1.
insanın düşüncelerinin ne kadarının askıda, çiğ, temelsiz kaldığını; ne kadarının zemine bastığını, gerçek olan, ağırlığı olan bir şeylere temellendiğini anlaması için yazar. içini dökmesi içindir yahut kendisi için bir zamanlar neyin önemli olduğunu, zaman içinde hayatının nasıl değiştiğini anlaması için yazar.
iyi kötü hepimizin, bir şeylerle alakalı radikalinden ılımlısına; tutarlısından tutarsızına; cehalet bulamacından akademik referanslısına kadar geniş bir spektrumda değerlendirilebilecek düşüncelerimiz vardır. bu düşünceler, bazı verilerle oluşur, zamanla olgunlaşır ve çoğunlukla, eğer siz hakikatin peşindeyseniz, yeni veriler edindikçe ve bakış açıları kazandıkça değişir. bu fikir dünyasındaki değişimin ve gelişimin en önemli araçlarından biri de yazmaktır. aslında, hedef, her zaman ve mutlaka gelişmektir. (bkz: iki günü bir olan ziyandadır.) yazmayı, fikir dünyasında ve ona bağlı olarak, gündelik yaşam gerçekliğine katlanmak için onu anlamlandırmaya çalışmakta araçsallaştırmak, bize, gelişimin önündeki en önemli engeli kaldırma güzelliğini yapar: "bir meseleyle ilgili yeterince düşünmemek" bunu da yazarken bol bol düşünmek suretiyle gerçekleştiririz.
şimdi tam olarak buraya bir şerh koymamız gerekiyor. zira tam olarak konuyu, yazmayı, gelişimin ve anlamlandırmanın bir aracı olarak gören, kendisine ve okuyucusuna saygısı olan insanların olduğu bir yere temellendirdik. yani, "şimdi ben bir şeyler yazacağım; başı bir yerde, sonu bir yerde olacak ve mantıksızlığımdan, tutarsızlığımdan gözlerinizi kör edecek, sinirlerinizi zıplatacağım." manifestosuyla, elleri ve bu elleri basabileceği bir klavyesi bulunan, halk arasında "fikirsiz" diye tabir edilen ancak bizim asla böyle nahif ifade etmeyeceğimiz, tahammülümüzün kalmamasından mütevellit doğrudan, "ahmak" diyerek saldıracağımız kişilerden bahsetmiyoruz. "herhalde biraz gevezeyim ya ben, ciddili gevezeyim." gibi bir cümleyi, adında sözlük olan platforma tanım olarak giren insanlardan bahsetmiyoruz yani. siz anladınız efenim.
yazarken düşünmenin yanında, fikir dünyamıza dair bir arşiv, bir anı deposu yaratmamızı sağlar. yıllar geçtikçe dönüp okur, "ya hu ne kadar aptalmışım!" ya da "ne kadar haklıymışım be!" dedirtir. dönüştüğünüz insanın neye benzediğini, nereden nereye geldiğini, ileriye mi yoksa geriye mi gittiğini görürsünüz. ilk gençlik yıllarını, toyluğunuzu okur, yaşadıklarınızın izlerini sürersiniz.
sözgelimi belirsiz bir süre boyunca içki içmişizdir ve onun bize sağladığı duygulanımlara aşık bir şekilde, şu veya bu kokteyl, viski ya da konyak için güzellemeler yapmışızdır. elimizdeki veride alkol, sabahında ağrı kesiciyle çözebildiğimiz bir baş ağrısı dışında keyif, rahatlama ve duyguları yoğun yaşayabilme zevkidir. bilhassa ilk gençlik yıllarında, bir pub'da arkadaşlarınla sağa sola gülmekten yıkıldığın anların; kederlendiğinde bergen, aşık mahzuni şerif dinleyerek sızana kadar içtiğin ve o ruh haline biraz olsun katlanma gücü bulduğun anların eşlikçisi olan muhteşem bir şeydir. yazarız: "aga, sex on the beach! biraz rom, biraz vodka, biraz portakal suyu ve cennetin kapıları sonuna kadar açılır!" "yalnızca gerçek gurmeler viskiyi buzsuz içer! viskiye kola katan namussuzu bulup mezarına tükürmek istiyorum!" bu dönemde, zararını bilmenize rağmen alkole bakış açınız ılımlıdır; veriler iyidir, iyi hissettiriyordur.
sonra bir gün, bir sabah uyanır ve tam göğüs kafesinin altında, keskin ve hiç geçmeyecekmiş gibi gelen bir sızı hissedersiniz. beyniniz hemen, iyi olan verilerin önüne, arkalara fırlatıp attığınız kötüleri çıkarıp önünüze koyar ve "aha şimdi boku yedin kamil" diyerek size baskı yapmaya başlar. hemen izin alınır, apar topar hastaneye gidilir ve "endoskopi gerekiyor" cümlesini duyarsınız. hemen araştırmaya başlar ve "tam olarak ne kadar boku yediğinizin" muhasebesini çıkarmaya çalışırsınız. artık alkolle alakalı eski düşüncelerinizin yerini yenileri almaya başlamıştır. "alkol dostunuz değildir" mottosunu doktor hafızanıza kazımıştır. sözgelimi artık viskisini kolayla karıştırıp içen insanların ne kadar zevksiz piçler olduğuna dair düşünceleriniz önemsizleşmiştir. hatta, insanların bu boku kolayla karıştırmasının neden bir zamanlar sizi ilgilendirdiğini, ne kadar salak saçma düşüncelere sahip olduğunuzu sorgularsınız. adım adım, "herkesin hayatına kimse karışamaz, ben şu şekkil giyinirim, o adam bu şekkil giyinir, şu şekkil giyinir, herkesin özgürlüğü birdir." noktasına gelirsiniz. bu noktaya gelirsiniz zira söz uçmuş, yazı kalmıştır. fikirlerin izi sürülmüş, geçmişten bugüne belgelenmiştir.
hayatın renklerle dolu, yaşamın binbir halinin olduğunu anlamanızı, en önemlisi ve en zoru olarak bunu içselleştirmenizi sağlayan bir noktadır bu nokta. hala birçok norm, birçok yargı vardır kafanızın içinde ancak çoğu köksüz, "ya tamam ama şöyle bir şey de var" denildiğinde, "evet ya haklısın, laf işte, konuşuyoruz" demenizi sağlayan bir hafifliktedir. radikallikten sıyrılmış, orta yolcu olmuşsunuzdur. ancak bu sefer de radikallerin saldırılarına ve suçlamalarına maruz kalırsınız. sözgelimi "21 yaşında damadın, 49 yaşındaki kayınvalidesini hamile bırakması" konusunda, "hayat bu, orada tam olarak nasıl bir duygusal atmosfer vardı bilemiyoruz. kadının ne kadar duygusal boşlukta olduğunu ya da 21 yaşında cahil bir ergen çıkmasının, o elektriğin çekiciliğine ne kadar direnebileceğini anlayamayız" gibi düşüncelerin sebebiyle ahlaksız damgası yiyip, "sizin gibi düşünenler yüzünden," denilerek, ahlaksızlığı ve allahsızlığı yayma kürsüsünün öncüleri olarak anılırsınız. yine de keyiflidir, sinir nöbetleri yoktur, nerede durduğunuzu bilirsiniz.
çok uzattık ya hu, iyi yazdık. neden yazıyormuşuz, belirsiz bir yıl sonra, muhtemelen kanser olduğunda, son dönemlerindeyken, "gecenin sonuna yolculuk" yapmak istediğin o hastane odasındaki arturo? ilerlemek için değil mi? her şeyin anlamının kaybolduğu o anlarında, "keşke, keşke!" diye sıraladığın düşüncelerinin içinde, "ne için yaşadım ki ben?" diye sorduğun anlarında, hayatın boyunca, hayatının yegane amacını hatırlamak için! ilerlemekti bizim sevdamız, öyle değil mi, bir soluk alıp "devam ediyoruz!" demekti. doğruları ve yanlışlarıyla, bir hayat nasıl yaşandıysa öyle yaşandı. sadece bir kapıdan geçeceksin, yani yine devam ediyoruz!
iyi kötü hepimizin, bir şeylerle alakalı radikalinden ılımlısına; tutarlısından tutarsızına; cehalet bulamacından akademik referanslısına kadar geniş bir spektrumda değerlendirilebilecek düşüncelerimiz vardır. bu düşünceler, bazı verilerle oluşur, zamanla olgunlaşır ve çoğunlukla, eğer siz hakikatin peşindeyseniz, yeni veriler edindikçe ve bakış açıları kazandıkça değişir. bu fikir dünyasındaki değişimin ve gelişimin en önemli araçlarından biri de yazmaktır. aslında, hedef, her zaman ve mutlaka gelişmektir. (bkz: iki günü bir olan ziyandadır.) yazmayı, fikir dünyasında ve ona bağlı olarak, gündelik yaşam gerçekliğine katlanmak için onu anlamlandırmaya çalışmakta araçsallaştırmak, bize, gelişimin önündeki en önemli engeli kaldırma güzelliğini yapar: "bir meseleyle ilgili yeterince düşünmemek" bunu da yazarken bol bol düşünmek suretiyle gerçekleştiririz.
şimdi tam olarak buraya bir şerh koymamız gerekiyor. zira tam olarak konuyu, yazmayı, gelişimin ve anlamlandırmanın bir aracı olarak gören, kendisine ve okuyucusuna saygısı olan insanların olduğu bir yere temellendirdik. yani, "şimdi ben bir şeyler yazacağım; başı bir yerde, sonu bir yerde olacak ve mantıksızlığımdan, tutarsızlığımdan gözlerinizi kör edecek, sinirlerinizi zıplatacağım." manifestosuyla, elleri ve bu elleri basabileceği bir klavyesi bulunan, halk arasında "fikirsiz" diye tabir edilen ancak bizim asla böyle nahif ifade etmeyeceğimiz, tahammülümüzün kalmamasından mütevellit doğrudan, "ahmak" diyerek saldıracağımız kişilerden bahsetmiyoruz. "herhalde biraz gevezeyim ya ben, ciddili gevezeyim." gibi bir cümleyi, adında sözlük olan platforma tanım olarak giren insanlardan bahsetmiyoruz yani. siz anladınız efenim.
yazarken düşünmenin yanında, fikir dünyamıza dair bir arşiv, bir anı deposu yaratmamızı sağlar. yıllar geçtikçe dönüp okur, "ya hu ne kadar aptalmışım!" ya da "ne kadar haklıymışım be!" dedirtir. dönüştüğünüz insanın neye benzediğini, nereden nereye geldiğini, ileriye mi yoksa geriye mi gittiğini görürsünüz. ilk gençlik yıllarını, toyluğunuzu okur, yaşadıklarınızın izlerini sürersiniz.
sözgelimi belirsiz bir süre boyunca içki içmişizdir ve onun bize sağladığı duygulanımlara aşık bir şekilde, şu veya bu kokteyl, viski ya da konyak için güzellemeler yapmışızdır. elimizdeki veride alkol, sabahında ağrı kesiciyle çözebildiğimiz bir baş ağrısı dışında keyif, rahatlama ve duyguları yoğun yaşayabilme zevkidir. bilhassa ilk gençlik yıllarında, bir pub'da arkadaşlarınla sağa sola gülmekten yıkıldığın anların; kederlendiğinde bergen, aşık mahzuni şerif dinleyerek sızana kadar içtiğin ve o ruh haline biraz olsun katlanma gücü bulduğun anların eşlikçisi olan muhteşem bir şeydir. yazarız: "aga, sex on the beach! biraz rom, biraz vodka, biraz portakal suyu ve cennetin kapıları sonuna kadar açılır!" "yalnızca gerçek gurmeler viskiyi buzsuz içer! viskiye kola katan namussuzu bulup mezarına tükürmek istiyorum!" bu dönemde, zararını bilmenize rağmen alkole bakış açınız ılımlıdır; veriler iyidir, iyi hissettiriyordur.
sonra bir gün, bir sabah uyanır ve tam göğüs kafesinin altında, keskin ve hiç geçmeyecekmiş gibi gelen bir sızı hissedersiniz. beyniniz hemen, iyi olan verilerin önüne, arkalara fırlatıp attığınız kötüleri çıkarıp önünüze koyar ve "aha şimdi boku yedin kamil" diyerek size baskı yapmaya başlar. hemen izin alınır, apar topar hastaneye gidilir ve "endoskopi gerekiyor" cümlesini duyarsınız. hemen araştırmaya başlar ve "tam olarak ne kadar boku yediğinizin" muhasebesini çıkarmaya çalışırsınız. artık alkolle alakalı eski düşüncelerinizin yerini yenileri almaya başlamıştır. "alkol dostunuz değildir" mottosunu doktor hafızanıza kazımıştır. sözgelimi artık viskisini kolayla karıştırıp içen insanların ne kadar zevksiz piçler olduğuna dair düşünceleriniz önemsizleşmiştir. hatta, insanların bu boku kolayla karıştırmasının neden bir zamanlar sizi ilgilendirdiğini, ne kadar salak saçma düşüncelere sahip olduğunuzu sorgularsınız. adım adım, "herkesin hayatına kimse karışamaz, ben şu şekkil giyinirim, o adam bu şekkil giyinir, şu şekkil giyinir, herkesin özgürlüğü birdir." noktasına gelirsiniz. bu noktaya gelirsiniz zira söz uçmuş, yazı kalmıştır. fikirlerin izi sürülmüş, geçmişten bugüne belgelenmiştir.
hayatın renklerle dolu, yaşamın binbir halinin olduğunu anlamanızı, en önemlisi ve en zoru olarak bunu içselleştirmenizi sağlayan bir noktadır bu nokta. hala birçok norm, birçok yargı vardır kafanızın içinde ancak çoğu köksüz, "ya tamam ama şöyle bir şey de var" denildiğinde, "evet ya haklısın, laf işte, konuşuyoruz" demenizi sağlayan bir hafifliktedir. radikallikten sıyrılmış, orta yolcu olmuşsunuzdur. ancak bu sefer de radikallerin saldırılarına ve suçlamalarına maruz kalırsınız. sözgelimi "21 yaşında damadın, 49 yaşındaki kayınvalidesini hamile bırakması" konusunda, "hayat bu, orada tam olarak nasıl bir duygusal atmosfer vardı bilemiyoruz. kadının ne kadar duygusal boşlukta olduğunu ya da 21 yaşında cahil bir ergen çıkmasının, o elektriğin çekiciliğine ne kadar direnebileceğini anlayamayız" gibi düşüncelerin sebebiyle ahlaksız damgası yiyip, "sizin gibi düşünenler yüzünden," denilerek, ahlaksızlığı ve allahsızlığı yayma kürsüsünün öncüleri olarak anılırsınız. yine de keyiflidir, sinir nöbetleri yoktur, nerede durduğunuzu bilirsiniz.
çok uzattık ya hu, iyi yazdık. neden yazıyormuşuz, belirsiz bir yıl sonra, muhtemelen kanser olduğunda, son dönemlerindeyken, "gecenin sonuna yolculuk" yapmak istediğin o hastane odasındaki arturo? ilerlemek için değil mi? her şeyin anlamının kaybolduğu o anlarında, "keşke, keşke!" diye sıraladığın düşüncelerinin içinde, "ne için yaşadım ki ben?" diye sorduğun anlarında, hayatın boyunca, hayatının yegane amacını hatırlamak için! ilerlemekti bizim sevdamız, öyle değil mi, bir soluk alıp "devam ediyoruz!" demekti. doğruları ve yanlışlarıyla, bir hayat nasıl yaşandıysa öyle yaşandı. sadece bir kapıdan geçeceksin, yani yine devam ediyoruz!
devamını gör...