normal sözlük'ün dergi projesi
spor ve siyaset alanında üzerime düşeni yapacağımı bildirmek isterim.
devamını gör...
e-devlet
bir çok işi devlet dairelerinde sıra beklemek yerine internet üzerinden halledebileceğiniz sistem.
devamını gör...
beyin
ağırlığı yaklaşık olarak 1400 gram olan %78'i su, %11'i yağ, %8'i protein, %1'i inorganik maddeler, kalan %1'ini de diğer besinlerin oluşturduğu ve günlük yaşamımızda bolca kullanılması gereken mucizevi organımızdır. ayrıca beyin bol suya ihtiyaç duyar. bu yüzden susuz kaldığınızda baş ağrısı gibi sorunlar yaşamanız mümkündür.
devamını gör...
öğrencilere öneriler
buradan hemen çıkıp ders çalışın!
devamını gör...
sevilen şiirin en vurucu dizeleri
ama benim memleketimde bugün
insan kanı sudan ucuz
oysa en güzel emek insanın kendisi
kolay mı kan uykularda kalkıp
ninniler söylemesi
ruhi su
devamını gör...
en rezil olduğunuz an
bir gün bir arkadaşımın doğum günüsüne gittim. güzelce giydim yazlık elbisemi bir de. tabi reglimin yaklaştığından hatta o gün olacağından haberim de yok. gerisini tahmin etmişsinizdir...
devamını gör...
sıkılıyorum daralıyorum isyan ediyorum isyan
devamını gör...
kavanoz kapağı açmak
bazen sırf mutlu olsun diye eşimden yapmasını istediğim eylem. o da bir havalar bir havalar... zannedersin dünyayı yerinden oynattı. sen yokken kim açıyor o kapağı? (bkz: ben tabiki.)
devamını gör...
tanrı egoist midir sorunsalı
kulluk ve ibadet etmemizi bekliyorsa evet, egoisttir. yüceliğini kabul etmemizi bekler. kabul etmezsek cehennem ile korkutur.
devamını gör...
kadın yazarlardan erkek yazarlara sorular
#743212
9- bilimin bardağından içilen bir yudum su sizi ateist yapar sözüne katılıyor musunuz? sizce bu sözle ne denmek isteniyor?
-katılmıyorum. bilimsel gerçekler öğrenildiğinde tanrıya varlık atfetmenin anlamsızlaşacağı kastediliyor.
yaşadığımız evrende bir uyumun varlığından söz edebiliriz sanırım. ben bu uyumun ilk sebebinin tanrı olduğu kanısındayım. bu bağlamda bilim de tanrının sanatını izah etmeye çalışıyor.
açıkçası bu konu tercih meselesi. ne inananlar varlığını ispat edebilir ne inanmayanlar var olmadığını...
7- toplum olarak karamsar bir yapıya sahibiz. peki neden bu karamsarlıktan kurtulamıyoruz sizce?
-bir radyo programında dinlemiştim. annenin mutsuz, moralsiz olduğu zamanlarda asık yüzüyle bebeğiyle iletişime geçmemesi gerektiğinden ne yapıp edip mutlu bir yüz ifadesi takınması gerektiğinden bahsediyordu. bebekle anne arasındaki iletişimin nasıl olacağı, karamsarlıktan kurtulma konusunda yol gösterebilir.
3- bilimin bir toplumda gelişebilmesi için sizce neye ihtiyacımız var?
- soru kendi içinde bilimin bir toplumda gelişmesi gerektiği varsayımına dayanıyor. fen bilimleri kastediliyor zannımca.
açıkçası bilimin gelişmesi tek başına bir şey ifade etmez. öncelikle bireylerin objektif düşünebilmesi, herhangi bir konuyu duygulardan bağımsız ele alabilmesi gerekir. bunu yapamadıktan sonra bilimde ne kadar ilerlediğinizin bir önemi yok.
bu temel üzerine sosyal bilimler de olması gerektiği gibi inşa edilebilir.
peki bu nasıl gerçekleşecek? dayatmadan tamamen uzak, neden ve nasıl sorularını soran nesnel bir eğitim sistemi ile.
soruları için orsalesta anafor'a teşekkür ederim.
9- bilimin bardağından içilen bir yudum su sizi ateist yapar sözüne katılıyor musunuz? sizce bu sözle ne denmek isteniyor?
-katılmıyorum. bilimsel gerçekler öğrenildiğinde tanrıya varlık atfetmenin anlamsızlaşacağı kastediliyor.
yaşadığımız evrende bir uyumun varlığından söz edebiliriz sanırım. ben bu uyumun ilk sebebinin tanrı olduğu kanısındayım. bu bağlamda bilim de tanrının sanatını izah etmeye çalışıyor.
açıkçası bu konu tercih meselesi. ne inananlar varlığını ispat edebilir ne inanmayanlar var olmadığını...
7- toplum olarak karamsar bir yapıya sahibiz. peki neden bu karamsarlıktan kurtulamıyoruz sizce?
-bir radyo programında dinlemiştim. annenin mutsuz, moralsiz olduğu zamanlarda asık yüzüyle bebeğiyle iletişime geçmemesi gerektiğinden ne yapıp edip mutlu bir yüz ifadesi takınması gerektiğinden bahsediyordu. bebekle anne arasındaki iletişimin nasıl olacağı, karamsarlıktan kurtulma konusunda yol gösterebilir.
3- bilimin bir toplumda gelişebilmesi için sizce neye ihtiyacımız var?
- soru kendi içinde bilimin bir toplumda gelişmesi gerektiği varsayımına dayanıyor. fen bilimleri kastediliyor zannımca.
açıkçası bilimin gelişmesi tek başına bir şey ifade etmez. öncelikle bireylerin objektif düşünebilmesi, herhangi bir konuyu duygulardan bağımsız ele alabilmesi gerekir. bunu yapamadıktan sonra bilimde ne kadar ilerlediğinizin bir önemi yok.
bu temel üzerine sosyal bilimler de olması gerektiği gibi inşa edilebilir.
peki bu nasıl gerçekleşecek? dayatmadan tamamen uzak, neden ve nasıl sorularını soran nesnel bir eğitim sistemi ile.
soruları için orsalesta anafor'a teşekkür ederim.
devamını gör...
fal bakan sözlük yazarları
yerli yersiz yol çıkartırım. zorlada göndertirim.üç vakte kadar derim (bakınız burası önemli demediğinizde fal bakıyorum demeyin) içiniz sıkılmıştır onu da rahatlıkla görebiliyorum(ben sıkılmışsınız diyorsam sıkılmışsınızdır) beğenilmezsede falım azar işitirsiniz.inanmıyorsan baktırma canım * gereksiz trip atıyorum özetle bakamıyorum.
devamını gör...
normal sözlük yazarlarının yazar olma süreleri
kimileri için kayıt anıdır. bir dönem çaylaklık yoktu gençler. *
devamını gör...
hang davulu
2000 yılında felix rohner ve sabina schärer (panart hangbau ag) tarafından icat edilen vurmalı çalgı.
bir zaman sonra bu kişiler üretim yapmayı durdurur ancak başka ülkelerde buna benzer çalgılar üretilmeye devam eder. işte tum bu vurmalı çalgılara ortak handpan ismi verilir.
müzik aletlerinin büyük çoğunluğunun geçmişinin binyillar öncesine dayandığını düşününce henüz 20 yıllık bir müzik aletini tanımak oldukça ilginç.
güzel bir örneği.
bir zaman sonra bu kişiler üretim yapmayı durdurur ancak başka ülkelerde buna benzer çalgılar üretilmeye devam eder. işte tum bu vurmalı çalgılara ortak handpan ismi verilir.
müzik aletlerinin büyük çoğunluğunun geçmişinin binyillar öncesine dayandığını düşününce henüz 20 yıllık bir müzik aletini tanımak oldukça ilginç.
güzel bir örneği.
devamını gör...
internetin efsane olmuş absürt komik videoları
domestik olarak buradan izlenebilecek videodur.
devamını gör...
sait faik abasıyanık
türk edebiyatı'nın öykü türünde çığır açan öykücüsü.
kendisinden sonra gelen sanatçıların birçoğunu (oktay akbal, adalet ağaoğlu, bütün ıı. yeni şairleri, ferit edgü, demir özlü, cemal süreya, sezai karakoç, murathan mungan.... ve günümüzdeki genç öykücülerin belki hepsini) etkilemiş bir yazardır.
hakkında her yerde okunabilecek satırlar yazmak istemiyorum. belki az bilinen birkaç şey.
babası sert bir adam, zengin, tüccar. annesi ve babası, sait faik daha ilkokuldayken üç buçuk yıl ayrılıyorlar. bu süre içinde sait faik babasıyla kalıyor, annesini bazen hafta sonları görebiliyor. annesi oğluna çok düşkün, çok ilgili, babasının tam tersi. babası ondan kendisi gibi başarılı biri olmasını istiyor ve bunun için çok çaba ve para harcıyor. ama sait faik, doğuştan uyumsuz, doğuştan aylak.
eşcinsel olması, annesinin aşırı korumacılığı, babasının sert mizacıyla birleşip 'oidipus kompleksi'ni burada da işletebilir miyizi düşündürüyor bize.
annesi, oğlunun erken ölümünün ardından, sait faik'in de önceden vasiyet etmesiyle mal varlığının çoğunu ve sait faik'in eselerinin telif hakkını 'darüşşafaka cemiyeti'ne bağışladı. türkiye'de verilen en saygın edebiyat ödüllerinden biri 'sait faik hikaye armağanı'dır. bu ödülü kazanmak türkiye'de yazan her yazarın hayalidir. ödül 1955 yılından beri her yıl düzenli olarak verilmektedir. (bir diğer yazımın konusu da bu ödülü şimdiye kadar almış sanatçıların tam listesi olsun.)
aşağıda, onun son kuşlar öyküsünde 'konstantin' figürüyle belirginleşen baba nefretini açıkça görebiliriz diye düşünüyorum.
son kuşlar
kış adanın bir tarafında yerleşebilmek için rüzgârlarını poyraz, yıldız poyraz, maystro, dramudana, gündoğusu, batı karayel, karayel halinde seferber ettiği zaman; öteki yakada yaz, daha pılısını pırtısını toplamamış, bir kenara oldukça mahzun bir göçmen gibi oturmuştur. gitmekle gitmemek arasında sallanır bir halde, elinde bir pasaport, çıkınında üç beş altın, bekliyen bu güzel yüzlü göçmen tazeyi benden başka bu adada seven hemen hiç kimse yoktur, diyebilirim —övünmek için değil—.
herkesin yeni başlayacak olan altı yedi aylık soğuk hayata kendini şimdiden alıştırmak ve hazırlamak için bir şeyler yapmaya çalıştığı öyle günlerde ben, tembelliğim, hep kaçanı kovalayan huyumla yaz’ın, o güzel göçmenin peşine düşmüşümdür. nerede yakalarsam orada kucaklarım onu. kimi bir çamın gölgesinde durgun ve güneşsizdir. kimi bir çalılığın kenarındaki çimenlikte bütün eski ihtişamiyle daha yeni başlamıştır.
yazın daha parça parça, liyme liyme, bohça bohça eşyalarıyle gitmek için fazla telâş etmediği ada’nın bu yakasında hiç ev yoktur. yalnız bir tek kır kahvesi vardır.
bir küçük koyun hemen beş on metre yukarısında bir apartman terası kadar ufak bu kır kahvesinin tahta masaları üstünde hâlâ karıncalar gezer. hâlâ sinekler kahve fincanının etrafına konarlar. bütün sesler kesilmiştir. kimi gökyüzünden bir uçak homurtusu gelir. içindeki, şimdi yeşilköy’e şimdi yeşilköye inecek yolcuları düşündüğüm yalnız bu yazıyı yazarken oldu. ondan evvel de uçaklar geçmişti. ama, hiç içindeki yolcuların yeşilköye neredeyse ineceklerini, daha daha şu iki satırın sonunda inmiş bile olduklarını düşünmemiştim.
kahvecinin kendisi sevimsiz bir adamdır. kahveciden çok, ters bir devlet memuru hüviyeti taşır. hastalıklı olmasa, doktorlar fazla yorulmamasını sağlık vermemiş olsalar, dünyada kahveci olmazdı. tersine, ben bütün ömrümce iyi bir kahve bulamadığım için kahveci olamamışımdır. bir kır kahvesi, bir köyün kahvesinin üç beş gediklisi.. bundan güzel bir ömür mü olur, elli altmış senelik yaşama bundan güzel başlar ve biter mi?
ağaçtan ağaca serilmiş beyaz çamaşırlar bu kadar durgun, güneşsiz, ıslak bir şekilde ılık havada hiç kurumayacaklar. bu kedi, tahta masanın üstüne çıkmış, köpeğime durmadan homurdanacak mı? sandalyenin üstündeki vişneçürüğü rengindeki delik çoraplar... asmanın yaprakları daha yemyeşil. bizim bahçedeki kurudu bile.
deniz. bozburun’a doğru başını almış gidiyor. uzaklarda görünen, istanbulun neresi kim bilir? sesler neden gelmiyor?
bir başka uçağın sesi gelmeye başladı. bizim ada, uçakların üstünden geçtikleri bir yol güzergâhı olmalı ki hep ya üstümden, ya solumdan geçip gidiyorlar. kedi sustu. köpeğim gözünü kapadı. karga sesleri geliyor şimdi de. vaktiyle bu adaya bu zamanda kuşlar uğrardı. cıvıl cıvıl öterlerdi. küme kiime bir ağaçtan ötekine konarlardı.
iki senedir gelmiyorlar.
belki geliyorlar da ben farkına varmıyorum.
sonbahara doğru birtakım insanların çoluk çocuk ellerinde bir kafes, adanın tek tepesine doğru gittiklerini görürdüm. içim cız ederdi.
büyüklerin ellerinde birbirine yapışmış pislik renginde acaip çomaklar vardı.
bunlarla bir yeşil meydanın kenarına varır, bunları bir ufacık ağacın altına çığırtkan kafesiyle bırakırlar, ağacın her dalına ökseleri bağlarlardı. hür kuşlar, kafesteki çığırtkan kuşun feryadına, dostluk, arkadaşlık,yalnızlık sesine doğru bir küme gelirler. çayırlıkta bir başka ağacın gölgesinde birikmiş çoluklu çocuklu kocaman herifler bir müddet bekleşirler. sonra kuşların üşüştüğü ağaca doğru yavaş yavaş yürürlerdi. ökselerden kurtulmuş dört beş kuş, bir başka ökseye doğru şimdilik uçup giderken birer damlacık etleriyle birer tabiat harikası olan kuşları toplarlar, hemen dişleriyle oracıkta boğarlardı. ve hemen canlı canlı yolarlardı.
hele bir tanesi vardı, bir tanesi. çocukları bu işe seferber eden de oydu. ökseleri cumartesi gecesinden hazırlayan da...
konstantin isminde bir herifti, galatada bir yazıhanesi vardı. zahire tüccarıydı. kalın, tüylü bilekleri, geniş göğsü, delikleri kapanıp açılan üstü kara kara benekli bir burnu, deriyi yırtmış da fırlamış gibi saçları, kısa kısa bir yürümesi, kalın kalın bir gülmesi... o esmerle sarışın arası isketelerin bir damlacık etlerinden yapacağı pilâvın hazziyle pırıl pırıl yanan krom dişleriyle nasıl koparırdı kuşun imiğini, bir görseydiniz...
hani sessiz, zenginiğini belli etmez, mütevazı adamdı da.. konu komşusu da severdi hani. hiç bir şeye, hiç bir dedikoduya karışmazdı. sabahleyin işine kısa kısa adımlarla koşarken, akşam filesini doldurmuş vapurdan çıkarken görseniz iriliğine, sallapatiliğine, karamanlı ağzı konuşuşuna, basit ama, hesaplı fikirlerine, iki kadeh atmışsa yine basit, sevimli şakalarına karşı hakkında kötü bir hüküm de veremezdiniz..
kendi halinde, işi yolunda, hesaplı yaşayan bin bir tanesinden bir tanesiydi.
ama, güz mevsiminde birdenbire canavar kesilirdi. akşam beş otuz beş vapurunun arka tarafında yerleştiği iskemlesinde denizin üstüne oldukça mülâyim bakan gözlerini havaya kaldırır, eylül sonlarına doğru böyle şairane gökyüzüne bakardı. birden yüzünün ve gözlerinin parladığını görürdünüz.
havada ve denizdeki tirşe maviliğin üstünde bir takım esmer damlacıklar görünürdü. sağa sola oynarlar, sonra bir istikamet tutturur, bu esmer lekecikler geçip giderlerdi.
konstantin efendi, onların çok uzaktan geçtiklerini görebilirdi. gözlerini kısardı. esmer lekelerin adalar istikametinde gittiklerini görür, etrafına bakar, bir tanıdık görecek olursa gözünü kırpar, gökyüzüne bir işaret çakar:
— bizim pilâvlıklar geldi, derdi.
kuşlar pek yakından geçmişse, seslerini taklit ederek kalın dudaklariyle dişlerinin arasından onlara seslenirdi. kuşların çoğunca aldandıklarına, bu sesi duyarak, dost sesi sanıp vapur etrafında bir dönüp uzaklaştıklarına şahit olmuşumdur.
havalar sertleşir, poyrazlar, lodoslar birbirini kovalar, günün birinde teşrinlerin sonlarına doğru ılık, hiç rüzgârsız, parça parça oynamıyan bulutlu, tatlı, sümbülî günlerde o en çığırtkan kafes kuşunu nereden bulursa bulur, mahalle çocuklarını çağırtır; bin tanesi 250 gram et vermiyen sakaları, isketeleri, floryaları, aralarına karışmış serçeleri gökyüzünden birer birer toplardı.
seneler var ki kuşlar gelmiyor. daha doğrusu ben göremiyorum. güzün o güzel günlerini penceremden görür görmez konstantin efendinin bulunabileceği sırtları hesaplayarak yollara çıkıyorum. bir kuş cıvıltısı duysam kanım donuyor, yüreğim atmıyor. halbuki sonbahar kocayemişleri, beyaz esmer bulutları, yakmıyan güneşi, durgun maviliği, bol yeşiliyle kuşlarla beraber olunca insana sulh, şiir, şair, edebiyat, resim, musiki, mesut insanlarla dolu anlaşmış, sevişmiş, açsız, hırssız bir dünya düşündürüyor.
her memlekette kıra çıkan her insan kuş sesleriyle böyle şeyler düşünecektir. konstantin efendi mani oluyor. zaten kuşlar da pek gelmiyorlar artık. belki birkaç seneye kadar nesilleri de tükenecek. her memlekette kaç tane konstantin efendi var kim bilir. kuşlardan sonra şimdi de milletin yeşilliğine musallat olurdular. geçen gün yol kenarlarındaki yeşilliklere basmaya kıyamıyarak yola çıkmıştım. konstantin efendinin günlerinden bir gündü. gökte hiç kuş gözükmüyordu. evden çıkarken isketemin kafesine bir incir yapıştırdım. isketem tek gözünü verip bana dostlukla bakmış, incir çekirdeğini kırmaya çalışıyordu.
onu ev duvarının bir kenarına çaktığım çiviye asmış, yola çıkmıştım. kuşlar yoktu şimdi havada ama, yolun kenarında yeşillikler vardı ya... baktım: bu yeşilliklerin bâzı yerleri sökülmüş, biraz ileride dört çocuğa rastladım. yürüyorlar. yeşilliklerin en güzel yerinde duruyor, bir kaldırım taşı kadar büyük bir parçayı belle söküyorlar, bir çuvala dol duruyorlardı:
— ne yapıyorsunuz, yahu? dedim.
— sana ne? dediler. fıkara, üstleri yırtık pırtık yavrulardı.
— canım, neden söküyorsunuz? dedim.
— mühendis ahmet bey söktürüyor.
— ne yapacak bunları?
— yukarıda deri tüccarı hollandalı var ya, hani onun bahçesini düzeltiyorlar da...
— ingiliz çimi alsın, eksin, mademki herif zengin..
— ingiliz çimiyle bu bir mi?
— bu daha mı iyi?
— iyi de lâf mı?
bunun üstüne çimen mi olur? hollandalı öyle demiş karakola koştum. polislere haber verdim. gûya menettiler. gizli gizli yine çimenler yer yer söküldü. mühendis ahmet beye ceza bile kesilmedi. belediye talimatnamesinde yol kenarlarındaki çimenleri sökmek, cezayı mucip olmuyormuş.
kuşları boğdular, çimenleri söktüler, yollar çamur içinde kaldı.
dünya değişiyor dostlarım. günün birinde gökyüzünde güz mevsiminde artık esmer lekeler göremiyeceksiniz. günün birinde yol kenarlarında toprak anamızın koyu yeşil saçlarını da göremiyeceksiniz. bizim için değil ama, çocuklar, sizin için kötü olacak. biz kuşları ve yeşillikleri çok gördük. sizin için kötü olacak. benden hikâyesi.
(yazarın 1952’de yayınlanan «son kuşlar» adlı hikâye kitabından)
sait faik abasıyanık
vatan gazetesi, 12.5.1954
kendisinden sonra gelen sanatçıların birçoğunu (oktay akbal, adalet ağaoğlu, bütün ıı. yeni şairleri, ferit edgü, demir özlü, cemal süreya, sezai karakoç, murathan mungan.... ve günümüzdeki genç öykücülerin belki hepsini) etkilemiş bir yazardır.
hakkında her yerde okunabilecek satırlar yazmak istemiyorum. belki az bilinen birkaç şey.
babası sert bir adam, zengin, tüccar. annesi ve babası, sait faik daha ilkokuldayken üç buçuk yıl ayrılıyorlar. bu süre içinde sait faik babasıyla kalıyor, annesini bazen hafta sonları görebiliyor. annesi oğluna çok düşkün, çok ilgili, babasının tam tersi. babası ondan kendisi gibi başarılı biri olmasını istiyor ve bunun için çok çaba ve para harcıyor. ama sait faik, doğuştan uyumsuz, doğuştan aylak.
eşcinsel olması, annesinin aşırı korumacılığı, babasının sert mizacıyla birleşip 'oidipus kompleksi'ni burada da işletebilir miyizi düşündürüyor bize.
annesi, oğlunun erken ölümünün ardından, sait faik'in de önceden vasiyet etmesiyle mal varlığının çoğunu ve sait faik'in eselerinin telif hakkını 'darüşşafaka cemiyeti'ne bağışladı. türkiye'de verilen en saygın edebiyat ödüllerinden biri 'sait faik hikaye armağanı'dır. bu ödülü kazanmak türkiye'de yazan her yazarın hayalidir. ödül 1955 yılından beri her yıl düzenli olarak verilmektedir. (bir diğer yazımın konusu da bu ödülü şimdiye kadar almış sanatçıların tam listesi olsun.)
aşağıda, onun son kuşlar öyküsünde 'konstantin' figürüyle belirginleşen baba nefretini açıkça görebiliriz diye düşünüyorum.
son kuşlar
kış adanın bir tarafında yerleşebilmek için rüzgârlarını poyraz, yıldız poyraz, maystro, dramudana, gündoğusu, batı karayel, karayel halinde seferber ettiği zaman; öteki yakada yaz, daha pılısını pırtısını toplamamış, bir kenara oldukça mahzun bir göçmen gibi oturmuştur. gitmekle gitmemek arasında sallanır bir halde, elinde bir pasaport, çıkınında üç beş altın, bekliyen bu güzel yüzlü göçmen tazeyi benden başka bu adada seven hemen hiç kimse yoktur, diyebilirim —övünmek için değil—.
herkesin yeni başlayacak olan altı yedi aylık soğuk hayata kendini şimdiden alıştırmak ve hazırlamak için bir şeyler yapmaya çalıştığı öyle günlerde ben, tembelliğim, hep kaçanı kovalayan huyumla yaz’ın, o güzel göçmenin peşine düşmüşümdür. nerede yakalarsam orada kucaklarım onu. kimi bir çamın gölgesinde durgun ve güneşsizdir. kimi bir çalılığın kenarındaki çimenlikte bütün eski ihtişamiyle daha yeni başlamıştır.
yazın daha parça parça, liyme liyme, bohça bohça eşyalarıyle gitmek için fazla telâş etmediği ada’nın bu yakasında hiç ev yoktur. yalnız bir tek kır kahvesi vardır.
bir küçük koyun hemen beş on metre yukarısında bir apartman terası kadar ufak bu kır kahvesinin tahta masaları üstünde hâlâ karıncalar gezer. hâlâ sinekler kahve fincanının etrafına konarlar. bütün sesler kesilmiştir. kimi gökyüzünden bir uçak homurtusu gelir. içindeki, şimdi yeşilköy’e şimdi yeşilköye inecek yolcuları düşündüğüm yalnız bu yazıyı yazarken oldu. ondan evvel de uçaklar geçmişti. ama, hiç içindeki yolcuların yeşilköye neredeyse ineceklerini, daha daha şu iki satırın sonunda inmiş bile olduklarını düşünmemiştim.
kahvecinin kendisi sevimsiz bir adamdır. kahveciden çok, ters bir devlet memuru hüviyeti taşır. hastalıklı olmasa, doktorlar fazla yorulmamasını sağlık vermemiş olsalar, dünyada kahveci olmazdı. tersine, ben bütün ömrümce iyi bir kahve bulamadığım için kahveci olamamışımdır. bir kır kahvesi, bir köyün kahvesinin üç beş gediklisi.. bundan güzel bir ömür mü olur, elli altmış senelik yaşama bundan güzel başlar ve biter mi?
ağaçtan ağaca serilmiş beyaz çamaşırlar bu kadar durgun, güneşsiz, ıslak bir şekilde ılık havada hiç kurumayacaklar. bu kedi, tahta masanın üstüne çıkmış, köpeğime durmadan homurdanacak mı? sandalyenin üstündeki vişneçürüğü rengindeki delik çoraplar... asmanın yaprakları daha yemyeşil. bizim bahçedeki kurudu bile.
deniz. bozburun’a doğru başını almış gidiyor. uzaklarda görünen, istanbulun neresi kim bilir? sesler neden gelmiyor?
bir başka uçağın sesi gelmeye başladı. bizim ada, uçakların üstünden geçtikleri bir yol güzergâhı olmalı ki hep ya üstümden, ya solumdan geçip gidiyorlar. kedi sustu. köpeğim gözünü kapadı. karga sesleri geliyor şimdi de. vaktiyle bu adaya bu zamanda kuşlar uğrardı. cıvıl cıvıl öterlerdi. küme kiime bir ağaçtan ötekine konarlardı.
iki senedir gelmiyorlar.
belki geliyorlar da ben farkına varmıyorum.
sonbahara doğru birtakım insanların çoluk çocuk ellerinde bir kafes, adanın tek tepesine doğru gittiklerini görürdüm. içim cız ederdi.
büyüklerin ellerinde birbirine yapışmış pislik renginde acaip çomaklar vardı.
bunlarla bir yeşil meydanın kenarına varır, bunları bir ufacık ağacın altına çığırtkan kafesiyle bırakırlar, ağacın her dalına ökseleri bağlarlardı. hür kuşlar, kafesteki çığırtkan kuşun feryadına, dostluk, arkadaşlık,yalnızlık sesine doğru bir küme gelirler. çayırlıkta bir başka ağacın gölgesinde birikmiş çoluklu çocuklu kocaman herifler bir müddet bekleşirler. sonra kuşların üşüştüğü ağaca doğru yavaş yavaş yürürlerdi. ökselerden kurtulmuş dört beş kuş, bir başka ökseye doğru şimdilik uçup giderken birer damlacık etleriyle birer tabiat harikası olan kuşları toplarlar, hemen dişleriyle oracıkta boğarlardı. ve hemen canlı canlı yolarlardı.
hele bir tanesi vardı, bir tanesi. çocukları bu işe seferber eden de oydu. ökseleri cumartesi gecesinden hazırlayan da...
konstantin isminde bir herifti, galatada bir yazıhanesi vardı. zahire tüccarıydı. kalın, tüylü bilekleri, geniş göğsü, delikleri kapanıp açılan üstü kara kara benekli bir burnu, deriyi yırtmış da fırlamış gibi saçları, kısa kısa bir yürümesi, kalın kalın bir gülmesi... o esmerle sarışın arası isketelerin bir damlacık etlerinden yapacağı pilâvın hazziyle pırıl pırıl yanan krom dişleriyle nasıl koparırdı kuşun imiğini, bir görseydiniz...
hani sessiz, zenginiğini belli etmez, mütevazı adamdı da.. konu komşusu da severdi hani. hiç bir şeye, hiç bir dedikoduya karışmazdı. sabahleyin işine kısa kısa adımlarla koşarken, akşam filesini doldurmuş vapurdan çıkarken görseniz iriliğine, sallapatiliğine, karamanlı ağzı konuşuşuna, basit ama, hesaplı fikirlerine, iki kadeh atmışsa yine basit, sevimli şakalarına karşı hakkında kötü bir hüküm de veremezdiniz..
kendi halinde, işi yolunda, hesaplı yaşayan bin bir tanesinden bir tanesiydi.
ama, güz mevsiminde birdenbire canavar kesilirdi. akşam beş otuz beş vapurunun arka tarafında yerleştiği iskemlesinde denizin üstüne oldukça mülâyim bakan gözlerini havaya kaldırır, eylül sonlarına doğru böyle şairane gökyüzüne bakardı. birden yüzünün ve gözlerinin parladığını görürdünüz.
havada ve denizdeki tirşe maviliğin üstünde bir takım esmer damlacıklar görünürdü. sağa sola oynarlar, sonra bir istikamet tutturur, bu esmer lekecikler geçip giderlerdi.
konstantin efendi, onların çok uzaktan geçtiklerini görebilirdi. gözlerini kısardı. esmer lekelerin adalar istikametinde gittiklerini görür, etrafına bakar, bir tanıdık görecek olursa gözünü kırpar, gökyüzüne bir işaret çakar:
— bizim pilâvlıklar geldi, derdi.
kuşlar pek yakından geçmişse, seslerini taklit ederek kalın dudaklariyle dişlerinin arasından onlara seslenirdi. kuşların çoğunca aldandıklarına, bu sesi duyarak, dost sesi sanıp vapur etrafında bir dönüp uzaklaştıklarına şahit olmuşumdur.
havalar sertleşir, poyrazlar, lodoslar birbirini kovalar, günün birinde teşrinlerin sonlarına doğru ılık, hiç rüzgârsız, parça parça oynamıyan bulutlu, tatlı, sümbülî günlerde o en çığırtkan kafes kuşunu nereden bulursa bulur, mahalle çocuklarını çağırtır; bin tanesi 250 gram et vermiyen sakaları, isketeleri, floryaları, aralarına karışmış serçeleri gökyüzünden birer birer toplardı.
seneler var ki kuşlar gelmiyor. daha doğrusu ben göremiyorum. güzün o güzel günlerini penceremden görür görmez konstantin efendinin bulunabileceği sırtları hesaplayarak yollara çıkıyorum. bir kuş cıvıltısı duysam kanım donuyor, yüreğim atmıyor. halbuki sonbahar kocayemişleri, beyaz esmer bulutları, yakmıyan güneşi, durgun maviliği, bol yeşiliyle kuşlarla beraber olunca insana sulh, şiir, şair, edebiyat, resim, musiki, mesut insanlarla dolu anlaşmış, sevişmiş, açsız, hırssız bir dünya düşündürüyor.
her memlekette kıra çıkan her insan kuş sesleriyle böyle şeyler düşünecektir. konstantin efendi mani oluyor. zaten kuşlar da pek gelmiyorlar artık. belki birkaç seneye kadar nesilleri de tükenecek. her memlekette kaç tane konstantin efendi var kim bilir. kuşlardan sonra şimdi de milletin yeşilliğine musallat olurdular. geçen gün yol kenarlarındaki yeşilliklere basmaya kıyamıyarak yola çıkmıştım. konstantin efendinin günlerinden bir gündü. gökte hiç kuş gözükmüyordu. evden çıkarken isketemin kafesine bir incir yapıştırdım. isketem tek gözünü verip bana dostlukla bakmış, incir çekirdeğini kırmaya çalışıyordu.
onu ev duvarının bir kenarına çaktığım çiviye asmış, yola çıkmıştım. kuşlar yoktu şimdi havada ama, yolun kenarında yeşillikler vardı ya... baktım: bu yeşilliklerin bâzı yerleri sökülmüş, biraz ileride dört çocuğa rastladım. yürüyorlar. yeşilliklerin en güzel yerinde duruyor, bir kaldırım taşı kadar büyük bir parçayı belle söküyorlar, bir çuvala dol duruyorlardı:
— ne yapıyorsunuz, yahu? dedim.
— sana ne? dediler. fıkara, üstleri yırtık pırtık yavrulardı.
— canım, neden söküyorsunuz? dedim.
— mühendis ahmet bey söktürüyor.
— ne yapacak bunları?
— yukarıda deri tüccarı hollandalı var ya, hani onun bahçesini düzeltiyorlar da...
— ingiliz çimi alsın, eksin, mademki herif zengin..
— ingiliz çimiyle bu bir mi?
— bu daha mı iyi?
— iyi de lâf mı?
bunun üstüne çimen mi olur? hollandalı öyle demiş karakola koştum. polislere haber verdim. gûya menettiler. gizli gizli yine çimenler yer yer söküldü. mühendis ahmet beye ceza bile kesilmedi. belediye talimatnamesinde yol kenarlarındaki çimenleri sökmek, cezayı mucip olmuyormuş.
kuşları boğdular, çimenleri söktüler, yollar çamur içinde kaldı.
dünya değişiyor dostlarım. günün birinde gökyüzünde güz mevsiminde artık esmer lekeler göremiyeceksiniz. günün birinde yol kenarlarında toprak anamızın koyu yeşil saçlarını da göremiyeceksiniz. bizim için değil ama, çocuklar, sizin için kötü olacak. biz kuşları ve yeşillikleri çok gördük. sizin için kötü olacak. benden hikâyesi.
(yazarın 1952’de yayınlanan «son kuşlar» adlı hikâye kitabından)
sait faik abasıyanık
vatan gazetesi, 12.5.1954
devamını gör...
kegel egzersizi
amerikan jinekolog dr. arnold h. kegel tarafından kadınların doğum ve menapoz döneminde yıpranmaya uğrayan, ileri yaşlarda muzdarip olduğu idrar kaçırma sorununa sebep olan pelvik taban kaslarının zayıflaması durumuna çare olabilmesi adına geliştirilmiş egzersizdir. erkekler için de uygulanabilir olduğu gözlenmiştir.
etki alanı bahsedildiğinden daha geniştir. rahim sarkması, mesane sarkması, cinsel isteksizlik gibi sorunların oluşmasına da engel olabileceği söylenmektedir.
egzersizlerin doğru yapılması önemlidir:
kegel egzersizlerini yapabilmek için pelvik taban kaslarınızı çok iyi hissedebilmelisiniz. bu bölge kaslarının ayrımını yapmanın en kolay yolu idrarınızı yaparken birden idrar yapmaya ara verip sonra tekrar yapmaya başlamanızdır. idrarınızı tutmaya çalışırken kastığınız kaslar pelvik taban kaslarınızdır.
günün herhangi bir saatinde evde, işyerinizde, televizyon izlerken, araç kullanırken rahatlıkla uygulayabileceğiniz egzersizlerdir. kegel egzersizlerini yaparken tarif ettiğimiz pelvik taban kaslarınızı 3- 10 saniye tutup sonra yine 3- 10 saniye gevşetmelisiniz. bunu arka arkaya 10 defa tekrar edin. gün içinde 3 seansda bu egzersizleri tekrarlayın. egzersizleri mesaneniz boşken uygulayın. idrar yaparken bu egzersizleri uygulamayın. mesane tam boşalmayabilir ve idrar yolu enfeksiyonuna sebep olabilir. bu egzersizleri günde 5 seansdan fazla uygulamayın.
etki alanı bahsedildiğinden daha geniştir. rahim sarkması, mesane sarkması, cinsel isteksizlik gibi sorunların oluşmasına da engel olabileceği söylenmektedir.
egzersizlerin doğru yapılması önemlidir:
kegel egzersizlerini yapabilmek için pelvik taban kaslarınızı çok iyi hissedebilmelisiniz. bu bölge kaslarının ayrımını yapmanın en kolay yolu idrarınızı yaparken birden idrar yapmaya ara verip sonra tekrar yapmaya başlamanızdır. idrarınızı tutmaya çalışırken kastığınız kaslar pelvik taban kaslarınızdır.
günün herhangi bir saatinde evde, işyerinizde, televizyon izlerken, araç kullanırken rahatlıkla uygulayabileceğiniz egzersizlerdir. kegel egzersizlerini yaparken tarif ettiğimiz pelvik taban kaslarınızı 3- 10 saniye tutup sonra yine 3- 10 saniye gevşetmelisiniz. bunu arka arkaya 10 defa tekrar edin. gün içinde 3 seansda bu egzersizleri tekrarlayın. egzersizleri mesaneniz boşken uygulayın. idrar yaparken bu egzersizleri uygulamayın. mesane tam boşalmayabilir ve idrar yolu enfeksiyonuna sebep olabilir. bu egzersizleri günde 5 seansdan fazla uygulamayın.
devamını gör...
kazanmak istediğiniz alışkanlıklar
1) spor yapmak,
2) daha fazla kitap okumak,
3) abur cubur yememek.
tanım: kazanmak istediğimiz alışkanlıkları paylaştığımız başlıktır.
2) daha fazla kitap okumak,
3) abur cubur yememek.
tanım: kazanmak istediğimiz alışkanlıkları paylaştığımız başlıktır.
devamını gör...
normal sözlük yazarlarının okuduğu üniversite
adam itüde okuduğunu belli etmek için başlık açmış,kardeş açılmışı vardı zahmet etmeyeydin (bkz: yazarların okuduğu üniversite)
devamını gör...
ığdır
türkiye'nin en doğusundaki il olmasına rağmen şehir merkezi hakkari şehir merkezinden daha batıda olduğu için iftarı ilk açamayan şehrimiz.
devamını gör...