küçükken ben hiç oyuncağım olmadı benim, yo, hayır! durumu dramatize etmek değil niyetim, yalnızca neden bir oyuncağım olmadı ve olmamasının bana bırakmış olduğu güzel mirası anlatmak. belki de babamın parası olmayışından kaynaklıydı oyuncak sahibi olmayışım, belki de babamın bu konu üzerinde fazla durmaması... en nihayetinde bir oyuncağa sahip olamadım, ama hala geçmişe özlemle bakabileceğim bir miras kaldı bana. tam bu kısımda sesim titreyebilir, zor yutkunabilirim... hani bazen bir rüzgar eser de beraberinde bir koku taşır ya, o kukunun sizi yutması, belleğinizi ele geçirmiş olmasının verdiği zor yutkunmadır bu.
okuldan eve döner dönmez, zaten yoldayken düğmelerini açtığımız önlüğümüzle beraber çantamızı evin kapısından içer attığımız gibi sokağa atılırdık. bazen ellerimiz çatlayana dek misket oynardık, hepimiz hırslı, hepimiz tüm bilyelere sahip olmak isterdik. bazen hile yapardım, hep hile yaptım...öyle içten arzulardık ki bunu gece rüyalarımıza bile girerdi o küçük yuvarlak bilyeler. bazen sırf canımız sıkıldığı için saklambaç oynardık, şimdi yaptığımız gibi, canımızı yakan bir durum ile karşı karşıya kaldığımızda kayboluveririz boşlukta. bazen canımız sıkılır oynayacak oyun bulamazdık, ama çoğu zaman toprak zeminde top oynar, dizimizi kanatırdık. bazen canımız sıkılırdı dedim, bizim hiç canımız sıkılmazdı, belki de canımızı sıkan şey ve bizi toprak zeminde top oynamaya itn şey tam olarak buydu. öğle vakti geldiğinde annelerimiz balkona çıkıp yemeğin hazır olduğunu haber ederdi. üstümüz, başımız çamurlu koşuşturduk eve doğru... bir gün son kez yine annelerimiz yemeğin hazır olduğunu haber etti. bilemezdik elimizdeki tüm bilyeleri kaybedeceğimizi, zemin toprağın ayaklarımızın altından kayıp gideceğini nerden bilebilirdik ki... gözlerimizi son kez kapatıp eve doğru koştuk yemek çağrısı üzerine. asıl saklambaç bu imiş, kaybetmek çocukluğunu... nereye saklandıysa bir türlü ortaya çıkmak ne bilmiyor.. amma da çocukluk ediyor işte, bizi burada hayatın anlamsızlığı ile boğuşmaya mahkum ederek, geçmişten, çok geçmişten bir melodi gibi hatırlatıyor kendisini... 90'larda çocuk olmak...
hava kararmaya yüz tutmuş ama aynı zamanda da kararmamak için direniyor, siyahın bilmem kaç tonu kalemimi oynatırken grinin birkaç tonu titretip kalemimi gerisingeri kelimeleri yutmama neden oluyor; saat belki de akşamın beş buçuğunu gösteriyor, ama utanmaya yüz tutmuş göğün lambası kararmasına da müsaade etmiyor. şarap mı içsem, yazsam mı bilemedim.
düşündürüyor, tahayyül ettiriyor ve yazdırıyor rossini. bunun için en iyi besteci değil de en iyi ressam ve en iyi yazar demek geliyor içimden. kalem titrediği anda devreye girer barber of seville ve kelimeler kanatlanıverir; bir yerden sonra fırça yorulur, işlevini kaybeder hale gelir ve yine devreye girecek olan barber of seville fırçanın en sert darbelerini, renklerin en güzelini ortaya serer.
iki yüzyıl sonrasına dokundu rossini, tıpkı beş yüzyıl sonrasına dokunacağı gibi. "bilim ve sanatla uğraş. çünkü ancak bunlar, insanı tanrı katına çıkarır." l.w. beethoven
güçlü olmasını istediğim f sandalyesinin güçsüz olan l sandalyesini ezip savaş açmasını umdum ilkin; sonra sırf güçsüz diye ezilen l sandalyesine karşı vicdan duygum uyandı diye f sandalyesine karşı nefret duyguları besledim. mehdi olan böyle yapar. beni bu havalar mahvediyor.
kelimeler kondurur insanın ruhuna kanatları ve yükselir, yükselir insan o kanatlarla. filmi anlatabilmek için önce kelimelerin gücüne hakim olmak gerek, bu ne kadar mümkündür bilemem, bilemem çünkü kelimeler insanı özgür kılar ve yükseltir onu, yükselmek ise tüm çıplaklığı ile görmesini sağlar aşağıda olanları...
yönetmen kelimelerin gücünün ne denli etkili olduğunu bilse de işin içine ideolojik eğilim girdiği zaman kelimeler anlamını yitirir ve bir hiç olurlar. kelimeler onları ifade eden insana ihtiyaç duyarlar. ideoloji eğilimi başladığı anda kelimeler ikinci planda kalır. anlatmak istediğimi kendimi ön plana çıkararak bir takım kelimeler kullanarak isterdim, fakat başka bir perşembe gününe bırakalım, keza yeteri kadar bölünmüş durumda insanların düşünceleri...
bir film: dom za vešanje
1988
bir yönetmen: emir kustirica
bir film... yani devamının nasıl gelmesi gerektiği konusunda insanın apışıp kalmasına neden olan muazzam bir film. kadrosunda usta oyuncular barındırmayan filmler de çok iyi olabilirmiş, uçuk bütçeler ayırmadan da bulutların ötesine dokundurabilir... dahası hakkında söyleteceği şeylerin insanların dudaklarının titremesine ve gerisingeri kelimeleri yutkunmasına zorlayan bir film.
filmi en iyi filmler düzeyine çıkaran goran bregović üstadı da unutmamak gerek. "kelimeler vardır söylenmeden daha etkili olan" kendime de pay çıkarmalı, şimdi değil, bir başka güneş zaman diliminde...
çok okuyan daha çok bilir bir gezginden, tıpkı film izlemek ile kitap okumak arasındaki ince çizgi gibi; film izlemek elbette güzel şeydir, fakat karakter senin değildir, sana dayatılan mekan ve zamana da mahkum edilmişsindir, çok okuyan yaratabilir henüz gidilmemiş olanı, fakat gezgin sadece gördükleri ile yetinir.
bunlar elbette kendi düşüncelerim, keza beni yazmaya iten şey de çok okumuş olmam. bir gezgin, iyi bir sinema takipçisi ile de güzel şeyler konuşulabilir.
bir düşünür, bilim insanı:
giordano bruno (1548-1600)
yanarak öleceğini bildiği halde, yanarak ateşlemişti bilimin fitilini şu sözlerle: "siz, beni yargılayanlar... siz ölümümü bana bildirirken belli ki benden daha çok korkuyorsunuz..."
çoğunluğun a dediğine a dememesiydi bruno'nun suçu, başkalarının düşündüğünü benimsememesi ve kendi benliğine götürecek olan b idi. ama biliyordu ki bruno, b'nin onu peşi sıra sürüklemesi onu o yapıyor, yanmayı göze almasını sağlıyordu.
yozlaşmış a düşüncesine inen bir yumruktu giordano bruno...
"o kimsenin gidip de dönmediği bilinmez dünya ürkütmese yüreğini..." (shakespeare)
arzudur insanı sürükleyen bilinmezliğin peşinden, bilmemektir doğuran birtakım şeyler, bilmemektir koca bir kaya ve onu tepeye çıkarma çabasına iten bizi; bir anlamı olmalı bu anlamsızlığın ve bize düşleyeni değerli kılmalı, eşikten çıkarmalı kafayı ve olanı ya da olmayanı görmeli her şey anlamını yitirmeden, kaldırmalı kafayı masanın altından ve görmeli yıldızların ihtişamını.
esasında film için söyleyeceğim şeyleri kelimelerin bana müsaade ettiği kadar söyledim, ama durağan bir film olduğunu da belirtmek istiyorum, keza herkesin hoşuna gitmeyebilir.
10 üzerinden 10 verebileceğim nadir filmlerden biri.
normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz.
Daha detaylı bilgi için çerez ve
gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.
online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.