şehre gitmeyi istemediği için işinden istifa etti." deedi çocuk safça. melek bir kez daha havanın hızla burnundan ve ağzından çıktığını hissetti. bu sefer kahkaha atıyordu. onu kandırabileceğini düşündü çünkü çocuk bir melekten daha temizdi.
"istifa edersem kimse ölmez." dedi kahkahasını bastırabildiğinde.
"ne güzel işte. kuşumu geri getirmez belki ama babaannem hep yanımda kalır." dedi masum bir tebessümle.
"kimse ölmezse birkaç yıla açlıktan kıvranırsınız."
"amcamın deposu buğday dolu."
"bir depo buğday sekiz milyar insana yetmez."
"bizim köyümüzde sadece üç yüz kişi var."
"ne kadar bencilmişsin." dedi melek ona bakan masum ifadenin altındaki bencil varlığı farkedince şaşırmıştı.
"baharda dişçi çingeneler ve saman öğütmeye gelen batozcular gelir köyümüze onlar dışında kimseyi görmem." diye ssitem etti çocuk.
"görmediğin insanların ölümü seni üzmüyor mu yani?"
"bir de şeker satan tablacılar bir de hurdacılar bir de dilenciler ..."
"bunları katarsak işin içinden çıkamayız. öğrenilince herkes köyünüze gelir."
"buğday zamanında biçerciler de gelir."
"üzgünüm, istifa edemem." dedi melek bezgince. bunun çocuğu daha da hırslandıracağını biliyordu.
"neden?" diye sordu çocuk hüzünlü bir merakla.
" dün dizleri donmuş yaşlı bir adamın canını aldım. yatağında acılar içinde kıvranıyordu. ailesi acısı son buldu diye ölümüne sevindiler. eğer ölmezseniz yaşlanıp acılar içinde kıvranırsınız."
çocuk dalmış düşünüyordu. melek onu köşeye sıkıştırdığını düşünüp sevindi.
"yaşlanıp acı çekene kadar bekle o zaman." dedi sonra bulduğu parlak fikrin heyecanıyla.
"buna vaktim yok."
"sadece bizim köyümüz için yap o zaman."
"ben köyünüzdekilerin canını almayayım o halde. ama acı çekenleri sen öldür."
"ben kimseyi öldürmem. öldürmek kötüdür. herkes kuşumun ölmesini istiyordu."
"neden?"
"çünkü sürekli onunla konuşuyordum. kuşumla konuşmaktan yemek yiyemediğim için kısa kalacağımı söylüyordu."
"evet biraz geveze birisin."
"amcam da öyle diyor. ama kuşumun ölmesini hiç istemiyordu. duyunca üzülecek."
çocuk yine ağlayacak gibiydi. rüzgar ıslak saçlarına çarpınca ürperiyordu. hava nereyse kararacaktı birazdan amcasının geleceğini düşündü. iki yıl önce elinde kafesle içeri girdiğini hatırladı cik cik öten kuş yağmurdan ıslanmıştı. amcası kafesi çeketiyle örtmüştü yol boyunca.
"aslında kimseyi öldürmüş olmaycaksın. acılarına son vereceksin işte." dedi çok sonra melek. gözleri dolan çocuk yine dalıp gitmişti.
"amcamın buğday deposunda fare zehri var." dedi suç ortağına fısıldar gibi.
"bu insanlara acı çektirmez mi?"
"babaannem amcam taşınıp şehre giderse bir avuç içip kendini öldüreceğini söylemişti. canı da yanmazmış kendini asan öğretmeninki gibi. ip boynunu kırmış."
"anlaştık o halde."
"amcamdan bana bir kedi almasını isteyeceğim."
"neden kedi, kuşları sevmiyor musun?"
"seviyorum ama kuşlar fare yemez."
"çok bencilsin. kuşundan ne farkı var farelerin?"
"herşeyi yiyiyor fareler. amcamın buğday çuvallarını delip yere döküyorlar. fare zehrini bile yiyiyorlar."
"ben ayrımcılık yapmadım hiç."
"zehri bitirirlerse acı çekenleri öldüremem."
"işinin erbabıymışsın."
"ayrıca fareler aptal."
"insanlar da öyle." dedi melek.
çoktan arkasını dönüp gitmişti. çocuk arkasından bakıyordu. birgün artık ayakları tutmayan yaşlı bir kadın olup içine fare zehri döktüğü un çorbasını afiyetle yerken karşısında beliren ölüm meleğini gördüğünde anlaşmalarının külliyen bir yalan olduğunu anlayacaktı.
mayıs 2023
devamını gör...
20.
yazarların yazdığı hikayeler
yaşlı adamın dizleri dondu
gri saçlı adam babasının o gün öleceğini biliyordu. pırıl pırıl bir bahar günüydü ve ölümü hem kendisi hem de ailesi için bir lütuf olan yaşlı adamın böyle bir günde öleceğine emindi. güneş elinde sarı bir tüyle dünyayı gıdıklıyordu. nesneler bu tatlı ışığın altında hafiflemişti. her an havalanıp etrafa dağılacakmış gibi duruyorlardı.
yaşlı adam bundan on üç ay önce havanın insan kemiklerini dondurduğu bir şubat akşamında derin konuların konuşulup insanın damağına yapışan koyu kahvelerin içildiği köy odasından eve dönerken bir anda yere yığılmış ve o günden beri bir daha ayağa kalkamamıştı. gri saçlı adam ailesiyle beraber akşam yemeği için kurulmuş sofranın başında beklerken kapıya yığılıveren babasını görünce o an yıllardır korktuğu ve bir gün başına geleceğine emin olduğu şeyin sonunda gelip kendisini bulduğunu anlamıştı, onu nelerin beklediğini korkulu bir rüyayı anımsar gibi gözlerinin önüne getirebiliyordu. ne kadar bekliyor olsa da o an geldiğinde tüm bedenini sarsan bir dehşete kapılmadan da kendini edememişti. karısı, annesi ve çocukları yaşlı adamı zar zor kaldırıp yatağına taşırken gri saçlı adam bir düşünce hali içerisindeydi. o sırada yatağına uzanınca biraz kendine gelen yaşlı adam oğlunun tahminini doğrulayan şu sözleri söylemişti:
"bu hava da ne böyle? dizlerim dondu."
gelini hemen sobayı yakmış, torunları da dedelerinin dizlerine masaj yapmaya başlamıştı. yaşlı adamın karısı da tıpkı gri saçlı adam gibi bir düşünce hali içeisine girmişti o an. kendisini nelerin beklediğini kestirebiliyordu. eğer yaşlı adam yataklara düşerse en büyük sorumluluk ona kalacaktı. oğlu gibi kendisi de uzun bir süredir böyle bir korkuyla yaşıyordu. ayağa kalkmak için iki kişinin yardımına ihtiyaç duyan, oturmak için eğilip yere tutunan kocasının önünde böyle bir sınavın olduğu belliydi. onu yatakların içinde aylar sürecek bir mahkumiyet bekliyordu. yaşlı adam o soğuk şubat akşamı son kez yürümüştü.
yaşlı adamın karısı, ayağa kalkacağına dair henüz umudu olduğu günlerde odun sobasında ısıttığı suları torbalara koyup buz tutmuş dizleri çozülsün diye kocasının dizlerine koyar ve üzerini kendi yaptığı ağır yün yorganla örterdi. kendisi, kocasının bir gün tekrar evdeki son zamanlar büyük oğluna geçmeye yüz tutmuş hükümdarlığını tekrar eline alacağına dair olan umudunu uzun bir süre diri tutmuştu. yaşlı adamsa ayaklarında derman kalmamışçasına yere yığılıverdiği an tıpkı ayaklarındaki güç gibi bir gün tekrar ayağa kalkacağını ve bir reis gibi evini yöneteceğine dair inancını tamamen kaybetmişti. aylarca karısının, gri saçlı adamın, gelininin ve torunlarının teşvikine rağmen bir kez olsun ayağa kalkıp yürümeyi denememişti. eve doktorlar çağrılmış, civarın en bilinen kırıkçıları getirilmiş; karısı sorup soruşturup tarifler yaptığı denenip kanıtlandığı söylenen koca karı ilaçlarını dizlerine sürüp bezlerle bağlamış, böyle şeylere pek kanaat etmese de gri saçlı adam muskalar yapıtırıp bsının yattığı odanın her tarafına asmıştı ancak yaşlı adamın dertop edip karnına çektiği dizleri bir daha çözülmemişti.
yaşlı adam bu atalet halini bir türlü aşamadığı için o kış boyunca yatağının yanındaki pencereden gördüğü karamsar manzara dışında hiçbir şey görmemiş; karısının ağzına koyduğu yemeği çiğnemek, kolları uyuşunca sırt üstü; beli uyuşunca da yana dönmek dışında neredeyse hiç hareket etmemişti. hareketsiz kaldıkça hareket yetisini daha çok kaybediyordu. düşüşünün ilk günlerinde elini yaşlı kadının ağzına getirdiği kaşığa atar, yemeğini kendi yemek isterdi. bir tas un çorbasını yarılayamadan titreyen ellerinin salladığı kaşıktan dökülen çorba gögsüne konan bezi doldururdu. çok geçmeden yaşlı adam bu son gayretleri de bırakmış ve yün yorganın altında aylar geçirmişti. sırtında ve kalçalarında bası yaraları açılmış ve neredeyse bütün eklemleri hareket yetisini kaybetmişti.
ev halkı yaşlı adamın mum gibi eriyip gidişine sadece tanıklık edebiliyordu çünkü ayaklanacağına dair hiç umudu olmayan yaşlı adamın bu haline yapabilecekleri hiçbir şey yoktu. kişisel bakımını- çoğunu yaşlı kadın üstlenmiş olsa da -yapıyor ve ellerinde oturup beklemekten başka birşey gelmiyordu. dillendirmeseler de hepsi eriyip giden bu kaskatı bedene takılıp kalmış ruhunun bir gün sonunda pes edip gideceği günü iple çekiyordu ancak kimse yün yorganın altında pis kokular içinde tıpkı herkes gibi o huzur anını bekleyen yaşlı adama bu karamsar duygularını açmıyordu. eve aylarca içerde bir cenaze varmışçasına buruk ama kaybolmayan monoton bir hüzün hakim oldu. ev halkı ne zaman geleceği bilinmeyen ama geleceği kesin olan bir taziyeyi bekledi aylarca.
ne kadar belli etmeseler de yaşlı adam, içinde olduğu durumun farkındaydı ve onun iyileşme ihtimallerini ortadan kaldıran kabullenmişlik halinin sebebi de buydu aslında; iyileşeceğine dair ufak bir umudu bile yoktu. artık ayağa kalkarken tutunacak birşey aradığında, otururken önce elleriyle yere tutunduğunda, yağmur yağınca korktuğunda önünde vermesi gereken böyle bir sınavın olduğunu biliyordu. işte o gün geldiğinde yaşlı adam hiç çaba gösterme gereği duymadan herşeyin olacağına varmasını beklemişti.
bitmek bilmez kış gecelerinde yaşlı adam, acılar içinde kıvranır sabahlara kadar kemikleri kırılıyormuşçasına inlerdi. karısı ilk zamanlar kocası için çok üzülür, uykusunu bir kenara bırakır, karanlığın içinde dokununca insanın içini ürperten bir deri bir kemik kalmış dizlerini bulup masaj yapardı. bu merhamet duygusunu ve bir gün kocasının tekrar ayağa kalkıp hükümdarlığını devam ettireceğine dair umudunu uzun bir süre koruyabilmişti ama kocasının iyileşme adına bir arpa boyu yol katetmemesi ve üzerindeki sorumluluğun günden güne artması bu masumane duyguları silmiş ve yerine nefreti koymuştu.
ömrü boyunca kocasına ettiği kölelik boyutuna varmış hizmetleri hatırladıkça yaşlı kadın yaşadığı bu zor durumun teksorumlusu olarak kocasını göörüyordu. onca emeğine karşın bir kez olsun memnuniyet duymayan adamın bunları sonuna kadar hakettiğini ve daha da büyük acılar çekeceğini düşünüyor ama kurunun yanında yaşın da yanaağını bildiği için ne tür bir duygu içinde olduğunu kestiremiyor, bazen nasıl bir tavır takınacağını bilemiyordu.
" yandığı kadar ben de yanacağım onunla." diyordu içinde küçük tuvaletinin bulunduğu su şişelerini helaya dökmek için sıcak yatağından her kalktığında. "huzurlu bir ölüm kadar allah'ın verebileceği daha güzel bir lütuf yok." diye söylenmeye devam ediyordu buz gibi kış gecesinde iki eliyle idrar dolu sıcak şişeyi tutarken. "her seferinde nasıl doldurabiliyor bunu anlayamıyorum." ancak şişeyi boşaltıp ana rahmi kadar güzel yatağına döndüğünde az evvelki köpürme halinden eser kalmıyordu. kocasının bitmeyen istekleri onu ne kadar kızdırsa da biraz durup düşündüğünde söylediği boğazdan yukarı, yürekten olmayan, sözlerden dolayı pişman oluyor, tövbe edip onun için dua ediyordu. yaşlı adam uzandığı yerden canı sızlayan dizlerinde atarken kör karanlıkta karısının gözlerini ve yüreğinin yansıması olan yüzünü görmese de sözlerinin onun için kerçekten hissedip söylediği şeyler olmadığını biliyordu. yaşlı kadının hisettiği duygular bıçak gibi keskin ve kararlı değil, uçları yuvarlatılmış bir sopanın dokunuşu gibi yumuşak ve iki taraflıydı. tıpkı ilk zamanlar kocası için duyduğu acıma, merhamet ve büyük umutların yavaş yavaş nefrete dönüşmesi gibi duygular sürekli şekil değiştiridi ancak yine de onun kadın ruhuna işlemiş, kocasına karşı hizmet etme zorunluluğunu duyumsaması hiçbir zaman değişmemişti.
kocasının bu on üç aylık mahkumiyeti boyunca tutarsız tavırlarına sebebiyet veren bu ambivalenz duygular içinde yaşlı kadın en az kocası kadar acı çekmişti ve tıpkı gri saçlı adam gibi o ilk bahar sabahı odasını canlı bir nesne gibi dolduran sarı ışığın içinde artık bir bebek mezarına sığacak kadar küçülmüş bedene baktığında beklediği huzur anının çok da uzak olmadığını anlamıştı.
babası üzerinde yün yorganla yere yapışmış yer yatağının içinde büyük acılar çekmişti ancak o güzel ilkbahar günü elinde gümüş tütün tabakasıyla cıvıldayan kuşları dinlerken sardığı sigarasını içtiğinde beklediği günün geldiğini anlamış ve kapının eşiğinde duran karısı fısıldarcasına başı ipleri bırakılmış bir kukla gibi yana devrilen babasının sonunda o huzur anına kavuştuğunu haber verdiğinde gri saçlı adam bir an gerçekten de her şeyin havalanıp etrafa dağılacağını sanmıştı.
2021
gri saçlı adam babasının o gün öleceğini biliyordu. pırıl pırıl bir bahar günüydü ve ölümü hem kendisi hem de ailesi için bir lütuf olan yaşlı adamın böyle bir günde öleceğine emindi. güneş elinde sarı bir tüyle dünyayı gıdıklıyordu. nesneler bu tatlı ışığın altında hafiflemişti. her an havalanıp etrafa dağılacakmış gibi duruyorlardı.
yaşlı adam bundan on üç ay önce havanın insan kemiklerini dondurduğu bir şubat akşamında derin konuların konuşulup insanın damağına yapışan koyu kahvelerin içildiği köy odasından eve dönerken bir anda yere yığılmış ve o günden beri bir daha ayağa kalkamamıştı. gri saçlı adam ailesiyle beraber akşam yemeği için kurulmuş sofranın başında beklerken kapıya yığılıveren babasını görünce o an yıllardır korktuğu ve bir gün başına geleceğine emin olduğu şeyin sonunda gelip kendisini bulduğunu anlamıştı, onu nelerin beklediğini korkulu bir rüyayı anımsar gibi gözlerinin önüne getirebiliyordu. ne kadar bekliyor olsa da o an geldiğinde tüm bedenini sarsan bir dehşete kapılmadan da kendini edememişti. karısı, annesi ve çocukları yaşlı adamı zar zor kaldırıp yatağına taşırken gri saçlı adam bir düşünce hali içerisindeydi. o sırada yatağına uzanınca biraz kendine gelen yaşlı adam oğlunun tahminini doğrulayan şu sözleri söylemişti:
"bu hava da ne böyle? dizlerim dondu."
gelini hemen sobayı yakmış, torunları da dedelerinin dizlerine masaj yapmaya başlamıştı. yaşlı adamın karısı da tıpkı gri saçlı adam gibi bir düşünce hali içeisine girmişti o an. kendisini nelerin beklediğini kestirebiliyordu. eğer yaşlı adam yataklara düşerse en büyük sorumluluk ona kalacaktı. oğlu gibi kendisi de uzun bir süredir böyle bir korkuyla yaşıyordu. ayağa kalkmak için iki kişinin yardımına ihtiyaç duyan, oturmak için eğilip yere tutunan kocasının önünde böyle bir sınavın olduğu belliydi. onu yatakların içinde aylar sürecek bir mahkumiyet bekliyordu. yaşlı adam o soğuk şubat akşamı son kez yürümüştü.
yaşlı adamın karısı, ayağa kalkacağına dair henüz umudu olduğu günlerde odun sobasında ısıttığı suları torbalara koyup buz tutmuş dizleri çozülsün diye kocasının dizlerine koyar ve üzerini kendi yaptığı ağır yün yorganla örterdi. kendisi, kocasının bir gün tekrar evdeki son zamanlar büyük oğluna geçmeye yüz tutmuş hükümdarlığını tekrar eline alacağına dair olan umudunu uzun bir süre diri tutmuştu. yaşlı adamsa ayaklarında derman kalmamışçasına yere yığılıverdiği an tıpkı ayaklarındaki güç gibi bir gün tekrar ayağa kalkacağını ve bir reis gibi evini yöneteceğine dair inancını tamamen kaybetmişti. aylarca karısının, gri saçlı adamın, gelininin ve torunlarının teşvikine rağmen bir kez olsun ayağa kalkıp yürümeyi denememişti. eve doktorlar çağrılmış, civarın en bilinen kırıkçıları getirilmiş; karısı sorup soruşturup tarifler yaptığı denenip kanıtlandığı söylenen koca karı ilaçlarını dizlerine sürüp bezlerle bağlamış, böyle şeylere pek kanaat etmese de gri saçlı adam muskalar yapıtırıp bsının yattığı odanın her tarafına asmıştı ancak yaşlı adamın dertop edip karnına çektiği dizleri bir daha çözülmemişti.
yaşlı adam bu atalet halini bir türlü aşamadığı için o kış boyunca yatağının yanındaki pencereden gördüğü karamsar manzara dışında hiçbir şey görmemiş; karısının ağzına koyduğu yemeği çiğnemek, kolları uyuşunca sırt üstü; beli uyuşunca da yana dönmek dışında neredeyse hiç hareket etmemişti. hareketsiz kaldıkça hareket yetisini daha çok kaybediyordu. düşüşünün ilk günlerinde elini yaşlı kadının ağzına getirdiği kaşığa atar, yemeğini kendi yemek isterdi. bir tas un çorbasını yarılayamadan titreyen ellerinin salladığı kaşıktan dökülen çorba gögsüne konan bezi doldururdu. çok geçmeden yaşlı adam bu son gayretleri de bırakmış ve yün yorganın altında aylar geçirmişti. sırtında ve kalçalarında bası yaraları açılmış ve neredeyse bütün eklemleri hareket yetisini kaybetmişti.
ev halkı yaşlı adamın mum gibi eriyip gidişine sadece tanıklık edebiliyordu çünkü ayaklanacağına dair hiç umudu olmayan yaşlı adamın bu haline yapabilecekleri hiçbir şey yoktu. kişisel bakımını- çoğunu yaşlı kadın üstlenmiş olsa da -yapıyor ve ellerinde oturup beklemekten başka birşey gelmiyordu. dillendirmeseler de hepsi eriyip giden bu kaskatı bedene takılıp kalmış ruhunun bir gün sonunda pes edip gideceği günü iple çekiyordu ancak kimse yün yorganın altında pis kokular içinde tıpkı herkes gibi o huzur anını bekleyen yaşlı adama bu karamsar duygularını açmıyordu. eve aylarca içerde bir cenaze varmışçasına buruk ama kaybolmayan monoton bir hüzün hakim oldu. ev halkı ne zaman geleceği bilinmeyen ama geleceği kesin olan bir taziyeyi bekledi aylarca.
ne kadar belli etmeseler de yaşlı adam, içinde olduğu durumun farkındaydı ve onun iyileşme ihtimallerini ortadan kaldıran kabullenmişlik halinin sebebi de buydu aslında; iyileşeceğine dair ufak bir umudu bile yoktu. artık ayağa kalkarken tutunacak birşey aradığında, otururken önce elleriyle yere tutunduğunda, yağmur yağınca korktuğunda önünde vermesi gereken böyle bir sınavın olduğunu biliyordu. işte o gün geldiğinde yaşlı adam hiç çaba gösterme gereği duymadan herşeyin olacağına varmasını beklemişti.
bitmek bilmez kış gecelerinde yaşlı adam, acılar içinde kıvranır sabahlara kadar kemikleri kırılıyormuşçasına inlerdi. karısı ilk zamanlar kocası için çok üzülür, uykusunu bir kenara bırakır, karanlığın içinde dokununca insanın içini ürperten bir deri bir kemik kalmış dizlerini bulup masaj yapardı. bu merhamet duygusunu ve bir gün kocasının tekrar ayağa kalkıp hükümdarlığını devam ettireceğine dair umudunu uzun bir süre koruyabilmişti ama kocasının iyileşme adına bir arpa boyu yol katetmemesi ve üzerindeki sorumluluğun günden güne artması bu masumane duyguları silmiş ve yerine nefreti koymuştu.
ömrü boyunca kocasına ettiği kölelik boyutuna varmış hizmetleri hatırladıkça yaşlı kadın yaşadığı bu zor durumun teksorumlusu olarak kocasını göörüyordu. onca emeğine karşın bir kez olsun memnuniyet duymayan adamın bunları sonuna kadar hakettiğini ve daha da büyük acılar çekeceğini düşünüyor ama kurunun yanında yaşın da yanaağını bildiği için ne tür bir duygu içinde olduğunu kestiremiyor, bazen nasıl bir tavır takınacağını bilemiyordu.
" yandığı kadar ben de yanacağım onunla." diyordu içinde küçük tuvaletinin bulunduğu su şişelerini helaya dökmek için sıcak yatağından her kalktığında. "huzurlu bir ölüm kadar allah'ın verebileceği daha güzel bir lütuf yok." diye söylenmeye devam ediyordu buz gibi kış gecesinde iki eliyle idrar dolu sıcak şişeyi tutarken. "her seferinde nasıl doldurabiliyor bunu anlayamıyorum." ancak şişeyi boşaltıp ana rahmi kadar güzel yatağına döndüğünde az evvelki köpürme halinden eser kalmıyordu. kocasının bitmeyen istekleri onu ne kadar kızdırsa da biraz durup düşündüğünde söylediği boğazdan yukarı, yürekten olmayan, sözlerden dolayı pişman oluyor, tövbe edip onun için dua ediyordu. yaşlı adam uzandığı yerden canı sızlayan dizlerinde atarken kör karanlıkta karısının gözlerini ve yüreğinin yansıması olan yüzünü görmese de sözlerinin onun için kerçekten hissedip söylediği şeyler olmadığını biliyordu. yaşlı kadının hisettiği duygular bıçak gibi keskin ve kararlı değil, uçları yuvarlatılmış bir sopanın dokunuşu gibi yumuşak ve iki taraflıydı. tıpkı ilk zamanlar kocası için duyduğu acıma, merhamet ve büyük umutların yavaş yavaş nefrete dönüşmesi gibi duygular sürekli şekil değiştiridi ancak yine de onun kadın ruhuna işlemiş, kocasına karşı hizmet etme zorunluluğunu duyumsaması hiçbir zaman değişmemişti.
kocasının bu on üç aylık mahkumiyeti boyunca tutarsız tavırlarına sebebiyet veren bu ambivalenz duygular içinde yaşlı kadın en az kocası kadar acı çekmişti ve tıpkı gri saçlı adam gibi o ilk bahar sabahı odasını canlı bir nesne gibi dolduran sarı ışığın içinde artık bir bebek mezarına sığacak kadar küçülmüş bedene baktığında beklediği huzur anının çok da uzak olmadığını anlamıştı.
babası üzerinde yün yorganla yere yapışmış yer yatağının içinde büyük acılar çekmişti ancak o güzel ilkbahar günü elinde gümüş tütün tabakasıyla cıvıldayan kuşları dinlerken sardığı sigarasını içtiğinde beklediği günün geldiğini anlamış ve kapının eşiğinde duran karısı fısıldarcasına başı ipleri bırakılmış bir kukla gibi yana devrilen babasının sonunda o huzur anına kavuştuğunu haber verdiğinde gri saçlı adam bir an gerçekten de her şeyin havalanıp etrafa dağılacağını sanmıştı.
2021
devamını gör...