dehb
("@ray carmine" için arama sonuçları)başlık "epifiz bezi" tarafından 06.12.2020 16:54 tarihinde açılmıştır.
1.
yakın zamanda yetişkin dehb teşhisi aldım ve ritalin + concerta kombine kullanıma başladım.
dehb’e dair edindiğim bilgileri kendine notlar nevinde birkaç entryle yazasım var:
bu ‘dissorder’a ilk kez yıllar önce dehb’li kız arkadaşımla aşina olmuştum. yan yana geldiğimizde sürekli olarak çevre uyaranlara karşı belli belirsiz tepkiler veriyordu. biz konuşurken mesela ben elimle masada bir şeye uzanıyorsam ona odaklanıyor, sonra hemen odağı değişiyordu. o zamanlar sadece onun anlattıklarından yaptığım çıkarımla dehb’i böyle bir şey olarak algılamıştım: uyaranlara hassasiyet.
keza doktor kontrolüne gittiğinde doktor ilaçlarını kesip ilaçsız bir hayata başlatma eğilimindeydi. yani aslında ergenlik dönemi dehb’inin yetişkinliğe ilerleyince semptomlarının azalmasıyla (beyinsel gelişimin devam ederek dehb etkilerini tolere etmesiyle) ilaçtan kurtulunabiliyormuş. o yaşlar (23) tam olarak iyi bir zaman gibi gözüküyordu doktora. yaşlıca bir psikiyatriat hulusi kentmen gibi “kızım, hep ilaç mı kullanacaksın, bırakalım artık” falan diyordu. ben de doktorun yaklaşımının da gazıyla “e işte ne güzel, ilaç kullanman gerekmez” yaklaşımındaydım. hatta o dönem hasbel kader aynı ortamda bulunduğum başka bir psikiyatriste kız arkadaşımın durumundan bahsedip biraz da ilaçları bırakmak istememesini (zira ilaçlarla çok iyi ders çalıştığı için çok önemsiyordu) biraz hayıflanarak anlattım. onun da benim gibi düşüneceğini ve o meyanda konucağını sandım ancak ilginç şekilde bırakmasının çok mantıklı olmadığını, keza ilaçların hem çok etkili olduğunu hem de ciddiye alınır bir yan etkisi olmadığını söyledi. (evet, kişiden kişiye değişebilecek geniş bir skalada muhtemel yan etkiler mevcut ama sanırım o fayda/zarar değerlendirmesi yapmış) semptomlardan falan bahsetti, ayrıntılı sayılabilecek düzeyde bilgi verdi. onu dinlerken ilk o gün kendimden işkillenmiştim. bu arada bizim ilişki yürümedi, sonra o ne yaptı, ilaçları bıraktı mı devam mı etti bilmiyorum. ama o süreçte içime bir kurt düştü.
sonra tabi ben bu mevzuyu salladım, internette falan dehb’le ilgili mevzulara rast geldiğim oldu. çocuğunun/kendisinin dehb’li olmasına gönderme yapanlara karşı “herkes kendini/çocuğunu dehb’li sanıyor yeaa” diyenler falan vardı. zaman zaman semptomlara dair bazı videolara denk gelip şüphelendim, bazen de “yok lan kendine hastalık arama” deyip geçtim. aslında orada bile dehb davranışı sergilediğimi fark ettim:
- dur şu kitabı rafa koyayım.
(3 ay sonra kitap rafa konur. )
- bir ara bi psikiyatriste gidip dehb var mı yok mu emin olayım.
2 yıl sonra: bi psikiyatriste gidip dehb mevzusunu anlatsam iyi olacak.
bundan birkaç yıl önce devlet hastanesinde psikiyatri biriminden randevu alıp gittim. şöyle bir diyalog gelişti:
- hocam bende şöyle şöyle semptomlar var, bunun dehb’le uyuştuğunu düşünüyorum.
- hepimizin hayat meşgalesinden kafası dağıldığı oluyor. olur öyle şeyler.
60 saniye sürdü görüşme ve bana “lan yoktan yere kendine hastalık aramışsın, al işte psikiyatrist sallamadı bile, hani biraz olsa bile adam şüphelenirdi” diye düşündürdü. demek ki ben dikkati dağınık, ertelemeye meyyal, disiplinden uzak biriyim…
evet, kendini suçlama, aşırı özeleştirel tutum ve kendine birkaç ay gözü dönmüş bir disiplini tatbik etme. arbeiten mach frei!
gelgelelim, bu mümkün değil tabi. amigdalanın ve de rsd’nin (reddedilme duyarlılığı) gözü kör olsun; o disiplin de küçük bir aksaklıkla alt üst oluyor. hop hadi bakalım gelsin yine özeleştiri, kendini yerden yere vurma, kendine karşı acımasızlık. böyle lanet bir kısır döngü.
neyse efendim, yakın zamanda yine kanaat getirmeye başladım ki, ben dehb’liyim. yine devlet hastanesinde bir randevu (özelde beni abone yapmak isterler, objektif olmazlar düşüncesi vardı) ve görüşme sonrası, hiç de öyle kuruntu olmayabileceğine dair birkaç söz duydum. ama bu işler öyle olmuyormuş, gidip bir moxo testi yaptırmam gerekiyormuş ve (benim çekincelerimin aksine) bu öyle istemli veya istemsiz şekilde kolay kolay manipüle edilecek bir test değilmiş. gittim yaptırdım. testi yaparken “sanırım bu test dikkat ölçmekten ziyade sabır ölçüyor” dediğimde zaten psikolog bana doğru anlamlı bir bakış attı. keza test sonuçları da psikologun bakışlarını destekler şekilde “bugüne kadar neredeydin ibiş” diyordu.
ikinci kez psikiyatriste gidene kadar dehb’e dair ne varsa okudum, araştırdım. ancak internetteki materyal klasik 3-5 semptomdan ibaret ve daha çok çocuklara yönelikti. yetişkin dehb’e dair yorum/veri az. (ecnebi kanallarda biraz daha fazla yetişkin dehb içeriği olsa da ayrıntı az, hiperfokusu tatmin etmiyor) işte efendim, çocuğunuz düz duvara mı tırmanıyor, okumaktan mı sıkılıyor, derslerinde başarısız mı, öfkeli mi falan fıstık. dehb’i klasik isimlendirmesine istinaden (dikkat/hiperaktivite) anlamladıran kıytırık yüzeysel şeyler. (ayrıca kim buna bu ismi verdiyse aşırı yanıltıcı bir tanımlama.)
dehb’in bende yansıması olarak (‘klasik
dehb’li tarzı ibareler kullanmayacağım, çünkü kişiden kişiye değişen tezahürleri var) o hiperfokus denilen şey zuhur etti ve işi gücü bırakıp (hiperfokusun en belirgin tezahürü) buna odaklandım.
hiperfokus, dehb semptomlarından dikkat eksikliğine taban tabana zıt şekilde aşırı odaklanma demek oluyor. nörobiyolojik nedenselliğine sonra gelelim; ilgini çeken (dolayısıyla dopamin salgılatma potansiyeli olan) şeye karşı o süreçte sanki dünyada başka bir şey yokmuşçasına çılgınca odaklanabiliyorsun. hiperliğinden kasıt, dehb olmayanların odaklanma kabiliyetinin çok ötesine geçebiliyorsun. ancak her ilginç şeyin künhüne vakıf olundukça sıradanlaşması ve rutinleşmesi nedeniyle, ilginçlik eşiğinin altına düştüğü anda bu hiperfokus süreci sonlanıyor.
bu süreçte, (internetteki klasik materyaller çok tatmin etmediğinden) deepseek’i analitik düşünce tarzı nedeniyle severim, hemen ona başvurdum ve 1 haftadan fazla sürecek dehb analizini başlattım. nörobiyolojik sistematiğinden tut da, muhtemel ilaçların dehb’e dair etkisine, farmakolojik özelliklerine (plazma yarılanma süresi, salınım sistematiği vs) etki süresine ve yan etkilerine; çocukluktan tut da yetişkin dönem davranış/düşünce tezahürlerine kadar…
açıkçası çok faydalı olduğunu düşünüyorum, hatta konuyla alakasız görünen bazı düşünsel/davranışsal tezahürleri konuşma sırasında kendim tespit etmeye başladım ki, bu da sebep sonuç örgüsünün zihnimde oturmasını sağladı. yine dehb’le ilişkilendirdiğim bir huy olarak bir şeyin sebep sonuç ilişkisini kavramadan tatmin olmam mümkün değil, “neden” sorusuna cevap verilmiyorsa (komplekslik nedeniyle cevap verilemezlik müstesna) benim için o bilgi/iddia/varsayım goygoydan ibarettir ve çoğunlukla itibar etmem.
temel olarak edindiğim bilgilerden yaptığım çıkarımlar ve bendeki tezahürleriyle (“çıkarım” ve “bendeki” ibarelerine dikkat) nedenselliği şu şekilde:
nörobiyolojik olarak bakarsak, bir beyinde prefrontal korteks (yönetici, optimize karar alıcı) dopamin ve noradrenalin tüketerek bu işlevini yerine getiriyor. dopamin daha çok mutluluk/motivasyon/ödül/dürtü sağlayıcılıkla; nöradrenalin ise uyanıklık/dikkat/tepki sürelerinden sorumlulukla bağdaştırılsa da, beyindeki bu transmitterlerin hemen hemen hiçbiri için böylesi kesin çizgilerle çizilmiş görev tanımlarından bahsedemeyiz. etkileşimli çalıştıklarından bir görev üzerinde ortak etkiler veya ortak işlevsellikler de mevcut. amigdala’nın ise, yine bu transmitterlerin işlevselliği ile alarm verici bir görevi, tehlike algısında uyarıcı bir sorumluluğu var diyebiliriz yüzeysel olarak.
dopamin ve nöradrenalinin beyin kimyasının gerektiği şekilde salınımı sağlandığında bunlar prefrontal korteks ve amigdala tarafından bir nevi yakıt olarak kullanılarak işlev yerine getirilir. amigdalanın tehlike uyarıları işin içine katılarak; noradrenalini dikkat sürdürme, tepki süresi belirleme yakıtı; dopamini harekete geçme, motivasyon (aksiyon devamlılığı), ödül, mutluluk yakıtı olarak kullanan prefrontal korteks; düşünsel, duygusal ve davranışsal optimizasyonu sağlıyor.
gelgelelim dehb’li bir beyinde (bu iki transmitter dehb’li olmayan beyne göre eşit düzeyde salgılanmakla beraber) yakıt kullanım sonrası kalan atıkları ve fazla yakıtı geri pompalamakla görevli sistem, olması gerekenden çok daha hızlı çalışıyor. bu da salınımı gerçekleştirilen bu transmitterlerin, henüz doğru düzgün kullanılmadan sistemden çıkmasına ve böylelikle bu iki transmitterin yoksunluğuna sebep oluyor. bu da işleri hem tahmin edilebilir hem de bazı yönleriyle tahmin edilemez düzeyde allak bullak bir hale getiriyor.
yani; motive olamıyorum, mutlu olamıyorum, dürtüselliğim fazla gibi beklenen sonuçların dışında da sonuçlar var. zira işin içine amigdalanın tehlike algısını düzgün işleyememesi, prefrontal korteksin amigdaladan gelen sinyallere yeterli/uygun reaksiyon verememesi de giriyor ve iş ciddi derecede kompleks bir hal alıyor. ve bu nedenle semptomları müstakil ele almak yanıltıcı olabiliyor, çünkü aralarında bariz veya belli belirsiz korelasyonlar var…
dehb’e dair edindiğim bilgileri kendine notlar nevinde birkaç entryle yazasım var:
bu ‘dissorder’a ilk kez yıllar önce dehb’li kız arkadaşımla aşina olmuştum. yan yana geldiğimizde sürekli olarak çevre uyaranlara karşı belli belirsiz tepkiler veriyordu. biz konuşurken mesela ben elimle masada bir şeye uzanıyorsam ona odaklanıyor, sonra hemen odağı değişiyordu. o zamanlar sadece onun anlattıklarından yaptığım çıkarımla dehb’i böyle bir şey olarak algılamıştım: uyaranlara hassasiyet.
keza doktor kontrolüne gittiğinde doktor ilaçlarını kesip ilaçsız bir hayata başlatma eğilimindeydi. yani aslında ergenlik dönemi dehb’inin yetişkinliğe ilerleyince semptomlarının azalmasıyla (beyinsel gelişimin devam ederek dehb etkilerini tolere etmesiyle) ilaçtan kurtulunabiliyormuş. o yaşlar (23) tam olarak iyi bir zaman gibi gözüküyordu doktora. yaşlıca bir psikiyatriat hulusi kentmen gibi “kızım, hep ilaç mı kullanacaksın, bırakalım artık” falan diyordu. ben de doktorun yaklaşımının da gazıyla “e işte ne güzel, ilaç kullanman gerekmez” yaklaşımındaydım. hatta o dönem hasbel kader aynı ortamda bulunduğum başka bir psikiyatriste kız arkadaşımın durumundan bahsedip biraz da ilaçları bırakmak istememesini (zira ilaçlarla çok iyi ders çalıştığı için çok önemsiyordu) biraz hayıflanarak anlattım. onun da benim gibi düşüneceğini ve o meyanda konucağını sandım ancak ilginç şekilde bırakmasının çok mantıklı olmadığını, keza ilaçların hem çok etkili olduğunu hem de ciddiye alınır bir yan etkisi olmadığını söyledi. (evet, kişiden kişiye değişebilecek geniş bir skalada muhtemel yan etkiler mevcut ama sanırım o fayda/zarar değerlendirmesi yapmış) semptomlardan falan bahsetti, ayrıntılı sayılabilecek düzeyde bilgi verdi. onu dinlerken ilk o gün kendimden işkillenmiştim. bu arada bizim ilişki yürümedi, sonra o ne yaptı, ilaçları bıraktı mı devam mı etti bilmiyorum. ama o süreçte içime bir kurt düştü.
sonra tabi ben bu mevzuyu salladım, internette falan dehb’le ilgili mevzulara rast geldiğim oldu. çocuğunun/kendisinin dehb’li olmasına gönderme yapanlara karşı “herkes kendini/çocuğunu dehb’li sanıyor yeaa” diyenler falan vardı. zaman zaman semptomlara dair bazı videolara denk gelip şüphelendim, bazen de “yok lan kendine hastalık arama” deyip geçtim. aslında orada bile dehb davranışı sergilediğimi fark ettim:
- dur şu kitabı rafa koyayım.
(3 ay sonra kitap rafa konur. )
- bir ara bi psikiyatriste gidip dehb var mı yok mu emin olayım.
2 yıl sonra: bi psikiyatriste gidip dehb mevzusunu anlatsam iyi olacak.
bundan birkaç yıl önce devlet hastanesinde psikiyatri biriminden randevu alıp gittim. şöyle bir diyalog gelişti:
- hocam bende şöyle şöyle semptomlar var, bunun dehb’le uyuştuğunu düşünüyorum.
- hepimizin hayat meşgalesinden kafası dağıldığı oluyor. olur öyle şeyler.
60 saniye sürdü görüşme ve bana “lan yoktan yere kendine hastalık aramışsın, al işte psikiyatrist sallamadı bile, hani biraz olsa bile adam şüphelenirdi” diye düşündürdü. demek ki ben dikkati dağınık, ertelemeye meyyal, disiplinden uzak biriyim…
evet, kendini suçlama, aşırı özeleştirel tutum ve kendine birkaç ay gözü dönmüş bir disiplini tatbik etme. arbeiten mach frei!
gelgelelim, bu mümkün değil tabi. amigdalanın ve de rsd’nin (reddedilme duyarlılığı) gözü kör olsun; o disiplin de küçük bir aksaklıkla alt üst oluyor. hop hadi bakalım gelsin yine özeleştiri, kendini yerden yere vurma, kendine karşı acımasızlık. böyle lanet bir kısır döngü.
neyse efendim, yakın zamanda yine kanaat getirmeye başladım ki, ben dehb’liyim. yine devlet hastanesinde bir randevu (özelde beni abone yapmak isterler, objektif olmazlar düşüncesi vardı) ve görüşme sonrası, hiç de öyle kuruntu olmayabileceğine dair birkaç söz duydum. ama bu işler öyle olmuyormuş, gidip bir moxo testi yaptırmam gerekiyormuş ve (benim çekincelerimin aksine) bu öyle istemli veya istemsiz şekilde kolay kolay manipüle edilecek bir test değilmiş. gittim yaptırdım. testi yaparken “sanırım bu test dikkat ölçmekten ziyade sabır ölçüyor” dediğimde zaten psikolog bana doğru anlamlı bir bakış attı. keza test sonuçları da psikologun bakışlarını destekler şekilde “bugüne kadar neredeydin ibiş” diyordu.
ikinci kez psikiyatriste gidene kadar dehb’e dair ne varsa okudum, araştırdım. ancak internetteki materyal klasik 3-5 semptomdan ibaret ve daha çok çocuklara yönelikti. yetişkin dehb’e dair yorum/veri az. (ecnebi kanallarda biraz daha fazla yetişkin dehb içeriği olsa da ayrıntı az, hiperfokusu tatmin etmiyor) işte efendim, çocuğunuz düz duvara mı tırmanıyor, okumaktan mı sıkılıyor, derslerinde başarısız mı, öfkeli mi falan fıstık. dehb’i klasik isimlendirmesine istinaden (dikkat/hiperaktivite) anlamladıran kıytırık yüzeysel şeyler. (ayrıca kim buna bu ismi verdiyse aşırı yanıltıcı bir tanımlama.)
dehb’in bende yansıması olarak (‘klasik
dehb’li tarzı ibareler kullanmayacağım, çünkü kişiden kişiye değişen tezahürleri var) o hiperfokus denilen şey zuhur etti ve işi gücü bırakıp (hiperfokusun en belirgin tezahürü) buna odaklandım.
hiperfokus, dehb semptomlarından dikkat eksikliğine taban tabana zıt şekilde aşırı odaklanma demek oluyor. nörobiyolojik nedenselliğine sonra gelelim; ilgini çeken (dolayısıyla dopamin salgılatma potansiyeli olan) şeye karşı o süreçte sanki dünyada başka bir şey yokmuşçasına çılgınca odaklanabiliyorsun. hiperliğinden kasıt, dehb olmayanların odaklanma kabiliyetinin çok ötesine geçebiliyorsun. ancak her ilginç şeyin künhüne vakıf olundukça sıradanlaşması ve rutinleşmesi nedeniyle, ilginçlik eşiğinin altına düştüğü anda bu hiperfokus süreci sonlanıyor.
bu süreçte, (internetteki klasik materyaller çok tatmin etmediğinden) deepseek’i analitik düşünce tarzı nedeniyle severim, hemen ona başvurdum ve 1 haftadan fazla sürecek dehb analizini başlattım. nörobiyolojik sistematiğinden tut da, muhtemel ilaçların dehb’e dair etkisine, farmakolojik özelliklerine (plazma yarılanma süresi, salınım sistematiği vs) etki süresine ve yan etkilerine; çocukluktan tut da yetişkin dönem davranış/düşünce tezahürlerine kadar…
açıkçası çok faydalı olduğunu düşünüyorum, hatta konuyla alakasız görünen bazı düşünsel/davranışsal tezahürleri konuşma sırasında kendim tespit etmeye başladım ki, bu da sebep sonuç örgüsünün zihnimde oturmasını sağladı. yine dehb’le ilişkilendirdiğim bir huy olarak bir şeyin sebep sonuç ilişkisini kavramadan tatmin olmam mümkün değil, “neden” sorusuna cevap verilmiyorsa (komplekslik nedeniyle cevap verilemezlik müstesna) benim için o bilgi/iddia/varsayım goygoydan ibarettir ve çoğunlukla itibar etmem.
temel olarak edindiğim bilgilerden yaptığım çıkarımlar ve bendeki tezahürleriyle (“çıkarım” ve “bendeki” ibarelerine dikkat) nedenselliği şu şekilde:
nörobiyolojik olarak bakarsak, bir beyinde prefrontal korteks (yönetici, optimize karar alıcı) dopamin ve noradrenalin tüketerek bu işlevini yerine getiriyor. dopamin daha çok mutluluk/motivasyon/ödül/dürtü sağlayıcılıkla; nöradrenalin ise uyanıklık/dikkat/tepki sürelerinden sorumlulukla bağdaştırılsa da, beyindeki bu transmitterlerin hemen hemen hiçbiri için böylesi kesin çizgilerle çizilmiş görev tanımlarından bahsedemeyiz. etkileşimli çalıştıklarından bir görev üzerinde ortak etkiler veya ortak işlevsellikler de mevcut. amigdala’nın ise, yine bu transmitterlerin işlevselliği ile alarm verici bir görevi, tehlike algısında uyarıcı bir sorumluluğu var diyebiliriz yüzeysel olarak.
dopamin ve nöradrenalinin beyin kimyasının gerektiği şekilde salınımı sağlandığında bunlar prefrontal korteks ve amigdala tarafından bir nevi yakıt olarak kullanılarak işlev yerine getirilir. amigdalanın tehlike uyarıları işin içine katılarak; noradrenalini dikkat sürdürme, tepki süresi belirleme yakıtı; dopamini harekete geçme, motivasyon (aksiyon devamlılığı), ödül, mutluluk yakıtı olarak kullanan prefrontal korteks; düşünsel, duygusal ve davranışsal optimizasyonu sağlıyor.
gelgelelim dehb’li bir beyinde (bu iki transmitter dehb’li olmayan beyne göre eşit düzeyde salgılanmakla beraber) yakıt kullanım sonrası kalan atıkları ve fazla yakıtı geri pompalamakla görevli sistem, olması gerekenden çok daha hızlı çalışıyor. bu da salınımı gerçekleştirilen bu transmitterlerin, henüz doğru düzgün kullanılmadan sistemden çıkmasına ve böylelikle bu iki transmitterin yoksunluğuna sebep oluyor. bu da işleri hem tahmin edilebilir hem de bazı yönleriyle tahmin edilemez düzeyde allak bullak bir hale getiriyor.
yani; motive olamıyorum, mutlu olamıyorum, dürtüselliğim fazla gibi beklenen sonuçların dışında da sonuçlar var. zira işin içine amigdalanın tehlike algısını düzgün işleyememesi, prefrontal korteksin amigdaladan gelen sinyallere yeterli/uygun reaksiyon verememesi de giriyor ve iş ciddi derecede kompleks bir hal alıyor. ve bu nedenle semptomları müstakil ele almak yanıltıcı olabiliyor, çünkü aralarında bariz veya belli belirsiz korelasyonlar var…
devamını gör...
2.
dehb’in duygusal, düşünsel ve davranışsal sonuçları:
(bundan sonrasında nörobiyolojik korelasyon veya nedenselliğe çok derinlemesine girmeye gerek yok, sadece yeri geldikçe değineceğim.)
not: burada ‘dehb’li’ ibaresiyle sadece kendimi kastettiğimi varsayabilirsiniz. her dehb’lide bu örnekler olmayabilir. hatta bende de bazıları ihmal edilebilir düzeyde ama olası bütün tezahürleri yazmaya çalışıyorum ki, hem öz farkındalık sağlasın, hem de olur ki birinin işine yarar.
not: kendi çıkarımlarımla dehb’le ilişkilendirdiğim bütün bu olgu ve durumların her biri kısmen ya da tamamen belirgin veya ihmal edilebilir düzeyde dehb’li olmayanlarda da mevcut. bunlarıın her birini skala olarak düşünürsek her insan o skalada bir noktaya tekabül edecektir. zira dehb’te, diğer insanlar için çeşitli düzeylerde hiç var olmayan (bir diğer deyişle; diğerleri için tanımlanamaz) herhangi bir duygusal/düşünsel/davranışsal sürece henüz rastlamadım. (zaten tam da bu sebeple dehb’li birinin dehb’li olduğunu fark etmesi oldukça zorlaşıyor) sadece dehb kaynaklı farklılaşmayı tespit etmeye çalışıyorum.
rsd (rejection sensitive dysphoria - reddedilme duyarlılığı): kimlik veya benlik denilen şeyden duygusal (iç) ve davranışsal (dış) profil çıkartıldığında geriye kalan ayrı bir şey elbette vardır ve belki buna fıtrat veya ruh diyorlar, bilemiyorum. ancak duygusal ve davranışsal profilinizde rsd kadar etkili bir şey bulmak çok zor.
zira genetik aktarım haricinde (ki dehb önemli oranda genetik aktarım) insanları dışarıdan davranışları ile profilleriz. kişi ise kendisini hem davranış hem de duygu ve düşünceleriyle profiller. “ben kimim?” sorusuna da bu meyanda cevap vermeye meyyaldir. ben hassas, merhametli, öfkeli, gaddar, iyi niyetli, hareketli, alıngan, neşeli, ketum, yumuşak, kırılgan vs vs biriyim. evet, aslında muhtemelen bir öz’ün tezahürlerinden bahsediyor ve belki de aslolana ilişkin daha öncül bir tanımlama yapamıyor olabilir, burası işin felsefesi.
ancak bütün bu tezahürlerin her birinde rsd’nin de doğrudan veya dolaylı (yönlendirici/güçlendirici/zayıflatıcı) payı olabileceği gerçeğiyle yüzleşmek gerektiğini fark ettiğimi söyleyebilirim. yalnız burada “pay” ibaresine dikkat çekmek lazım, çünkü zannetmiyorum ki, rsd ve hatta bütünüyle nörobiyolojik alt yapı, herhangi bir davranış/düşünce/duygulanım biçimini çerçeve çizici bir altyapı olmadan meydana getirebilsin. (fıtrat/benlik diye adlandırdığımız o altyapının sistematiği için bütüncül bir açıklama varsa bile nöroloji ve psikiyatri daha işin çok başında diyebiliriz.)
rsd, isimlendirme nedeniyle, akla ilk olarak, sosyal ilişkilerde talebin karşılanmamasına karşı gelişen duyarlılığı getiriyor ki, evet, bu doğru ancak bu kadar basit değil. nedenselliğine biraz bakarsak; yine amigdalanın tehlike algısını abartması ve preforantal korteksin dürtü kontrol zayıflığıyla bağdaştırmak mümkün.
ilk akla gelen tezahürleri şöyle açıklayabiliriz. dehb’li birey için sosyal süreçler doğal olarak dehb’li olmayana göre çok daha zor. zira başlı başına odaklanma problemi bile hayattaki rekabetçilikte bir frenleyici ve haliyle ortalama seviyeye gelmek diğerlerine göre çok daha maliyetli (zaman, zihinsel efor vs) bir süreç. insanların o masanın başında 1 saat oturması yeterliyken senin en az 3-4 saate (yerine göre daha fazla) oturman gerekir ve zihinsel dinlenme ihtiyacın daha fazladır. hiperfokus halinde durum tam tersi olsa da, bu seçilebilir bir şey olmadığından ve zaten eğitim denilen süreç pek de ilginç olmadığından senin için bir zûl haline gelmesi zaten beklenen bir şey. insanlar aptal olduğunu düşünür, sen de buna inanmaya başlarsın. ayrıca insanları dinlemekte zorlanmanın da (dikkat eksikliği + dürtüsellik) bir maliyeti vardır, çünkü bu iyi bir iletişimi baltalar. dikkat/odaklanma yeterli seviyede olmadığında çalışan (geçici) belleğini çocukluktan beri yeterince eğitmemişsindir ve az önce söylenen şeyi ve yeni kişilerin ismini unutabilirsin. (insanlar buna alınır.) zihnin aşırı hızlı düşündüğünden insanların hepsi yavaş konuşuyor gibi gelir, buna tahammül edemezsin, arka planda başka şey düşünürsün yahut söz kesersin. (bu bende çok yoğun var, biri fazla yavaş konuşuyorsa veya konuya gelmek yerine lafı uzatıyorsa tokatlayasım geliyor) markete bir şeyler almaya gidersin alacaklarını eksik alırsın. (lüzumsuz canın sıkılır) araç kullanırken navigasyona bağımlı olursun çünkü yolları 1-2 sefer gitmeyle kalıcı belleğe kaydedemezsin. dürtüselliğin anlık kararlar almaya iter ve hızlı kararların yanlış olma ihtimali daha yüksektir ve insanlar çoğunlukla bu kararlarına/planlarına iştirak etmez. alışverişte lazım olmayan şeyleri yahut bir şeyden ihtiyacından fazlasını (sevdiğin şeyi almak dopamin salgılatır) alma eğilimindesindir. maddi planlamanın zayıf olması birikim yapma ihtimalini azaltır. ertelemeci huyun seni savruk/tembel/sorumsuz gösterir, kendin de öyle hissedersin vs vs. bunun gibi en tahmin edilebilir tezahürler bile belirli düzeylerde dışlanma ve garipsenmeye sebep olur.
kısacası, dehb’li kendini bilmeye başladığından beri bu tür sorunlar nedeniyle genel olarak hayat tarafından reddedilmiş gibi hissedebilir. bu garipsenme/dışlanma duygusunu o denli içselleştirir ki, bu açıkları kapatmak/gizlemek için farkında olarak veya farkında olmadan savunma mekanizması geliştirir. (bunların da doğrudan/dolaylı başka sebepleri var, onlara da değineceğiz) dahası, içselleştirilmiş olumsuz tecrübelerde amigdala tehlikeyi hızlıca tanıyarak olduğundan çok daha kuvvetli sinyallediği için bir anlık reddedilme (utanç, dışlanma, garipsenme) ona aşırı derecede dayanılmaz bir şey gibi gelir. bununla birlikte hızlı düşünme eğilimi bir sosyal süreçte yaşanan belirsizliği yorumlarken muhtemel makul nedenleri atlayarak en olumsuza gitmeye (utanç, dışlanma/garipsenme varsayımına) sebep olur. genel olarak “reddedilme” diye basite indirgenen duyarlılığın sistematiğini bu şekilde özetleyebiliriz.
rsd’nin izdüşümsel diğer yansımaları:
aşırı duygusal empati: dehb’li biri, duygulara rsd nedeniyle aşina olduğu için benzer bir duygu gördüğünde onu olduğu gibi ve hatta empati yaptığı insandan çok daha derin hissedebilir. bunun sebeplerinden biri de ayna nöronlarının çok daha etkili çalışmasıdır. birini üzülürken görürse istemsiz şekilde duyguyu anında kopyalar. hatta daha derinleştirebildiği için buna kopyalamak yerine “simüle eder” demek daha doğru olur. bu durum, bütün duygu durumları için, kişiden kişiye değişecek şekilde kendini gösterir. biri öfkeliyse dehb’li de gerilmeye başlar, ortam neşeliyse dehb’linin de eğilimi o yöne kayar. işin kötüsü, dehb’lide mikro ifade okuma, duygu durumunu hissetme kabiliyeti daha yüksek olduğundan (sosyal süreçlerde maruziyeti azaltmak amacıyla fazla geliştiği için ve/veya ayna nöron aktivitesi nedeniyle) kişilerin duygu durumunu o söylemese bile hissedebilir. öfkeye ayrı değineceğiz ama mesela iki kişiyi tartışırken görüp ayırmaya kalkıp sonra ikisine de aşırı derecede öfkelenmeye başlamak şu an düşününce komik gelse de benim için çok olası. böyle durumlarda kavga eden çocukları ayırmaya gelip sonra ikisini de döven mahalle dayısı gibi hissediyorum kendimi. (güya ortamı sakinleştirecektik)
aşırı merhamet: aşırı duygusal empati derin üzüntüye sebep olduğunda merhamet ve şefkat duyguları aşırı hale gelir. çünkü o adaletsizliğe maruz kalma duygusunu çok iyi bilirsin. amigdala acil durum alarmını devreye sokar ve o problemi çözmeyi kendine görev edinir (kurtarıcı rolü), kendi benliğini ikinci plana atmaya başlarsın. alt beyinden gelen bu duygusal sinyal mantıklı karar almaya çalışan prefrontal korteksin “bu senin sorumluluğun değil, kendini de koru, gerçek merhamet hem kendine hem diğerlerine olandır, kendi güvenliğini/gücünü sağlamadan başkalarına yardım edemezsin” mesajlarına galip gelir. böylelikle suistimale açık hale gelirsin, hatta bazen suistimal olmasa da (talep edilmemişken bile) o tehlikeyi def etmeye talip olursun. kendini ikinci plana atma eğiliminde odak sorunu da etkilidir. odağını sadece o kişinin sorununa verip diğer kişi yahut sorunlarla ilgili sorumluluklarını yok sayar yahut ertelersin. daha da kötüsü, eğer o sorunu (onca çabana rağmen) çözmeye gücün yetmiyorsa ağır bir suçluluk duygusu, kendini yetersiz görme ve üzüntü baş gösterir.
bütün bunlar seni özellikle duygusal ilişkilerde problemli kişilere sempati duyma yönünde manipüle edebilir. (şefkati beğeni sanma) sempati ve şefkatle gelen korumacılık güdün ilişkilerde müdahaleci, karışan, kıskanç bir profil olarak algılanmana sebep olabilir. koruma bağlamında “kesin hayır” diyebilen biriyken (öyle giyinme, şunla yüzgöz olma, gece dışarıya çıkma, ulaşım olmayan yerlere tek başına yürüyerek gitme vs) biriyken diğer birçok konuda da “hayır” demekte zorlanan biri olabilirsin.
köprüleri atma/ya hep ya hiç/mükemmeliyetçilik: hepsi birbiriyle bağlantılı aslında ve yine rsd tabanına oturuyor. kişisel ilişkilerde öfke yahut hayalkırıklığı nedeniyle (ki dehb kökenli bir süreçte öfke zaman zaman zaten bizzat hayal kırıklığının maskelenmiş halidir) bütün ilişiği kesme eğilimi olur. öfke dürtüsellikle de ilişkilidir ve dürtüsellik ani ve kati karar alma ihtimalini arttırır. hayal kırıklığı ise konunun başında belirttiğimiz “reddedilme hassasiyeti”nden kaynaklıdır. bu duygu o denli şiddetli hissedilir ki, kişi kendini korumaya almak için bunu bir daha yaşamayacağını garanti eden uç seçeneğe savrulur: irtibatı tamamen kesme. kendisi bunu kararlılık, ilkelilik, tutarlılık şeklinde işleyerek anlamlandırıp erdem’leştirebilir ve hatta buna samimiyetle de inanıyor olabilir ancak aslında bu bir savunma mekanizmasıdır.
sosyal ilişki çerçevesi dışına aldığımızda bu mekanizma mükemmeliyetçilik/ya hep ya hiçcilik şeklinde vuku bulur. bilinçaltının içsel tutarlılığı/huzuru sağlamak için yarattığını düşündüğüm bu maskeler de aslında o kendini koruma ve savunma mekanizmasını örtmek için kullanılıyor. mükemmeliyetçilik aslında avantajlı bir şey değildir, zira insana mükemmele ulaşması hemen hemen hiçbir konuda zaten mümkün değildir. buna rağmen mükemmelli seçmek görevi/uğraşı/amacı sabote etmenin bir biçimdir. ancak mükemmelin olumlu kodlanması bu sabotaja bir kisve verir. bir şeyi yapmak/yaşamak istemiyorsan (çoğunlukla farkında olmadan) onun yapılmasını imkansız hale getirirsin. bu tür bilinçaltı oyunları her insanda olur. (gitmek istemediğin yere giderken sürekli bir şeyler unutur, eve dönersin. bilinçaltın seni oradan uzak tutacak anomaliler yaratır vs) dehb’li için, yapamadı/yapmadı eleştirisi ve özeleştirisinin (rsd) ne denli güçlü bir tehdit olduğunu hesaba katınca bu mükemmelliyetçiliğin ne kadar abartılabileceğini varın siz hesap edin. hatta bu öyle otomatik ve istem dışı bir mekanizma ki, son gece hiperfokusla bütün her şeyi halledip çok bariz bir başarı elde etsen bile “daha da iyi olabilirdi” duygusuna engel olamıyorsun ve başarıları küçümsüyorsun.
- daha erken başlasam mükemmel olacaktı.
- hayır, mükemmel olmayacaktı, çünkü o zaman da o duyguyla daha da iyiyi arayacaktın.
- ve hayır, zaten aciliyet olmadığı için hiperfokusun devreye girmeyecekti, yani daha erken başlama şansın zaten yoktu.
dehb bu mükemmeliyetçilik duygusunu hem daha şiddetli hem de daha çok bağlamda yaşar. kökeninde çok çok yüksek ihtimalle rsd nedenli kendini koruma güdüsü yatar.
inatçılık/ısrarcılık: içsel başarısızlık duygusundan ve/veya sosyal reddedilmeden kaçınma isteğinin üzerine dürtüsellik de binince sonuç yeterince belli değil mi? bana “hayır” deme çünkü bunun bende yarattığı içsel fırtına senin zannettiğin gibi basit bir şey değil, diyesi var ama diyemiyor işte, ne etsin? ama kendisi de aslında bunun farkında değil ve ısrarına rağmen ona “hayır” dersen muhtemelen daha sonra o ısrarını hatırlayıp kendinden aşırı derecede utanacak, sonra buna sebep olduğun için sana öfkelenecek, sonra öfkesi geçip sana çok kırılacak. muhtemelen bir daha seninle görüşmek istemeyecek, görüşse bile artık sana karşı eskisi gibi olamayacak, içsel bir kırgınlık yaşayacak. (bu durum değer atfettiğin kişiler için geçerli, değer atfetmediğin, yeni tanıdığın, tanımaya çalıştığın kişilerde ise hiç umurunda olmuyor.)
ayrımlar netleşsin ve mekanizma anlaşılsın diye biraz mübalağa katıyorum ama bu duygulanım serisinin düşük yoğunlukla da olsa (mevzunun bağlamına göre yoğunluk artabilir) ortaya çıkması çok muhtemel.
inatçı olmalıyım çünkü giriştiğim bu işten vazgeçersem yaşatacağı duyguyu, kendime karşı acımasızlığımı, kendimi nasıl yerden yere vurup hırpaladığımı çok iyi biliyorum, o yüzden vazgeçemem, diyemiyor da “kararlılık” diyor.
tabi bunlar rol değil, gerçekten bu içsel mekanizmanın farkında değilsin ve dışta görünen sebebe samimiyetle inanıyorsun. çünkü her insanın en temel bilişsel ihtiyacı tutarlılıktır.
——
rsd devam edecek…
(bundan sonrasında nörobiyolojik korelasyon veya nedenselliğe çok derinlemesine girmeye gerek yok, sadece yeri geldikçe değineceğim.)
not: burada ‘dehb’li’ ibaresiyle sadece kendimi kastettiğimi varsayabilirsiniz. her dehb’lide bu örnekler olmayabilir. hatta bende de bazıları ihmal edilebilir düzeyde ama olası bütün tezahürleri yazmaya çalışıyorum ki, hem öz farkındalık sağlasın, hem de olur ki birinin işine yarar.
not: kendi çıkarımlarımla dehb’le ilişkilendirdiğim bütün bu olgu ve durumların her biri kısmen ya da tamamen belirgin veya ihmal edilebilir düzeyde dehb’li olmayanlarda da mevcut. bunlarıın her birini skala olarak düşünürsek her insan o skalada bir noktaya tekabül edecektir. zira dehb’te, diğer insanlar için çeşitli düzeylerde hiç var olmayan (bir diğer deyişle; diğerleri için tanımlanamaz) herhangi bir duygusal/düşünsel/davranışsal sürece henüz rastlamadım. (zaten tam da bu sebeple dehb’li birinin dehb’li olduğunu fark etmesi oldukça zorlaşıyor) sadece dehb kaynaklı farklılaşmayı tespit etmeye çalışıyorum.
rsd (rejection sensitive dysphoria - reddedilme duyarlılığı): kimlik veya benlik denilen şeyden duygusal (iç) ve davranışsal (dış) profil çıkartıldığında geriye kalan ayrı bir şey elbette vardır ve belki buna fıtrat veya ruh diyorlar, bilemiyorum. ancak duygusal ve davranışsal profilinizde rsd kadar etkili bir şey bulmak çok zor.
zira genetik aktarım haricinde (ki dehb önemli oranda genetik aktarım) insanları dışarıdan davranışları ile profilleriz. kişi ise kendisini hem davranış hem de duygu ve düşünceleriyle profiller. “ben kimim?” sorusuna da bu meyanda cevap vermeye meyyaldir. ben hassas, merhametli, öfkeli, gaddar, iyi niyetli, hareketli, alıngan, neşeli, ketum, yumuşak, kırılgan vs vs biriyim. evet, aslında muhtemelen bir öz’ün tezahürlerinden bahsediyor ve belki de aslolana ilişkin daha öncül bir tanımlama yapamıyor olabilir, burası işin felsefesi.
ancak bütün bu tezahürlerin her birinde rsd’nin de doğrudan veya dolaylı (yönlendirici/güçlendirici/zayıflatıcı) payı olabileceği gerçeğiyle yüzleşmek gerektiğini fark ettiğimi söyleyebilirim. yalnız burada “pay” ibaresine dikkat çekmek lazım, çünkü zannetmiyorum ki, rsd ve hatta bütünüyle nörobiyolojik alt yapı, herhangi bir davranış/düşünce/duygulanım biçimini çerçeve çizici bir altyapı olmadan meydana getirebilsin. (fıtrat/benlik diye adlandırdığımız o altyapının sistematiği için bütüncül bir açıklama varsa bile nöroloji ve psikiyatri daha işin çok başında diyebiliriz.)
rsd, isimlendirme nedeniyle, akla ilk olarak, sosyal ilişkilerde talebin karşılanmamasına karşı gelişen duyarlılığı getiriyor ki, evet, bu doğru ancak bu kadar basit değil. nedenselliğine biraz bakarsak; yine amigdalanın tehlike algısını abartması ve preforantal korteksin dürtü kontrol zayıflığıyla bağdaştırmak mümkün.
ilk akla gelen tezahürleri şöyle açıklayabiliriz. dehb’li birey için sosyal süreçler doğal olarak dehb’li olmayana göre çok daha zor. zira başlı başına odaklanma problemi bile hayattaki rekabetçilikte bir frenleyici ve haliyle ortalama seviyeye gelmek diğerlerine göre çok daha maliyetli (zaman, zihinsel efor vs) bir süreç. insanların o masanın başında 1 saat oturması yeterliyken senin en az 3-4 saate (yerine göre daha fazla) oturman gerekir ve zihinsel dinlenme ihtiyacın daha fazladır. hiperfokus halinde durum tam tersi olsa da, bu seçilebilir bir şey olmadığından ve zaten eğitim denilen süreç pek de ilginç olmadığından senin için bir zûl haline gelmesi zaten beklenen bir şey. insanlar aptal olduğunu düşünür, sen de buna inanmaya başlarsın. ayrıca insanları dinlemekte zorlanmanın da (dikkat eksikliği + dürtüsellik) bir maliyeti vardır, çünkü bu iyi bir iletişimi baltalar. dikkat/odaklanma yeterli seviyede olmadığında çalışan (geçici) belleğini çocukluktan beri yeterince eğitmemişsindir ve az önce söylenen şeyi ve yeni kişilerin ismini unutabilirsin. (insanlar buna alınır.) zihnin aşırı hızlı düşündüğünden insanların hepsi yavaş konuşuyor gibi gelir, buna tahammül edemezsin, arka planda başka şey düşünürsün yahut söz kesersin. (bu bende çok yoğun var, biri fazla yavaş konuşuyorsa veya konuya gelmek yerine lafı uzatıyorsa tokatlayasım geliyor) markete bir şeyler almaya gidersin alacaklarını eksik alırsın. (lüzumsuz canın sıkılır) araç kullanırken navigasyona bağımlı olursun çünkü yolları 1-2 sefer gitmeyle kalıcı belleğe kaydedemezsin. dürtüselliğin anlık kararlar almaya iter ve hızlı kararların yanlış olma ihtimali daha yüksektir ve insanlar çoğunlukla bu kararlarına/planlarına iştirak etmez. alışverişte lazım olmayan şeyleri yahut bir şeyden ihtiyacından fazlasını (sevdiğin şeyi almak dopamin salgılatır) alma eğilimindesindir. maddi planlamanın zayıf olması birikim yapma ihtimalini azaltır. ertelemeci huyun seni savruk/tembel/sorumsuz gösterir, kendin de öyle hissedersin vs vs. bunun gibi en tahmin edilebilir tezahürler bile belirli düzeylerde dışlanma ve garipsenmeye sebep olur.
kısacası, dehb’li kendini bilmeye başladığından beri bu tür sorunlar nedeniyle genel olarak hayat tarafından reddedilmiş gibi hissedebilir. bu garipsenme/dışlanma duygusunu o denli içselleştirir ki, bu açıkları kapatmak/gizlemek için farkında olarak veya farkında olmadan savunma mekanizması geliştirir. (bunların da doğrudan/dolaylı başka sebepleri var, onlara da değineceğiz) dahası, içselleştirilmiş olumsuz tecrübelerde amigdala tehlikeyi hızlıca tanıyarak olduğundan çok daha kuvvetli sinyallediği için bir anlık reddedilme (utanç, dışlanma, garipsenme) ona aşırı derecede dayanılmaz bir şey gibi gelir. bununla birlikte hızlı düşünme eğilimi bir sosyal süreçte yaşanan belirsizliği yorumlarken muhtemel makul nedenleri atlayarak en olumsuza gitmeye (utanç, dışlanma/garipsenme varsayımına) sebep olur. genel olarak “reddedilme” diye basite indirgenen duyarlılığın sistematiğini bu şekilde özetleyebiliriz.
rsd’nin izdüşümsel diğer yansımaları:
aşırı duygusal empati: dehb’li biri, duygulara rsd nedeniyle aşina olduğu için benzer bir duygu gördüğünde onu olduğu gibi ve hatta empati yaptığı insandan çok daha derin hissedebilir. bunun sebeplerinden biri de ayna nöronlarının çok daha etkili çalışmasıdır. birini üzülürken görürse istemsiz şekilde duyguyu anında kopyalar. hatta daha derinleştirebildiği için buna kopyalamak yerine “simüle eder” demek daha doğru olur. bu durum, bütün duygu durumları için, kişiden kişiye değişecek şekilde kendini gösterir. biri öfkeliyse dehb’li de gerilmeye başlar, ortam neşeliyse dehb’linin de eğilimi o yöne kayar. işin kötüsü, dehb’lide mikro ifade okuma, duygu durumunu hissetme kabiliyeti daha yüksek olduğundan (sosyal süreçlerde maruziyeti azaltmak amacıyla fazla geliştiği için ve/veya ayna nöron aktivitesi nedeniyle) kişilerin duygu durumunu o söylemese bile hissedebilir. öfkeye ayrı değineceğiz ama mesela iki kişiyi tartışırken görüp ayırmaya kalkıp sonra ikisine de aşırı derecede öfkelenmeye başlamak şu an düşününce komik gelse de benim için çok olası. böyle durumlarda kavga eden çocukları ayırmaya gelip sonra ikisini de döven mahalle dayısı gibi hissediyorum kendimi. (güya ortamı sakinleştirecektik)
aşırı merhamet: aşırı duygusal empati derin üzüntüye sebep olduğunda merhamet ve şefkat duyguları aşırı hale gelir. çünkü o adaletsizliğe maruz kalma duygusunu çok iyi bilirsin. amigdala acil durum alarmını devreye sokar ve o problemi çözmeyi kendine görev edinir (kurtarıcı rolü), kendi benliğini ikinci plana atmaya başlarsın. alt beyinden gelen bu duygusal sinyal mantıklı karar almaya çalışan prefrontal korteksin “bu senin sorumluluğun değil, kendini de koru, gerçek merhamet hem kendine hem diğerlerine olandır, kendi güvenliğini/gücünü sağlamadan başkalarına yardım edemezsin” mesajlarına galip gelir. böylelikle suistimale açık hale gelirsin, hatta bazen suistimal olmasa da (talep edilmemişken bile) o tehlikeyi def etmeye talip olursun. kendini ikinci plana atma eğiliminde odak sorunu da etkilidir. odağını sadece o kişinin sorununa verip diğer kişi yahut sorunlarla ilgili sorumluluklarını yok sayar yahut ertelersin. daha da kötüsü, eğer o sorunu (onca çabana rağmen) çözmeye gücün yetmiyorsa ağır bir suçluluk duygusu, kendini yetersiz görme ve üzüntü baş gösterir.
bütün bunlar seni özellikle duygusal ilişkilerde problemli kişilere sempati duyma yönünde manipüle edebilir. (şefkati beğeni sanma) sempati ve şefkatle gelen korumacılık güdün ilişkilerde müdahaleci, karışan, kıskanç bir profil olarak algılanmana sebep olabilir. koruma bağlamında “kesin hayır” diyebilen biriyken (öyle giyinme, şunla yüzgöz olma, gece dışarıya çıkma, ulaşım olmayan yerlere tek başına yürüyerek gitme vs) biriyken diğer birçok konuda da “hayır” demekte zorlanan biri olabilirsin.
köprüleri atma/ya hep ya hiç/mükemmeliyetçilik: hepsi birbiriyle bağlantılı aslında ve yine rsd tabanına oturuyor. kişisel ilişkilerde öfke yahut hayalkırıklığı nedeniyle (ki dehb kökenli bir süreçte öfke zaman zaman zaten bizzat hayal kırıklığının maskelenmiş halidir) bütün ilişiği kesme eğilimi olur. öfke dürtüsellikle de ilişkilidir ve dürtüsellik ani ve kati karar alma ihtimalini arttırır. hayal kırıklığı ise konunun başında belirttiğimiz “reddedilme hassasiyeti”nden kaynaklıdır. bu duygu o denli şiddetli hissedilir ki, kişi kendini korumaya almak için bunu bir daha yaşamayacağını garanti eden uç seçeneğe savrulur: irtibatı tamamen kesme. kendisi bunu kararlılık, ilkelilik, tutarlılık şeklinde işleyerek anlamlandırıp erdem’leştirebilir ve hatta buna samimiyetle de inanıyor olabilir ancak aslında bu bir savunma mekanizmasıdır.
sosyal ilişki çerçevesi dışına aldığımızda bu mekanizma mükemmeliyetçilik/ya hep ya hiçcilik şeklinde vuku bulur. bilinçaltının içsel tutarlılığı/huzuru sağlamak için yarattığını düşündüğüm bu maskeler de aslında o kendini koruma ve savunma mekanizmasını örtmek için kullanılıyor. mükemmeliyetçilik aslında avantajlı bir şey değildir, zira insana mükemmele ulaşması hemen hemen hiçbir konuda zaten mümkün değildir. buna rağmen mükemmelli seçmek görevi/uğraşı/amacı sabote etmenin bir biçimdir. ancak mükemmelin olumlu kodlanması bu sabotaja bir kisve verir. bir şeyi yapmak/yaşamak istemiyorsan (çoğunlukla farkında olmadan) onun yapılmasını imkansız hale getirirsin. bu tür bilinçaltı oyunları her insanda olur. (gitmek istemediğin yere giderken sürekli bir şeyler unutur, eve dönersin. bilinçaltın seni oradan uzak tutacak anomaliler yaratır vs) dehb’li için, yapamadı/yapmadı eleştirisi ve özeleştirisinin (rsd) ne denli güçlü bir tehdit olduğunu hesaba katınca bu mükemmelliyetçiliğin ne kadar abartılabileceğini varın siz hesap edin. hatta bu öyle otomatik ve istem dışı bir mekanizma ki, son gece hiperfokusla bütün her şeyi halledip çok bariz bir başarı elde etsen bile “daha da iyi olabilirdi” duygusuna engel olamıyorsun ve başarıları küçümsüyorsun.
- daha erken başlasam mükemmel olacaktı.
- hayır, mükemmel olmayacaktı, çünkü o zaman da o duyguyla daha da iyiyi arayacaktın.
- ve hayır, zaten aciliyet olmadığı için hiperfokusun devreye girmeyecekti, yani daha erken başlama şansın zaten yoktu.
dehb bu mükemmeliyetçilik duygusunu hem daha şiddetli hem de daha çok bağlamda yaşar. kökeninde çok çok yüksek ihtimalle rsd nedenli kendini koruma güdüsü yatar.
inatçılık/ısrarcılık: içsel başarısızlık duygusundan ve/veya sosyal reddedilmeden kaçınma isteğinin üzerine dürtüsellik de binince sonuç yeterince belli değil mi? bana “hayır” deme çünkü bunun bende yarattığı içsel fırtına senin zannettiğin gibi basit bir şey değil, diyesi var ama diyemiyor işte, ne etsin? ama kendisi de aslında bunun farkında değil ve ısrarına rağmen ona “hayır” dersen muhtemelen daha sonra o ısrarını hatırlayıp kendinden aşırı derecede utanacak, sonra buna sebep olduğun için sana öfkelenecek, sonra öfkesi geçip sana çok kırılacak. muhtemelen bir daha seninle görüşmek istemeyecek, görüşse bile artık sana karşı eskisi gibi olamayacak, içsel bir kırgınlık yaşayacak. (bu durum değer atfettiğin kişiler için geçerli, değer atfetmediğin, yeni tanıdığın, tanımaya çalıştığın kişilerde ise hiç umurunda olmuyor.)
ayrımlar netleşsin ve mekanizma anlaşılsın diye biraz mübalağa katıyorum ama bu duygulanım serisinin düşük yoğunlukla da olsa (mevzunun bağlamına göre yoğunluk artabilir) ortaya çıkması çok muhtemel.
inatçı olmalıyım çünkü giriştiğim bu işten vazgeçersem yaşatacağı duyguyu, kendime karşı acımasızlığımı, kendimi nasıl yerden yere vurup hırpaladığımı çok iyi biliyorum, o yüzden vazgeçemem, diyemiyor da “kararlılık” diyor.
tabi bunlar rol değil, gerçekten bu içsel mekanizmanın farkında değilsin ve dışta görünen sebebe samimiyetle inanıyorsun. çünkü her insanın en temel bilişsel ihtiyacı tutarlılıktır.
——
rsd devam edecek…
devamını gör...
3.
rsd’nin izdüşümsel diğer yansımaları:
öfke kontrol sorunu: öfkenin birden fazla (ayrı ayrı veya kombine) sebepleri olabilir. öfke sağlıklı bir duygudur ve gereklidir de. dehb özelinde farklılaşan ve kontrol zorluğuna sebep olan, rsd ve dürtüselliktir. dürtüsellik, yaşadığınız duyguyu aksiyona geçirmeden inhibe etmeyi (durdurma, engelleme) yahut kontrollü dışa vurmayı zorlaştırır. dolayısıyla bu bir patlama olarak ortaya çıkar. o anda öfke sizi ele geçirir ve karşınızdaki kim olursa olsun (yakınınız, sevdiğiniz farketmeksizin) o tepkiyi verirsiniz. anlık kontrolsüzlük diğer duyguları, olguları ve mantığı anlık olarak karartır. dehb’lide bu eşik aşıldığında artık önünü aydınlatan tek şey öfkedir. hızlı sönümlense de birilerini çoktan kırmış, üzmüş olursunuz. akabinde orantısız bir pişmanlık, kendini suçlama ve üzüntü gelir. hatta öyle ki, öfkenizi yönelttiğiniz kişiden daha fazla üzülür ve kendinizi yıpratırsınız.
rsd ise dürtüsellikten farklı olarak öfke eşiğini azaltıcı ve hassasiyet artırıcı bir işlev görür. dahası, amigdalanın tehlike sinyalini abartmasıyla tehdit algısı artar. eleştirel tutum, kimliğe saldırı olarak algılanacak tavır, saygısızlık gibi durumlar rsd nedeniyle öfke eşiğini düşürür, hassasiyeti arttırır. zira dehb’li zaten birçok konuda kendine karşı acımasızdır ve dışarıdan yeni bir yük (çok az bile olsa eşref saatinde) bardağı taşıran son damla olabilir.
ayrıca rsd, inat, ya hep ya hiçcilik gibi diğer unsurlarıyla öfkeyi uzatan, daha doğrusu ileride patlamak üzere korunumu ve hatta peyder pey artmasını sağlayan bir işlev de görebilir. örneğin bir saygısızlık veya dehb’li için benliğe saldırı olarak algılanabilecek söz/ima/davranışlara karşı hassasiyeti süreğen kılar. burada dürtüsellik değil, bu saldıraya henüz karşılık vermemiş olmanın yarattığı ve karşılık verilene kadar korunacak (ve belki de artacak) olumsuz duyguları izale etme çabası vardır. tepki verilene kadar bu öfke potansiyeli korunur. bu aslında bir nevi kin veya takıntı gibi gözükse de öyle değildir. içinde boğulduğun duygu selinden kurtulma çabasıdır. dehb’li için günlük anlamıyla safi kin duygusunun çok mümkün olduğunu düşünmüyorum. zira kin; planlı korunum, kontrol ve erteleme gerektirir ki, dehb’li için zaten mümkün olan şeyler değil. sürdürebilir öfke aslında planlı bir sürdürmeden değil, istenmeyen olumsuz duygu seline maruziyetin sürekliliğinden kaynaklıdır.
bu, dehb’li için sosyal ilişkilerde karşılıklı kırgınlık vs sonuçlarından ayrı olarak dış dünyadan (sevdiği saydığı sosyal çevre dışından, yabancı olandan) gelecek muhtemel saldırılara karşı bir nevi eyvallahsızlık yaratabilir. zira anlık öfke anında sonuçları düşünme yetisi zayıfladığı için, somut meydan okumalara anlık hassasiyet yüksektir ve bu da aslında ciddi bir risk demektir.
dahası, saygısızlığa uğrama düşüncesinin rsd kaynaklı sürdürülebilirliği, anlık öfke dışında bu tür dış tehditlere karşı da (dürtüsel öfke sönümlendikten sonra olumsuz sonuçlar hesaplayıp değerlendirebilecek zaman olmasına ve bu değerlendirme yapılmasına rağmen) eyvallahsızlık yaratabilir. zira bu değerlendirme sürecinde, kabullenmenin yaratacağı olumsuz hislere karşılık kabullenmemenin (rest çekmenin) riskleri ve kayıpları teraziye konur ve ilkinin ağır basma ihtimali kuvvetlidir. zihniniz size “olm buna eyvallah edeceğine öl daha iyi” diyerek erdemleştirme veya cesaretlilik kisvesi sunabilir. bu yaklaşım aslında cesaretten ileri gelmez. kendi kendini yerden yere vurma ve pişmanlık ile başlayacak ve sel haline gelecek olumsuz duyguların etkisi daha yakıcıdır. bu nedenle, muhtemel tehlikelere rağmen geri adım atmak daha büyük bir tehdittir. ve doğal olarak, başkalarına aşırı mantıksız ve hatta delice görünen ama sizin için daha az hasara tekabül eden seçeneğe yönelebilirsiniz. insanlar hayatında “ya herru ya merru” ikilemine denk gelebilir, bazen hayat sana başka seçencek sunmaz ancak dehb’li için bu ikilemle karşılaşma olasılığı bu nedenlerle daha fazladır. (her iki sebeple de bu ikilemle karşılaştığım oldu ve allah’ın lûtfuyla ağır sonuçlar yaşamadım çok şükür.) ergenlik ve ilk gençlik dönemi bu açıdan çok daha risklidir. yaş ilerledikçe (risk ortalama insana göre yine fazla olmasına rağmen) süreç başlamadan ön almayı ve süreci yönetmeyi (bağlamı ekarte etme, diş gösterme, karşı tarafın sönümlenmesine izin verip onu çaresizlikten kurtarma, yanlış anlamış olabileceğini hesaba katma vs) biraz daha öğreniyorsun. ama bu olgunlaşma, öfkede rsd bağlamını kontrol etmede işe yarasa da anlık öfkede çok ciddi bir azalmaya sebep olmuyor ne yazık ki!
—- rsd alt başlığını böylece sonlandıralım. —-
dehb’te korelatif tekil yansımalar:
bunları uzun uzadıya anlatmaya lüzum yok çünkü rsd’de yahut rsd öncesi başlıklarda nedenselliği ile yer yer değindiğim yahut değinmesem bile korelasyonu/nedenselliği tahmin edilebilecek tezahürlerden oluşuyor. biri diğerinin nedeni, tetikleyicisi, zemin olabiliyor ve bağlama göre bu roller yer değiştirebiliyor. bunların göze çarpan bir diğer özelliği ise, dehb’li olmayan insanlarca ya yanlış tanımlanması yahut sebebinin yanlış saptanması.
(ve tekrar edeyim, bunların da her biri her dehb’lide olmayabilir, kısmen olabilir. dehb’li olmayanlarda da kısmen veya tamamen olabilir.)
reddedilme korkusu: en baştan beri anlattığım şey zaten. rsd’nin tanımına en uygun, en somut tezahürü.
utanç ve yetersizlik hissi: birbirinin yerine geçebilir, biri diğerinin tetikleyebilir. sosyal reddedilmenin gerçekleşmesinin an meselesi olduğu varsayımı.
şahsileştirme, alınganlık: reddedilmenin vuku bulduğu varsayımı. dehb’li olmayan kişi, dış görüntüsüyle bunu klasik özgüvensizlik kaynaklı şahsileştirme ve alınganlık sanır. aslında mekanizma rsd ve hızlı düşünme nedenlidir. hızlı düşündüğünden diğer olasılıkları eler en kötü olasılığa atlarsın. burada diğer olasılıkları elemine etme söz konusu olmadığından özgüvensizlik söz konusu değildir, o diğer olasılıkları zaten görmezsin.
aşırı özeleştiri ve eleştiriye tahammülsüzlük: burada özeleştiri, içselleştirilmiş sosyal dışlanma süreçlerine karşı korunmak üzere ön alma çabasıdır. eleştirinin kendisi zaten sosyal reddedilme işaretidir. ayrıca aşırı özeleştiri kotayı doldurunca eleştiriyi absorbe etme kapasitesi azalır.
layık olmama düşüncesi: içselleştirilmiş geçmiş olumsuzluklar. aynı sonucu bekleme. bu da özgüvensizliği andırır ancak dehb’li olmayan bireyin anladığı şeyden farklıdır. eldeki aracı kullanamama korkusu değil, o araca sahip olmadığın varsayımdır. ama mesela bir konuda yetkinsen hiperfokus devreye girer ve onu en zor sosyal ortamda bile en iyi şekilde icra edersin. bu da mesela aşırı özgüvenli gözükür. dışarıdan bakan için çelişkilidir. dehb’li zaten poker face konusunda uzman olduğu için içsel durumuyla ilgili pek davranışsal renk vermez.
görünmez engel sendromu: çok basit bir işe hazırlanırken bile zihninde yüzlerce mikro adım tasarlama eğilimi. yorucu olduğu için erteleme ihtimali artar.
fiziksel bulanıklık: vücudun uzaydaki yerini dikkatsizlikle tayin edememe, elini kolunu bir yere çarpma, sakarlık. bu bende sıfır düzeyinde diyebilirim.
sosyal buffer yüklemesi: yoğun bir sosyal etkileşimden sonra bir süre zihinsel şarj olma ihtiyacı. sosyal ortamlarda uyaran çeşitliliği, diğerlerinin mikro ifadesini vs kontrol çabası nedeniyle beyin yorulması.
sözlü dürtüsellik: bir şey anlatırken yan sekmeden aklına başka şeylerin gelip onları anlatmaya başlayarak konudan sapma. bu da bende yok mesela, anlatan bensem konuşmada hiperfokus otomatik devreye giriyor. yazarken de aynı durum söz konusu.
(mesela bu entry serisini yazmak tahmin edilenden çok daha kompleks ve yorucu bir süreç. elimde 1 haftalık onlarca sayfaya tekabül eden diyalog kayıtları, aldığım notlar, onların nedenselliklerine ilişkin işaretlemeler, hafızamda psikolojik ve bilinçaltı alt yapısına dair biriktirdiğim post-it’ler, taradığım onlarca materyal yığını var ve bunları anlamlı bir dizge ve örüntü haline getirmek için yazıyorum ki, belki okuyanın zihninde klasik açıklamalar dışında bir lamba yakar. bununla birlikte kendi zihnimde bana özel katmanlı bir örüntü oluşturabilecek şekilde düzenlemeye çalışıyorum. şu an hiperfokus olmasa -yani bu örüntüleri tespit etmek ve oluşturmak benim için cezbedici/rutin dışı olmasa- bu keşmekeşle uğraşmaz, “ya işte dikkatin dağılıyor, dürtüsel oluyorsun” özetiyle yetinirdim. psikiyatrist, profesör vs titri taşıyan adamların/kadınların çektiği videolardaki anlatımlar ne yazık ki o seviyede. araştırdıkça o anlatım düzeyinin diğer insanlar için basitleştirmekten değil, basbaya yetersizlikten kaynaklandığını hissediyorsun. ve bu çok can sıkıcı bir şey, çünkü bu insanlara dehb dışında birçok psikiyatrik konuyla ilgili başvuran binlerce insan vardır. neyse ki internet çok daha geniş bir alanı taramayı mümkün kılıyor.)
unutulan sosyal taahhütler: birilerine bir konuda söz verip unutma. cumartesi görüşelim deyip dikkat dağınıkılığı nedeniyle unutuyorsun mesela. o yüzden not almak vs dış düzenleyiciler gerekli.
talimat amnezyisi: çalışan belleğin zayıflığı nedeniyle mesela size verilen bir yol tarifini ilk birkaç cümleden sonra takip edemiyorsunuz. ya başını, yahut son söylediklerini geçici belleğe kaydediyorsunuz. bu bende çok net var. tamam dayı google haritalar gibi koordinat veriyorsun da ben zaten ilk 3 cümleyi hatırlayıp sonra birine daha sorucam, yorma o kadar kendini.
çalışan bellek zayıflığının şu an aklıma gelen bir başka tezahürü, roman okurken, film izlerken karakter isimlerini unutmak. çok genç yaşta savaş ve barış’ı okurken bir kağıda karakterleri yazmak durumunda kaldığımı hatırlıyorum. ayrıca betimlemelerin çok uzatılması da çok yorucu gelirdi bana. anavarza kayalıklarını hayal etmek güzel de birkaç ipucu versen ben kendi zihinsel betimlememi yapardım, seninkini takip etmek yoruyor.
aşırı duyusal hassasiyet: giysilerin tene değen etiketlerinden veya bazı yemek dokularından, arka plandaki buzdolabı vızıltısında rahatsız olma. giysi kısmı bende var, yemek yok, düşük düzey arka plan seslerine hassasiyet zaman zaman var.
—-
dehb yansımaları devam edecek. bittikten sonra kendi tecrübelerimle ilgili daha somut örnekleri yazarım belki.
öfke kontrol sorunu: öfkenin birden fazla (ayrı ayrı veya kombine) sebepleri olabilir. öfke sağlıklı bir duygudur ve gereklidir de. dehb özelinde farklılaşan ve kontrol zorluğuna sebep olan, rsd ve dürtüselliktir. dürtüsellik, yaşadığınız duyguyu aksiyona geçirmeden inhibe etmeyi (durdurma, engelleme) yahut kontrollü dışa vurmayı zorlaştırır. dolayısıyla bu bir patlama olarak ortaya çıkar. o anda öfke sizi ele geçirir ve karşınızdaki kim olursa olsun (yakınınız, sevdiğiniz farketmeksizin) o tepkiyi verirsiniz. anlık kontrolsüzlük diğer duyguları, olguları ve mantığı anlık olarak karartır. dehb’lide bu eşik aşıldığında artık önünü aydınlatan tek şey öfkedir. hızlı sönümlense de birilerini çoktan kırmış, üzmüş olursunuz. akabinde orantısız bir pişmanlık, kendini suçlama ve üzüntü gelir. hatta öyle ki, öfkenizi yönelttiğiniz kişiden daha fazla üzülür ve kendinizi yıpratırsınız.
rsd ise dürtüsellikten farklı olarak öfke eşiğini azaltıcı ve hassasiyet artırıcı bir işlev görür. dahası, amigdalanın tehlike sinyalini abartmasıyla tehdit algısı artar. eleştirel tutum, kimliğe saldırı olarak algılanacak tavır, saygısızlık gibi durumlar rsd nedeniyle öfke eşiğini düşürür, hassasiyeti arttırır. zira dehb’li zaten birçok konuda kendine karşı acımasızdır ve dışarıdan yeni bir yük (çok az bile olsa eşref saatinde) bardağı taşıran son damla olabilir.
ayrıca rsd, inat, ya hep ya hiçcilik gibi diğer unsurlarıyla öfkeyi uzatan, daha doğrusu ileride patlamak üzere korunumu ve hatta peyder pey artmasını sağlayan bir işlev de görebilir. örneğin bir saygısızlık veya dehb’li için benliğe saldırı olarak algılanabilecek söz/ima/davranışlara karşı hassasiyeti süreğen kılar. burada dürtüsellik değil, bu saldıraya henüz karşılık vermemiş olmanın yarattığı ve karşılık verilene kadar korunacak (ve belki de artacak) olumsuz duyguları izale etme çabası vardır. tepki verilene kadar bu öfke potansiyeli korunur. bu aslında bir nevi kin veya takıntı gibi gözükse de öyle değildir. içinde boğulduğun duygu selinden kurtulma çabasıdır. dehb’li için günlük anlamıyla safi kin duygusunun çok mümkün olduğunu düşünmüyorum. zira kin; planlı korunum, kontrol ve erteleme gerektirir ki, dehb’li için zaten mümkün olan şeyler değil. sürdürebilir öfke aslında planlı bir sürdürmeden değil, istenmeyen olumsuz duygu seline maruziyetin sürekliliğinden kaynaklıdır.
bu, dehb’li için sosyal ilişkilerde karşılıklı kırgınlık vs sonuçlarından ayrı olarak dış dünyadan (sevdiği saydığı sosyal çevre dışından, yabancı olandan) gelecek muhtemel saldırılara karşı bir nevi eyvallahsızlık yaratabilir. zira anlık öfke anında sonuçları düşünme yetisi zayıfladığı için, somut meydan okumalara anlık hassasiyet yüksektir ve bu da aslında ciddi bir risk demektir.
dahası, saygısızlığa uğrama düşüncesinin rsd kaynaklı sürdürülebilirliği, anlık öfke dışında bu tür dış tehditlere karşı da (dürtüsel öfke sönümlendikten sonra olumsuz sonuçlar hesaplayıp değerlendirebilecek zaman olmasına ve bu değerlendirme yapılmasına rağmen) eyvallahsızlık yaratabilir. zira bu değerlendirme sürecinde, kabullenmenin yaratacağı olumsuz hislere karşılık kabullenmemenin (rest çekmenin) riskleri ve kayıpları teraziye konur ve ilkinin ağır basma ihtimali kuvvetlidir. zihniniz size “olm buna eyvallah edeceğine öl daha iyi” diyerek erdemleştirme veya cesaretlilik kisvesi sunabilir. bu yaklaşım aslında cesaretten ileri gelmez. kendi kendini yerden yere vurma ve pişmanlık ile başlayacak ve sel haline gelecek olumsuz duyguların etkisi daha yakıcıdır. bu nedenle, muhtemel tehlikelere rağmen geri adım atmak daha büyük bir tehdittir. ve doğal olarak, başkalarına aşırı mantıksız ve hatta delice görünen ama sizin için daha az hasara tekabül eden seçeneğe yönelebilirsiniz. insanlar hayatında “ya herru ya merru” ikilemine denk gelebilir, bazen hayat sana başka seçencek sunmaz ancak dehb’li için bu ikilemle karşılaşma olasılığı bu nedenlerle daha fazladır. (her iki sebeple de bu ikilemle karşılaştığım oldu ve allah’ın lûtfuyla ağır sonuçlar yaşamadım çok şükür.) ergenlik ve ilk gençlik dönemi bu açıdan çok daha risklidir. yaş ilerledikçe (risk ortalama insana göre yine fazla olmasına rağmen) süreç başlamadan ön almayı ve süreci yönetmeyi (bağlamı ekarte etme, diş gösterme, karşı tarafın sönümlenmesine izin verip onu çaresizlikten kurtarma, yanlış anlamış olabileceğini hesaba katma vs) biraz daha öğreniyorsun. ama bu olgunlaşma, öfkede rsd bağlamını kontrol etmede işe yarasa da anlık öfkede çok ciddi bir azalmaya sebep olmuyor ne yazık ki!
—- rsd alt başlığını böylece sonlandıralım. —-
dehb’te korelatif tekil yansımalar:
bunları uzun uzadıya anlatmaya lüzum yok çünkü rsd’de yahut rsd öncesi başlıklarda nedenselliği ile yer yer değindiğim yahut değinmesem bile korelasyonu/nedenselliği tahmin edilebilecek tezahürlerden oluşuyor. biri diğerinin nedeni, tetikleyicisi, zemin olabiliyor ve bağlama göre bu roller yer değiştirebiliyor. bunların göze çarpan bir diğer özelliği ise, dehb’li olmayan insanlarca ya yanlış tanımlanması yahut sebebinin yanlış saptanması.
(ve tekrar edeyim, bunların da her biri her dehb’lide olmayabilir, kısmen olabilir. dehb’li olmayanlarda da kısmen veya tamamen olabilir.)
reddedilme korkusu: en baştan beri anlattığım şey zaten. rsd’nin tanımına en uygun, en somut tezahürü.
utanç ve yetersizlik hissi: birbirinin yerine geçebilir, biri diğerinin tetikleyebilir. sosyal reddedilmenin gerçekleşmesinin an meselesi olduğu varsayımı.
şahsileştirme, alınganlık: reddedilmenin vuku bulduğu varsayımı. dehb’li olmayan kişi, dış görüntüsüyle bunu klasik özgüvensizlik kaynaklı şahsileştirme ve alınganlık sanır. aslında mekanizma rsd ve hızlı düşünme nedenlidir. hızlı düşündüğünden diğer olasılıkları eler en kötü olasılığa atlarsın. burada diğer olasılıkları elemine etme söz konusu olmadığından özgüvensizlik söz konusu değildir, o diğer olasılıkları zaten görmezsin.
aşırı özeleştiri ve eleştiriye tahammülsüzlük: burada özeleştiri, içselleştirilmiş sosyal dışlanma süreçlerine karşı korunmak üzere ön alma çabasıdır. eleştirinin kendisi zaten sosyal reddedilme işaretidir. ayrıca aşırı özeleştiri kotayı doldurunca eleştiriyi absorbe etme kapasitesi azalır.
layık olmama düşüncesi: içselleştirilmiş geçmiş olumsuzluklar. aynı sonucu bekleme. bu da özgüvensizliği andırır ancak dehb’li olmayan bireyin anladığı şeyden farklıdır. eldeki aracı kullanamama korkusu değil, o araca sahip olmadığın varsayımdır. ama mesela bir konuda yetkinsen hiperfokus devreye girer ve onu en zor sosyal ortamda bile en iyi şekilde icra edersin. bu da mesela aşırı özgüvenli gözükür. dışarıdan bakan için çelişkilidir. dehb’li zaten poker face konusunda uzman olduğu için içsel durumuyla ilgili pek davranışsal renk vermez.
görünmez engel sendromu: çok basit bir işe hazırlanırken bile zihninde yüzlerce mikro adım tasarlama eğilimi. yorucu olduğu için erteleme ihtimali artar.
fiziksel bulanıklık: vücudun uzaydaki yerini dikkatsizlikle tayin edememe, elini kolunu bir yere çarpma, sakarlık. bu bende sıfır düzeyinde diyebilirim.
sosyal buffer yüklemesi: yoğun bir sosyal etkileşimden sonra bir süre zihinsel şarj olma ihtiyacı. sosyal ortamlarda uyaran çeşitliliği, diğerlerinin mikro ifadesini vs kontrol çabası nedeniyle beyin yorulması.
sözlü dürtüsellik: bir şey anlatırken yan sekmeden aklına başka şeylerin gelip onları anlatmaya başlayarak konudan sapma. bu da bende yok mesela, anlatan bensem konuşmada hiperfokus otomatik devreye giriyor. yazarken de aynı durum söz konusu.
(mesela bu entry serisini yazmak tahmin edilenden çok daha kompleks ve yorucu bir süreç. elimde 1 haftalık onlarca sayfaya tekabül eden diyalog kayıtları, aldığım notlar, onların nedenselliklerine ilişkin işaretlemeler, hafızamda psikolojik ve bilinçaltı alt yapısına dair biriktirdiğim post-it’ler, taradığım onlarca materyal yığını var ve bunları anlamlı bir dizge ve örüntü haline getirmek için yazıyorum ki, belki okuyanın zihninde klasik açıklamalar dışında bir lamba yakar. bununla birlikte kendi zihnimde bana özel katmanlı bir örüntü oluşturabilecek şekilde düzenlemeye çalışıyorum. şu an hiperfokus olmasa -yani bu örüntüleri tespit etmek ve oluşturmak benim için cezbedici/rutin dışı olmasa- bu keşmekeşle uğraşmaz, “ya işte dikkatin dağılıyor, dürtüsel oluyorsun” özetiyle yetinirdim. psikiyatrist, profesör vs titri taşıyan adamların/kadınların çektiği videolardaki anlatımlar ne yazık ki o seviyede. araştırdıkça o anlatım düzeyinin diğer insanlar için basitleştirmekten değil, basbaya yetersizlikten kaynaklandığını hissediyorsun. ve bu çok can sıkıcı bir şey, çünkü bu insanlara dehb dışında birçok psikiyatrik konuyla ilgili başvuran binlerce insan vardır. neyse ki internet çok daha geniş bir alanı taramayı mümkün kılıyor.)
unutulan sosyal taahhütler: birilerine bir konuda söz verip unutma. cumartesi görüşelim deyip dikkat dağınıkılığı nedeniyle unutuyorsun mesela. o yüzden not almak vs dış düzenleyiciler gerekli.
talimat amnezyisi: çalışan belleğin zayıflığı nedeniyle mesela size verilen bir yol tarifini ilk birkaç cümleden sonra takip edemiyorsunuz. ya başını, yahut son söylediklerini geçici belleğe kaydediyorsunuz. bu bende çok net var. tamam dayı google haritalar gibi koordinat veriyorsun da ben zaten ilk 3 cümleyi hatırlayıp sonra birine daha sorucam, yorma o kadar kendini.
çalışan bellek zayıflığının şu an aklıma gelen bir başka tezahürü, roman okurken, film izlerken karakter isimlerini unutmak. çok genç yaşta savaş ve barış’ı okurken bir kağıda karakterleri yazmak durumunda kaldığımı hatırlıyorum. ayrıca betimlemelerin çok uzatılması da çok yorucu gelirdi bana. anavarza kayalıklarını hayal etmek güzel de birkaç ipucu versen ben kendi zihinsel betimlememi yapardım, seninkini takip etmek yoruyor.
aşırı duyusal hassasiyet: giysilerin tene değen etiketlerinden veya bazı yemek dokularından, arka plandaki buzdolabı vızıltısında rahatsız olma. giysi kısmı bende var, yemek yok, düşük düzey arka plan seslerine hassasiyet zaman zaman var.
—-
dehb yansımaları devam edecek. bittikten sonra kendi tecrübelerimle ilgili daha somut örnekleri yazarım belki.
devamını gör...