arturo bandini yazar profili

arturo bandini kapak fotoğrafı
arturo bandini profil fotoğrafı
rozet
karma: 6190 tanım: 166 başlık: 57 takipçi: 63
"Fırsat için ne derler biliyor musun, Ba­ba? Kapıyı bir kez çalar."

son tanımları


ağlamayacağına yemin etmek

cesur, güzel ancak fazla iddialı bir yemindir.

ağlamamaya yemin etmekten kastın, duygusal sebeplerle, birileri için ağlamamak olduğunu kabul ediyoruz. kimsenin "dram filmi de izlesem ağlamayacağım." diye yemin edeceğini düşünmüyoruz ya da babası öldüğü için. o halde, bu, duygusal olarak ya birine hiçbir zaman fazla anlam yüklemeyeceğin ya da birilerinin seni hiç kırmayacağı anlamına gelir. ikisi de yapılabilir; pekala kimseyi sevmez; s..tir edersin başından, karşı cinsi ciddiye almaz, hiçbir şekilde duygusal temasa girmezsin. bir süre sonra, ilgin de zihnindeki kurgular da onlardan uzaklaşır. ancak bunun bedeli vardır, ağlamak duygulanmaktır; içerlemektir ve bunlar yaşamın içinde, yaşamın bir rengi, hislerinizin diriliğinin işareti olan şeylerdir. ağlamamak, duygulanmamak, hislenmemek bir kütüğe dönüşmektir.

ben yıllardır umursamıyorum, kimin ne yaşadığıyla ilgilenmiyorum mesela. işime bakıyorum, dostlarımla zaman geçiriyorum, film izliyor, kitap okuyorum. birinin duygusal dünyasında olup biteni merak etmiyorum, sevmediğim gibi de sevilmiyorum da. yani yaşamımdan böyle bir hassasiyeti çıkardım. e ne oldu peki? duygulanmak ve hislenmek için, yıllar önce sevdiğim kadını hatırlayıp, kurgusal karaktere çevirip pasajlar yazıyorum ara sıra. haha. üç birayla beraber iyi hissettiriyor ve özlem duyuyorum. özlem duymak güzel bir şey; hayal kurmak da öyle. ama her şey gün geçtikçe daha da silikleşiyor; unutuyorsun ve öylece devam ediyorsun yaşama.

yaşamın sizi siz yapan bu güzelliklerine kapıyı kapatmayın. kapatan, bir süre sonra açamaz. bunu öyle beylik laf olarak söylemiyorum. çok açık söylüyorum bunu. etrafınızda yalnızlıkla bütünleşmiş çok insan görürsünüz. bu insanlar bir şekilde sevdalandılar, küstüler ve çekildiler. şimdi çoğuna sorsan, nasıl çıkacağını ve neden çıkacağını bilemez. cevaplayamaz bunu; neden çıkmaması gerektiğine dair güçlü argümanlar üretir ve bu onu daha güçlü bir kütük haline getirir.

uzattık; ağlayın, sevin, sevilin, aldatın, aldatılın ama bu karanlık tarafa geçmeyin. buralar iyi değil.
devamını gör...

duygusallığı zayıflık gören insanlar

bunlara yakın düşünenlerden biri de benimdir.

duygusallık, bütünüyle bir zayıflık olmasa da bir erkek özelinde, eğer kontrol edilemezse insanı müthiş derecede zayıflatır. neye karşı zayıflatır peki? yaşama karşı. bunu yalnızca ilişkiler açısından düşünmemekle birlikte, duygusallığın gücünün ne olduğunun bilinmediğini düşünüyorum. yani "duygusallık zayıflıktır diyen, basbayağı saçmalıyordur. duyguları yok sayan bir kütüğün yorumudur." şeklinde algılanmamalı. duygusallığı zayıflık gören insanın bir canavar olmadığını; bu şekilde başlayarak da ona bir cephe açmamamız gerektiğini bilmeliyiz.

"duygusallık," genellikle "mantıklılığın" zıttı olarak algılanır. bir şekilde mantığı arka plana atar ve yaşanan olayı, duygu yüklenen kişiyi ya da diğer özne olan kendimizi, hislerimizle yorumlamamıza neden olur. duygularımızla yorumladığımız olayların öznel olması sonucu, yorumlar da yargılar da eylemler de son derece hataya açıktır. sözgelimi, birine aşık olan birinin, karşılık bulamadığında, kontrol edemediği duygusallığın etkisinde yapacağı değerlendirmeler, o duyguların etkisinde kurguladığı senaryoların dışında kendisine bir temel bulamaz. yani, adam yoğun yaşadığı duyguların etkisinde, kafasında kurduğu senaryoya sadık kalır.

"onu çok seviyordum, onun için her şeyden vazgeçebilirdim. reddedildim ya da yoksayıldım. hayat bitti benim için. bir daha asla birini böylesine sevemem." der. sonra o duygulara saplanıp kalır. o duyguların etkisinde yorumlar her şeyi. oturup şöyle düşünemez mesela: "ben y..ak herifin tekiyim. kadın güzel. senin çapın ne ki bu kadına hisler besliyorsun? etrafına bir bak, ulaşabileceği daha iyi erkekler varken, seni neden tercih etsin?" bu yüzden doğru yerden bakamaz olaylara. sürekli ya kendini ya karşısındakini suçlar. tüm değerlendirmeler ve eylemler, rasyonellikten uzaklaşır. sürekli o duyguların etkisi altındaki zihninin kurguladığı hayallere dalıp dalıp çıkar. sert gerçekliklerle dolu yaşamın içinde, kendisine bir boyut açıp orada mücadele eder. bu mücadeleden hiçbir şekilde zaferle ayrılamaz ancak orada harcadığı efordan dolayı zayıflamaya başlar. yaşama karşı, mücadele etmesi ve çözmesi gereken sorunlara karşı dağınıklaşır.

toplumda sürekli hararetle tartışılan sosyal ilişkilerdeki "iyiler kaybeder, efendi insanlar kaybeder." gibi çıkarımlardaki bu iyi ve efendi insanlar, bahsedilen duygusal insanlardır aslında. tam anlamıyla çözemedikleri ve duygularını kabartan bir olay yaşandığında, oraya yıkılıverirler. olay biter, olayın sonuçlarına karşı yine bir şekilde yıkılırlar. çünkü yaşamın gerçekliği karşısında, zihinlerinin ve hayal dünyalarının dehlizlerinde, kendileriyle mücadele etmek gibi bir garabetin içine düşmüşlerdir. karşılarındaki insan, bu zayıflığı hisseder ve sezer. dolayısıyla ondan uzaklaşır ya da sürekli sağa sola yıkılmasına kızsa da teskin etmeye çalışır. bu olay kısa vadede dahi muhatap insanı yorar. aslında o duygusal erkeklerden sessizce ışınlanarak uzaklaşan kadınlar, tüm bu anlattığımız şeyleri, çok güçlü sezgileri sayesinde, birkaç saatte, günde ya da haftada anlarlar. sonra başlar ağlamalar, sitemler, öfke nöbetleri.

duygusallık zayıflıktır. yaşamın daha çok farklı alanlarında da örneklendirilebilir; iş hayatı, arkadaşlık ilişkileri, yatırımlar, eğitim vs. ancak benden şimdilik bu kadar.
devamını gör...

hiç gelmeyecek birini beklemek

kurduğunuz hayalleri reddetmenin, en ince ayrıntısına kadar inşa ettiğiniz hayal dünyasını enkaza çevirmenin zor gelmesindendir.

yan yana gün batımını izlemekten tutun, işten döndüğünüzde akşam karşılıklı pişirdiği yemeği yerken ona söyleyeceğiniz güzel sözlere, yüzündeki gülümsemeye; sarılıp koklamalarınızdan tutun da olası kavgalarınıza kadar her şeyi zaman içinde hayal edersiniz. ince ince işlersiniz. bir süre sonra, tüm geleceğinizin onunla birlikte olacağını düşünürsünüz. sonra o yok olur. hayalinizin başkahramanı silinip gitmiştir.

geriye gün batımını izlemek için oturduğunuz sandalye ve siz kalırsınız. solunuza bakarsınız, o yoktur. akşam yemeğinin tadı tuzu kaçmıştır; o yoktur. boşluğa sarılır, havayı koklarsınız. bu noktaya gelene kadar, ayaklarınızın zemine basıp gerçeği kabullenmeye başlayana kadar geçen süre işte budur: hiç gelmeyecek birini beklemek. acınası durur; insanı zayıflatır lakin yaşamın bir gerçeğidir. saygı duymak gerekir; kınamak ise ayaktakımının işidir. kimsenin kalbinde kolay kolay sevgi filizlenmez; hiç kimse öylesine zamanını, duygularını birine saplayıp yaşamını ve zihnini sağlıksız bir hale sokmaz. gönül işleri çok karmaşık ve yoğun yaşanan duygulardan oluşur.
devamını gör...

hayatının sonuna kadar tek bir kitap okuma şansın olsaydı

(bkz: gecenin sonuna yolculuk) - (bkz: louis ferdinand celine)
devamını gör...

yalnızlık

tercihlerini bile kendisi belirleyemeyen insan, kaybolmuştur. yalnızlık tercih edilecek bir şey değil. insanız ve kaybolduk; nerede?

istediğimiz şeyin ne olduğunu kendimize açıklayamadığımız noktada, ayaklarımız zemine basmadığı bir süre boyunca, tercihlerimizi başka şeyler, başkaları; duygularımızı başka şeyler, başkaları yönlendirdi. bir ona, bir buna inandık. "şunu yapma, şununla olma! şunu yapanı affetme, bunu yapandan uzak dur; koşarak uzaklaş!" diyenlerin kuyruğuna takıldık.

yaşamı sanki bir bokmuş gibi onu koruması gerektiğini düşünen, birinin onu huzursuz edeceğini düşünen insanın düştüğü bataklık, yalnızlıktır. bir de kendini kandırır, şiirlerle, sözümona epik cümlelerle kutsar; "şöyleydi, böyleydi" diyerek. neden sonra, saplandığı şeyin hiç de güzel bir şey olmadığını fark edene kadar, insan anlamaz yalnızlığın insandan götürdüklerini. yalnız başına gülmek ya da ağlamak, yalnız başına heyecanlanmak ya da korkmak; birileriyle paylaşıldığında çoğalacak ya da hafifleyecek tüm duygularla kendi başına yüzleşecek insan, yavaş yavaş, adım adım her şeyin ruhunun kaybolduğunu fark eder. çünkü bu işler böyledir, iki kere iki, dört eder.

birilerinin hala genç yaşında, ilk gençlik yıllarında yalnızlığı kutsadığını görüyorum bir yerlerde. 30'una merdiven dayamış ancak sanırım yaşamdan bir beş yıl alacağı olduğunu düşünen biri olarak, bu duruma üzülüyorum. bir kadının ya da adamın zorbalığına maruz kalan birinin dilinden dökülenlerle; en yakın dostundan gördüğü vefasızlıkların üzerine konuşan insanların söyledikleriyle; ailesinden, akrabasından gördüğü kötülükleri temel alanların söyledikleriyle kendisine yol çizenlerin büyük bir hatada olduğunu biliyorum. bazılarına üzülüyorum şahsen. herkese söylemek isterdim: "her koyun kendi bacağından asılır, öyle değil mi?" "her yaşamın kendine özgü bir rengi vardır."

bizim önyargılarla ve ördüğümüz duvarlarla mahvettiğimiz zihnimizin, bir süre sonra toparlanamayacak kadar karanlığa battığını bilmeniz gerek. bu işler kolay değildir, hafife alınacak şeyler değildir. kimseye caka satmak zorunda değil, kimsenin sözleri ya da bakışlarına ya da yargılarına göre yaşamak zorunda değilsiniz. kimse sizi alkışlamayacak. günün sonunda, biraz duygulanabilmek için içkiye ya da başka bir şeye sığındığınız anlarda anlarsınız neler kaybettiğinizi. o yolda yürürken kimleri harcadığınızı, ne kadar değerli insanları kuru gürültüye kurban ettiğinizi.

yalnızlık, bir tercih olmaktan uzak bir şeydir ancak insana tercih gibi görünür. tercihlerinizi kendinizin yaptığını düşündüğünüz bir duruma geldiyseniz, buna saygı duymak gerekir. ancak biraz oturup düşünmek gerekir: yaşamıma yön vermemde etkili olan şeyler, nelerdir ya da kimlerdir?
devamını gör...

hayatı kaçırma hissi

bu his artık, otuz yaşın da gölgesine girmenin arefesinde, dördüncü evre bir tümör gibi zihnime yayılmıştır.

yaşamda "kolonlar" diye tabir edebileceğimiz ya da hayatı vakfettiğimiz belirli amaçlarım olmamasına rağmen, ben bu hayatı kaçırma hissini muazzam bir şekilde yaşıyorum. ipin ucu kaçmış, sanki havada geziniyorum; ipin ucunun nerede olduğunu bilmiyorum.

yani sağından bakıyorsun, solundan bakıyorsun; "şuymuş, buymuş" diyerek zaman zaman birilerinden duyduğun, zaman zaman götünden uydurduğun yargıları eğip büküyorsun, toplayıp çıkarıyorsun; o günü ya da haftayı ya da ayı diyelim, kurtarıyorsun. yersen yani! zihni bir miktar meşgul ediyorsun, onu da tüketene kadar. garip garip mücadeleler uyduruyorsun, baş kaldırıyorsun güya, bazen kendine, bazen başkalarına:
"siyasal islam bir kanserdir, sonuna kadar ittihadcıyız!"
"fenerbahçe muazzam oynuyor, galatasaray ittire ittire gidiyor, bu sene kırbaçlayacağız. arap ismail, dzeko, fred."
"hitler barbarossa operasyonu'nu başlattı çünkü doğru hamle buydu, reislerin reisi o, siz anlamazsınız."
"ne evlenmesi ya, kim uğraşacak? bizde de o kalibre yok, öyle değil mi, bize ters!"

insan düşünüyor, "keşke hiçbir şeyi düşünmeyen bir mal ya da kansızın teki olsaydık." diye. maalesef böyle doğmak lazımdı; bazı şeyler fıtrattandır. o treni doğarken kaçırdık. bizim gibi milyonlarca insan var. kelimelere dökemiyor insanlar aslında. hep bir isyan patlıyor bir yerlerden, kavga dövüş saçma sapan sebeplerden. "ya sen bu şarj aletini neden buraya koydun?" diye bağırış çağırışlı kavgalar ediyorlar. hep bundan, herkes yolunu kaybetmiş, çoğu farkında değil. insanlar sürekli kıyasla mutsuzluk sanıyor ama o da değil. bu çok bilinmezli bir denklem. çözemeyiz bunu; tanrı dokunuşu lazım sanıyorum.

yalnız yaşamak, akşamları iki birayla, sessizlikle kafa dinlemek yaşamım için en çok istediğim ve "iki bira, biraz çerez, müzik ve sessizlik; bana yeter!" dediğim bir şeydi. onu aldım, çok güzel bir şekilde yaşadım ve yaşamdaki diğer her şey gibi günden güne zevkini tükettim; bazen abartarak, bazen dozunda, gerekli gereksiz duygulanımlar içinde, onu da kirlettim.

yaptığım işin sevdiğim bir iş olup olmadığına emin değilim mesela. bakıyorsun işe güce, garip garip işler, saçma sapan amaç mı araç mı belli olmayan bir koşuşturma. otobüs bekle, servis bekle, in bin,
"dıt, dıt!"
"kalan biniş kredisi: 186, 163,89,14"
"abonman'ı yüklemek için kartınızı telefonunuzun npc'sine yaklaştırın."

sonra eve gelir, birkaç şey zıkkımlanır, bazı akşamlar biraz kafayı çekersin. bitmek bilmeyen bir döngü, bitmek bilmeyen bir can çekişmesi. haftasonları arkadaşlarınla iki lafın belini kırmasan, yaşadığın şeyi tanımlamak gerçekten zordur. ne olduğu belli değil bu saçmalığın.

kimseyi dinlemek keyif vermiyor; teke tek bilim eskisi gibi değil, tarihin arka odası eskisi gibi değil, belgeseller eskisi gibi değil, filmler eskisi gibi değil, diziler eskisi gibi değil. how ı met your mother'ın bir bölümünü izleyip keyiflenip, yüreğini ısıtamıyorsun, friends izleyip coşamıyor; the wire, the sopranos izleyip moda giremiyorsun; her şeyi, neredeyse her şeyi kirletmişiz gibi bir his. öyle sessiz sedasız büyümüş bir boşluk, her şeyi yutmuş sanki.

hayatın ruhu bizi terk etmiş sanki. yaşamın ruhunun ne olduğunu, diriltip sormak isterdim, yaşamı bana öğretenlere; yaşamı, sefaleti ya da aşkı, yaşarken, cümlelere nasıl dökülürmüş bana gösterenlere: bardamu'ya, arturo dominic bandini'ye, tom joad'a.
devamını gör...

aldatıldığını bilmek mi kötüdür bilmemek mi sorunsalı

tartışılabilecek bir sorudur.

bu entryi yazarken, en çok "aldatıldığını bilmeden ilişkiye devam etmek daha kötüdür." kısmında zorlandım. kendimi garip bir çelişkinin içinden çıkaramadım bir süre. nihayetinde aldatıldığını bilmeden o hislerden sorumlu olmayacaksın. sonra bana bunu düşündüren şeyleri düşündüm. tam olarak aldatılan kişilerle müthiş bir empati geliştirdiğimi hissediyorum. bir amatör porno filminde, evli kadın kocasıyla konuşurken, erkeğin kucağında. erkek videoya çekerken, kadın "yüzümü çekme gülüm, aman diyeyim!" diyor. kendimi çok fazla açıklama gereği duymam ancak burada, aldatma ya da yasak ilişki eyleminden zevk aldığım düşünülmesin. böyle videolar çok fazla var ve ben özellikle gördüğümde izlerim. gözlem ve düşünmek için bu kadar muhteşem doneleri başka bir yerde bulmak imkansız çünkü. her birini çok değerli görüyorum. işim psikoloji ya da sosyoloji değil ancak bunlara kafa yormayı seviyorum.

bu videoları izlerken, kendimi süratle o adamın yerine koyuyor ve o adam için çok üzülüyorum. bu cümleyi bana kurduran hislerin buradan geldiğini düşünüyorum. hiçbir şeyden habersiz, aldatılıyor herif. aynı kadın akşam belki kendisiyle birlikte olacak. ya da belki ilişkileri çok soğuk. adamın maruz kaldığı korkunçluğu tanımlamakta zorlanıyorum ve çıkmaza girdiğimi hissediyorum. "keşke," diyorum, "aldatıldığını öğrense!" o enayi yerine konmanın, o kandırılmışlığın kötülüğü sarıyor her yerimi.

aynı hisleri, yıllardır tanıdığım, gerçekten mahremiyetle alakalı ciddi sıkıntıları olan (bu benim yetiştiğim kültürel çevrenin kadın-erkek ilişkilerindeki mahremiyet sınırları içerisinde sıkıntılı, tamamen bana ait yani) ve erkek zevklerini gayet iyi bildiğim kadınların, bir yerde birini bulup evlendiklerinde, o adamlarla kol kola fotoğraflarını gördüğümde de hissediyorum. o kadınların, hiçbir koşulda o adamlarla birlikte olmayacağına yemin edebilirdim. kimlerle birlikte olduklarını ve genel çerçeveyi çok iyi gözlemlediğimi düşünüyorum. burada da o adamın nasıl sahte sevgi cümlelerine muhatap olduğunu, ciddi bir önyargıyla düşünüyorum. belki tamamen gerçektir ancak sahte ya da kendini kandırma eylemi olduğu düşüncesi bende çok ağır basıyor. dolayısıyla o adamın gerçekten sevilmediğini, o kadının, aylarca birliktelik yaşadığı, mert adındaki yakışıklı, kaslı, demiradamdan kendisine düşmeyeceğini, kendisinde olabilecek manevi değerleri de okuyacak ya da onu arzulayacak biri olmadığını ya da bunların onu arzulanabilecek biri yapamayacağını düşünüyorum. bu da yüzümü kızartıyor ve üzüyor beni. herifin enayi yerine konduğu düşüncesi sol kulvarlardan bastırıp yarışı kazanıyor.

çok sağlıklı düşünceler olmadığını biliyorum ancak zerre kadar da umursamıyorum bunu. çünkü bana aitler, çürütmek için kendimle çok konuştum ve sapasağlam ayakta kalabildiler. dolayısıyla, devam ediyoruz.

monogamik ilişkilerdeki tatminsizlik ile o ilişki için vazgeçebileceğin arzuların arasında ciddi hesaplar yapmak gerekiyor. bazı konular gerçekten konuşulamayabiliyor ya da elden bir şey gelmeyebiliyor. benim bir arkadaşımın yakın arkadaşı, eşinin penisi küçük olduğundan dolayı tatmin olamadığı için dildo almıştı mesela. adama da söyleyememiş, adam işe gittiğinde gizli gizli kendini tatmin ediyormuş. bu kadın fiziksel olarak dildo yerine, birilerinin bakışlarını kullanarak da haz duyabilirdi. yani basitçe flört ederek, micro-cheating ile de bunu yapabilirdi. iki türlü de kadında hiçbir kusur yok. adamda da kusur yok. peki böyle bir şey için ilişki bitirilebilir mi? elbette hayır! diyebiliriz. ben burada esasında yine empati yoluyla kendimi adamın yerine koyuyorum. eşine böyle aksiyonlar aldıracak kadar ciddi bir sorunun var ve bu sorun, ilişkinin neredeyse temelini oluşturan cinsellik. kadını hayatı boyunca bu arzusunu kaçak göçek ya da yapay şekilde tatmin etmeye çalışmasına sebep oluyorsun. burada bu ilişkiyi bitirmek, ikiniz için de iyi olabilir mi acaba? varlığınla aslında, o bunu kabul etmese de ona eziyet ediyorsun. seni sevdiği için ya da sana saygısından ya da kendisine saygısından dolayı seni doğrudan aldatmıyor da. lakin ızdırap çekiyor. birinin ızdırabı olmak ister miydin? bunu ve diğer tatminsizlikleri de hesaba katarak ciddi ciddi düşünmek gerekiyor. bazen iyi olmak, sevip sevilmek yetmeyebilir bildiğiniz gibi.
devamını gör...

geceye bir şiir bırak

içimde bir yağmur, sonbahardan çalınmış
birkaç eylül bir de sen, senelerin ardında.
tarabya'da bir santur, nihavende gömülmüş
ümitlerim küçülür saçlarımın kırında
birkaç yağmur bir de sen, senelerin ardında.
devamını gör...

micro-cheating

ilişkisi olan birinin karşı cins ile flörtleşme, gizli gizli sohbet etme, onları beğenme ya da arzulama gibi eylemlerini içeren, fiziksel eyleme dökülmeyen aldatma türü. türkçe'de karşılığı yoktur. bizde ilişkinin aksine gerçekleşen her eylem "aldatma" çatısı altında değerlendirilir. dolayısıyla düşünce yapımıza ters bir tanımlama olduğu için bocaladığımız bir konudur.

maalesef dilin ve kelime zenginliğinin ne kadar önemli olduğunu burada görebiliyoruz. bu durumu anlatan kelime olmadığı için, olaylara karşı algılar direkt "aldatma" kelimesine odaklanıyor ve "küçüğü, büyüğü yok!" diyerek aldatma kelimesinin ağırlığı altında ezdiriliyor. bunu tanımlamaya çalışanlar "normalleştirme" suçlamasıyla karşılaşıyor.

olaya gelirsek, bu micro-cheating inkar etmenin ötesinde, bir gerçektir. mücadele edip etmemek kişilere kalmıştır ancak bundan çoğunlukla kaçmak imkansız. bununla barışmayı öğrenmemiz gerekiyor. zira, ilişkilerin çoğunluğu siz yüzde kaç derseniz deyin, o kadar yüzde eşleşme ile gerçekleşiyor. hiçbir tahminin yüzde yüz olmayacağına eminizdir. çoğu ilişki yalnızlığa katlanamamaktan, bir şekilde yol yürümeye çalışmaktan kaynaklanıyor. gerçek sevgi, tutkuyla birlikte çok az ilişkiye eşlik ediyor.

her şeyiyle uyumlu olan çiftlerde bu gözlemlenmeyebilir. ancak büyük bir çoğunlukta, bir yerde mutlaka tatminsizlik var. bunu görmek için allame olmaya lüzum yok. çok iyi, merhametli bir erkek olsanız, cinsel gücünüz zayıf olabilir, penisiniz küçük olabilir; cinsel gücünüz yüksek olsa, duygusal olarak eşinizi yoksun bırakıyor olabilirsiniz; hepsi için çabalıyor da olsanız, heyecan eksik olabilir, karşınızdaki insanın ruhu kabına sığamıyordur, sizlik bir durum yoktur yani. buna yüzlerce örnek verilebilir.

işte bu boşlukları doldurmak isteyebilir eşiniz. sizden ayrılmak da istemiyordur zira sizle olmaktan, totalde mutludur. çok iyisinizdir, kendinizi geliştiriyor, ona iyi bir hayat sunuyorsunuzdur. huzur veriyorsunuzdur kendisine. gürültünüz patırtınız yoktur, saygınız vardır ama tutkunuzda noksanlık vardır. zihniniz işinizle ya da diğer amaçlarınızla fazla meşguldür mesela. eşiniz de gidip, o yönüne hitap eden biriyle flörtleşmeye başlayabilir. bu sınırı geçip geçmemek ona kalmıştır. ona olan güveniniz neticesinde de bu konuyu düşünür ya da düşünmezsiniz. öfke nöbetlerine gerek yok yani.

ben bekarım, otuz yıllık hayatımın her bölümünde ayrı ayrı gözlem yaptım. gördüğüm, duyduğum, okuduğum, dinlediğim, izlediğim şeylerden yola çıkarak birçok insanın eşini aldattığını, neredeyse tamamına yakınının da bu micro-cheating'i gerçekleştirdiğini düşünüyorum. ne çok yakışıklı, kaslı, hayvan gibi maskülenite saçan bir erkek olmamak sizim suçunuz, ne de onu arzulamak onun suçu. burada birbirinize öfkelenmenizin anlamı yok. böyle doğmuşsunuzdur, elinizden gelen budur. cinsel performansınız yetersizdir, mental sorunlarınız da buna limon sıkıyordur, maalesef eldeki mal budur. eşinizle flörtleşmeye çalışan mental ve fiziksel olarak sağlıklı olduğunu düşündüğü bir erkekle etkileşime girmesini engellemek kolay değildir.

çok ciddi bir güven ve sizin için, sizden ötürü bazı tatminsizliklerini kabul etmesi lazım eşinizin. yani aslında fedakarlıkta bulunmalı. peki, böyle bir açık toplumda, böylesi bir etkileşim çağında, her şeyin birkaç saat içerisinde olup bitebildiği, kimsenin ruhunun duymayacağı bir şekilde gerçekleşebileceği bir yerde, arzuları kontrol edebilecek bir sadakat yapısını nasıl inşa edebilirsiniz ki? bir noksanlık var ve onu dolduracak şey de karşınızda, size "gel!" diyor. buna kaç kadın/erkek hayır diyebilir? sadakati test edecek çok fazla araç ve bu araçları kullanan insanlar var. bu iş gerçekten çok zor.

ortalık 30'larında bekar kadın ve erkekle dolu. bu durum sadece maddiyatla ilgili değil. hatta çok az maddiyatla ilgili. büyük oranda korkunç güvensizlik ortamının, bu micro-cheating ya da doğrudan adatma misallerinin gözümüze sokulmasından. sosyal medya bu konuda çok yardımcı oldu bizlere. tersinirdir kesinlikle, lakin ben bir erkek olduğum için kendi açımdan bakabileceğim, kadınlara olan güvenim sıfıra yakınsıyor yıllardır. büyük genellemeler yapmak istemiyor, kadınları bir potada eritmiyorum lakin yol sürekli "tüm yüzüklere hükmeden tek bir yüzük" ile başlıyor. bu arzu patlaması, bir tür tüketim alışkanlığıyla ifade edilebilir ancak budana budana size geldiği için, karşınıza çıkan sonucu değerlendirmek daha ayakları yere basan bir uğraş olacaktır.

birçok vazgeçişle, birçok denemeyle, duygusal ve fiziksel yükseliş ve düşüşlerle; toplamda tamamen şaşırmış ve aptallaşmış, ne istediğinin kodlarını tamamen kaybetmiş bir şekilde size geliyorlar artık. siz de aynı saçmalayışla onlara gidiyorsunuz. bir şekilde bu birleşme gerçekleştiğinde, o ulaşılması gerektiği düşünülen yere ulaşıldığında, yavaş yavaş budanan arzular masaya yatırılmaya başlanıyor. burada da micro-cheating maceraları başlıyor işte. aslında tam olarak içimizde, size karşınızdaki insanla birlikte geliyor.

şanslıysanız, bu konu bir şekilde önünüze gelir. çünkü aldatılmak gerçekten bir yaşamda yaşanabilecek, ona sığdırılabilecek en ama en kötü deneyimdir. insanın tüm ilişkilerine, davranışlarına, yaşama bakışına sirayet edecek kadar güçlü ve mental sorunlara sebep olacak ciddi negatiflikler barındıran bir deneyimdir. önünüze gelmesindeki şans ifadesi de aldatılmaktan daha kötü olan şeyin, aldatıldığını bilmeden ilişkiye devam etmek olmasındandır. keşke bir şekilde dürüstlük ağır bassa, size saygısı ön plana çıksa da size gelip "ben seni aldattım," "fiziksel bir şey yaşamasak da böyle böyle şeyler oldu." diyebilse. böylece sebepleri masaya yatırabilseniz ve gururunuz ölçüsünde ilişkinizi değerlendirip, konuşabilseniz. bu sahneyi gözümüzde canlandırdığımızda dahi beynimize kan yürür; lakin nihayetinde çoğunlukla o ilişki zaten bitecektir. bir tartışmanın farklı sonuçlarının olması ihtimalinin olduğunu bilmek insanı çıldırtmamalı. alır karşınıza konuşursunuz, sebeplerini dinlersiniz; nihayetinde güvenle, sevgiyle bir ilişki kurmuşsunuzdur. tartışma sonunda da nasıl başladıysanız, o şekilde bitirirsiniz ilişkinizi. ya da sorunları çözmek yönünde karar alırsınız. bu sizin bileceğiniz iştir.

lakin maalesef böyle ilerlemez. her şey sürekli gizli kapaklı ilerler ve erkeklerin çoğu aldatıldığını bilmeden yaşamına devam eder. biz bile kaç kişiyi, aldatıldığını bilerek ya da yüksek ihtimalinin varlığından dolayı tahmin ederek konuşmuşuzdur. üzülmüşüzdür hallerine ama yapacak bir şey yoktur. hayatta her tercih gibi bu konudaki tercihlerin de bedelleri olabilir.
devamını gör...

anın fotoğrafı

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

18 yaşına dönsem kendime "sakın bu mesleği seçme." derdim. ne bok yedik biz böyle ya.
devamını gör...

karşındakini kırmadan ter kokuyorsun demek

nazik bir üslupla, dümdüz söylemektir.

arkadaşlar, ter kokmasından kastınız, ter kokusu değil. kötü ter kokusu. kötü ter kokusu, gün içindeki aksiyonlarınızdan dolayı olmaz. her sabah duşunuzu alır, her gün temiz iç çamaşırları ve kıyafetlerinizi giyerseniz, bakın deodorant ya da parfüm de sürmenize gerek yok, isterseniz akşama kadar hoplayın, çok hafif bir nem kokusu verirsiniz çevrenize.

hatta bazı insanların o hafif ter kokusu çekicidir bile. çünkü bir enerji yayar etrafa. lakin bahsedilen ter kokusu pis koku. adamın size saygısı yok, kendisine saygısı yok çünkü yıkanmamış, pis geziyor ve kokuyor. buna karşı söylenmesi gereken söylenmelidir.

sağlık sorunu olarak ter kokanlar ise kesinlikle tedavi olmalı. bunlar hormonal sorunlar olduğu için onlara söylenebilecek pek bir şey yok. yalnız benim ev arkadaşım böyle biriydi. çocuk kendi kokusundan rahatsız olduğu için her gün banyo yapıyordu, güzelce keseleniyordu ve bir gün boyunca hiç kokusu gelmiyordu. 2 gün yıkanmadığında bunu yaşadığı için her gün duşunu alıyordu. hem kendine geliyordu hem de çevresine saygısı vardı adamın.
devamını gör...

geceye bir uykusuzluk sebebi bırak

gece ayakta kalmanın keyfi.

iş hayatı yüzünden geceden çok uzaklaştım. her gün saat 22.00 deyince uyuyorum. gecenin büyüsü, sessizliği, düşüncelerin yoğunlaşması çok farklı. değişik bir enerjisi var. eskiden, öğrenciyken gece geç saatlere kadar kaynatmayı, balkonda müzik dinleyip düşünmeyi, hayaller kurmayı çok severdim.

ömür dediğin, gecenin sonuna yolculuk değil midir?
devamını gör...

normal sözlük yazarlarının karalama defteri

bölüm ı.ııı

sokaktaydım, her şeye rağmen, işte, buradaydım. levent'ten beşiktaş'a doğru yol alıyordum. ses ve gürültü ve kalabalık ve diğer her şey; bütünüyle bir ahenk yoktu ortalıkta, kaosun ahengi vardı. herkes başka bir yere gidiyordu ve her yer hayallerle doluydu. umutlar ve hayal kırıklıkları... gülümsemeler ve öfkelenmeler... her şey iç içe girmişti. ben ise heyecanlanıyordum bütün bunlara. müthişti doğrusu. pek param yoktu ama bir kahve içmek ve kalabalığın coşkusunun bir parçası olmak istiyordum.

kendimi güçlü hissediyordum, onlar ne yapılar öyle! upuzun! insan işi! tanrıyı kızdıracak kadar göğe yükseliyorlardı, git gide daha da yukarı çıkıyorlardı. bazı binalara girmek imkansızdı, iş yerleriydi oralar. yine de bir tanesini görmek istiyordum. hyatt plaza! "yüz elli katı vardır, bunun. içeride neler oluyor acaba?" diye düşünüyordum. girdim içeri, bir adam durdurdu beni, kibar bir şekilde "ne için gelmiştiniz?" diye sordu.
girişte firmaların logolarının ve isimlerinin katlara göre sınıflandırıldığı büyük bir pano vardı. "6. kattaki manas danışmanlık şirketine iş görüşmesi için geldim. kendilerinin de haberi var." dedim özgüvenli bir şekilde.
"buyrun," dedi ve geçmeme izin verdi.
içerisi, soğuk ve nemsizdi. giriş katında bir restaurant ve bitişiğinde kahve içebileceğiniz bir yer vardı. orada insanlar oturuyordu. kendimle konuşmaya başladım.

"bunlar, arturo, çalışanlar. buralarda böyle çalışılır. isterse kahve içerken çalışır isterse yemek yerken. kölelik sisteminin sonu! artık her yer bir ofis, arturo. bunlar akşama kadar alyan ile civata sıkan adamlar gibi değiller. bunlar özgür, arturo. hyatt plaza, bir cennet bahçesi."

etraftaki ofislere bir göz attım. takım elbiseleriyle çalışan insanlar vardı, ofislerde. bilgisayarlarına oturmuş tuşlara basıyorlardı. güzel işti, kaymak gibi. nereden baksan beş bin kazanıyorlardı. içerisi serindi ve en önemlisi kadınlar vardı, muhteşem kalem etekli kadınlar. saçlarını topuz yapmışlardı, beyaz gömleklerinin bir düğmesini çözmüşlerdi, ortaya çıkan o muhteşem boyunlarına bakıyordum. su gibiydi. biraz detaylı baksanız enselerini görebilirdiniz. bacakları ise beni benden alıyordu, bu kadınların. hepsi birbirinden muhteşemdi. bazılarında siyah çorap vardı. ipeksi, siyah çoraplardı bunlar. muhteşem kokuyorlardı hepsi, ortalıkta yürüyen çiçekler gibiydiler.

"merhabalar, ben arturo, hyatt plaza'nın ortağıyım. siz hangi ofiste çalışıyordunuz? ha, şu girişteki ofis. geçen ay kiralamıştınız değil mi? işler nasıl? evet ben de bekarım. bu akşam için planın var mı? ya, o mekanı biliyor musun? o halde akşam için rezervasyon yapıyorum. evet, boğaza nazır bir yer, sahibi yakın arkadaşım olur. saat 8 gibi seni alırım. görüşmek üzere, leyla hanım. çok memnun oldum."

çok beğenmiştim buradaki havayı. herkes güzeldi, temiz giyimliydi ve etraf çok güzel kokuyordu. sanayi gibi değildi. metal talaşları toplarken ellerin kesilmiyordu, katrana dönmüş bor yağı kurusunu temizlemek için parmakların çatlamıyordu ve çitiledikçe ortaya çıkan o iğrenç kokuyu çekmek zorunda kalmıyordun. ayrıca herkes akıllı adamlardı. maaşlarını aldıkları günün ertesi at yarışında tüm maaşı bitirip, bir ay boyunca insanlardan sigara dilenmiyorlardı. bunlar kallavi adamlardı, adam gibi halletmişlerdi hayatı. hepsi çok mutluydu çünkü her yer tertemizdi. yemekleri ne kadar güzeldi! el değmeden üretiliyordu ve lezzetliydi. aksi düşünülemezdi. yeterince kalmıştım burada, hyatt plaza'da çalışmak için nelerin gerekli olduğunu öğrenmem gerekiyordu. girişteki görevli adama yanaşıp,

"burada çalışanlar ne iş yapıyor? genel olarak? pazar araştırması yapıyorum, belki ileride böyle bir yerde ofis açacağım." dedim.

"burada beyaz yaka diye tabir edilen insanlar çalışır. şirketlerin muhasebeleri, satış ekipleri, pazarlama ekipleri, iletişim ekipleri buralarda bulunur. bazı katlarda medya şirketleri var. bazı katlarda ise teknoloji firmaları. herkes ayrı ayrı işler yaparlar. hepsi birbirinden bağımsız."

müthişti. hepsi birbirinden değerli adamlar! büyük işler başarıyorlardı burada, ülkeyi büyütüyorlardı. bu adamların çoğu kahraman olmalıydı, kendilerince. onlardan biri olmak için gerekeni yapacaktım. teşekkür edip ayrıldım oradan. tekrar sokağa çıktım, yokuş aşağı yürümeye devam ediyordum. az önce gözlemlediğim şeyleri düşünüyor ve hayal kuruyordum. heyecanlanmıştım, yaşam buydu gerçekten. çok ilerlemişti! ülke! insanlık! sanayide fabrikaya sabah 7.30'da girer, etraf adamakıllı kararmaya başlarken çıkardın. orada yaşamı unutuyordun, zamanı askıya alıyordun. etrafta olup bitenlerden çok, bir an önce o dinlenme gününün gelmesini bekliyordun. burada ise işler öyle değildi. bu insanlar bu meseleye bir çözüm getirmişti. kökten bir çözüm! şimdi, onlardan biri olmak için gerekeni yapmak adına, kafamı toparlamam gerekiyordu. bir kahve içmek için beşiktaş'a doğru yol almaya devam ettim. etrafımda dönen her şey bir rüya gibi geliyordu.

memnundum, "arturo," dedim, "devam ediyoruz."
devamını gör...

normal sözlük yazarlarının karalama defteri

bölüm ı.ıı

yanımda kırklı yaşlarının sonuna yaklaşmış bir adam oturuyordu. kötü kokmuyordu, yüzünde, sürekli hayatın kavgasını vermiş insanların yüzünde olan bir takım çizgiler vardı. alnı, güneşten gözlerini kısmaktan ya da öfkeden, belirgin çizgilere sahipti. bıyıkları gürdü, klasik bir kürt görünümü vardı. kürt olduğunu kilometrelerce uzaktan anlayabilirdiniz. muhabbet açacaktım, biliyordum, konuşacaktık. çünkü kürtleri severdim. garibanın halinden anlarlardı, bakışlarından anlarlardı seni, "bu da bizden, hayatın bokunu yemiş biri." derlerdi ve onu anladıkları anda konuşurlardı seninle. bazı mahallelerde kürtler kalabalık gezerlerdi ve benim yaşadığım yerde, yaşam tarzları ve görüntüleriyle insan bir miktar çekinirdi onlardan. ben çekinmezdim, seviyordum bu herifleri.

güneşin altında, saatlerce çalışırlardı. inşaatta amelelik yaparlardı. zorluk nedir bilmezlerdi. fizik gücüyle yapılacak bir iş varsa, oraya birkaç kürt bırakırdın ve sorun çözülüverirdi. çıkılmaz ağaçların tepesine çıkar, iki dakikada tüm cevizleri döküverirlerdi.
"yılan gibi," demişti dedem,
"iki taneydiler, uzun boylu, kavruk, sırayla bahçeleri gezip, dökülecek ağaç varsa döküyorlar. bana da geldiler. bizim ceviz ağacını bilirsin, uzun! bu yaşta nasıl çıkacağım?"

"dede! dökülen cevizlerden bir torbası bizim olsun. tüm cevizleri indiririz. gerisi senin olur. dalında çürümesinden iyidir. bizim geçimimiz bununla."

dedem, "davranın o halde!" demişti ve kendi ifadesiyle, "bir zıpladılar ki gözüm görmedi. bir baktım, ağacın tepesindeler. bir sallama ki dallar kırılacak sandım! on dakikada bir tane ceviz kalmadı. sonra torbalarını aldılar,
"doldurun! istediğiniz kadar!" dedim, "haketmişlerdi. öyle babayiğitlerdi ki! buraların adamı değiller, bunlar her işi görür. taşı sıksa suyunu çıkarır, içer. bunlar öyle adamlardı, arturo."

sonra biraz konuştuk, adamla. adıyamanlı, tütüncüymüş. tütünlerle alakalı ilginç şeyler söyledi. uzmanından! işi bildiği her halinden belliydi. bu işi hakkıyla yapan birinin özgüveniyle konuşuyordu. tütün ile iletişimi vardı, seviyordu onu, rızkını ondan kazanıyordu, arada tüttürüyordu.

"sarı tütün, en kötüsüdür. tütün esmerleştikçe, kalitesi artar. sarı tütün gördün mü? kaçacaksın. bazıları tütünü esmerleştirmek için üzerine fısfıs sıkarlar. fısfıs dediğim, ilaç. tarım ilacı. böcekleri öldüren cinsten. ben kullanmam, bizde böyle şeyler yoktur, neyse o! sarı tütünü garibana satarız, esmer tütünler yurt dışına gider. istanbul'da dükkanımız da var. adıyaman'da da birkaç tane alıcı var. iki tane adam, gelir, alır ve giderler. bizimkiler iyi tütün içmezler, parası olan, iyi tütünü alır. ticarette kanun budur."

molada birkaç sigara sardı benim için, içtik, ağır geldi, biraz öksürdüm. sonra istanbul'a vardık, selamlaşıp ayrıldık. yeni yaşamıma ilk adımımı atmıştım. bu sefer çözecektik bu işi, ben ve tanrım! bana yardım edecekti bu sefer, inanıyordum. şans dönecekti, sıkıntı kotamın ciddi bir miktarını doldurmuştum. karnım acıkmıştı, tam ekmek döner ve ayran. karnımı da adamakıllı doyurmuştum.

"işte," dedim,
"arturo, başarmaya hazır mısın? ve başarılı hikayelerini anlatmaya? insanlara? bugünleri unutma. hepsini anlatacaksın. yüzlerce kişiyle dolu bir salonda, herkes sana kitlenmiş bir şekilde hikayeni dinleyecek. bu abiden de bahsedeceksin, "işini iyi yapan bir adamdan öğrendiklerim!" diyerek. sonra korkunç bir alkış yükselecek. herkes, sana bakacak. seni övecekler kendi aralarında. güzel kızlar, randevu için sıraya girecekler seninle. öpücüklerin için yanıp tutuşacaklar. işte o zaman, arturo, bu hayatı oldurmuşsun demektir."

heyecanlanmıştım, otobüse binip, arkadaşlarımın yanına gidecektim. beni evlerine kabul etmişlerdi, "gel," demişlerdi, "kira falan yok, sigara paranı al ve gel." iyi adamlardı, yaşanılan kötü şeylerden haberleri vardı, daha önceden onlara adamakıllı iyiliklerim de dokunmuştu. iyi olduğum zamanlarda, birlikteydik. az ekmek paylaşmamıştık. şimdiyse, karşılığını görüyordum. eden, bulur! arturo'yla arkadaş olmanın ne demek olduğunu biliyorlardı. arturo, sağlam adam! büyük hayalleri olan biri, kolay eğilip bükülmez!
devamını gör...

normal sözlük yazarlarının karalama defteri

bölüm ı.

evden ayrıldığımda, saat yedi civarındaydı. her şeyi arkamda bırakmıştım: bitmek bilmeyen, kabus gibi geceleri, kavgaları, öfke patlamalarını ve huzursuzlukları. annem sürekli ağlıyordu, dün gece yaşananlardan sonra gideceğimi anlamıştı. sarılmamıştık. daha fazla duygusallık istemiyordum. "uzaklaş! arturo," dedim, "bir daha dönmek yok! yepyeni bir hayat, sıkıntısız! baş ağrıları olmadan! geceleri uyuyabildiğin! mucize gibi!" "anne," dedim, "allaha ısmarladık!"

arkadaşımdan aldığım iki yüz, bir diğer arkadaşımın da halime acıyıp cebime sıkıştırdığı üç yüz lirayla, toplamda beş yüz lirayla yollara düşmüştüm. iyiydi çocuklar, halim haraptı! beterin beterini yaşadığımı hissediyordum. otobus garına varıp biletimi aldığımda, oturup bir sigara yaktım. 26 yıllık yaşamımın muhasebesine hemen o an başlamak istemiştim. lakin kabarıktı! yılların acıları! "boşver, arturo!"
"şu kıza bak sen! şiir gibi. onlar ne bacaklar öyle!" sonsuza kadar aşkıyla yanabilirdim onun, "sevgilim!" derdim, hadi, birlikte tatile gidiyoruz. annem ve ağabeyim için ayrı bir yerde tatil organize ettim. beş yıldızlı! dört dörtlük. biz de seninle, güzel vakit geçiririz değil mi? sevgilim? şimdi yanağından bir öpücük ver sevgiline, arturo'ya."

otobüs perona yanaşmıştı. içeri girdim. ucuz yollu bulduğum biletlerden biriydi. aras turizm! doğu'dan başlayıp tüm türkiye'yi dolanan o muhteşem otobüslerden biriydi. oturdum, yirmi bir numara. şimdi, şehri terk etme zamanı. yavaş yavaş kalkan otobüste, sanki sadece şehri değil, anılarımı da terk ediyordum. dökülüyordu adeta sancılarım, heyecanlanmıştım! o büyük şehre, istanbul'a hareket ediyordum. ne şehir! ne büyük umutlar! ne sevdalar gizliydi orada. beni bekleyen büyük kavgalar ve hüzünler ve aşk! heyecanla sağ parmağımı öpüp havaya kaldırdım, "tanrım," dedim, "beni destekle. yeterince acı çekmedim mi? biraz torpile ihtiyacım var, tanrım!"
devamını gör...

saghia peymaneh por kon

müthiş bir parvaz homay-yalda abbasi şarkısıdır.

çok başka bir seviye gerçekten. iran müziğinin bambaşka bir aurası var. her tonda başka bir lezzet var, müziğin her çeşidini kullanıyorlar. sesleri çok güzel, dilleri çok güzel.
devamını gör...

güne bir söz bırak

"giderek, her şeyden vazgeçe vazgeçe, sanki bir başkası oldum."

- celine
devamını gör...

iş arama sürecinin sancılı olması

çok doğrudur. benim için sancılı olmadı iş bulma meselesi ancak linkedin'de insanların sitemlerini, veryansınlarını okudukça, dinledikçe üzülüyor insan.

mesela, deneyim meselesi. işverenin deneyim takıntısını asla anlayamıyorum. kritik pozisyonlar için, elinde kalifiye eleman kalmadıysa, orada tecrübeli birine ihtiyacın vardır. yani sözgelimi her gün tasarım revizyonları yapılıyor ve teknik resim çıktıları, toleranslarıyla birlikte alınıyor. burada iş yapan adamın hiç yoksa ya da var ama iş yükü korkunç seviyedeyse, deneyimli adam alırsın. lakin, adamın biraz iş yükü var, her boku ona yaptırmayalım, birini alalım diyorlar, ilanı bir koyuyorlar "alanında iki yıl deneyimli, şunu bilen, bunu bilen." haha. a. koyim sendeki eleman da bunları bilmiyor ki adam gibi. yalapşap yapıp yapıp salıyor.

arkadaşlar, size bir tüyo vereyim mi? orada gördüğünüz kriter zırvaları, oranın teknik elemanlarından ya da işiniz teknik değilse de işi bilen elemanlarından çoğu kez habersiz yazılıyor. tamamı neredeyse ik sıçmıkları. patrona en ucuza en iyi elemanı bulabilmek ve takdir görmek için yırtınıyorlar. çünkü ik'yı da anlamalısınız. ik'lar böyle durumlarda yıldızlarını parlatıyorlar, riske girmek istemiyor. çalışan iyi çıkarsa, iyi insan analizi, işini iyi yapmış oluyor. bir de ik patronun o dönemki hassasiyetlerini biliyor. mesela bizde erp yazılımı var lakin öğrenilebilir, önemsiz. onu koşul olarak koymuştu. haha, ne alakaysa.

işin ik tarafını aşmaya çalışın. benim eski şirketimdeki ik benden çok referans istemiştir. şu an çalıştığım şirkette de bir pozisyon için referans istediler. bunun sebebi, işimi iyi yapmam. özellikle eski şirketimde, artık benim tavsiyem önem kazanmıştı. "arturo gibi bir çalışan daha olsa, hiç fena olmaz." dedirttiğiniz sürece, sözünüz geçmeye başlıyor. içeride böyledir. içeride işi iyi bilen bir arge müdürü, yıllardır çalışmış bir başhemşire, bir satış yöneticisi, alanınız ne ise, ik'yı aşıp onlarla kontakt kurun.

şunu da asla unutmayın, karşınızdaki insanları niteliklerinizden çok, kişiliğiniz etkiler. yaşamaya hevesli oluşunuz, iyi iletişim kurmanız önemlidir; eğer bir takım işiyse o iş, çoğu iş gibi, bireysel mi takılmayı seviyorsun yoksa her işe koşmaya hevesli misin? gibi gizli sorular sorarlar. lakin en ama en önemlisi, istektir. ben birini işe aldırmadan önce, teknik yönetici olan bir arkadaşıma "üniversite bittikten sonraki kendime benzetiyorum bu çocuğu." demiştim ve işi müthiş sahiplenmiş, çalışıyor. herkes çok memnun.

son olarak, bilhassa mühendisler için söylüyorum, ingilizce bilmeden iş hayatına girmek, bugün için büyük bir kabahattir. suçtur bu. bana bir çalışanı hangi kriterlerle seçsen deseniz, ilki heves ve heyecanı, ikincisi ingilizce bilmesi olurdu. gerisi öğrenilir ancak dil öğrenmemiş, buna vakit ayırmamış biri araştırma yapamaz, öğrenemez, kendini geliştiremez. dil öğrenme ihtiyacı araştırma arzusundan doğar. "demek ki," derim, "bu adam çok da gelişmek istemiyor. o halde beni de geliştiremez."

dil çok önemli.
devamını gör...

woke culture

çok boktan bir kültürdür.

gerçekten reddit'te dönen tartışmalardan beynim alev alıp uçmuştu. bizim tartışma kültürümüz yok diyordum, bunlar kadar ad hominem yapan, bunlar kadar whataboutism'e başvuran başka bir kitle yoktur.

tüm insani değerleri yok sayar, cinsiyet üzerinden konuşmaya başlarlar. en ufak bir tartışmada, başladığınız olayı cinsiyetçiliğe, yobazlığa, ahlaksızlığa çekerler. tartışma nasıl yürürse yürüsün, kendilerinin konuşmak için hedeflendikleri tek nokta vardır: kadın, transeksuel birey, non-binary, lgbtqxczv. hiçbir boka çare olamazlar, yalnızca gruplaşmanın, kendilerince bir komite oluşturmanın gücüyle insanlara saldırırlar. kurumları hedef alırlar ve daha fazla gündem olmak için, woke'a selam çakmayan, açığını buldukları birilerini hedefe koyup linçlerler. bunların en sevdikleri kelime "triggering"dir. her boka tetiklenirler. mağdur edebiyatı yaratıp, kendilerini yüzyıllardır mağdur edilmiş gösterip, üzerinize gelirler.

türkiye'de çok fazla sağlam tartışma argümanı geliştirebilen woke'cu yoktur. çünkü bizim ülkemizdeki lgbtq üyeleri ve kadınlar, doğru düzgün okumadıkları için, özellikle bu kültür ve takipçisi "cancel culture" yurtdışından ithal olduğu için, bunlarla alakalı sağlam argümanlarda bulunmak için yabancı dilde okumalar yapmak gerektiği, bilhassa amerikan kültürü ve toplumsal yapısı hakkında birkaç şey bilmek gerektiği için, çok ezbere konuşurlar. duyduklarını aynen aktarmaya çalışırlar ama üzerine düşünmezler. bunların tanıdığım en bilgili ve önemli temsilcileri nevşin mengü'dür. onu dinlediğinizde, ciddi bir rahatsızlık duyarsınız lakin bir türlü adını koyamazsınız. ciddi bir woke'cudur ancak çok bilgili ve akıllı olduğu için ne tepki vereceğinizi bilemezsiniz. kafanız biraz karışık ve okuma yapmadıysanız, alır götürür sizi.

bunlardan bir tanesini, şımarık bir tanesini bir tartışma ortamında kepaze etmiştim. çok gülmüştük tabii sonra. "daha fazla çalışıp, geleceğim." demişti. bu meseleleri uygulamarıyla birlikte görmek için özellikle abd'de büyüyen hareketleri takip etmek gerekir. me too gibi. netflix bunların sponsorudur. twitter bunların örgüt evi, holywood ise esir aldıkları, dünyaya açıldıkları yerdir. medya yoluyla düşünce tarzlarını tüm dünyaya enjekte etmeye çalışırlar. başarılı oldukları yerler vardır ancak, ülkemizde bocalıyor.

ülkemizdeki woke'cuların bocalamalarının bir diğer sebebi ise, solcu görünümlü kürtçü, mor amblemli kadın örgütlerinin woke'u süratle benimseyip, "kürtlere ve mültecilere ve kadınlara ve köpeklere selam olsun! gerisine lanet olsun!" temalı sloganlarıdır. haha'dır gerçekten, çok aptalca ve komiktir. tip milletvekili serra kadıgil, bu konuda siyasi temsilcisidir bu hareketin. lakin, wasp'ı bize uyarlamaya çalışarak çok komik bir duruma düşmüştür. white anglosaxon protestant gibi bir beyaz elit, türkiye'de, abd'deki şekliyle tarif edilemez. türkiye'de "beyaz, yaşlı, zengin bir türk değilsen hayat çok zor." gibi bir ifade ile wasp'a selam çakmış, lakin sürüyle boşluğu dolduramamıştır. bu konular ciddi sosyolojik analizleri beraberinde getirmelidir. bu kültürü adamakıllı okumayanlar ancak kepaze olurlar.

söylenecek çok ama çok şey var lakin zaten söylüyor insanlar. hristiyanlar özellikle bu woke'cularla müthiş mücadele içindeler. okuması keyifli, yazması çok uzun, bu yüzyılı ciddi şekilde etkileyen ve etkileyecek bir harekettir aynı zamanda.
devamını gör...

sürgün ülkeden başkentler başkentine

yıllar geçti, sabah olumsuz iz bıraktı toprakta.
yıldızlara uzanıp hep seni sordum gece yarılarında.
çatı katlarında, bodrum katlarında.
gölgendi, gecemi aydınlatan eşsiz lamba.
hep kanlıca'da emirgan'da,
kandilli'nin kurşuni şafaklarında,
seninle söyleşip durdum bir ömrün baharında yazında.
şimdi onun birdenbire gelen sonbaharında,
sana geldim,
ayaklarına kapanmaya geldim.
af dilemeye geldim;
affa layık olmasam da.
devamını gör...
devamı...

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim