#ödüllü filmler

öne çıkanlar | diğer yorumlar

bir jean luc godard filmi. başrolünde anna karina oynamakta. türkçeye ismi "hayatını yaşamak: on iki tablodan oluşan bir film" şeklinde dönüştürülmüştür. upuzun bir inceleme yazımı paylaşabilirdim ama pek bir söz söylemek istemiyorum. oldukça dokunaklı ve yüce bir filmdi bana göre. bu yüzden upuzun bir alıntı paylaşacağım. felsefeye dair önemli noktalar içeriyor. karakterlere adam ve kadın diyorum.

--- alıntı ---

kadın: ilginç. birdenbire söyleyeceklerimi unuttum; bu bana çok sık olur. ne söylemek istediğimi bilirim. neden söylemek istediğimi bilirim. ama konuşma zamanı geldiğinde konuşamam.

adam: bu herkesin başına gelir. "üç silahşörler"i hiç okudun mu?

kadın: hayır. ama filmini gördüm. neden?

adam: çünkü orada bir porthos vardır. aslında "yirmi yıl sonra"dan bahsediyorum. porthos; uzun boylu, güçlü, biraz da aptal biridir. hayatı boyunca hiçbir şey düşünmemiştir. bir mahzeni oraya havaya uçurmak için bomba yerleştirmesi gerekmektedir. bunu yapar. bombayı yerleştirir, fitili ateşler. sonra da elbette koşarak uzaklaşır. ama o an birden düşünmeye başlar. koşarken adımlar birbirini bu kadar seri bir şekilde nasıl takip etmektedir? belki bunu daha önce sen de düşünmüşsündür. bu düşünce yüzünden donar kalır. hareket edemez. bomba patlar ve mahzen üzerine çöker. ilk etapta güçlü omuzlarıyla direnmeye çalışsa da bir ya da iki gün içinde ezilerek hayatını kaybeder. düşünmeye başladığı ilk an onun ölümünün sebebi olmuştur.

kadın: bana bu hikayeyi neden anlattınız?

adam: nedeni yok. sadece konuşma olsun diye.

kadın: neden insanlar sürekli konuşmak zorunda? belki de bu kadar çok konuşmamalı, hayatı sessizce yaşamalıyız. ne kadar çok konuşursak, kelimeler de anlamlarını o kadar yitiriyor.

adam: belki. ama bu mümkün mü?

kadın: bilmiyorum.

adam: bence konuşmadan yaşayamazdık.

kadın: ben konuşmadan yaşamak isterdim.

adam: evet güzel olurdu, değil mi? insanların birbirlerini daha çok sevmeleri gibi. ama maalesef mümkün değil.

kadın: ama neden? sözcükler sadece insanların düşüncelerini ifade etmeli. bize ihanet etmemeli.

adam: doğru ama biz de onlara ihanet ediyoruz. insan kendini ifade etmeliydi. ve o bunu yazarak yaptı. düşün platon gibi biri hala anlaşılıyor, anlaşılabiliyor. o, eski yunan'da yaşamıştı, 2500 yıl önce. şu an kimse o dili bilmiyor, en azından tam olarak. buna rağmen, hala bizlere ulaşıyor. işte bu yüzden kendimizi ifade ediyoruz. ve etmek zorundayız.

kadın: neden? birbirimizi anlamak için mi?

adam: düşünmek zorundayız ve düşünmek için de sözcüklere ihtiyacımız var. çünkü düşünmenin başka bir yolu yok. iletişim kurabilmek için konuşmalıyız; hayatın gereklerinden biri de bu.

kadın: evet ama bu çok zor. bence hayat kolay olmalı. sizin "üç silahşörler" konuşmanız iyi bir hikaye olabilir. ama korkunçtu.

adam: evet ama bir işaret noktası vardı. bence, insan ancak bir süre yaşamdan feragat ettiği zaman konuşmayı öğrenir. bedel budur.

kadın: yani konuşmak ölümcül müdür.

adam: konuşmak neredeyse bir yeniden doğuş demektir. bir anlamda, yaşamın diğer boyutudur. yani bir insan konuşabilmek için yaşamının konuşma olmayan bölümünden geçiş yapmalıdır. söylemek istediğim şeyi net ifade edemiyor olabilirim ama insanı düzgün bir şekilde konuşmaktan alıkoyan şey, yaşamdaki bu ikilemin farkında olmayışından kaynaklanmaktadır.

kadın: ama insan günlük yaşamını sürdüremez. bilemiyorum, bu...

adam: ayrımla. dengeyi kendimiz kurarız. sessizlikten sözcüklere geçişimizin sebebi de budur. bu ikilemin arasında gider geliriz çünkü hayatın devinimi bunu gerektirir. insan bu şekilde günlük yaşamdan daha üstün bir yaşama yükselir; düşünme yaşamına. ama işte bu yaşam da insana günlük yaşamından tamamıyla sıyrılmasını şart koşar.

kadın: o halde, düşünmek ve konuşmak aynı şey midir?

adam: öyle, öyle. bu konuda platon'un şöyle bir sözü vardır: "hiç kimse düşünceyi, onu ifade eden sözcüklerden ayıramaz." düşüncenin zorlayıcı şartı, onun ancak sözcükler vasıtasıyla kavranmasıdır.

kadın: peki insan, yalan riskini de üstlenmeli midir?

adam: yalanlar da maceramızın bir parçasıdır. hatalar ve yalanlar birbirlerine benzer. tabii burada sıradan yalanlardan bahsetmiyorum. birine gideceğine dair söz verirsin; ama canın istemez ve gitmezsin. görüyorsun ya, bunlar basit şeyler. ama incelikli bir yalan hatadan biraz daha farklıdır. insan bazen düşünür ama bir türlü doğru sözcüğü bulamaz. bazen ne söyleyeceğini bilemeyişinin sebebi budur. doğru sözcüğü bulamamaktan korkarsın. tek açıklaması bu.

kadın: insan, doğru sözcüğü bulduğundan nasıl emin olabilir?

adam: çalışması gerekir. gayret etmelidir. kişi, kendini doğru bir şekilde ifade edebilmelidir. söylenmesi gerekeni söylemeli, yapılması gerekeni yapmalıdır; incitmeden, zarar vermeden.

kadın: her insan doğruyu bulmaya çalışmalı. biri bana şöyle demişti: "her şeyde bir doğru vardır, hatalarda bile."

adam: bu doğru. fransa 17. yüzyılda bu gerçeği göremedi. onlar, insanların hatalardan kaçınabileceklerini düşündüler. ve dahası, insanların doğru yolu kolayca bulabileceklerini sandılar. bu mümkün değildir. buna karşılık; kant, hegel ve alman felsefesi ise bizlere, doğruya ulaşmanın tek yolunun hatalardan geçtiğini gösterdi.

kadın: aşk hakkında ne düşünüyorsunuz?

adam: onun da üstesinden gelinmeli. leibnitz, hayattaki anlamlı rastlantılara dikkat çekti. ne de olsa hayat kimi zaman tesadüfi kimi zamansa zaruri gerçeklerin bir bileşkesidir. alman felsefesi ise bize şunu gösterdi: hayatta her insan hatalarıyla yaşar. önemli olan bunlarla baş edebilmektir,

kadın: aşkın hayatın tek gerçeği olması gerekmiyor mu?

adam: bunun için, aşkın hep aynı gerçeği işaret etmesi gerekir. bu güne kadar hiç aşık olduğu şeyin ne olduğunu bilen birine rastladın mı? hayır. yirmili yaşlarında bunu bilemezsin. yaptığın tek şey keyfi seçimlerde bulunmaktır. "seviyorum" kelimesi çoğu zaman fütursuzca sarf edilir. neyi sevdiğinden emin olmak için ihtiyacın olan şey olgunluktur. doğruyu aramak! işte yaşamın gerçeği budur. ve aşk eğer gerçekse ancak o zaman bir çözüm olur.




--- alıntı ---
devamını gör...
anna karina'nın oynadığı, jean-luc godard'ın yönetmenliğini yaptığı film. başrol nana adında, eşinden ayrılmış ve oyuncu olmak için çabalayan bir kadındır. ancak bunun için gerekli birkaç şey vardır ve bunlardan en önemlisi paradır. bir arkadaşı aracılığıyla raoul adında bir adam ile tanışır ve ondan fahişelik hayatını öğrenip bu işi yapmaya başlar. daha fazla detay verirsem filmi burada ortaya dökeceğim, bu yüzden kısa tutuyorum.

ayrıca değinmek gerekirse filmin müziği, oyunculukları, konusu ve anlatış biçimi harikadır. en sevdiğim kısmıysa kafede(ya da barda) oturup rastgele bir adamla yaptığı felsefik konuşma. adamın kendisi zaten bir filozof ve bu filme de kendi kimliğiyle çıkmakta bir sakınca bulmamış.

kısacası, güzel filmdir.
devamını gör...
anna karina'nın oynadığı en güzel film belki de.. 12 tablodan oluşan bir film. 11. tabloda, edgar allan poe'nun bir hikayesine değiniliyor. peki o hikâyeyi okurken hissettiğimiz ürperişi yeniden, hatta daha büyük bir hazla hissetmemize ne demeli? anna'nın bakışları filmi tek başına alıp götürüyor.
devamını gör...

bu başlığa tanım girmek için olabilirsiniz.

zaten üye iseniz giriş yapabilirsiniz.

"hayatını yaşamak: on iki tablodan oluşan bir film" ile benzer başlıklar

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim