arturo bandini yazar profili

arturo bandini kapak fotoğrafı
arturo bandini profil fotoğrafı
rozet
karma: 6599 tanım: 176 başlık: 65 takipçi: 67
"Fırsat için ne derler biliyor musun, Ba­ba? Kapıyı bir kez çalar."

son tanımları


kadın erkek ilişkilerinin güncel sorunu

seçeneklerin bolluğunun yarattığı, "iletişimde ve duygulanımdaki yüzeyselliktir."

geçen gün marmarayda giderken, bir durakta dövmeli, kaslı, yakışıklı, uzun boylu bir yarı tanrı tip girdi içeri. tüm heybetiyle tam da karşıma dikildi; yavaştan kendini koyvermeye başlamış göbeğime ve irikıyım herhangi bir erkeğin bileğini bükmekte pek de mahir olmayacak incelikteki bileğime bakıp, erkekliğimin ne denli utanç verici bir yerde olduğunu idrak ettim. kadınlar bu yarı tanrıya bakış atıyorlar, biraz daha cesur olanlar yanındaki arkadaşını dürtüp kızarıyorlardı. diğer duraklarda binenler onu seyredebilecekleri bir pozisyon alıyorlardı. hepsinin evlisinin bekarının, sevgililinin sevgilisizin birkaç jestle gönlünü anında fethedebilecek bir herifçioğluydu.

şimdi bu herif ve bu herif gibilerin bir anıt gibi yükseldiği yerde, ona bakarak saçlarıyla oynayan kadınların gönüllerinde bir miktar kıpırtı yaratabilmek için kendi gerçekliğinde yok olan sıradan erkeklerin trajedisini düşünelim. birçok kadın için bu adam gibi bir seçeneğin varlığı ya da varlığının hayali ve ihtimali, size ayıracağı zamandan, yaratmak için çaba göstereceği duygulardan çok daha konforlu bir şey. bu yüzden de bu beyaz atlı prens'in gelmeyeceğine dair inanç çok büyük bir güç toplamadan, sıradanlığa demirlemiş dünyaları bir tür ego tatmini için kullanmaları da olasıdır. dolayısıyla, o "1.90 boyundaki heybet!" gelene kadar, iletişimde kalınmasının küçük zevkler verdiği figüranlık rolleri birer birer dağıtılıyor. bunun yarattığı yüzseysellik, buluttan nemin kapıldığı iletişim arızaları önümüze en ciddi sorun olarak çıkıyor.

ne sevgi sevgi, ne saygı saygı, ne sınırlar belli, ne duyguların derinliği ve dahası. artık gözleriyle ya da konuşmalarıyla, birbirinin kanını emip yoluna devam eden insanlarla dolu ilişki dünyası. korkunç bir kalabalık, "her zaman ben haklıyım" pespayeliğinin eşlik ettiği bir tartışma kültürü, sürekli ve aktif bir "yanlış anlama" meyili... "sen bunu yaparak şunu mu demek istedin?" diyerek, istemsizce ve anlık duygulanımlarla girdikleri ilişkilerden paçayı sıyırmaya çalışan insanların, sürekli karşı cinslerine suçluluk duygusu yüklemeye çalışması ve bunun yarattığı yıkımın üstünü basit bir engelle örtmeleri...

günümüz kadın erkek ilişkilerindeki pespayeliği konumlandırmak kolay değil. "tüm kadınlar o yarı tanrının olsun." diyerek, bu korkunçluğun bir yerinde olmama ferasetine saygı duyuyorum şahsen.
devamını gör...

hayatın anlamsızlığı

üzerine düşünüldüğünde insan ruhunda derin gedikler açan anlamsızlıktır.

bütünüyle bir yaşamı anlamlı kılmaya çalışmanın, sürecin bir yerinde beyhude bir çaba olduğunu anladığınızda ve en önemlisi bunu içelleştirdiğinizde, kendinize küçük anlamlı zamanlar yaratıp, başlayıp, olgunlaştırıp bitiriyorsunuz. yaşamın bu küçük kesitlerinin kendi içinde bir zamanı ve uzamı oluyor. "belirsiz de olsa kısa bir zaman aralığında, şurada ve şu amaçla" hayatı bir miktar anlamlı hale getirebiliyorsunuz. sonrasında tekrar o derin boşluğun ve korkutucu derecede büyük yaşamın içerisine dalıyorsunuz. bu döngü öyle çok tekrar ediyor ki; bir süre sonra yaşamınız, "düşler" ve "gerçekler" arasına sıkışıyor. keyif aldığınız ve anlam yarattığınız zamanların, olup bitecek bir rüya olduğunu ve bundan mutlaka uyanılacağını; yaşamın gerçekliğinin tam ortasına, kalabalığın içindeki keşmekeşe düşüleceğini idrak etmeye başlıyorsunuz.

ne yapıyor ve nereye gidiyorduk? yol nasıl başlamış, nereye sürüklenmişti? çocukluğumuzda ve ilk gençliğimizde, düşler kurmakta mahir olduğumuz ve her türlü yaratıcılığı sergilediğimiz zamanlarda yarattığımız ve dahi inandığımız senaryoları birer birer terk etmiştik. her zaman olduğu gibi hazreti süleyman'ın yakınlarında bir yerden bize yol gösteren üstadın şu sözleri kulağımızda yankılanıyor: "kendi hesabıma düşlere sarıla sarıla ve onları terk ede ede vicdanım kevgire dönmüştü. binlerce oyuklar oluşturacak şekilde delik deşik olmuş ve mide bulandırıcı şekilde bozulmuştu." evet böyleydi durum; vicdanımız kevgire dönmüş, yeni düşler kurmakta ve onlara inanmakta zorlanır olmuştuk. yaşamın anlamsızlığı, onu dilimleyerek yarattığımız kendi küçük anlamlı kesitlerimizin içindeki gediklerden sızmaya başlamış ve onu kendi karanlığıyla zehirlemeye başlamıştı. artık kendimize dahi sözler vermekte zorlanıyor, verdiğimiz sözleri tutamıyor ve hiçbir utanç emaresi göstermeden kendimizi hayal kırıklığına uğratıyorduk. kendimize karşı duyduğumuz utanç ve bir şeyleri düzeltme çabası, tıpkı masturbasyon yaptıktan sonra, sanki cehennem ateşine en ön sıradan rezervasyon yapmış gibi tanrıdan ve omuzlarımızdaki meleklerden utandığımız ve af dilediğimiz günlerin çok uzak bir zamanda kalması gibi uzaktaydı. dikişler, yine takibini yapmakta zorlandığımız bir yerlerde kopmuştu ve nerede ve nasıl koptuğundan bihaber şekilde devam ediyorduk.

bizi bu noktaya getirmekte, yaşamın gerçekliği kadar, o gerçekliği yaşayan bizlerin de sorumlu olduğunu biliyoruz. melankolik ve depresyona meyilli ruhların, tanrı tarafından bir tür lanetle yaratıldığını düşünüyorum. çevremiz alabildiğine pozitiflik ve allah bin bereket versinlik nimetlerle dolup taşmasına rağmen, kendi içimizde taşıdığımız katranı, tüm iyiliklere ve renklere bulaştırdığımızın da bilincindeyiz. herkesin ve her şeyin bir gün mutlaka kirleneceği ve anlamının arkasında çözümlenmesi gereken düğümlerle birlikte insanın ruhunda bir enkaz bırakarak uzaklaşacağına dair güçlü inanca karşı koymakta zorlanıyoruz. bu yüzdendir ki artık bütünüyle istemsiz bir şekilde, anlamlı o zamanın dolduğunu düşündüğümüz zamanlarda etrafı bulamaca çevirmek için katranımızı ince ince sızdırıyoruz içeriye. arkamızda dönüp bakmamızı sağlayacak bir ışık hüzmesi kalmayacağına emin olduğumuz noktaya kadar sızdırdığımız katranı sıvayıp, geçmişimize yeni bir karanlık oda bırakıp devam ediyoruz yolumuza.

yaşamın amacına, etrafımızda olup bitenlere karşı teslim olduğumuz bu acımasızlık kervanına yenilerini eklemleyerek ve buralara pencere açmaya çalışan insanlara sırtımızı dönerek pozisyonumuzu pekiştiriyoruz. geçen gün, yıllardır görüşmediğim bir arkadaşım, en sevdiğim şairlerden birinin dizelerinin seslendirildiği bir kayıt göndermişti:

"hayata beraber başladığımız
dostlarla da yollarımız ayrıldı bir bir
gittikçe artıyor yalnızlığımız
gökyüzünün başka rengi de varmış
geç fark ettim taşın sert olduğunu
su insanı boğar, ateş yakarmış
her günün bir dert olduğunu
insan bu yaşa gelince anlarmış."

geçmişimiz, bir zamanlar çabayla ve sonsuz olduğuna inandığımız sevgiyle yeşertip büyüttüğümüz ve sonra yokuş aşağı adım adım sürüklediğimiz ve yok olmanın eşiğine getirdiğimiz ruh leşleriyle dolup taşmış durumda. üstadın fısıltısını yine işitiyoruz: "peki artık nereye gidilebilir ki, soruyorum sizlere, içinizde yeterli miktarda çılgınlık kalmamışsa?"

hayatı anlamadık, anlamlandıramadık ve her anlamlandıramadığımız şeye içten içe duyduğumuz düşmanlık ve nefrette olduğu gibi intikamımızı, en iyi yaptığımız şeyi yaparak, onu, kendimizi ve oyuncularını kirleterek alıyoruz.
devamını gör...

bir türlü dikiş tutturamamak

yaşamı hep bir savrulmayla geçen insanları anlatan cümledir.

ne aile hayatında ne iş hayatında; ne duygusal dünyamızda ne de içsel dünyamızda bir yere oturtamadığımız bir hayatın, artık "ne geriye ne de ileriye" gidemediği, donup kaldığı bir zamanın gölgesine saklanmış vaziyette, dilimizin ucuna gelen soru: "ben neden dikiş tutturamadım?" oluyor. şairin, "neye uzatsak elimizi, bir arşın uzakta" dediği noktada asılı kalmanın trajedisinden bahsediyorum. bu noktada kendimizi kaçarken buluruz: herkesten ve her şeyden. yeryüzünün üstünde tutunacak hiçbir dal bulamamanın endişesiyle, kendimize zeminin altında gizli bir tünel açmaya çalışırız. saklanırız, gizleniriz ve o güvenli karanlığın içinde yaşamaya alışırız.

"saklı kim? biz."
"sırlı kim" biz."
"kimdir sığıntı? biziz."

göğüs kıllarımda çoğunluğu ele geçirmiş beyazlara bakıp, 32 senenin muhasebesine giriştiğimde, işin içinden çıkamıyorum. birçokları için birçok şey başarmış biri olarak söylüyorum bunu: insanın bir öznede, bir amaçta, bir fikirde köklenmesi, orada yeşillenmesi, kendini bulması ve ömrünü o kökün üzerine bir ağaç gibi inşa etmesi, benim için hep gıpta ettiğim bir zafer olarak gelmiştir. maddi koşullar, manevi koşullar, inişler ve çıkışlar mühim değildir; insan yolunda bir amaçla ve sökülen dikişleri her daim dikerek yürüyorsa, bu yaşamda mutlak zaferini ilan etmiş demektir. neden bahsediyor arturo, bu kendi içinde soyut ve kıvranan cümlelerinde? açıklayacağız.

bir gün, bir pub'da içki koyan baristaların olduğu bölmeye oturup muhabbet etmeye başladım. genç bir çocuk, tiyatro ile ilgileniyor, hayalleri var ve imkansızlık üzerine insanlara fıçıdan bira dolduruyor, patlamış mısırları özenle kaba dolduruyor ve götürüp getiriyor. her boş kaldığında muhabbet ediyoruz: "çocuklara tiyatroyu sevdirmek için bir seyyar tiyatro ekibi kurup tüm türkiye'yi dolaşmak" hayalinden bahsediyor: "bunun için yazdığım senaryolar var, kardeşimin okulunda bir tanesini oynadık, herkes çok beğendi." mağrur, mevcut durumdaki kaygıları ve yaşadıkları zorluklar vız gelip tırıs gidiyor zira kendi özünü ve yaşam amacını keşfetmiş bir gencin gözlerinde okuyabileceğiniz bir ateş var. bu dostumuzun attığı dikişlerden bazılarının söküldüğü bir noktadaydık; amaca giden yoldan, maddi kaygılardan ve liyakatsizlikten dolayı uzaklaşmak zorunda kalmış ve o dikişleri dikmek için gereken birikimi, insanlara "cajun baharatı bol! parmak patates" ikram ederek sağlamaya çalışıyordu. zafer onundu, farkında değildi ve iç dünyasındaki kavgasında, "ben burada ne yapıyorum?" sorusunda boğuluyordu ancak, kazanacağı bir yolda en emin adımları attığının farkında değildi.

bizim dikişimiz, nereden koptuğunu hatırlayamadığımız bir zamanda ve uzamda kopmuştu ve bu sebeple de dikmek için koptuğu yeri arayıp bulmakta zorlanıyorduk. yaşam amacımız neredeydi? onu hangi heyecanımızı söndürmek zorunda kaldığımız yerde hiçliğe ve karanlığa teslim etmiştik? neredeydi? seslensek, kalabalıklar içinde ve bu koca dünyada bir sızıntı duyabilecek ve görebilecek miydik? bilmiyorduk. vahşi gündelik yaşam gerçekliğinin içinde kaybolmuştuk ve işte oradaydık: içimizde kopan çığlıkları susturmak için birkaç bira içtiğimiz yerde, tüm heyecanıyla filizlenen bir çiçeğin heyecanıyla yüzleşiyorduk.

hiçbir yerde, hiçbir insanda dikiş tutturamamanın sancısıyla devam ediyoruz. yavaştan teklemeye başlayan kalbimizin, "sigarayı ve içkiyi bırak!" uyarılarına uyacak gücü aramaya çalıştığımız zamanlardayız. bulabilecek miyiz bilmiyoruz.
devamını gör...

love bombing

bir tür manipülasyon tekniği.

şimdi bu, "ghosting" "love bombing" işte efendime söyleyeyim "gaslighting" gibi kavramlar, popüler kültürün içine çok hızlı bir şekilde enjekte edildi. bunun altında yatan sebep ise tamamen modern yaşamın ideal belirlediği ve ayrıcalıklıların ve sermayedarların arzuladığı insan tipinin, daha bireysel, tüketime odaklanmış olmasıdır. insanlar artık, insani durumların, davranışların duygusal kökenlerinin, insanın hallerinin ne olduğuna, neden olduğuna dair kafa yorma gereği duymuyorlar. olaya her daim kendi penceresinden bakıyor, ben'ci oluşundan ötürü sözgelimi kişisel yaşamında yaşadığı sorunlar sebebiyle ya da çözülebilir duygusal travmaları sebebiyle insanların davranışlarını "ghosting" gibi terimlerle damgalıyor. sürekli bir "manipüle ediliyorum, aman tanrım!" bakışı var insanlarda.

bu ifadelerin bu kadar sık telaffuz edilmesi, elbette tamamiyle yabani ot gibi türeyen biriciklik algısıyla açıklanamaz. bu ifadeler, modern yaşamın tüketim alışkanlığının insan ilişkilerine yansıması sonucu, çok anlamlı bir şekilde ortaya çıktı. yani, "40 kişiyle konuşayım, 10 tanesiyle sevişeyim." bakışı sonrası, siz o yakışıklı veya güzel olan kişiye dönüş yaptığınızda, tüm bunlara enerjisi de yetmeyeceği için, daha iyisi için sizi açıklama gereği duymadan yok sayar. bu durumun yaygınlaşması sonucu bu ifadeler ortaya çıktı ancak benim yazının başında değindiğim gibi bu terimler artık popülerleştiği için, "bunları ben de kullanmalıyım" arayışına ve "bu durum love bombinge giriyor mu?" sorgulamalarına itti insanları. yani, "sen adi bir love bomber'sın" demek için her an bir açık, bir hata beklenir oldu.

hepimiz aşık olduk ve aşkın büyüsünün insana neler yaptırabileceğine dair yeterince deneyim sahibiyiz. her insanın duygularını farklı bir şekilde dile getirmesinden ötürü, bazı insanların aşık oldukları insana karşı "ruhunun her zerresine kadar verici" pozisyonunda olduklarını da biliyoruz. işte bu insanların hediyeler alması, iltifatlar etmesi, sevdiği insanı yüceltmekle huzur bulması ve yine kökenini bilemeyeceğimiz bir yerlerde olan "bu yolla sevilebilme" isteği ve çabası, karşı cinste de karşılık bulabiliyor. ancak her ilişkide olduğu gibi bir kontrol mekanizmasının kurulması noktasında, kişi bu eylemleri yüzünden suçlanmaya başlıyor. "love bombing yaparak tahakküm kurmak" ile suçlanıyor. aslında bu böyle değil, ancak kim böyle olmasını istiyorsa öyle oluyor zira birisi davranışlarınıza "love bombing" diyorsa, onun düşüncelerini değiştirme ihtimaliniz pek yok.

"hem çok sevileceğim, şımartılacak ve hediyelere boğulacağım; kendimi değerli hissettirileceğim ancak iş ne zaman ciddileşecek ve bir ilişkinin yürütülmesi için gereken kontrol çemberleri yavaş yavaş kurulmaya başlanacak, ben o noktada "bu lale, love bomber!" deyip kaçacağım." gibi bir pespayeliğe düşmemek gerekiyor. herkesin ve her şeyin, sürekli sizin üzerinizde bir manipülasyon ateşi yakmaya çalıştığına dair düşünceleriniz varsa, biraz sosyal medyayı azaltmayı ve insanın sağlıklı ilişkiler kurabilmesi için vermesi, alması, vazgeçmesi ve direnmesi gereken şeylerin gerçekte ne olduğuna dair düşünmeyi önerebiliriz. yoksa kavram karmaşası yaşayacak ve sürekli aktif kalan bir önyargı mekanizmasının zihninizi ele geçirdiğini ve sağlıklı ilişkiler kurmakta zorlandığınızı fark edeceksiniz.
devamını gör...

whatsapp'tan önce sevgililerin iletişimi

2004 ve sonrası yıllar için sms ileydi.

"1000 dakika artı 10000 sms" yapardık. bende bir tane mavi renk nokia 5130 xpressmusic vardı. o zamanlar da avea vardı, evimiz zemin katta olduğu için çok iyi çekmezdi. pencere biraz yukarıdaydı. geceleri pencerenin oraya çıkar oradan mesajlaşırdım. uzun uzun yazardık, mesaj gelmesini dört gözle beklerdik.

çok mesaj delisi olanların 10.000 smsi bitirdiği olurdu, ben şaşırırdım ama bitirirlerdi yani. sonra ek 10.000 sms gibi paketler de satılmaya başlandı. paket yapmak için kontör bittiği oluyordu ve kontör alıyorduk ve daha sonra avea "kontör hediye etme" paketi çıkardı. 30 05xxxxxxx şeklinde bir kısa mesajı bir 2222 gibi bir numaraya gönderiyordun, sevgilinin sms'i ya da araması biterse, ona kontör jesti yapabiliyordun. ben o zamanlar bir miktar platoniktim ama yazışırdık uzun uzun geceleri. kontörü bittiğinde kontör hediye etmiştim, kabul etmemiş, geri göndermişti. bir zamanlar mektup gönderiliyormuş, bunu istemeyen sevgili de geri gönderiyormuş ya, o hesap. haha, hey gidi günler be.

msn vardı biliyorsunuz bugünkü whatsapp'ın karşılığı. oradan da bilgisayar başında mesajlaşırdık. gözler hep onu arardı, "oturum açtı" falan. yıllar sonra bile hatırladığımızda gülümsetiyor, insanın yüreğini sıcacık yapıyor bu işler. gerçekten bugünkünden çok ama çok daha iyiydi. ağır aksaktı, bir çekiyor bir çekmiyordu; insanı deli ediyordu bazen, sms'in gitmiyordu ya da gittiğini gösteren "gönderildi" bildirimi gelmeyince sinir oluyordun ancak güzeldi, gerçekten çok güzeldi.
devamını gör...

yalnızlık bunalımı

celine'in harika bir sözünü hatırlatır:

"yalnız olmak, ölüme çalışmaktır."

her gün aynı sabah alarmının çaldığı, güneşe karşı sabahı selamlamanın çok uzak bir zamanda kaldığı, uyanmanın yeni bir güne başlamak değil de düş aleminden yeryüzüne düşmek olarak tanımlandığı bir zamanda, aynı güzergahtan o 10 saatlik can sıkıntısına yapılacak yolculuk öncesi tek nefes alabildiğimiz yerin vücudumuza suyun temas ettiği duşakabin olması acıklıdır. servisin gelmesine 10 dakika kalmıştır. düzensiz şekilde masada duran bira tenekeleri arasından, sigara paketi ve çakmak bulunur, cebe atılır ve bitmek bilmeyen can çekişmesinin bir gününü daha çekmek üzere yola çıkarız.

eve dönüş. dün akşam yenilen kavunun kabuklarını attığımız çöp poşetinin ağzı açık kalmış, evi ekşimsi bir koku kaplamış. "tanrım, sineklerini göndermediğin için sana ve 124 bin peygamberine şükürler olsun" denilir. poşetin ağzı hızlıca bağlanıp kapı önüne konur. ilk macera, ilk heyecan! bunlar keyifli yükselmelerdir zira içinde sizi şaşırtacak hiç de süpriz olmayan, 30 yıldır tanıdığınız, içindeki müziği kendinden çok uzak bir yerde, gerçekliğin içinde can çekişen adamla başbaşasınızdır. tek laf istemem! diyordur size, akşama kadar konuşulan konuşulmuştur ve bir de insanın kendi kasvetine tahammül kalmamıştır. bu ilişkiyi 30 yıldır sürdürdüğünüz için, tek laf konuşulmadan, aynı tas aynı hamamlar devam eder. biraz oyalanılır, film ya da dizi açılır, birkaç bira içilir ya da "karaciğer günü!" diyerek sadece su içerek ve birkaç lokma çiğneyerek akşamı idare edersiniz. yarınki ızdırabı göğüslemek üzere, gerçek dünyadan kopmak için her yol denenir. bazen biraz porno izlenir, keyifli işler. hayatın içinden, zevkli insanların kaleminden çizilmiş senaryolar. sansürlü cümleler. yatıp uyunur.

yine üstadın cümleleri kulakta yankılanır, "yarın, bugünün tekrarından başka bir şey değil artık."

evet, yalnızlığın bunalımı, insanın içindeki bu renksiz ve giderek azalan heyecanın boğulan sesidir. sadece gönül ilişkisi olarak bakılmamalıdır buna, insan sosyal bir canlıdır. o sosyalliğin içinde bir hayat amacı bulur kendine, bir macera! herkesin sırayla kendi boktanlığını anlattığı bir yerde bile, atılan birkaç kahkaha, sizi biraz daha yaşama yaklaştırır. diğer türlü ölüme bir gün daha yaklaşılmıştır sadece. üstad, entrynin başında söylediğimiz o şahane sözünü de bunun için söylemiştir.
devamını gör...

düğün yemeklerindeki kaotik ortam

50 kişilik yere 150 kişinin sığabildiği, "nikahta keramet vardır" cümlesindeki keramete şahit olabileceğiniz, bereketli, kaotik ve keyifli bir ortamdır. tabii daha çok anadolulular bilir bunu, büyük şehirlerde falan hele ki son dönemde hiç görmedim.

sıkış pıkış yer sofraları kurulur. envai çeşit çorba, yemekler, pilavlar, salatalar, pideler havada uçuşur. bir yer bulur sıkışırsın. her sofrada bir tane babayiğit vardır muhabbet eden, herkes onu dinler. bu muhabbet daha önce açılmıştır genellikle, ortasına düşersin. "sonra bizim kız demiş ki mobilyaları sitelerden yaptıralım daha ucuza geliyor. bu ne böyle demiş ya. annesi de o parayla öküz alırız kızım dedi. gerçekten memleketin hali harap" biri muhabbeti bir yerden yakalar ve dahil olur: "abi bizim oğlan da evlenecek bi düğün yüz milyar. düğün salonu olmuş otuz milyar masa var kuruyemiş veriyorlar bir de" "valla öyle" "haklısın" diğerleri de kafalarıyla aşağı yukarı onay işareti yaparak destek verirler.

sonra kaşık tabak sesleri, evlenen çiftin kardeşleri ya da çiftlerin yakın arkadaşları, jilet gibi giyinmiş elemanlar bir farenin geçebileceği aralıklardan akrobatik hareketlerle gelip bir insanın durabileceği kadar yer buldukları anda durur, önlerindeki sofraya "bir eksik var mı, çorba koyyum mu" falan derler. biz şehir çocuklarının her sofraya oturduğunda şoka uğradığı, o iki yumurtayla koca bir ekmeği yerken ağızlarını piton gibi açabilen müthiş köylü dayılardan biri "vir gızım. şuna biraz sarma goy hele" der. bu dayılar gerçekten inanılmaz adamlardır. parmakları kavak kesmekten demir gibi olmuştur. sizin bir kahvaltıda yediğiniz ekmeği tabağı sünnetlemek için koparır ve tabağı tertemiz yapıp ağzına atar. acayip adamlardır bu dayılar. eğer istek yoksa bu jilet ablalar ya da abiler boş tabakları alıp, mutfakta iğne atsan yere düşmez ortamdaki kırk beş kadından birine verirler. sahiden o kadar çok kadın neden oradadır, orada ne yapmak nereye varmak istemektedirler? belirsizdir. ancak ne zaman annemi çağırmam gerekse o mutfaktan en az 15 tane kadının ayakları arasında tabaklara fasulye koyarken görürürüm kendisini. zaman ve uzamın ortadan kalktığı bir yerdir gerçekten o mutfaklar. normalde biri yemek yapacak diğeri bulaşık yıkayacak iki kişi birbiriyle "çekil şurdan ya bi ayakbağı olma" dedikleri kadar bir alana sahiptir buralar. kapasitesi kendiliğinden genişler, mucizedir.

sofrada onay alan dayı gaza gelir ve konuşmaya devam eder. yemeği falan unutur, kendisini onaylayan yüze döner . o andan itibaren muhabbet evrilir gider. başka bir yerde, bir şekilde sofraya oturmuş, gelinin annesinin dayısının kızının kuzeni hızlıca yemeğini yiyip kalkmıştır. kim olduğuna dair zerre kadar fikrin yoktur bu adamların. bir şekilde oraya gelmişlerdir. sofradaki tıkış pıkışlık biraz rahatladıktan sonra muhabbet faslı iyice kendini göstermeye başlar. biraz sonra kalkıp o bütün iğrençliğe şahit olacağımız, gürültünün arasında birbirimizi duyamayacağımız için konuşabildiği kadar konuşur bu dayılar.

her yer eşit bir şekilde kurulmuş oturan insanlarla doludur. bir kolektif duruş vardır orada. sınıf ayrımı yoktur. solundaki banka müdürüdür, sağındaki inşaat işçisidir. karşında ibretle dinlediğin dayı köyde bakkallık yapıyordur. hepsi aynı yemeği yiyordur, aynı suyu içiyordur. kimse de "bana biftek getirin sıçmıyım düğününüze" demez. müthiştir gerçekten. düğünlere dair en sevdiğim kısımdır. hem karnın doyar hem de tonla psikolojik gözlemlerde bulunursun. mesela kızın alfa bir yakın akrabası, teyze/dayı/hala akbaba gibi dikilir uzak köşede ve ortamı seyreder. bir şekilde göz göze gelir sizinle ve size gözleriyle "rahat oturun, yakarım" der. o bakışla birlikte ortamın içine sıçılabilecek tüm tartışmalar başlamadan bitmiş olur.

velhasıl güzeldir düğün yemekleri. yemekler güzeldir, o omuz omuza duruş güzeldir. iki insanın özgürce sevişebilmesi için olmazsa olmaz ritüellerden biridir. son dönemde özellikle yaşıtlarımın bazılarının bu yemekleri dışarıda, mekanlarda vermeye başladığını gördüm. garsonlar filan rezalet yani. düğün yemeği denilince akla ilk olarak kalori bombası, bulgurdan yapılan, içinde et namına hiçbir şey olmamasına rağmen isminde köfte bulunan bir çorba gelir. onsuz düğün olmaz. uğursuzluk getirir.

daha ne olaylar döner burada ama çok uzatmayalım. bu yemeği verin, evlerinizde ya da evinizin bahçesinde verin. garson marson şov yapmayın insana.
devamını gör...

iz bırakan kitap cümleleri

"daha önce en çok meraklısı olduğumuz şeylerden, günün birinde artık gitgide daha az söz eder oluveririz, ille de konuşmak gerektiğinde de zorlanırız. hep kendi sesimizi duymaktan gına gelmiştir. kısa keseriz, vazgeçeriz, otuz yıldır konuşup duruyoruzdur zaten…haklı çıkmayı bile umursamamaya başlarız. zevkler arasında kendimize ayırdığımız o küçük yeri bile koruma arzusunu yitiririz. kendimizden iğreniriz…"

"kendi hesabıma, düşlere sarıla sarıla ve onları terk ede ede, vicdanım kevgire dönmüştü, binlerce oyuklar oluşturacak şekilde delik deşik olmuş, mide bulandırıcı şekilde bozulmuştu."

- louis ferdinand celine
devamını gör...

ağzı iyi laf yapmayan edilgen asosyal erkek

hele bir de dota gibi cs gibi oynarken keyif aldığı bir oyun da varsa çok şanslı bir erkektir.

ben böyle hayatı ve içindeki ebleh grubu boşvermiş, saçma sapan tripleri, tavırları çekmek zorunda kalmayan ve bunu içselleştirmiş elemanlara bayılıyorum. var böyle bir arkadaşım, tüm hayat zevkini, sosyalleşmesini, vs. işinden kalan zamanda dota oynayarak sağlıyor. bazen bizimle kahve içip muhabbetini ediyor, bazen işine bakıyor ama sosyalleşme ve keyif almak için ayırdığı enerjisinin çoğunu oyun oynayarak kullanıyor ve inanılmaz mutlu. ben bazı günler oyun oynarken onu izlemeye giriyorum odasına, beraber yemek yiyip hem aksiyonlarda heyecanlanıyoruz hem de maç sonu kritiklerini yapıyoruz. çok keyifli.

yani çevreme bakıyorum, iyi ve sağlıklı iletişim kurabildiğimiz, flörttü ya da arkadaştı diyerek sosyalleştiğimiz insanlara bakıyorum, bir de bu adama bakıyorum, özeniyorum vallahi. asla gerilmek zorunda kalmıyor, aptal aptal davranışlara tahammül etmek zorunda kalmıyor, libidosunun kontrolünü öğrenmiş, mesele değil onun için, yiyor içiyor eğleniyor.

özenilen baba erkektir. ancak hijyene dikkat etsin, en dikkatimi çeken hijyen, orada biraz boşvermişlikleri oluyor*
devamını gör...

zombi film klişeleri

bir senarist gözüyle bakılırsa, ilk olarak zombi tipine göre klişeler de değişir.

zombiler hızlı olurlarsa adrenalin yüksek olur ancak karakterleri kaçırabilmek için çok fazla kamera açısı değiştirmeniz gerekir ve sürekli, ana karakterin son anda kapıyı kapatması klişesine mahkum olursunuz. yavaş olurlarsa adrenalin düşük olur, insanın kaçma duygusuna hitap edemezsiniz ancak karakterler daha uzun ömürlü olur ve karakter derinliğine inebilirsiniz.

ikinci ve en önemli klişe, gerizekalı karakterleriniz olmalıdır. mutlaka aptal ve güzel kadın, bu kadınla sevişmeye çalışan bir tane züppe yakışıklı eleman, bir tane asil ve güzel bir kadın, onun ileride eşi olacak zeki bir emekli asker tarzı karizmatik bir lider olmalıdır. en önemlisi de bolca sürekli her şeyin içine sıçan aptal karakteriniz olmalı. sözgelimi zombiler dışarıda gezinirken, sessizce evden çıkması gereken karakterler birer birer arabaya binerken, bu aptalın çocuğu anlamsız bir şekilde 1 metre önündeki adamla arasını 7 8 metreye çıkarır, ses yapar ve tüm zombileri uyandırır. bu namus düşmanı son anda arabaya binerek kurtulur. bu iti öldürmemeniz gerekir çünkü bu "zombie run" (incoming) başlatan elemanınızdır.

mutlaka ana karakterlerden en zayıfını parmağından ısırtırsınız. bu karakter, bolca duygusal ve mantıksız aptal karakterlerinizden bir tanesinin ya sevdiceği ya da en iyi arkadaşı olur ve sanki 1 aydır zombilerle uğraşmıyorlarmış, ısırılan 1 saat sonra zombiye dönüşmüyormuş gibi bir tavır takındırırsınız. aralarından biri, onu öldürmeleri için ısrar etse de bu mantıksız zina ürünleri kavgaya tutuşur ve karakter zombi olana kadar bu kavgalar sürer. en sonunda ısırılan zombiye dönüşür ve bu eşşoğlueşşeklerden ya birini ısırır ya da lider karakterin etkileyeceği kadına saldırtıp, onu kurtartarak aralarındaki işaret fişeğini yakarsınız. bundan sonra 2 karakteri baş başa bıraktıracak sahneler kurgulayıp seviştireceksiniz.

günlerce mücadele edip, içinde gıdaların da bulunduğu bir binaya yerleştireceksiniz ana karakterleri. kapıları pencereleri güzelce ayarlayacaklar. sonra içeride birkaç entrika çevireceksiniz. birkaç bölüm böyle gidecek. "tamam işte burada takılırız" güven duygusu seyirciye geldiği anda, bu aptal sürüsünden bir tanesi, çok entresan bir şekilde, bir sebeple kapıyı ya da pencereyi açacak ve kapatmayı unutacak ya da buna benzer bir mantıksızlık. bir anda zombiler içeri girecek ve tüm düzenin içine sıçacaksınız. 1 tanesini de burada yem edebilirsiniz. lider karakterin yavuklusu burada son anda kurtulacak ve diğer bölümde mutlaka sevişecekler. bu sefer seviştikten sonra sohbet ettireceksiniz, adamın ırak savaşında en yakın arkadaşını kurtardıktan sonra son nefesini vermeden, elemanın buna "ben ölünce karıma verirsin" diye verdiği kolye üzerine olacak bu muhabbet. sevişirken bile çıkarmadığı için kadın açacak mevzuyu. savaştan dönünce de salgın çıktı ve doğal olarak kadını bulup veremedi. ancak bu basit mantığı yürütemeyeceğini düşünerek, kadına "peki neden kadına bunu vermedin?" diye sorduracaksınız. ekran başındaki insanları aptallıklarla mala çevireceksiniz ki kapatıp gidemesinler.
devamını gör...

insancıklar

yer yer uzaklara baktıran, sigaralar yaktıran, "tanrı, garibanlığın belasını versin." dedirten bir kitaptır.

dostoyevski'nin dehasının örneğidir ve üslubunu oturtmaya çalıştığı bir kitaptır. bu nedenle kitapta sık sık makar devuşkin mektupları üzerinden "üslubu" üzerinde durur. "üslubum kötü olduğu için bağışlayın beni küçük meleğim," der mesela. ya da "rzatyayev'den bir alıntı gönderiyorum, üslubu ne kadar muhteşem, öyle değil mi?" der. sonraki kitaplarında da gelişecek ve bana göre karamozov kardeşler'de iyice arşa ulaşacak betimleme ve üslubunun, trajedi yaratma ve bunu aktarma gücünün ilk örnekleridir.

öncelikle, kitabın adının "insancıklar" çevirisi, bana kitabın "bednye lyudi" olan rusçasından nispeten birebir çeviri gibi görünen ingilizce versiyonu "poor people" ya da "poor folk" ifadelerinden çok daha anlamlı ve güzel geldi. çünkü bu kitaptaki insanların yoksullukları her şekildeydi; madden, manen, algısal, kültürel. duygularını ifade ederken, hayaller kurarken, birbirlerini severken veya içerlerken, hep eksiktiler, korkak ve yoksundular. bu insanlar, bütünüyle insan değillerdi; insan-cık'tı bunlar. bu çeviri o yüzden bana şahane geldi. lakin kapaktaki görseller, ingilizce versiyonunda daha anlamlı. iki çift çürük ayakkabı, bu kitap için daha anlamlı bir görsel.

kitap, 40'lı yaşlarında makar'ın, aşık olduğu yetim varvara ile mektuplaşmalarından ibarettir. yani, iyi kötü her birimiz bir takım garibanlıklara, yokuş aşağı giden yaşama, kaderin tutkalla yapıştırdığı kedere birçok kez şahit olmuşuz, bazılarını da yaşamışızdır. lanet olsundur gerçekten, bu tükenmişliğe! garibanlığa! yoksulluğa ve yoksunluğa! gorşkov'luğa, ilyuşeçka'lığa; lanet olsundur. iki üç kopek'in lafının, sözünün edildiği zeminin kilometrelerce altına, delik ayakkabılara; ciğerlere yürüyen soğuğa, kaderin o soğukta ve ağızdan gelen kanda kilitlendiği yaşamın örgüsüne lanet olsundur. dostoyevski, diğer romanlarında olduğu gibi bu romanında da bu sefaleti anlatır, iliklerinize kadar işletir. kitabı okurken sigaralar yaktım, bazen kitabı masaya fırlatıp, "s*keyim!" diyerek yüzümü buruşturdum; tiksindim bu gerçeklikten, sefaletin çaresizliğinden.

bu kitabı okumadan önce, dostoyevski'yi tanımayanlar varsa ya da kaza bela bir kitabını okuyup, kendisini tam olarak anlayamayanlar varsa, kiminle dans ettiğimizi bilmemiz gerek. bu herif, toplumu, insanı, insan psikolojisini, davranışları ve altında yatanları; bütünüyle yaşamı betimler. burada bir referanstır kendisi, kutuptur. bugünün dünyasında anlamakta zorlanacağımız bir sefaletten bahsediyoruz burada. bitip tükenen insanlardan, yoksulluktan; beş parasızlıktan iki büklüm olmuşluktan, iliklerine kadar dibe batmışlıktan; utana sıkıla birkaç kopek istedikten sonra, "bay makar, çocuklarımın günlerdir boğazından bir lokma geçmedi, on kopek'lik merhamet etmez misiniz?" diye defalarca üsteleyecek kadar bir sefaletten bahsediyoruz burada.

yaşam, bütün zalimliğiyle, bu garibanların yakasını bırakmamıştır. roman, bu yoksulların etrafında dolaşan lanetin çerçevelediği bir yerde, bir insancığın aşkını anlatır. bu insancıkların aşkları da sevgileri de hayalleri de gerçekleşmeyecek korkusuyla doludur, temkinlidir. makar devuşkin'in her bir mektubu, güzel sözlerle, hayallerle doludur ancak "sana sırılsıklam aşığım" diyemez. bir ara bahseder gibi olur ancak varvara'dan ince bir mesaj alır; hemen toparlar kendini. aşık olmak falan bir köşeyedir; yoktur öyle bir şey. bu kadar güzellik, bu kadar mutlululuk, nerede kaybedilmiştir de bu sefaletin içinde bizi bulacaktır?

hiçbir şeyi adamakıllı hak görmez size, celine'in dediği "işte yaşam!" sever, kavuşamazsınız. heveslenirsiniz, kursağınızda kalır. gülerseniz, arkasından ağlarsınız. boğazınızda birer düğümle yaşayarak gidersiniz. biri biter dertlerin, öyle değil mi, hemen diğeri tüneyiverir bir yerlerden; fışkırır! "biraz rahatladım, bir şeyler iyiye mi gidecek acaba?" dediğiniz anda kavrar sizi, yakanızdan tutar; kulaklarınızdan havaya kaldırır, acıtır sizi. hemen o mutluluğu ve huzuru unutursunuz; yenisini çoktan hazırlamıştır ya da hazırlıyordur. işte dostoyevski, makar'ın mektuplarındaki "hiç iyi olmadı, varvaracığım, canım benim, minik kuşum! mahvolduk!" diye başlayan mektupları bunu anlatır. ortada fol yok yumurta yoktur henüz, ancak seziyordur makar, yeni kederlerin yolda olduğunu! bitmiyor çünkü, anlıyor musunuz? pipo'ya tıkılacak tütünü bulsanız, ayakkabının dibi delik! ciğerlerini üşüten sevdiğinize şekerleme gönderseniz, midenize yollayacağınız birkaç parça ekmek bulamayacaksınız.

bu sıralı keder, iyi bir şeyin yeni bir kötülüğü peydahlaması, gorşkov karakteri üzeründen anlatılır. memur olan ve bir tür tezgaha düşüp, tüm birikimini ve mesleğini kaybeden şerefli bir adam, şerefini ve onurunu, bir dava sonrası geri kazanır. çok mutludur herkes, cıvıl cıvıldır. karısı, o gariban, fedora'ya "en güzel yemeği yap!" der. yemekler yenilir, muhabbetler edilir, bir sağa bir sola koşuşturur gorşkov; yeni hayaller kurulmaya başlanır, odanın kirası ödenebilecek midir artık? miniklerin gırtlaklarından birkaç lokma geçecek midir? belki bir parça et, ha? ne dersiniz? belki biraz süt ve belki biraz meyve bile yiyebilecektir çocuklar. kötü günler geride mi kalmıştır, tanrım? ne dersin? sanırım artık bize merhamet ettiğin ve yüzümüzü güldürdüğün günler geldi?

hepsi koca bir illüzyondur. usta bunu çok iyi bilmektedir. o yüzden gorşkov, birkaç el kağıt oynar, sağa sola koşuşturup mutlu olur; eşi, o gariban sevinir, içi içine sığmaz, gorşkov bunu görür ve duygulanır. sonra, beti benzi atar gorşkov'un, uzanır yatağına. uzanış o uzanış. böyledir işte.

insancıklar'ı okuyun. sefalet nasıl anlatılırmış, kısaca görün. makar ve varvara'dan bahsedemedim bile. öyle çok ki anlatılacak meseleler. sayfalara sığmaz, okunmaz.
devamını gör...

30'luk yazarlardan gençlere tavsiyeler

ilk gençlik yıllarını yaşayan, o umut dolu ve hayalperest küçük arturo bandiniler için vermek istediğim tavsiyelerdir. hem içimizi dökeceğiz hem de daha genç dostlarımıza (biz de genciz, biz de güzeliz) birkaç farkındalık vermeye çalışacağız. öncelikle, (bkz: ölü bir evden hatıralar) romanında, dostoyevski'nin söylediği, cezaevindeki yoksul takımını anlatan şu sözleri kulağınıza küpe yapın:

"her iş, her girişim onlar için bir üzüntü kaynağı, bir yüktür. sanki kendiliklerinden bir işe başlamamak, yalnızca başkalarının dediğine boyun eğmek, kendi iradesi dışında bir yaşam sürmek, başkalarının kavalıyla dans etmek koşuluyla doğmuşlardır. görevleri yalnızca, başkalarının dediklerini yapmaktır. hiçbir koşulun gerçekleşmesi, hiçbir değişiklik onları zengin edemez. her zaman yoksul kalacaklardır. bu çeşit kişilerin yalnızca sade halk arasında değil, toplumun her sınıfında, her kuruluşta, her partide, her gazetede, her dergide bulunduğunu gördüm."

ben lise yıllarında tembel ama çok sevdiğim arkadaşlarıma kopyalar vererek sınıf geçirttim. kendilerine sürekli, kıçlarından bir psikolojik sorun uydurdukları meseleler için motive ettim, dertlerini dinledim. bir yerlerde saçma sapan içip kederleniyorduk. ben bu süreçte iyi bir okuldan mezun olarak çıktım. şahane insanlarla tanıştım, kültür seviyemi arttırmak için nerede işinde iyi adam var eteğine yapıştım. biri sosyolojiyi iyi biliyordu, diğeri dini, öteki tarihi. yıllar geçip giderken o zamanlar sağa sola yıkılan, bir türlü ayağa kalkamayan arkadaşlarım da kumar ve uyuşturucu meselelerine hayatlarını acayip yerlere çektiler. belli bir süre sonra aramızdaki iletişim uçuruma sürüklendi ve irtibatlarımız kesildi.

ben bir bok olmuş değilim. yaşadığım hayat, yalnızca şerefiyle, onuruyla para kazanıp, gündelik yaşamın gerçekliğiyle ve onun vasıflandırıldığı sıkıntılar ve endişeler ile mücadele etmekle geçiyor. lakin, yaşamda bana en çok vakit kaybettirmiş ve en çok üzüldüğüm zamanlar, asla iyileşmeyecek insanlara harcadığım o zamanlar oldu. gençlerin bilmesi gereken şey, dostoyevski'nin dediği gibi bazı insanların hep orada kalacaklarıdır. sevdiğiniz kadın ya da erkek, aşağılık bir insansa, aşağılık bir insan olarak kalma yönünde adımlayacak. onu çok yüksek ihtimalle değiştiremeyeceksiniz. size bugün falancanın, filanca arkadaşınızın dedikodusunu yapan, sizi kışkırtan sevdiceğiniz yarın sizi annenize ve sözgelimi kız kardeşinize karşı kışkırtacak. kumarbazsa kumara devam edecek, bencilse, artarak devam ettirecek bunu. "ben bunu düzeltirim, ben bunu adam ederim." gibi sözler çok büyük bir zaman kaybının yaşanacağını gösterir.

burayla da ilişkili olmak üzere, hayatta kendinize yapacağınız en büyük iyilik, okumak olacaktır. "ne okuyayım?" değil, ne bulursanız okuyacaksınız. yaşamınıza yön veren, din, sosyoloji, tarih, siyaset, ekonomi hepsiyle alakalı okuyacaksınız. çünkü okumak insanın hem zihnini doldurur hem de nefsini küçültür. insan kendini ve yaşadığı toplumu tanır, farklı yaşamları deneyimler ve ona yön verecek alıntıları yakalar. böylelikle, sözgelimi arkadaşınızın akşam evde çay kaşığını neden bardak altlığına değil de masaya koyup onu kirlettiğine dair dertlenmeleriniz olmaz. iş arkadaşınızın neden size kahve ısmalarlamadığı üzerine uzun uzun düşünüp nöbetler geçirmezsiniz. yaşamın her rengini görür, bir hikayeniz olduğunu ve oradan gelen ve geçen herkesin bir izinin olacağını bilirsiniz. böylece nerede idealist olunacağını, nerede yaşamın gerçekliğinin sıradanlığının yaşanıyor olduğunu bilirsiniz.

son olarak, buraya kadar okuyabildiyseniz, bugün sevdiğiniz insanlar, yarın yanınızda olmayabilir. sevginizi, merhametinizi, güven duygunuzu sınırsızmışçasına kullanmayın. o küçük küçük istismarlar sonrası, bir zaman sonra bir bakacaksınız ki çok kalın bir kabuğunuz var, her yere duvarlar örmüşsünüz. artık isteseniz de o duvarları yıkamıyor, güven duygunuzu geri getiremiyorsunuz. insanlara, sizi, duygularınızı, hayatınızı bütünüyle istismar etmek için hayatınıza girmeye çalışma yaftası vuruyorsunuz. "yalanlar söyleyecek, aldatacak, yıpratacak ve defolup gidecek." demeye başlıyorsunuz. soğuk bir yalnızlık, bu noktada yaşamınızın tek tanımı haline geliyor. dikkatli olun.
devamını gör...

korku filmi tavsiyeleri

birkaç korku filmi önererek katkıda bulunmak istediğim tavsiyelerdir. genellikle bilinen filmlerden oluşuyor ancak izlemedikleriniz varsa şans verebilirsiniz. aklıma geldikçe güncelleyeceğim. bu tarzda tavsiyesi olan olursa yeşillendirirse sevinirim.

- 30 days of night

piyasadaki en iyi korku filmlerinden biridir. soğuk gecelerden birinde harika bir gece yaşatır insana.

- midsommar

son derece sayko bir gerilim filmidir. çok lezzetli bir filmdir.

- cabin in the wood

eğlenceli bir korku filmi.

- the ruins

gerçekten dozu her geçen saniye artan çok güzel bir korku filmidir.

- climax

müthiş sayko bir gerilim filmi. varsa manitayla izleyebilirsiniz. nedense bende gerilimin yanında acayip bir şehvet yaratmıştı. psikolojimi sorguladığım bir filmdir. bilinçaltında boktan şeyler dönüyor gibi sanki.

- the witch

ingiliz korku filmi. çok iyidir. bilinen filmler olduğu için pek bir şey yazmak istemiyorum ama izlemeyen varsa izlesin.

- black phone

güzel film. cidden çok özgün ve sayko. ulan ne sayko film seven biriymişim ben ya.

- the wailing (goksung)

asyalılar korku janrının tanrıları bence. simgelerle korku hissinizi canlı tutma yetenekleri muazzam.

- the medium

yine bir asya korkusu. korku severler mutlaka izlemeli.

- the thing

john carpenter diyoruz, babamızı şükranla anıyoruz. harika bir korku gerilim filmidir. yine soğuk havalarda izlenmesi önerilir.

- barbarian

çok iyi değildir ama korku sevenleri yoklukta tatmin eder.

- from (dizi)

korku olmasa da özellikle ilk sezonu iyi bir gerilim sunuyor. tavsiye ederim.

- the haunting of hill house (dizi)

çok iyi bir korku dizisi. çekim teknikleri falan çok güzel. çok leziz bir dizidir.

- the fall of house of usher (dizi)

son durak tarzında, ilginç ve sürükleyici bir korku dizisidir.
devamını gör...

üslup

insanın kendini ifade etme biçimidir. bu biçim, insanın kendi ruhunu ve kişiliğini de inşa eder, yaşam üzerinde müthiş bir etkisi vardır. üslup yalnızca sizin insanlar tarafından nasıl anlaşıldığınızı, iletişim kalitenizi etkilemez; yaşama bakış açınızı, yaşadığınız olayları ya da işte, iyi kötü başınıza örülen çorapları yorumlayış şeklinizi de etkiler.

öncelikle, bu konuya nereden geldiğimi, beni üslupla alakalı konuşmaya iten ilhamın nereden geldiğini anlatayım:

bugün, bir erkeğin ağzından, "aldatıldığına dair" bir yazı okudum. yazıda, er kişisi, "ciddi düşünmeye karar verdiği yaşlara geldiği için biriyle görüştüğünü ve nihayetinde aldatıldığını" anlatıyordu. bu aldatma hikayesini şu cümlelerle ifade ediyordu:

"kendisi gibi ahlaksız bir arkadaşının doğum gününe gideceğini söyledi."
"duyduğumda sinirlendim saatlerce kapısında bekledim mekanın. kızkıza eğlenceleri bozulmasın diye asla mekana da çıkmadım."
"bir kafeye gittiğinde takip ettim ve uzak bir yere oturup izledim. 5 dakika boyunca biriyle yiyişti."
"beni bilenler bilir, karıncayı bile incitecek biri değilim, bu yüzden gidip sadece yüzüne tükürdüm ve oradan çıktım."

hani, bazen bir koku burnunuza ya da bir şarkı sesi uzaktan kulağınıza gelir de bir an ruhunuz oradan çok uzak bir yerlere taşınır ve orada bir sahneyi zihninizde canlandırır ya. işte takribi 7-8 cümle okuduktan sonra, yıllar önce gecekondu mahallesinde annemle oturup çekirdek çitleyen teyzelerin önünde 21 aylık oynadığım o sokağa gittim. dedikodu yapılıyordu burada ve bu eşşek kadar adam, aynı şekilde milletle, kendisini aldatan kişi hakkında dedikodu yapıyordu. yaygaracı üslubu, yaşadığı trajedinin önüne geçmişti. tam olarak bu yüzden de aldığı cevaplardan en çok destek göreni, "güzel bir kıza yürümeye çalışmışsın, yüz bulamayınca gelip burada ağlamışsın." olmuştu. haha, insanların sezgileriyle zayıflığı, çürüklüğü algılayıp anında cezalandırmasına hayranlık duyuyorum.

kötü üslup, anlattığınız şeyi bir anda "çarpıcı bir trajedi" olmaktan çıkarıp, "dedikoducu ve yaygaracı bir eşşoleşşeğin ağlamalarına" çevirir. üslubunuz, karşınızdaki insanın sizi algılama şeklini, kim olarak karşısında olduğunuzu belirleyecektir. sözgelimi, garibanlığı anlattığımızı varsayalım:
"garibansan, sana yaşamak haram. hiçbir şeye gücün yetmez. ay sonunu düşünür durursun. acaba diğer ayı çıkarır mıyız? dersin." gibi bir üslup ile anlatmakla "akşama kadar yakacak odun dilenen, ona verilen ıslak odunları sobada yakmaya çalışıp yakamadığı için daralan, cebinde kalan 6 lirasıyla, ısınamadıkları için, büyük oğlunun eline saç kurutma makinesini verip, "kardeşini bununla ısıt" deyip, yan odada kendini asan "emine abla" garibandır işte. garibanlığın ben ta ağzına sıçayım!" gibi bir üslupla anlatmak arasında dağlar kadar fark vardır.

ortaya bir üslup koymuş olursunuz: emine abla'dan ders almış, yoksulluğun ne menem bir şey olduğunu hissetmiş, buna karşı öfke besleyen; ezene, zorbaya, hırsıza, talancıya öfkelenen bir karakteri yaratan bir üsluptur bu. üslubunuz, kimliğinizi yansıtmış, size bir kimlik yaratmıştır. konuştuğunuz meselenin alelade cümlelerden oluşan sıradanlığı kaybolmuş, "cebinde 6 lirasıyla kendini asan emine abla" ile bağdaşmış ve güçlenmiştir. o adam için konuştuğunuz şeyin bir karşılığı, bir değeri oluşmuştur. yine sözgelimi "garibansa gitsin iktidardakilerden sorsun hesabını, ben ne yapabilirim" diye tanımlayan bir insan, görünüşte politik, özünde duyarsız bir insan kimliği çizer.

ilk gençlik yıllarımda, düşünmeye çok fazla zaman bulduğum yıllarda, üslubum, ve düşünme şeklimi eleştirmeye başladım. kendimle konuşuyordum, bir meseleyle alakalı, iyi kötü herkesin fikir sahibi olabildiği meselelerde, herkes gibi konuştuğumu, sıradanlıktan kurtulamadığımı fark ediyordum. bazen bir şeyler yazıyor, sonra okuyup kendi kendime "ezbere konuşuyorsun amına koyim, üstüne düşünmüyorsun" diyordum. sonra, "üslup nasıl kazanılır?" sorusu beni, louis ferdinand celine, john fante, bukowski gibi yazarlara götürdü. oradan öğrendiklerimle bir üslup kazandım, bu üslup ise yaşamımı şekillendiren, "üslup, kişiliği yaratır" dememin sebebi olacak bir noktaya götürdü beni.

bu nokta, "sert adam, sağlam adam" karakterini kendimde yaratmaya başladığım ve yıllarca da inşa edeceğim bir noktaydı. bu ifade, arturo bandini'nin, babasını, 3 çocuk babası, duvarcı ustası svevo bandini'yi tanımladığı bir sıfattı. yaşamın iyiliğe ve merhamete karşı soğuk, insanın iliğini sömürebilecek kadar tekinsiz bir şey olduğunu idrak ederek hareket eden bir insanın sıfatıydı "sağlam adam" sıfatı. iyi olmanın veya nezaketin, insanın insanlardan veya yaşamdan beklentisinden bağımsız, kendi içinde güzellikleri olan ve insanın ruhunu paklayan şeyler olduğunu idrak etmekti. insana güvenilmezdi ya da belli bir noktaya kadar güvenilirdi; yaşamda başımıza gelen her hüzün verici olay, başka bir öğretiydi. başı dik tutmak gerekliydi: colorado soğuğundaydık, gerçek erkeklerin diyarıydı burası.

bu yüzden duygularımı törpüledim, romantizmi sakız gibi çiğneyip tükürdüm, yaşamın gerçekliğini en soğuk ve en çarpıcı şekilde ifade edebilen her şeyin izini sürdüm, peşinde koşturdum. bu da bana bir üslup, bir yaşama bakış açısı kazandırdı. işimde de sosyal ilişkilerimde de başkalarının davranışlarıyla örselenemeyen, olaylara duygulardan ari yaklaşabilmeyi öğreten bir üslup verdi bana.

çok uzattık evet, çok kendimizden bahsettik. içimden bir yandan "allah affetsin" derken, diğer yandan andrea malraux'un clappique'u "tek laf istemem!" diyor. "kısaca üslup, çok şeydir." diyerek bitirelim.
devamını gör...

yazarların çocukluk anıları

4. sınıftaydık, pantolon gibi upuzun etek giyen (muhtemelen ablasının eski eteği falandı) yoksul, boktanlığın dibinde olduğunu o yaşlarda bile idrak edip üzüldüğüm bir kız vardı, adı ve soyadı aklımdan hiç çıkmadı bu kızın: gül ilhan.

birinin defterine, "öleceksin" yazılmıştı. çocuk tabii korkmuş olmalı ki öğretmene göstermiş. öğretmen bunu inanılmaz ciddiye almıştı ve tüm sınıf bu meselenin ciddiyeti altında baskı altına alınmıştık. bundan rahatsızdık elbette ve zalimlik etmek için gereken en önemli şeye sahiptik: çocuk olmak. gül çok aykırı bir kızdı, çok yabaniydi. en arkada oturuyordu ve biraz da cüsseliydi. yıllar geçtikçe, varoşlardan metropollere kadar çok geniş bir çevrede ve sosyolojide insanlar tanıdığım için, gül'ün içinde bulunduğu yaşamı iyi kötü gözümde canlandırabiliyorum. muhtemelen, insanın at boku kadar bile değerinin olmadığı ve sevginin gösterilmediği, gırtlaktan mideye birkaç lokma yollamak kaygısıyla katılaşmış, sertleşmiş ruhların ve akan çatının altına konmuş, rengi atmış banyo kovasına damlayan suyun olduğu bir evde büyüyordu. (bkz: ilyuşeçka) *

"kesin bu pislik yazmıştır" diye linç etmiştik gül'ü. birkaç tane zorba çantasını çekiştirirken çantasını göğsüne bastırışı aklımdan hiç çıkmıyor. bir sağına, bir soluna meydan okuyordu. yabaniydi, çirkindi ve garibandı. anlattığım hikayeyi daha trajik hale getirmek için, karakteri olabildiğine kötü göstermek için böyle söylediğimi düşünebilirsiniz ancak gerçekten böyleydi gül, burnu kocamandı, boyu uzundu ve iri kemikliydi. insanlara iyi davranmıyordu.

ilkokulda toplasan 5 6 tane şey hatırlıyorsam, en güçlüsü budur. gül'ün oturduğu sırayı, arkasındaki askılıktaki montları, kahverengi polarını ve sağdan ve soldan çantasını çekiştirirken daraldığı, dayanamayıp ağlamaklı olduğu o yüz ifadesini hiç unutamıyorum. o gün o kadar canım yanmıştı ki; gül'ü çarşıda gördüğümde alman pastası almış ve tüm birikmiş paramı ona vermiştim. her aklıma geldiğinde, kendime o gün ona alman pastası aldığım için çok teşekkür ediyorum. çünkü, her hatırladığımda, onun için hiçbir şey yapmamış olmaktan ötürü derin bir hüzün duyacaktım. en azından o, pastayı eline verip, buruşturulmuş kağıt paraları da diğer eline verdikten sonraki o son bakışını da hatırlıyor ve biraz olsun huzur buluyorum.

aslında küçük iyiliklerin, insanın kendi ruhunu azledebilmesi ve affedebilmesi için de ne kadar önemli olduğunu anlıyor insan yıllar geçtikçe. umarım iyisindir gül, hiç sanmıyorum zira bu s*tiğimin hayatı, çoğu zaman, eğer tanrı zahmet edip de yüzüne bakmazsa, nasıl başlarsa öyle gidiyor. yıllar yılı bir şeyler düzelse de çocukluktan kalan travmalar hayatını, davranışlarını mahvediyor. en önemlisi de benim hatırladığım bu sahne dışında, öncesi ve sonrasında kim bilir ne gibi zorbalıklara maruz kaldın. inşallah iyisindir, çok mutlusundur yabani reis.
devamını gör...

insan neden yazar sorusu

insanın düşüncelerinin ne kadarının askıda, çiğ, temelsiz kaldığını; ne kadarının zemine bastığını, gerçek olan, ağırlığı olan bir şeylere temellendiğini anlaması için yazar. içini dökmesi içindir yahut kendisi için bir zamanlar neyin önemli olduğunu, zaman içinde hayatının nasıl değiştiğini anlaması için yazar.

iyi kötü hepimizin, bir şeylerle alakalı radikalinden ılımlısına; tutarlısından tutarsızına; cehalet bulamacından akademik referanslısına kadar geniş bir spektrumda değerlendirilebilecek düşüncelerimiz vardır. bu düşünceler, bazı verilerle oluşur, zamanla olgunlaşır ve çoğunlukla, eğer siz hakikatin peşindeyseniz, yeni veriler edindikçe ve bakış açıları kazandıkça değişir. bu fikir dünyasındaki değişimin ve gelişimin en önemli araçlarından biri de yazmaktır. aslında, hedef, her zaman ve mutlaka gelişmektir. (bkz: iki günü bir olan ziyandadır.) yazmayı, fikir dünyasında ve ona bağlı olarak, gündelik yaşam gerçekliğine katlanmak için onu anlamlandırmaya çalışmakta araçsallaştırmak, bize, gelişimin önündeki en önemli engeli kaldırma güzelliğini yapar: "bir meseleyle ilgili yeterince düşünmemek" bunu da yazarken bol bol düşünmek suretiyle gerçekleştiririz.

şimdi tam olarak buraya bir şerh koymamız gerekiyor. zira tam olarak konuyu, yazmayı, gelişimin ve anlamlandırmanın bir aracı olarak gören, kendisine ve okuyucusuna saygısı olan insanların olduğu bir yere temellendirdik. yani, "şimdi ben bir şeyler yazacağım; başı bir yerde, sonu bir yerde olacak ve mantıksızlığımdan, tutarsızlığımdan gözlerinizi kör edecek, sinirlerinizi zıplatacağım." manifestosuyla, elleri ve bu elleri basabileceği bir klavyesi bulunan, halk arasında "fikirsiz" diye tabir edilen ancak bizim asla böyle nahif ifade etmeyeceğimiz, tahammülümüzün kalmamasından mütevellit doğrudan, "ahmak" diyerek saldıracağımız kişilerden bahsetmiyoruz. "herhalde biraz gevezeyim ya ben, ciddili gevezeyim." gibi bir cümleyi, adında sözlük olan platforma tanım olarak giren insanlardan bahsetmiyoruz yani. siz anladınız efenim.

yazarken düşünmenin yanında, fikir dünyamıza dair bir arşiv, bir anı deposu yaratmamızı sağlar. yıllar geçtikçe dönüp okur, "ya hu ne kadar aptalmışım!" ya da "ne kadar haklıymışım be!" dedirtir. dönüştüğünüz insanın neye benzediğini, nereden nereye geldiğini, ileriye mi yoksa geriye mi gittiğini görürsünüz. ilk gençlik yıllarını, toyluğunuzu okur, yaşadıklarınızın izlerini sürersiniz.

sözgelimi belirsiz bir süre boyunca içki içmişizdir ve onun bize sağladığı duygulanımlara aşık bir şekilde, şu veya bu kokteyl, viski ya da konyak için güzellemeler yapmışızdır. elimizdeki veride alkol, sabahında ağrı kesiciyle çözebildiğimiz bir baş ağrısı dışında keyif, rahatlama ve duyguları yoğun yaşayabilme zevkidir. bilhassa ilk gençlik yıllarında, bir pub'da arkadaşlarınla sağa sola gülmekten yıkıldığın anların; kederlendiğinde bergen, aşık mahzuni şerif dinleyerek sızana kadar içtiğin ve o ruh haline biraz olsun katlanma gücü bulduğun anların eşlikçisi olan muhteşem bir şeydir. yazarız: "aga, sex on the beach! biraz rom, biraz vodka, biraz portakal suyu ve cennetin kapıları sonuna kadar açılır!" "yalnızca gerçek gurmeler viskiyi buzsuz içer! viskiye kola katan namussuzu bulup mezarına tükürmek istiyorum!" bu dönemde, zararını bilmenize rağmen alkole bakış açınız ılımlıdır; veriler iyidir, iyi hissettiriyordur.

sonra bir gün, bir sabah uyanır ve tam göğüs kafesinin altında, keskin ve hiç geçmeyecekmiş gibi gelen bir sızı hissedersiniz. beyniniz hemen, iyi olan verilerin önüne, arkalara fırlatıp attığınız kötüleri çıkarıp önünüze koyar ve "aha şimdi boku yedin kamil" diyerek size baskı yapmaya başlar. hemen izin alınır, apar topar hastaneye gidilir ve "endoskopi gerekiyor" cümlesini duyarsınız. hemen araştırmaya başlar ve "tam olarak ne kadar boku yediğinizin" muhasebesini çıkarmaya çalışırsınız. artık alkolle alakalı eski düşüncelerinizin yerini yenileri almaya başlamıştır. "alkol dostunuz değildir" mottosunu doktor hafızanıza kazımıştır. sözgelimi artık viskisini kolayla karıştırıp içen insanların ne kadar zevksiz piçler olduğuna dair düşünceleriniz önemsizleşmiştir. hatta, insanların bu boku kolayla karıştırmasının neden bir zamanlar sizi ilgilendirdiğini, ne kadar salak saçma düşüncelere sahip olduğunuzu sorgularsınız. adım adım, "herkesin hayatına kimse karışamaz, ben şu şekkil giyinirim, o adam bu şekkil giyinir, şu şekkil giyinir, herkesin özgürlüğü birdir." noktasına gelirsiniz. bu noktaya gelirsiniz zira söz uçmuş, yazı kalmıştır. fikirlerin izi sürülmüş, geçmişten bugüne belgelenmiştir.

hayatın renklerle dolu, yaşamın binbir halinin olduğunu anlamanızı, en önemlisi ve en zoru olarak bunu içselleştirmenizi sağlayan bir noktadır bu nokta. hala birçok norm, birçok yargı vardır kafanızın içinde ancak çoğu köksüz, "ya tamam ama şöyle bir şey de var" denildiğinde, "evet ya haklısın, laf işte, konuşuyoruz" demenizi sağlayan bir hafifliktedir. radikallikten sıyrılmış, orta yolcu olmuşsunuzdur. ancak bu sefer de radikallerin saldırılarına ve suçlamalarına maruz kalırsınız. sözgelimi "21 yaşında damadın, 49 yaşındaki kayınvalidesini hamile bırakması" konusunda, "hayat bu, orada tam olarak nasıl bir duygusal atmosfer vardı bilemiyoruz. kadının ne kadar duygusal boşlukta olduğunu ya da 21 yaşında cahil bir ergen çıkmasının, o elektriğin çekiciliğine ne kadar direnebileceğini anlayamayız" gibi düşüncelerin sebebiyle ahlaksız damgası yiyip, "sizin gibi düşünenler yüzünden," denilerek, ahlaksızlığı ve allahsızlığı yayma kürsüsünün öncüleri olarak anılırsınız. yine de keyiflidir, sinir nöbetleri yoktur, nerede durduğunuzu bilirsiniz.

çok uzattık ya hu, iyi yazdık. neden yazıyormuşuz, belirsiz bir yıl sonra, muhtemelen kanser olduğunda, son dönemlerindeyken, "gecenin sonuna yolculuk" yapmak istediğin o hastane odasındaki arturo? ilerlemek için değil mi? her şeyin anlamının kaybolduğu o anlarında, "keşke, keşke!" diye sıraladığın düşüncelerinin içinde, "ne için yaşadım ki ben?" diye sorduğun anlarında, hayatın boyunca, hayatının yegane amacını hatırlamak için! ilerlemekti bizim sevdamız, öyle değil mi, bir soluk alıp "devam ediyoruz!" demekti. doğruları ve yanlışlarıyla, bir hayat nasıl yaşandıysa öyle yaşandı. sadece bir kapıdan geçeceksin, yani yine devam ediyoruz!
devamını gör...

yazarların imdb top 250 listesindeki favori filmi

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

budur, film falan değil, bambaşka bir şeydir. sokaklarda geçen bir belgesel gibidir. dizi karşılığı ise the wire'dır. onu sevdiyseniz sizin de favoriniz olmaya adaydır.
devamını gör...

yalnız yaşamak

senelerdir severek içinde bulunduğum yaşamak şekli.

bunun konforu ve bağımlılığı, yaş geçtikçe acayip bir hale geliyor haberiniz olsun. ilk bir sene mutlaka bir "lan manita yapmam lazım hazır ev de var" kafası olur insanda. sürekli yalnız vakit geçirmek biraz garip hissettirir. sonra alışırsınız, sessizliğin bozulmasının sizin insiyatifinizde olması, evde dal taşak dolaşabilme lüksü, istediğiniz müziği açıp, istediğiniz içkilerle sarhoş olma, müzik açıp manyak gibi dans etme gibi eylemleriniz olur. kimseden utanmanız gerekmez.

ancak tehlikelidir zira karşı cinsinizi bu yalnızlığınızı ve huzurunuzu bozabilecek bir tehdit olarak görme aşaması vardır. kriterlerinize bir de "bu konforu feda etmeye değer biri mi?" sorusu eklenir. çoğunlukla da geçemezler. zaten artık basit, temel süreçlerden bile geçemiyorlar da neyse, o başka entrynin konusu. dolayısıyla fazla abartmamak lazımdır. mümkünse ilk sene fazla alışmadan yalnızlık bozulmalıdır.
devamını gör...

yazarların kahvaltı ritüelleri

zaman zaman değişse de vardır bu.

domates, salatalık, varsa taze köy biberi ya da ince kıl biber, belli boyutlarda kesilir, soğuk sıkım zeytinyağı ve limonla güzelce harmanlanıp tuz, isteğe bağlı olarak da çok az pul biber ve kekik atılabilir. ben atıyorum. güzelce yerken, arada ekmeği suyuna banıp yersin, şifadır. ben son dönemde bir miktar da zahter koyuyorum domateslerin üstüne, acayip bir lezzet veriyor.

tulum peynir ve bir yan peynir (ezine, tam yağlı yumuşak beyaz peynir ya da burgu peynir gibi) olmazsa olmazdır. peynir çeşidini sayıya göre artırabilirsiniz. misafir varsa en az 3 çeşit peynir adettendir. bunların da özellikle erzurum göğermişi gibi spesifik damak tadlarına hitap edenlerden olmamasına dikkat edilmelidir. mümkünse ezine, kaşar, tam yağlı, kaliteli beyaz peynir, tulum peyniri, burgu ve çeçil peyniri genel damak tadına hitap eden peynirler.

kaymak ve bal/çikolata. kaymakla bal ayrı, çikolata ayrı güzel gidiyor. çikolata olarak banada ya da sarelle'nin fındık ezmesi, nefis. sarelle fındık ezmesi biraz pahalandı son dönemde ama o lezzette alternatif bulmak zor. trabzon tarımın %99 fındıklı ezmesini aldım, şekersiz olduğu için balla karıştırmak gerekiyor, mmh, gitmiyor. özlü datça'dan badem ezmesi getirttim, son derece güzel o da. tatlı seçeneklerini genişletmek isteyenler için tavsiye edilir.

sıcak olarak da yumurtalı her şey. halis yayık tereyağlı, kavurmalı, sucuklu, biberli, mantarlı, patatesli, ne istersen. ben sucukları şahin'in kayserideki fabrikasından getirtiyorum. meksika sucuğu, taş devri sucuğu ve fermente sucukları oldukça güzel. markette satılan tek tip sucuktan farklı oluyor. 2-3 kilo falan alın buzluğa atın, 6 ay gidiyor. bazen akşam yemekte direkt tavada çevirip domatesle biberle ekmek arası olarak da iyi bir alternatif oluyor.

zeytinyağlı pul biberli kekikli hazırlanan sele zeytin, tahin pekmez, halis çilek ya da böğürtlen ya da karadut reçeli az da olsa bir köşede durur. zevkine göre. zeytinde marmarabirliğin gold'unu şiddetle tavsiye ederim. mavi kaptaki kuru seleleri de çok lezzetlidir.

şimdi entryden de anlaşılacağı gibi bu kadar çok şey tek başınıza yenilmez, kahvaltı misafirle, muhabbetiyle güzel bir öğün. ben tek başımayken bu çerçeveyi koruyorum ama mesela reçelleri çıkarmam. ya da bal kaymağa çok yükseldiysem, yumurta yapmayabilirim. yumurta tek kişide sahanda 2 tane yaparsın. peynirlerden birini çıkarırsın mesela. her şeyden azar azar ve keyifle yenir. misafir varsa da mesela ocakta ya da fırında köz biber pişirip, köz patlıcan ile karıştırıp yine az limon zeytinyağı ile güzelce soslarsın, çok güzel bir yancı olur o. 3 4 arkadaşım misafirliğe gelecekse bazen karışık kızartma yapıyorum sabah kahvaltısında yancı olarak, cidden felaket oluyor. sütlü biber de fena değil.

en önemlisi taze çay ve ekmek. çay'da rize turist veya tiryaki'yi kullanıyorum ben. iyi ekmekle tulum peynir ve çay üçlüsünden yapılan kahvaltı, kötü ekmekle serpme kahvaltıdan güzel oluyor. taze bir fransız baget ekmeği denk geldiyse,"offff" denir, baş parmak öpülüp havaya kaldırılır, tanrıya şükredilir ve yenir.
devamını gör...

kimchi

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

görüntüsü pek iştah açıcı gelmeyebilir ancak şanskore'den aldığım bu şey, ağzınıza attığınız anda bir lezzet patlamasına sebebiyet veriyor. içerisinde turp, soğan, sarımsak, zencefil, balık sosu, karides, çin turbu, yeşil soğan, prinç lapası ve bolca kore acısı var. bira eşlikçisi olarak muazzam bir alternatiftir. kilosu biraz pahalı ama, 700 lira civarında. acı ve fermente gıdaları tüketmeyi sevenler için tavsiyemizdir.
devamını gör...
devamı...

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim