falih rıfkı atay'ın ortadoğu ve osmanlı analizi
başlık "alpinçayırı" tarafından 05.12.2024 17:46 tarihinde açılmıştır.
1.
cumhuriyet dönemi türk edebiyatı'nın en ünlü kemalist yazarlarından birisi olan falih rıfkı atay'ın zeytindağı adlı eserinde ileri görüşlülüğüyle taaa 1910'lu yıllarda söylediği muhteşem bir sözüdür. ilgili sözün tamamı şu şekildedir:
"zeytindağı'nın tepesindeyim. lût denizi'ne ve gerek dağlarına bakıyordum. daha ötede, kızıldeniz'in bütün sol kıyısı, hicaz ve yemen var. başımı çevirdiğim zaman kamame’nin kubbesi gözüme çarpıyor. burası filistin’dir. daha aşağı lübnan var, suriye var, bir yandan süveyş kanalı’na, öbür yandan basra körfezi’ne kadar çöller, şehirler ve hepsinin üstünde bizim bayrağımız! ben bu büyük imparatorluğun çocuğuyum.
çıplak isa, nasıra’da marangoz çırağı idi; zeytindağı’nın üstünden geçtiği zaman, altında, kendi malı bir eşeği vardı. biz kudüs’te kirada oturuyoruz. halep’ten bu tarafa geçmeyen şey, yalnız türk kâğıdı değil, ne türkçe ne türk geçiyor.
floransa ne kadar bizden değilse, kudüs de o kadar bizim değildi. sokaklarda turistler gibi dolaşıyoruz.
kamame kilisesi’nin hıristiyan milletler arasında bölünmüş olduğunu bilirsiniz, içerisinin her parçası ve kilisenin her hizmeti bir başka cemaatindir. bu cemaatler yalnız anahtarı pay edememişlerdir. anahtar bir hocada durur. bütün bu kıtalarda biz işte bu hocanın görevini yapıyoruz. ticaret, kültür, çiftlik, endüstri, binalar, her şey arapların veya başka devletlerin.. yalnız jandarma bizim idi; jandarma bile değil, jandarmanın esvabı.
osmanlı saltanatı som bürokrat iken, bürokrasi bile tam-arap, yahut yarı-arap’tır. türkleşmiş hiçbir arap görmedikten başka, araplaşmamış türk’e az rast geliyordum.
arap milliyetçiliği güden şamlı azimzadeler, konya’dan gelme kemik hüseyin torunları idi. halep’in esas familyalarının asılları türklerdi. osmanlı imparatorluğunda itibar, azınlığın imtiyazı olduğu için ve türk unsuru imtiyazsız olduğu için herhangi bir müslüman azınlığın çocuğu olmak, türk olmaktan daha faydalı idi.
bir kürt zaptiye çavuşunun kütüğünden gelen abdurrahman paşa, dedesi ve babası vergi çaldığı için zengin, araplaşmış olduğu için de ayan azası idi. bu abdurrahman paşa, kendi toprağının tamamını ancak harita üstünde görmüştür. birinci millet meclisi’nde şer’iye vekilliği etmiş, eskişehirli bir türk hocasının türkler gibi “ve” demek yerine, araplar gibi “vua” dediğini belki henüz unutmamış olanlar vardır. suriye, filistin ve hicaz’da:
- türk müsünüz?
sorusunun birçok defalar cevabı:
- estağfurullah! idi.
bu kıtaları ne sömürgeleştirmiş ne de vatanlaştırmıştık.
osmanlı imparatorluğu buralarda, ücretsiz tarla ve sokak bekçisi idi.
eğer medrese ve şuursuzluk devam etmiş olsaydı, araplığın anadolu yukarılarına kadar gireceğine şüphe yoktu.
bizim emperyalizm, osmanlı emperyalizmi, şu ana fikir üstünde kurulmuş bir hayal idi: türk milleti kendi başına devlet yapamaz!
kudüs’ün en güzel yapısı almanların, ikinci güzel yapısı yine onların, en büyük yapısı rusların, bütün öteki binalar ingilizlerin, fransızların, hep başka milletlerin idi. gür sakalları baharat kokan dürziler, saçları örgülü yahudiler, elleri meşin-leşmiş urban ve entarili araplar, hepsi türk ordusu kanal’a doğru giderken, dar suriye ve filistin kıtasında iki safa ayrılmış:
- “geç yiğitim, geç!” diyordu.
fakat bir avuç türk, bütün kıtayı tuttu.
koskoca çölü, yapı ve bahçelerle donattık.
geç kalmıştık. artık ne suriye ne de filistin bizim idi. rumeli’yi kaybetmiştik."
"zeytindağı'nın tepesindeyim. lût denizi'ne ve gerek dağlarına bakıyordum. daha ötede, kızıldeniz'in bütün sol kıyısı, hicaz ve yemen var. başımı çevirdiğim zaman kamame’nin kubbesi gözüme çarpıyor. burası filistin’dir. daha aşağı lübnan var, suriye var, bir yandan süveyş kanalı’na, öbür yandan basra körfezi’ne kadar çöller, şehirler ve hepsinin üstünde bizim bayrağımız! ben bu büyük imparatorluğun çocuğuyum.
çıplak isa, nasıra’da marangoz çırağı idi; zeytindağı’nın üstünden geçtiği zaman, altında, kendi malı bir eşeği vardı. biz kudüs’te kirada oturuyoruz. halep’ten bu tarafa geçmeyen şey, yalnız türk kâğıdı değil, ne türkçe ne türk geçiyor.
floransa ne kadar bizden değilse, kudüs de o kadar bizim değildi. sokaklarda turistler gibi dolaşıyoruz.
kamame kilisesi’nin hıristiyan milletler arasında bölünmüş olduğunu bilirsiniz, içerisinin her parçası ve kilisenin her hizmeti bir başka cemaatindir. bu cemaatler yalnız anahtarı pay edememişlerdir. anahtar bir hocada durur. bütün bu kıtalarda biz işte bu hocanın görevini yapıyoruz. ticaret, kültür, çiftlik, endüstri, binalar, her şey arapların veya başka devletlerin.. yalnız jandarma bizim idi; jandarma bile değil, jandarmanın esvabı.
osmanlı saltanatı som bürokrat iken, bürokrasi bile tam-arap, yahut yarı-arap’tır. türkleşmiş hiçbir arap görmedikten başka, araplaşmamış türk’e az rast geliyordum.
arap milliyetçiliği güden şamlı azimzadeler, konya’dan gelme kemik hüseyin torunları idi. halep’in esas familyalarının asılları türklerdi. osmanlı imparatorluğunda itibar, azınlığın imtiyazı olduğu için ve türk unsuru imtiyazsız olduğu için herhangi bir müslüman azınlığın çocuğu olmak, türk olmaktan daha faydalı idi.
bir kürt zaptiye çavuşunun kütüğünden gelen abdurrahman paşa, dedesi ve babası vergi çaldığı için zengin, araplaşmış olduğu için de ayan azası idi. bu abdurrahman paşa, kendi toprağının tamamını ancak harita üstünde görmüştür. birinci millet meclisi’nde şer’iye vekilliği etmiş, eskişehirli bir türk hocasının türkler gibi “ve” demek yerine, araplar gibi “vua” dediğini belki henüz unutmamış olanlar vardır. suriye, filistin ve hicaz’da:
- türk müsünüz?
sorusunun birçok defalar cevabı:
- estağfurullah! idi.
bu kıtaları ne sömürgeleştirmiş ne de vatanlaştırmıştık.
osmanlı imparatorluğu buralarda, ücretsiz tarla ve sokak bekçisi idi.
eğer medrese ve şuursuzluk devam etmiş olsaydı, araplığın anadolu yukarılarına kadar gireceğine şüphe yoktu.
bizim emperyalizm, osmanlı emperyalizmi, şu ana fikir üstünde kurulmuş bir hayal idi: türk milleti kendi başına devlet yapamaz!
kudüs’ün en güzel yapısı almanların, ikinci güzel yapısı yine onların, en büyük yapısı rusların, bütün öteki binalar ingilizlerin, fransızların, hep başka milletlerin idi. gür sakalları baharat kokan dürziler, saçları örgülü yahudiler, elleri meşin-leşmiş urban ve entarili araplar, hepsi türk ordusu kanal’a doğru giderken, dar suriye ve filistin kıtasında iki safa ayrılmış:
- “geç yiğitim, geç!” diyordu.
fakat bir avuç türk, bütün kıtayı tuttu.
koskoca çölü, yapı ve bahçelerle donattık.
geç kalmıştık. artık ne suriye ne de filistin bizim idi. rumeli’yi kaybetmiştik."
devamını gör...