arturo bandini yazar profili

arturo bandini kapak fotoğrafı
arturo bandini profil fotoğrafı
rozet
karma: 6295 tanım: 174 başlık: 58 takipçi: 64
"Fırsat için ne derler biliyor musun, Ba­ba? Kapıyı bir kez çalar."

son tanımları


macunköy

çocukluğumu geçirdiğim semt. eskiden gecekonduydu ve gecekondu mahalleleri vardı. o mahalleler arasında nice hikayeler yazdık. sonra tabii yıktılar her yeri ve siteler yaptılar. biz de demetevler'e taşınmıştık 2006'da.

başlığını görünce duygulandım. ah çocukluğum...
devamını gör...

kitap okumanın türk halkında egoistliğe yol açması

"aşk de gerisini s*keyle" gibi romanlar okuyanların vasat tespiti.

louis celine okursunuz, yaşamın ölüme yolculuk olduğunu anlarsınız; bir fante okursunuz bir gariban annenin 1 kilo etle biraz elma almak için yere göre sığamayışını anlarsınız; dostoyevski okursanız, dini, sosyolojiyi, insan doğasını anlarsınız; proust okursanız insan ruhunun, egosunun ve arzularının derinliklerini; bukowski okursanız kırıklığı ve serkeşliği anlarsınız. thomas bernhard okuyarak mesela, tekrarlar ile insan zihninde bir şeyin nasıl kalıcı hale gelebileceğine dair bir teknik öğrenirsiniz. kiralık aşk izlemekle karamazov kardeşler okumayı bir tutmak gibi bir ahmaklığı, umuyorum ki hayatınıza yansıtmıyorsunuzdur.

kitap okumak egoistliğe neden olmaz, aksine daha anlayışlı, daha mütevazı ve empatik yapar insanı. ancak siz okudukça, yaşamın renklerini gördükçe, çoğunluğun çok sığ ve empatiden yoksun hareket ettiğini görürsünüz. çok basit bir şekilde, sözgelimi bir doktorun yanında, sürekli "baba zeytinyağını sabah aç garna içiyorsun, ganser manser hiçbir şeyin galmıyor" denildiğini düşünün. bir süre sonra, size işin doğrusunu anlatmayı bırakır, köşesine çekilir. bu nasıl onu egoist yapmıyorsa; insan davranışlarının en derin köşelerini okuyarak öğrenmiş, o tahlilleri anlamaya kafa yormuş bir insanın da aynı şekilde köşesine çekilmesi onu egoist yapmaz.

ya aslında millet o kadar boktan ve ezbere konuşup davranıyor ki; konuşup saçmalıklarla boğuşmaktansa, köşene çekilip egoist olarak anlaşılmak da kötü bir şey değil.
devamını gör...

manipülatif ebeveyn

manipülatif ebeveyn, çocukluktan yetişkinliğine kadar insanların sosyal ilişkilerinde davranışlarının birçoğuna sirayet eden, onu gizlice yönlendiren şeytani bir güçtür. insanların hayatlarını zehirleyen aile tipidir. bugün, özellikle erişkin insan ilişkilerinin en büyük sorunlarından bazılarının tohumları bu aile tarafından atılır ve büyütülür.

hani o, "ben kemer istiyorum, 400 gr altın takmayacaksan ne anlamı var ki" diyen, medyaya düştüğünde zorbaladığımız genç kız varya, işte bu ailenin ürünüdür. toplum onu yargılar, ona kin kusar ancak arka plandaki şeytan, her zaman ve daima orada, o kızın ensesinde olacak aile, bu ailedir. ne zaman ki ilişkisi, ailesiyle yüzleşmesini gerektirecek bir aşamaya geçer; bu isteme ya da bir nişan töreni olsun, müthiş saçma, absürt davranışlarının ortaya çıkmasının sebebi bu ailedir. zira yıllarca zihninde kümelenen "onaylanma/kınanma" mekanizması, hayatının en önemli kararını verdiği bir dönemde coşar ve saldırganlaşır.

genellikle kurnazdırlar, onlar da kendi ailelerinden böyle görmüşlerdir ve bu silsileyi devam ettirmek için çocuklarını şekillendirirler. sözgelimi, akraba x ya da falanca z hakkında kendi nefretleri vardır, eğer siz onlar hakkında farklı düşünürseniz kınanırsınız. bir olay karşısında, onları koruyup, onların lehine şekilde konuşup davranırsanız onaylanırsınız. yıllarca bilinçaltı, bu "davranış ve bir ödül olarak onaylanma ve bir ceza olarak kınanma" ile öylesine dolup taşar ki; onlardan farklı düşünememeye, davranamamaya başlarsınız.

insan büyür, öyle ya da böyle yaşamı görür ve bu ailenin kabuğunu yavaş yavaş kırmaya başlarsa, tam bu noktada, müthiş bir duygusal harp başlatırlar. duygu sömürüleri yapılır, daha önce uygulanmış ve yola getirdiği deneyimlenmiş "ödül/ceza" sistemi ara ara devreye sokulur. 50 yaşına gelmiş, hala bu etkiden dolayı ailevi sorunları devam eden insanlar bunu çok iyi bilir. 30 yıldır evli olup, hala eşini ailesinin etkisinden çıkaramayan insanlar var. öyle ki; adam ya da kadın, kaç yaşına gelirse gelsin, kendi ailesini bir türlü önceleyemiyor. en iyi ihtimalle idare etmek zorunda kalırken, birçok durumda kendi ailesini mağdur ediyor. bilhassa, gözlemlediğim kadarıyla bazı kadınların bu kabusla ömrü ziyan oluyor.

bir hanım ablamız, eşinin annesinden çektiği sıkıntıları anlattığında ağzım açık kalmıştı. bu kadın 48 yaşında, 4 çocuğu olan bir kadındı. eşi gurbette çalışırken, bu baskılara dayanamayıp, 2 çocuğunu da alıp evini terk edip babasının evine gitmiş. eşinin olaylardan haberi var. çok çalışkan, zor zamanlardan alışkanlık, ailesini kimseye muhtaç etmemek için çalışmış hep. üzerinden 15 sene geçmiş, 2 çocuğu daha olmuş. "ee ablacım," dedim, "şimdi sorunlar çözüldü mü?" bana sadece şunu söylemesi yetti benim için: "şu an 2 katlı bir evde yaşıyoruz, biz üst katta ailesi alt katta."

bu adamın ailesi manipülatif ailedir işte. 48 yaşında bir kadının, hala daha boğazına düğümlenen cümleler kurmasına sebep olan o karanlık gölgedir. çocuklarının kendi ailesini kurmasına müsade etmez, ölene kadar bırakmaz peşini. eğer zihnini temizleyecek, ona farklı perspektiften hayata bakmasına yardım edecek bir yol arkadaşı da bulamadıysa, ömrü boyunca bu insanların tahakkümünde sıkışıp kalır.

yaş ilerledikçe, insanları daha iyi tanımaya başlıyoruz. zamanında marcel proust, celine, dostoyevski, turgenyev, çehov, fante okurken, "ya hu roman okumak da ne işe yarar ki" diyenlerin ne kadar saçma bir düşüncede olduklarını, ömür ilerledikçe daha iyi anlıyoruz. o bakış açılarını, insan davranışlarının arka planlarını okudukça, bir insanın, göründüğünden çok daha derin bir yapı olduğunu, her davranışının arkasında izlerin olduğunu, özellikle bir şeytani güçle mücadele edip etmediğini bilmediğimizi fark ediyoruz.
devamını gör...

kimchi

çok sevdiğim kore turşusu. biranın yanında muhteşem bir eşlikçidir.

sürekli aldığım bir yer var. öyle bir acılı yapıyor ki gerçekten dudaklarım kabarıyor. benim gibi acı delisi birini orgazm edecek bir lezzeti ve acısı var.

ancak bana göre gereğinden fazla pahalı. kg fiyatı 700 liraya yakın. kendim yapacağım sonunda.

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
devamını gör...

şekerpınar

kavşağındaki shell'in yanında bir küçük pastane vardır ve tereyağlı simiti inanılmazdır. 2 haftada bir ofiste kahvaltı geleneği oluşturmuştur bizlere. 1 dakika mikrodalgada ısıtıp yendiğinde bağımlılık yapacak kadar güzeldir.
devamını gör...

yazarların şu an dinledikleri şarkı

sima bina - morg-e shab
devamını gör...

yazarların hüzünlüyken dinlediği şarkılar

mohsen namjoo'dan "shirin shirinam" "vava leili"

solmaz naraghi'den "nobahari"

aşık mahsuni şerif'ten "uyan çoban uyan" "doktor bey" "cananım"

şeklinde sayabileceğim şarkılardır. daha birçok şarkı sayabilirim ancak ne zaman hüzünlensem ruhum ya iran'a, horasan'a kaçar ya da avşar ellerine.
devamını gör...

akma dayanımı

8.8 kalite civatalar için 640 mpa, 10.9 kalite civatalar için 900 mpa'dır.

özellikle bağlantı elemanlarında, civataların uygun torkla sıkılması önemlidir. uygun torkla sıkılmayan civatalarda, az sıkılması durumunda titreşimle gevşeyebilir ve büyük sorunlara sebep olabilirken çok sıkılması durumunda da dişlere uygulanan gerilmeden dolayı deformasyon olabilir. bu yüzden her bir metrik civata için hesaplanan bir tork değeriyle bağlantı elemanları sıkılır.

bu tork için gereken kuvvet değeri genellikle, ilgili civatanın akma dayanımı ile çekme alanının çarpımının 0.75 katıdır. sürtünme katsayısı (0.1-0.2 arası alınır) ve civata çarpımıyla da uygun tork değeri bulunur. her bir civata için hesaplama yapılmaz, tablodan okunur.

tabi bu bilgilerin pek değeri yoktur bu memlekette. hayatlarında memleket hayrına tek bir çivi çakmamış namussuzların çukurambar'da ya da etiler'de takıldıkları mekanların önünden geçemezsiniz. ömrünüzü yer bitirir. o yüzden genç kardeşlerime bunlarla vakit kaybetmemeyi tavsiye ediyorum. aklınız hala berrakken sakın ha sakın üretime, tasarıma yönlenmeyin.
devamını gör...

ağlamayacağına yemin etmek

cesur, güzel ancak fazla iddialı bir yemindir.

ağlamamaya yemin etmekten kastın, duygusal sebeplerle, birileri için ağlamamak olduğunu kabul ediyoruz. kimsenin "dram filmi de izlesem ağlamayacağım." diye yemin edeceğini düşünmüyoruz ya da babası öldüğü için. o halde, bu, duygusal olarak ya birine hiçbir zaman fazla anlam yüklemeyeceğin ya da birilerinin seni hiç kırmayacağı anlamına gelir. ikisi de yapılabilir; pekala kimseyi sevmez; s..tir edersin başından, karşı cinsi ciddiye almaz, hiçbir şekilde duygusal temasa girmezsin. bir süre sonra, ilgin de zihnindeki kurgular da onlardan uzaklaşır. ancak bunun bedeli vardır, ağlamak duygulanmaktır; içerlemektir ve bunlar yaşamın içinde, yaşamın bir rengi, hislerinizin diriliğinin işareti olan şeylerdir. ağlamamak, duygulanmamak, hislenmemek bir kütüğe dönüşmektir.

ben yıllardır umursamıyorum, kimin ne yaşadığıyla ilgilenmiyorum mesela. işime bakıyorum, dostlarımla zaman geçiriyorum, film izliyor, kitap okuyorum. birinin duygusal dünyasında olup biteni merak etmiyorum, sevmediğim gibi de sevilmiyorum da. yani yaşamımdan böyle bir hassasiyeti çıkardım. e ne oldu peki? duygulanmak ve hislenmek için, yıllar önce sevdiğim kadını hatırlayıp, kurgusal karaktere çevirip pasajlar yazıyorum ara sıra. haha. üç birayla beraber iyi hissettiriyor ve özlem duyuyorum. özlem duymak güzel bir şey; hayal kurmak da öyle. ama her şey gün geçtikçe daha da silikleşiyor; unutuyorsun ve öylece devam ediyorsun yaşama.

yaşamın sizi siz yapan bu güzelliklerine kapıyı kapatmayın. kapatan, bir süre sonra açamaz. bunu öyle beylik laf olarak söylemiyorum. çok açık söylüyorum bunu. etrafınızda yalnızlıkla bütünleşmiş çok insan görürsünüz. bu insanlar bir şekilde sevdalandılar, küstüler ve çekildiler. şimdi çoğuna sorsan, nasıl çıkacağını ve neden çıkacağını bilemez. cevaplayamaz bunu; neden çıkmaması gerektiğine dair güçlü argümanlar üretir ve bu onu daha güçlü bir kütük haline getirir.

uzattık; ağlayın, sevin, sevilin, aldatın, aldatılın ama bu karanlık tarafa geçmeyin. buralar iyi değil.
devamını gör...

duygusallığı zayıflık gören insanlar

bunlara yakın düşünenlerden biri de benimdir.

duygusallık, bütünüyle bir zayıflık olmasa da bir erkek özelinde, eğer kontrol edilemezse insanı müthiş derecede zayıflatır. neye karşı zayıflatır peki? yaşama karşı. bunu yalnızca ilişkiler açısından düşünmemekle birlikte, duygusallığın gücünün ne olduğunun bilinmediğini düşünüyorum. yani "duygusallık zayıflıktır diyen, basbayağı saçmalıyordur. duyguları yok sayan bir kütüğün yorumudur." şeklinde algılanmamalı. duygusallığı zayıflık gören insanın bir canavar olmadığını; bu şekilde başlayarak da ona bir cephe açmamamız gerektiğini bilmeliyiz.

"duygusallık," genellikle "mantıklılığın" zıttı olarak algılanır. bir şekilde mantığı arka plana atar ve yaşanan olayı, duygu yüklenen kişiyi ya da diğer özne olan kendimizi, hislerimizle yorumlamamıza neden olur. duygularımızla yorumladığımız olayların öznel olması sonucu, yorumlar da yargılar da eylemler de son derece hataya açıktır. sözgelimi, birine aşık olan birinin, karşılık bulamadığında, kontrol edemediği duygusallığın etkisinde yapacağı değerlendirmeler, o duyguların etkisinde kurguladığı senaryoların dışında kendisine bir temel bulamaz. yani, adam yoğun yaşadığı duyguların etkisinde, kafasında kurduğu senaryoya sadık kalır.

"onu çok seviyordum, onun için her şeyden vazgeçebilirdim. reddedildim ya da yoksayıldım. hayat bitti benim için. bir daha asla birini böylesine sevemem." der. sonra o duygulara saplanıp kalır. o duyguların etkisinde yorumlar her şeyi. oturup şöyle düşünemez mesela: "ben y..ak herifin tekiyim. kadın güzel. senin çapın ne ki bu kadına hisler besliyorsun? etrafına bir bak, ulaşabileceği daha iyi erkekler varken, seni neden tercih etsin?" bu yüzden doğru yerden bakamaz olaylara. sürekli ya kendini ya karşısındakini suçlar. tüm değerlendirmeler ve eylemler, rasyonellikten uzaklaşır. sürekli o duyguların etkisi altındaki zihninin kurguladığı hayallere dalıp dalıp çıkar. sert gerçekliklerle dolu yaşamın içinde, kendisine bir boyut açıp orada mücadele eder. bu mücadeleden hiçbir şekilde zaferle ayrılamaz ancak orada harcadığı efordan dolayı zayıflamaya başlar. yaşama karşı, mücadele etmesi ve çözmesi gereken sorunlara karşı dağınıklaşır.

toplumda sürekli hararetle tartışılan sosyal ilişkilerdeki "iyiler kaybeder, efendi insanlar kaybeder." gibi çıkarımlardaki bu iyi ve efendi insanlar, bahsedilen duygusal insanlardır aslında. tam anlamıyla çözemedikleri ve duygularını kabartan bir olay yaşandığında, oraya yıkılıverirler. olay biter, olayın sonuçlarına karşı yine bir şekilde yıkılırlar. çünkü yaşamın gerçekliği karşısında, zihinlerinin ve hayal dünyalarının dehlizlerinde, kendileriyle mücadele etmek gibi bir garabetin içine düşmüşlerdir. karşılarındaki insan, bu zayıflığı hisseder ve sezer. dolayısıyla ondan uzaklaşır ya da sürekli sağa sola yıkılmasına kızsa da teskin etmeye çalışır. bu olay kısa vadede dahi muhatap insanı yorar. aslında o duygusal erkeklerden sessizce ışınlanarak uzaklaşan kadınlar, tüm bu anlattığımız şeyleri, çok güçlü sezgileri sayesinde, birkaç saatte, günde ya da haftada anlarlar. sonra başlar ağlamalar, sitemler, öfke nöbetleri.

duygusallık zayıflıktır. yaşamın daha çok farklı alanlarında da örneklendirilebilir; iş hayatı, arkadaşlık ilişkileri, yatırımlar, eğitim vs. ancak benden şimdilik bu kadar.
devamını gör...

hiç gelmeyecek birini beklemek

kurduğunuz hayalleri reddetmenin, en ince ayrıntısına kadar inşa ettiğiniz hayal dünyasını enkaza çevirmenin zor gelmesindendir.

yan yana gün batımını izlemekten tutun, işten döndüğünüzde akşam karşılıklı pişirdiği yemeği yerken ona söyleyeceğiniz güzel sözlere, yüzündeki gülümsemeye; sarılıp koklamalarınızdan tutun da olası kavgalarınıza kadar her şeyi zaman içinde hayal edersiniz. ince ince işlersiniz. bir süre sonra, tüm geleceğinizin onunla birlikte olacağını düşünürsünüz. sonra o yok olur. hayalinizin başkahramanı silinip gitmiştir.

geriye gün batımını izlemek için oturduğunuz sandalye ve siz kalırsınız. solunuza bakarsınız, o yoktur. akşam yemeğinin tadı tuzu kaçmıştır; o yoktur. boşluğa sarılır, havayı koklarsınız. bu noktaya gelene kadar, ayaklarınızın zemine basıp gerçeği kabullenmeye başlayana kadar geçen süre işte budur: hiç gelmeyecek birini beklemek. acınası durur; insanı zayıflatır lakin yaşamın bir gerçeğidir. saygı duymak gerekir; kınamak ise ayaktakımının işidir. kimsenin kalbinde kolay kolay sevgi filizlenmez; hiç kimse öylesine zamanını, duygularını birine saplayıp yaşamını ve zihnini sağlıksız bir hale sokmaz. gönül işleri çok karmaşık ve yoğun yaşanan duygulardan oluşur.
devamını gör...

hayatının sonuna kadar tek bir kitap okuma şansın olsaydı

(bkz: gecenin sonuna yolculuk) - (bkz: louis ferdinand celine)
devamını gör...

yalnızlık

tercihlerini bile kendisi belirleyemeyen insan, kaybolmuştur. yalnızlık tercih edilecek bir şey değil. insanız ve kaybolduk; nerede?

istediğimiz şeyin ne olduğunu kendimize açıklayamadığımız noktada, ayaklarımız zemine basmadığı bir süre boyunca, tercihlerimizi başka şeyler, başkaları; duygularımızı başka şeyler, başkaları yönlendirdi. bir ona, bir buna inandık. "şunu yapma, şununla olma! şunu yapanı affetme, bunu yapandan uzak dur; koşarak uzaklaş!" diyenlerin kuyruğuna takıldık.

yaşamı sanki bir bokmuş gibi onu koruması gerektiğini düşünen, birinin onu huzursuz edeceğini düşünen insanın düştüğü bataklık, yalnızlıktır. bir de kendini kandırır, şiirlerle, sözümona epik cümlelerle kutsar; "şöyleydi, böyleydi" diyerek. neden sonra, saplandığı şeyin hiç de güzel bir şey olmadığını fark edene kadar, insan anlamaz yalnızlığın insandan götürdüklerini. yalnız başına gülmek ya da ağlamak, yalnız başına heyecanlanmak ya da korkmak; birileriyle paylaşıldığında çoğalacak ya da hafifleyecek tüm duygularla kendi başına yüzleşecek insan, yavaş yavaş, adım adım her şeyin ruhunun kaybolduğunu fark eder. çünkü bu işler böyledir, iki kere iki, dört eder.

birilerinin hala genç yaşında, ilk gençlik yıllarında yalnızlığı kutsadığını görüyorum bir yerlerde. 30'una merdiven dayamış ancak sanırım yaşamdan bir beş yıl alacağı olduğunu düşünen biri olarak, bu duruma üzülüyorum. bir kadının ya da adamın zorbalığına maruz kalan birinin dilinden dökülenlerle; en yakın dostundan gördüğü vefasızlıkların üzerine konuşan insanların söyledikleriyle; ailesinden, akrabasından gördüğü kötülükleri temel alanların söyledikleriyle kendisine yol çizenlerin büyük bir hatada olduğunu biliyorum. bazılarına üzülüyorum şahsen. herkese söylemek isterdim: "her koyun kendi bacağından asılır, öyle değil mi?" "her yaşamın kendine özgü bir rengi vardır."

bizim önyargılarla ve ördüğümüz duvarlarla mahvettiğimiz zihnimizin, bir süre sonra toparlanamayacak kadar karanlığa battığını bilmeniz gerek. bu işler kolay değildir, hafife alınacak şeyler değildir. kimseye caka satmak zorunda değil, kimsenin sözleri ya da bakışlarına ya da yargılarına göre yaşamak zorunda değilsiniz. kimse sizi alkışlamayacak. günün sonunda, biraz duygulanabilmek için içkiye ya da başka bir şeye sığındığınız anlarda anlarsınız neler kaybettiğinizi. o yolda yürürken kimleri harcadığınızı, ne kadar değerli insanları kuru gürültüye kurban ettiğinizi.

yalnızlık, bir tercih olmaktan uzak bir şeydir ancak insana tercih gibi görünür. tercihlerinizi kendinizin yaptığını düşündüğünüz bir duruma geldiyseniz, buna saygı duymak gerekir. ancak biraz oturup düşünmek gerekir: yaşamıma yön vermemde etkili olan şeyler, nelerdir ya da kimlerdir?
devamını gör...

hayatı kaçırma hissi

bu his artık, otuz yaşın da gölgesine girmenin arefesinde, dördüncü evre bir tümör gibi zihnime yayılmıştır.

yaşamda "kolonlar" diye tabir edebileceğimiz ya da hayatı vakfettiğimiz belirli amaçlarım olmamasına rağmen, ben bu hayatı kaçırma hissini muazzam bir şekilde yaşıyorum. ipin ucu kaçmış, sanki havada geziniyorum; ipin ucunun nerede olduğunu bilmiyorum.

yani sağından bakıyorsun, solundan bakıyorsun; "şuymuş, buymuş" diyerek zaman zaman birilerinden duyduğun, zaman zaman götünden uydurduğun yargıları eğip büküyorsun, toplayıp çıkarıyorsun; o günü ya da haftayı ya da ayı diyelim, kurtarıyorsun. yersen yani! zihni bir miktar meşgul ediyorsun, onu da tüketene kadar. garip garip mücadeleler uyduruyorsun, baş kaldırıyorsun güya, bazen kendine, bazen başkalarına:
"siyasal islam bir kanserdir, sonuna kadar ittihadcıyız!"
"fenerbahçe muazzam oynuyor, galatasaray ittire ittire gidiyor, bu sene kırbaçlayacağız. arap ismail, dzeko, fred."
"hitler barbarossa operasyonu'nu başlattı çünkü doğru hamle buydu, reislerin reisi o, siz anlamazsınız."
"ne evlenmesi ya, kim uğraşacak? bizde de o kalibre yok, öyle değil mi, bize ters!"

insan düşünüyor, "keşke hiçbir şeyi düşünmeyen bir mal ya da kansızın teki olsaydık." diye. maalesef böyle doğmak lazımdı; bazı şeyler fıtrattandır. o treni doğarken kaçırdık. bizim gibi milyonlarca insan var. kelimelere dökemiyor insanlar aslında. hep bir isyan patlıyor bir yerlerden, kavga dövüş saçma sapan sebeplerden. "ya sen bu şarj aletini neden buraya koydun?" diye bağırış çağırışlı kavgalar ediyorlar. hep bundan, herkes yolunu kaybetmiş, çoğu farkında değil. insanlar sürekli kıyasla mutsuzluk sanıyor ama o da değil. bu çok bilinmezli bir denklem. çözemeyiz bunu; tanrı dokunuşu lazım sanıyorum.

yalnız yaşamak, akşamları iki birayla, sessizlikle kafa dinlemek yaşamım için en çok istediğim ve "iki bira, biraz çerez, müzik ve sessizlik; bana yeter!" dediğim bir şeydi. onu aldım, çok güzel bir şekilde yaşadım ve yaşamdaki diğer her şey gibi günden güne zevkini tükettim; bazen abartarak, bazen dozunda, gerekli gereksiz duygulanımlar içinde, onu da kirlettim.

yaptığım işin sevdiğim bir iş olup olmadığına emin değilim mesela. bakıyorsun işe güce, garip garip işler, saçma sapan amaç mı araç mı belli olmayan bir koşuşturma. otobüs bekle, servis bekle, in bin,
"dıt, dıt!"
"kalan biniş kredisi: 186, 163,89,14"
"abonman'ı yüklemek için kartınızı telefonunuzun npc'sine yaklaştırın."

sonra eve gelir, birkaç şey zıkkımlanır, bazı akşamlar biraz kafayı çekersin. bitmek bilmeyen bir döngü, bitmek bilmeyen bir can çekişmesi. haftasonları arkadaşlarınla iki lafın belini kırmasan, yaşadığın şeyi tanımlamak gerçekten zordur. ne olduğu belli değil bu saçmalığın.

kimseyi dinlemek keyif vermiyor; teke tek bilim eskisi gibi değil, tarihin arka odası eskisi gibi değil, belgeseller eskisi gibi değil, filmler eskisi gibi değil, diziler eskisi gibi değil. how ı met your mother'ın bir bölümünü izleyip keyiflenip, yüreğini ısıtamıyorsun, friends izleyip coşamıyor; the wire, the sopranos izleyip moda giremiyorsun; her şeyi, neredeyse her şeyi kirletmişiz gibi bir his. öyle sessiz sedasız büyümüş bir boşluk, her şeyi yutmuş sanki.

hayatın ruhu bizi terk etmiş sanki. yaşamın ruhunun ne olduğunu, diriltip sormak isterdim, yaşamı bana öğretenlere; yaşamı, sefaleti ya da aşkı, yaşarken, cümlelere nasıl dökülürmüş bana gösterenlere: bardamu'ya, arturo dominic bandini'ye, tom joad'a.
devamını gör...

aldatıldığını bilmek mi kötüdür bilmemek mi sorunsalı

tartışılabilecek bir sorudur.

bu entryi yazarken, en çok "aldatıldığını bilmeden ilişkiye devam etmek daha kötüdür." kısmında zorlandım. kendimi garip bir çelişkinin içinden çıkaramadım bir süre. nihayetinde aldatıldığını bilmeden o hislerden sorumlu olmayacaksın. sonra bana bunu düşündüren şeyleri düşündüm. tam olarak aldatılan kişilerle müthiş bir empati geliştirdiğimi hissediyorum. bir amatör porno filminde, evli kadın kocasıyla konuşurken, erkeğin kucağında. erkek videoya çekerken, kadın "yüzümü çekme gülüm, aman diyeyim!" diyor. kendimi çok fazla açıklama gereği duymam ancak burada, aldatma ya da yasak ilişki eyleminden zevk aldığım düşünülmesin. böyle videolar çok fazla var ve ben özellikle gördüğümde izlerim. gözlem ve düşünmek için bu kadar muhteşem doneleri başka bir yerde bulmak imkansız çünkü. her birini çok değerli görüyorum. işim psikoloji ya da sosyoloji değil ancak bunlara kafa yormayı seviyorum.

bu videoları izlerken, kendimi süratle o adamın yerine koyuyor ve o adam için çok üzülüyorum. bu cümleyi bana kurduran hislerin buradan geldiğini düşünüyorum. hiçbir şeyden habersiz, aldatılıyor herif. aynı kadın akşam belki kendisiyle birlikte olacak. ya da belki ilişkileri çok soğuk. adamın maruz kaldığı korkunçluğu tanımlamakta zorlanıyorum ve çıkmaza girdiğimi hissediyorum. "keşke," diyorum, "aldatıldığını öğrense!" o enayi yerine konmanın, o kandırılmışlığın kötülüğü sarıyor her yerimi.

aynı hisleri, yıllardır tanıdığım, gerçekten mahremiyetle alakalı ciddi sıkıntıları olan (bu benim yetiştiğim kültürel çevrenin kadın-erkek ilişkilerindeki mahremiyet sınırları içerisinde sıkıntılı, tamamen bana ait yani) ve erkek zevklerini gayet iyi bildiğim kadınların, bir yerde birini bulup evlendiklerinde, o adamlarla kol kola fotoğraflarını gördüğümde de hissediyorum. o kadınların, hiçbir koşulda o adamlarla birlikte olmayacağına yemin edebilirdim. kimlerle birlikte olduklarını ve genel çerçeveyi çok iyi gözlemlediğimi düşünüyorum. burada da o adamın nasıl sahte sevgi cümlelerine muhatap olduğunu, ciddi bir önyargıyla düşünüyorum. belki tamamen gerçektir ancak sahte ya da kendini kandırma eylemi olduğu düşüncesi bende çok ağır basıyor. dolayısıyla o adamın gerçekten sevilmediğini, o kadının, aylarca birliktelik yaşadığı, mert adındaki yakışıklı, kaslı, demiradamdan kendisine düşmeyeceğini, kendisinde olabilecek manevi değerleri de okuyacak ya da onu arzulayacak biri olmadığını ya da bunların onu arzulanabilecek biri yapamayacağını düşünüyorum. bu da yüzümü kızartıyor ve üzüyor beni. herifin enayi yerine konduğu düşüncesi sol kulvarlardan bastırıp yarışı kazanıyor.

çok sağlıklı düşünceler olmadığını biliyorum ancak zerre kadar da umursamıyorum bunu. çünkü bana aitler, çürütmek için kendimle çok konuştum ve sapasağlam ayakta kalabildiler. dolayısıyla, devam ediyoruz.

monogamik ilişkilerdeki tatminsizlik ile o ilişki için vazgeçebileceğin arzuların arasında ciddi hesaplar yapmak gerekiyor. bazı konular gerçekten konuşulamayabiliyor ya da elden bir şey gelmeyebiliyor. benim bir arkadaşımın yakın arkadaşı, eşinin penisi küçük olduğundan dolayı tatmin olamadığı için dildo almıştı mesela. adama da söyleyememiş, adam işe gittiğinde gizli gizli kendini tatmin ediyormuş. bu kadın fiziksel olarak dildo yerine, birilerinin bakışlarını kullanarak da haz duyabilirdi. yani basitçe flört ederek, micro-cheating ile de bunu yapabilirdi. iki türlü de kadında hiçbir kusur yok. adamda da kusur yok. peki böyle bir şey için ilişki bitirilebilir mi? elbette hayır! diyebiliriz. ben burada esasında yine empati yoluyla kendimi adamın yerine koyuyorum. eşine böyle aksiyonlar aldıracak kadar ciddi bir sorunun var ve bu sorun, ilişkinin neredeyse temelini oluşturan cinsellik. kadını hayatı boyunca bu arzusunu kaçak göçek ya da yapay şekilde tatmin etmeye çalışmasına sebep oluyorsun. burada bu ilişkiyi bitirmek, ikiniz için de iyi olabilir mi acaba? varlığınla aslında, o bunu kabul etmese de ona eziyet ediyorsun. seni sevdiği için ya da sana saygısından ya da kendisine saygısından dolayı seni doğrudan aldatmıyor da. lakin ızdırap çekiyor. birinin ızdırabı olmak ister miydin? bunu ve diğer tatminsizlikleri de hesaba katarak ciddi ciddi düşünmek gerekiyor. bazen iyi olmak, sevip sevilmek yetmeyebilir bildiğiniz gibi.
devamını gör...

geceye bir şiir bırak

içimde bir yağmur, sonbahardan çalınmış
birkaç eylül bir de sen, senelerin ardında.
tarabya'da bir santur, nihavende gömülmüş
ümitlerim küçülür saçlarımın kırında
birkaç yağmur bir de sen, senelerin ardında.
devamını gör...

micro-cheating

ilişkisi olan birinin karşı cins ile flörtleşme, gizli gizli sohbet etme, onları beğenme ya da arzulama gibi eylemlerini içeren, fiziksel eyleme dökülmeyen aldatma türü. türkçe'de karşılığı yoktur. bizde ilişkinin aksine gerçekleşen her eylem "aldatma" çatısı altında değerlendirilir. dolayısıyla düşünce yapımıza ters bir tanımlama olduğu için bocaladığımız bir konudur.

maalesef dilin ve kelime zenginliğinin ne kadar önemli olduğunu burada görebiliyoruz. bu durumu anlatan kelime olmadığı için, olaylara karşı algılar direkt "aldatma" kelimesine odaklanıyor ve "küçüğü, büyüğü yok!" diyerek aldatma kelimesinin ağırlığı altında ezdiriliyor. bunu tanımlamaya çalışanlar "normalleştirme" suçlamasıyla karşılaşıyor.

olaya gelirsek, bu micro-cheating inkar etmenin ötesinde, bir gerçektir. mücadele edip etmemek kişilere kalmıştır ancak bundan çoğunlukla kaçmak imkansız. bununla barışmayı öğrenmemiz gerekiyor. zira, ilişkilerin çoğunluğu siz yüzde kaç derseniz deyin, o kadar yüzde eşleşme ile gerçekleşiyor. hiçbir tahminin yüzde yüz olmayacağına eminizdir. çoğu ilişki yalnızlığa katlanamamaktan, bir şekilde yol yürümeye çalışmaktan kaynaklanıyor. gerçek sevgi, tutkuyla birlikte çok az ilişkiye eşlik ediyor.

her şeyiyle uyumlu olan çiftlerde bu gözlemlenmeyebilir. ancak büyük bir çoğunlukta, bir yerde mutlaka tatminsizlik var. bunu görmek için allame olmaya lüzum yok. çok iyi, merhametli bir erkek olsanız, cinsel gücünüz zayıf olabilir, penisiniz küçük olabilir; cinsel gücünüz yüksek olsa, duygusal olarak eşinizi yoksun bırakıyor olabilirsiniz; hepsi için çabalıyor da olsanız, heyecan eksik olabilir, karşınızdaki insanın ruhu kabına sığamıyordur, sizlik bir durum yoktur yani. buna yüzlerce örnek verilebilir.

işte bu boşlukları doldurmak isteyebilir eşiniz. sizden ayrılmak da istemiyordur zira sizle olmaktan, totalde mutludur. çok iyisinizdir, kendinizi geliştiriyor, ona iyi bir hayat sunuyorsunuzdur. huzur veriyorsunuzdur kendisine. gürültünüz patırtınız yoktur, saygınız vardır ama tutkunuzda noksanlık vardır. zihniniz işinizle ya da diğer amaçlarınızla fazla meşguldür mesela. eşiniz de gidip, o yönüne hitap eden biriyle flörtleşmeye başlayabilir. bu sınırı geçip geçmemek ona kalmıştır. ona olan güveniniz neticesinde de bu konuyu düşünür ya da düşünmezsiniz. öfke nöbetlerine gerek yok yani.

ben bekarım, otuz yıllık hayatımın her bölümünde ayrı ayrı gözlem yaptım. gördüğüm, duyduğum, okuduğum, dinlediğim, izlediğim şeylerden yola çıkarak birçok insanın eşini aldattığını, neredeyse tamamına yakınının da bu micro-cheating'i gerçekleştirdiğini düşünüyorum. ne çok yakışıklı, kaslı, hayvan gibi maskülenite saçan bir erkek olmamak sizim suçunuz, ne de onu arzulamak onun suçu. burada birbirinize öfkelenmenizin anlamı yok. böyle doğmuşsunuzdur, elinizden gelen budur. cinsel performansınız yetersizdir, mental sorunlarınız da buna limon sıkıyordur, maalesef eldeki mal budur. eşinizle flörtleşmeye çalışan mental ve fiziksel olarak sağlıklı olduğunu düşündüğü bir erkekle etkileşime girmesini engellemek kolay değildir.

çok ciddi bir güven ve sizin için, sizden ötürü bazı tatminsizliklerini kabul etmesi lazım eşinizin. yani aslında fedakarlıkta bulunmalı. peki, böyle bir açık toplumda, böylesi bir etkileşim çağında, her şeyin birkaç saat içerisinde olup bitebildiği, kimsenin ruhunun duymayacağı bir şekilde gerçekleşebileceği bir yerde, arzuları kontrol edebilecek bir sadakat yapısını nasıl inşa edebilirsiniz ki? bir noksanlık var ve onu dolduracak şey de karşınızda, size "gel!" diyor. buna kaç kadın/erkek hayır diyebilir? sadakati test edecek çok fazla araç ve bu araçları kullanan insanlar var. bu iş gerçekten çok zor.

ortalık 30'larında bekar kadın ve erkekle dolu. bu durum sadece maddiyatla ilgili değil. hatta çok az maddiyatla ilgili. büyük oranda korkunç güvensizlik ortamının, bu micro-cheating ya da doğrudan adatma misallerinin gözümüze sokulmasından. sosyal medya bu konuda çok yardımcı oldu bizlere. tersinirdir kesinlikle, lakin ben bir erkek olduğum için kendi açımdan bakabileceğim, kadınlara olan güvenim sıfıra yakınsıyor yıllardır. büyük genellemeler yapmak istemiyor, kadınları bir potada eritmiyorum lakin yol sürekli "tüm yüzüklere hükmeden tek bir yüzük" ile başlıyor. bu arzu patlaması, bir tür tüketim alışkanlığıyla ifade edilebilir ancak budana budana size geldiği için, karşınıza çıkan sonucu değerlendirmek daha ayakları yere basan bir uğraş olacaktır.

birçok vazgeçişle, birçok denemeyle, duygusal ve fiziksel yükseliş ve düşüşlerle; toplamda tamamen şaşırmış ve aptallaşmış, ne istediğinin kodlarını tamamen kaybetmiş bir şekilde size geliyorlar artık. siz de aynı saçmalayışla onlara gidiyorsunuz. bir şekilde bu birleşme gerçekleştiğinde, o ulaşılması gerektiği düşünülen yere ulaşıldığında, yavaş yavaş budanan arzular masaya yatırılmaya başlanıyor. burada da micro-cheating maceraları başlıyor işte. aslında tam olarak içimizde, size karşınızdaki insanla birlikte geliyor.

şanslıysanız, bu konu bir şekilde önünüze gelir. çünkü aldatılmak gerçekten bir yaşamda yaşanabilecek, ona sığdırılabilecek en ama en kötü deneyimdir. insanın tüm ilişkilerine, davranışlarına, yaşama bakışına sirayet edecek kadar güçlü ve mental sorunlara sebep olacak ciddi negatiflikler barındıran bir deneyimdir. önünüze gelmesindeki şans ifadesi de aldatılmaktan daha kötü olan şeyin, aldatıldığını bilmeden ilişkiye devam etmek olmasındandır. keşke bir şekilde dürüstlük ağır bassa, size saygısı ön plana çıksa da size gelip "ben seni aldattım," "fiziksel bir şey yaşamasak da böyle böyle şeyler oldu." diyebilse. böylece sebepleri masaya yatırabilseniz ve gururunuz ölçüsünde ilişkinizi değerlendirip, konuşabilseniz. bu sahneyi gözümüzde canlandırdığımızda dahi beynimize kan yürür; lakin nihayetinde çoğunlukla o ilişki zaten bitecektir. bir tartışmanın farklı sonuçlarının olması ihtimalinin olduğunu bilmek insanı çıldırtmamalı. alır karşınıza konuşursunuz, sebeplerini dinlersiniz; nihayetinde güvenle, sevgiyle bir ilişki kurmuşsunuzdur. tartışma sonunda da nasıl başladıysanız, o şekilde bitirirsiniz ilişkinizi. ya da sorunları çözmek yönünde karar alırsınız. bu sizin bileceğiniz iştir.

lakin maalesef böyle ilerlemez. her şey sürekli gizli kapaklı ilerler ve erkeklerin çoğu aldatıldığını bilmeden yaşamına devam eder. biz bile kaç kişiyi, aldatıldığını bilerek ya da yüksek ihtimalinin varlığından dolayı tahmin ederek konuşmuşuzdur. üzülmüşüzdür hallerine ama yapacak bir şey yoktur. hayatta her tercih gibi bu konudaki tercihlerin de bedelleri olabilir.
devamını gör...

anın fotoğrafı

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

18 yaşına dönsem kendime "sakın bu mesleği seçme." derdim. ne bok yedik biz böyle ya.
devamını gör...

karşındakini kırmadan ter kokuyorsun demek

nazik bir üslupla, dümdüz söylemektir.

arkadaşlar, ter kokmasından kastınız, ter kokusu değil. kötü ter kokusu. kötü ter kokusu, gün içindeki aksiyonlarınızdan dolayı olmaz. her sabah duşunuzu alır, her gün temiz iç çamaşırları ve kıyafetlerinizi giyerseniz, bakın deodorant ya da parfüm de sürmenize gerek yok, isterseniz akşama kadar hoplayın, çok hafif bir nem kokusu verirsiniz çevrenize.

hatta bazı insanların o hafif ter kokusu çekicidir bile. çünkü bir enerji yayar etrafa. lakin bahsedilen ter kokusu pis koku. adamın size saygısı yok, kendisine saygısı yok çünkü yıkanmamış, pis geziyor ve kokuyor. buna karşı söylenmesi gereken söylenmelidir.

sağlık sorunu olarak ter kokanlar ise kesinlikle tedavi olmalı. bunlar hormonal sorunlar olduğu için onlara söylenebilecek pek bir şey yok. yalnız benim ev arkadaşım böyle biriydi. çocuk kendi kokusundan rahatsız olduğu için her gün banyo yapıyordu, güzelce keseleniyordu ve bir gün boyunca hiç kokusu gelmiyordu. 2 gün yıkanmadığında bunu yaşadığı için her gün duşunu alıyordu. hem kendine geliyordu hem de çevresine saygısı vardı adamın.
devamını gör...

geceye bir uykusuzluk sebebi bırak

gece ayakta kalmanın keyfi.

iş hayatı yüzünden geceden çok uzaklaştım. her gün saat 22.00 deyince uyuyorum. gecenin büyüsü, sessizliği, düşüncelerin yoğunlaşması çok farklı. değişik bir enerjisi var. eskiden, öğrenciyken gece geç saatlere kadar kaynatmayı, balkonda müzik dinleyip düşünmeyi, hayaller kurmayı çok severdim.

ömür dediğin, gecenin sonuna yolculuk değil midir?
devamını gör...
devamı...

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim