lettres sur la religion essentielle a l'homme
başlık "elminster the wise" tarafından 01.04.2025 19:57 tarihinde açılmıştır.
1.
cenevreli yazar ve çevirmen marie huber'in ilk defa 1738 yılında görücüye çıkmış olan fevkalade eseri. lettres sur la religion essentielle à l’homme, xviii. yüzyılın teistik rasyonalizmi ve dogmatik din anlayışı arasındaki gerilim hattında konumlandığından mütevellit, aydınlanma çağı felsefesinin özgün bir yorumu olarak değerlendirilebilir. ilk baskısı 1738'de yayımlanıp daha sonra huber'in ölümüyle birlikte 1756'da gözden geçirilmiş versiyonuyla tekrar gün yüzüne çıkmıştır. niyetim, eserin 1756 tarihli baskısı ile 1738-1739 nüshasını birlikte incelemekti ancak şu an bu bariz ihtilâfı derleyebilecek sabırdan bir miktar yoksun olduğum kanaatindeyim. yakın bir gelecekte tanımı güncellemeyi umuyorum.
ancak 1756 nüshası için genel bir çerçeve çizecek olursak eğer; huber, insanın akıl ve doğa yasalarıyla ulaşabileceği bir hakikat anlayışını merkeze koyarak, dinin özsel -religion essentielle- ve ikincil -religion accessoire- yönleri arasında net bir epistemolojik ayrım yapma amacı güdüyor diyebiliriz. insan için özsel din ve yalnızca ikincil, ritüelist ve tarihsel bağlamdaki din kavramı dönem için yeni bir anlayış değilse de özellikle hristiyanlık dünyasında kendisine yer bulamayan kadın teologların sahneye çıkışına dair kısmen öncül kabul edilebilmesi hasebiyle huber'in bu kavramları titizlikle derinleştirmesi kıymetlidir.
detaylandıracak olursak eğer; huber'in eserindeki temel hareket noktası, evrensel akıl ve ahlaki sezgiye dayanan epistemolojik bir özerklik anlayışı olarak kabul görebilir. ona göre din, tarihsel dogmaların veya kutsal metinlerin baskısından bağımsız, yalnızca insanın doğuştan gelen akıl yetisi ile kurulmalıdır. yani daha sade bir biçimde ifade etmek gerekirse huber'in tanımına göre bir inanç sisteminin asli ve zorunlu bir yönü olması için evrensel akıl yasalarına, doğa felsefesine ve ahlaki sezgiye dayanması gerekiyor. bu bir bakıma doğru bir ifade kabul edilebilir zira dogmalar, kutsal metinler ve kilise otoritesi gibi unsurlar, dinin özsel yapısına değil, tarihsel-sosyolojik dönüşümlerine işaret eder daha çok. tarih boyunca -ki bunu en rahat biçimde irlandanın hristiyanlaşma sürecinde takip etmek mümkün olacaktır- bunun istisnasız bir şekilde çalıştığı su götürmez bir gerçek.
bu perspektif, immanuel kant’ın daha sonraki dönemde geliştireceği ahlaki din anlayışıyla görünürde paralellik taşısa da, kant’ın ahlaki yasaları tanrı’nın varlığını epistemolojik bir gereklilik olarak gösterirken, huber’de tanrı’nın varlığı zaten akıl yoluyla bilinebilen ve dolayısıyla herhangi bir vahye ihtiyaç duymayan bir hakikattir. burada kantçı felsefeyle kıyaslamanın anakronik kalacağını düşündüğüm için belirtmeme taraftarıydım ancak daha anlaşılabilir olması açısından not düştüm.
bu bağlamda da eseri, deizm, naturalizm, etik sekülerizm -bu abartılı bir ifade olmakla birlikte akademik camiada zaman zaman bu çizgiye kaydığı iddiasında bulunulduğunu not düşmek gerekir- ve aydınlanmacı -bunu birazdan yarı yarıya yanlışlayarak açıklayacağımı belirtmeliyim- epistemoloji açısından kritik bir analiz içerdiğini de göz önünde bulundurarak okumak mümkündür. belki biraz daha karşılaştırmalı biçimde ilerlemek konfor alanı sağlayabilir diye düşünerek okumayı biraz farklı bir çizgiye kaydıracağım; huber’in eleştirileri, özellikle descartesçi* kartezyen epistemoloji, john locke’un ampirizmi, baruch spinoza’nın panteizmi ve voltaire’in seküler rasyonalizmi ile kısmen paralellik gösteriyor ancak buradaki kısmen ifadesini açmak da gerekiyor zira bu biraz anakronik bir yaklaşım olmasının yanı sıra paralellikler kadar zıtlıklar da içeriyor. yine de yüzeysel bir değerlendirme ile şunu söyleyebilirim; huber, klasik bir deist olmakla birlikte -bu dahi zaman zaman tartışmaya açıktır- tam anlamıyla bir seküler rasyonalist veya panteist kabul edilemez esasen çünkü dinin rasyonel temellere dayanması gerektiğini savunsa da, tanrı’nın varlığını ve ahlaki düzenin bir kaynağı olduğunu kabul eder. spinoza’nın deus sive natura anlayışı doğa ile tanrı’nın özdeşliği fikrine dayanıyorken huber, tanrı’yı aşkın bir varlık olarak gördüğü için temelde benzerlik göstermesinden mütevellit birlikte okunması mümkün olsa da bu sadece kısmi bir bağdaştırma zemini hazırlar. voltaire ise huber'in bireysel inancın rasyonel temeller üzerine inşa edilmesi gerektiği savunusundan ziyade eleştirisini çoğunlukla kilise otoritesine karşı yönlendirmesinden ötürü yine aynı potada erise dahi aynı dokuya sahip olmayan bir düşünce sistemi olduğu aşikardır.
şimdi temelini oturttuğuma inandığıma göre biraz açmaya başlayabilirim sanıyorum detayları. konu içinde verdiğim referansları da derinlemesine detaylandıracağım mutlaka.
bunun notunu düştüğüme göre, toparlayıcak olursak eğer; huber, vahyin epistemik otoritesine yönelik eleştirilerinde locke’un hoşgörü anlayışı ve voltaire’in kilise karşıtı duruşuyla paralel tezler geliştiriyor olsa da onun yaklaşımında, locke gibi vahyin zorla dayatılmasına karşı çıkmaktan çok daha köklü bir reddiye söz konusudur; huber'a göre vahiy ve dogmalar, tarihsel ve hermeneutik sorunlar -kutsal metinler tarihsel bağlama göre şekillendiğinden, her çağda farklı yorumlara açıktır. dolayısıyla vahyin epistemolojik kesinliği şüphelidir- barındırdıklarından dolayı doğrudan epistemolojik olarak kusurludur. bu bağlamda çoğulculuk problemi üzerine yoğunlaşmak yerine, tüm vahiylerin rasyonel olarak yetersizliğini ve insan yapımı olduğunu ortaya koyma amacı güder. üstelik çelişkili teolojik öğretiler de bir sorun teşkil eder zira her din kendi vahyini mutlak doğru kabul eder ancak bu durum, pluralizm sorununu ortaya çıkarır: eğer birden fazla "mutlak" vahiy varsa, bunlardan hangisi gerçektir? eser boyunca irdelenen esas sorulardan biri de budur.
eserin önemli bir diğer noktası da dinin toplumsal düzen içindeki konumu ve kurumsal tahakküm biçimlerine yönelik eleştirisidir kuşkusuz. huber, dini kurumların bireysel vicdan ve akıl özgürlüğünü sınırladığını, özellikle kadınların konumunu zayıflatan bir erkek egemenliği kurduğunu savunur. ancak bu görüşü doğrudan modern feminist epistemoloji bağlamında değerlendirmek yine oldukça anakronik olacaktır. huber’in vurgusu, kadınların dinsel tartışmalara katılımını teşvik etmekle birlikte, feminist teoloji gibi çağdaş bir çerçeveden ziyade, daha genel anlamda bireysel özgürlükçü bir duruşla sınırlı kalıyor ne yazık ki ancak ufak bir adım, yine de bir adımdır.
elbette eser bağlamında huber’in düşünce sistemini biraz daha açarsak eğer, huber, natural theology* perspektifinden hareketle, ilahi hakikatlerin ancak doğa yasaları ve insan aklı üzerinden kavranabileceğini savunusunu pekiştirdiği için eser bağlamında doğal dört temele dayandırılabilir olacaktır. biraz derinleştirelim bunu. ilki epistemolojik otonomi denilebilir şüphesiz ki bunu dini hakikatlerin kutsal metinlere değil, insanın doğuştan sahip olduğu akıl ve sezgisel kavrayışa dayanması olarak okuyabiliriz. ikincil sacayağı aslında bu bağlamda epistemolojik otonominin devamı kabul edilebilecek olan ahlaki rasyonalizm ki kavramı biraz genişletirsek eğer; etik doğruların kaynağı, ilahi emirler değil, evrensel akıl yasalarıdır -lex naturalis- diyerek basit bir tanım geliştirebiliriz. inancın zorunlu dogmalarla değil, insanın akıl yürütme yetisiyle şekillenir olması fikri üçüncü sacayağı olan dogmalara karşı eleştirel pozisyon'u oluştururken dördüncü temel ise vahyin gereksizliği olacaktır ki ona da: "eğer tanrı insanı akıl sahibi olarak yaratmışsa, ona ulaşmak için kutsal metinlere gerek yoktur; doğa ve sağduyu yeterlidir," diyerek açıklık getirebiliriz sanıyorum.
elbette adalet, ilahi ceza ve özgürlük problemi de eserin bel kemiğini oluşturuyor. bu bağlamda huber’in en çarpıcı tartışmalarından biri, teodise problemine yönelttiği eleştiriler. eğer tanrı mutlak adil ise, neden dünyada kötülük ve adaletsizlik hâkimdir sorusunu sorarak kuyuya küçük bir taş atmaktan geri durmuyor ve burada iki temel argüman geliştiriyor. bu argümanları teolojik determinizm eleştirisi ve ilahi adalet ile dünyevi adalet çatışması olarak konumlandırabiliriz.
bu noktada da huber'in gottfried wilhelm leibniz'in teodise anlayışıyla doğrudan çelişerek spinozacı bir determinist-ateistik perspektife yaklaştığı iddiası mevcut elbette fakat ben o kadar iyimser değilim.
huber'in teodise konusunda leibniz’in iyimser determinizmine karşı geliştirdiği eleştiriler tarihsel bağlamda kısmen önemlidir elbette, buna itiraz edemem çünkü eser ilahi adalet fikrini sorgularken leibniz’in 'en iyi mümkün dünya' fikrine güçlü bir itiraz da getiriyor fakat tam da bu sebeple spinoza’nın katı determinizmine yakın durduğu şeklindeki değerlendirme yanlışlanabilir hâle gelir zira spinoza’daki deterministik doğa-tanrı özdeşliğine -deus sive natura- karşın huber, aşkın bir tanrı kavramını savunur ve özgür iradenin imkanını dışlamaz; onun sorgulaması, daha ziyade kötülük sorununun mantıksal tutarsızlığı ve dini yorumların çelişkilerine yöneliktir. yine de deus sive natura konseptine yaklaşan bir ontolojik çerçeve sunduğu icin yakınsak olduğunu kabul etmem de gerekir mutlaka.
sonuç olarak marie huber, aydınlanma felsefesinin özgün bir bileşimi olarak dogmatik vahyin otoritesini reddeden, ancak seküler ateizm veya modern feminist teoloji gibi kavramlara doğrudan eklemlenemeyen, daha ziyade deist ve rasyonalist bir din anlayışı ortaya koyar eserde. epistemolojik özgürlük, etik rasyonalizm ve dini tahakküm karşıtı tutumuyla da dönemin felsefi söylemlerinin önemli kavşak noktalarından biri olsa da, kantçı ahlaki epistemoloji, spinozacı determinizm veya voltairist sekülerizm gibi kategorilere birebir indirgenemez. eserin merkezindeki esas vurgu, akıl ve doğanın yasalarıyla temellendirilen, insanın bireysel ve ontolojik gelişimine hizmet eden bir din anlayışıdır. bu yönüyle eser, mutlak anlamda bir özgürlük manifestosu olarak okunabilir; fakat modern sekülerizmin ve çoğulculuğun sınırlarını aşırı yorumlayarak genişletmek yerine, tarihsel bağlamına sadık kalınarak değerlendirilmesi gerekiyor ki sınırlı sayıda inceleme olmasına karşın akademik otoriteler bu konuda fazla pervasız ve hatalı çıkarımlarda bulunuyor ne yazık ki.
birkaç alıntı bırakarak tanımı sonlandırma niyetindeyim ancak şunu belirtmem gerekiyor; fransızca olan orijinal metinleri elle girmek durumunda kaldığım için eksik yahut yanlış olan yerler mevcut olabilir. ek olarak çevirileri üstünden geçecek kadar dikkatli yapmadığımı belirtmem gerekli bir dürüstlük olacaktır.
ihtimal ki bhaal'ın karnından doğmuş, engerek dilli elminster the sacred skeptic keyifli okumalar diler!
"qu'ils nomment punitions, n'en soient qu'une suite inévitable: la comparaison tombe; & les conséquences qu'on en a voulu tirer tombent en même tems.
une idée aussi petite, aussi bornée du souverain etre, ne pouvoit aboutir qu'à de fausses conséquences: ces conséquences influent sur les jugemens & sur la conduite des hommes, bien plus qu'on ne se le figure: cette idée de justice aboutit à leur faire conclure tacitement, qu'ils peuvent se dispenser d'être justes. car si la justice est en dieu quelque chose d'arbitraire, s'il est vrai qu'il puisse s'en départir en faisant des graces à qui il lui plaît, chacun peut se flatter d'être de ce nombre. et si dieu n'a pour cela qu'à consulter la clémence, une clémence qui n'a point de bornes, à qui des hommes pourroit-il refuser ce qui ne lui coûte que de le vouloir?" s. 58
pek isabetli yapamasam da türkçe çevirisi:
"onların ceza diye tesmiye ettikleri şeylerin sadece kaçınılmaz bir netice olduğu anlaşıldığında, ortaya atılan kıyas bâtıl olur; bundan çıkarılmak istenen netayic de aynı anda düşer.
tanrıya dair böylesine dar ve kısıtlı bir fikir, ancak batıl sonuçlara götürebilir: bu sonuçlar, insanların hükümlerini ve davranışlarını, tahayyül edilenden çok daha fazla etkileyecektir. bu tür bir adalet anlayışı, insanları şu sonuca götürür ki, adil davranma yükümlülüğünden muaf olduklarına inanırlar. zira eğer adalet, tanrı'da keyfi bir şey ise; tanrı, dilediği kişiye lütuflarda bulunarak bundan sapabiliyorsa, herkes kendisini bu husûsi inayete mazhar olanlar arasında addetmeye başlar. eğer tanrı'nın başvuracağı şey yalnızca merhametse, üstelik sınırsız bir merhametse, o zaman tanrı'nın insanlara, kendisine sadece isteme zahmetine mal olacak şeyi vermekten imtina etmesi mümkün olabilir mi?" s.58
"ıl est à remarquer que le loisir des uns n'est procuré que par le travail des autres; c'est qui fait que ceux-ci en sont chargés jusqu'à l'excès. dans le tems que le travail étoit partagé, il n'avoit rien que de modéré; les laboureurs étoient philosophes, & les philosophes n'avoient point de honte d'être laboureurs. un travail modéré laisse à l'esprit toute la liberté dont il a besoin, & tire l'homme d'un engourdissement, ou d'une disposition sensuelle, effet d'un trop grand loisir." s.124
türkçe çevirisi:
"şunu ifade etmek gerekir ki, bazılarının serbest zamanı, ancak diğerlerinin sa'yi sayesinde mümkün olur; bundan dolayı kimileri aşırı yük altında kalır. eskiden emek paylaşıldığında, bu durum çok daha ölçülüydü; çiftçiler filozof olurdu ve filozoflar da çiftçi olmaktan hicab duymazdı. itidalli bir çalışma, zihne ihtiyaç duyduğu hürriyeti sağlayabilir ve bu, insanı aşırı bir boşluğun neden olduğu rehavet yahut şehvet düşkünlüğünden kurtarır." s. 124
ancak 1756 nüshası için genel bir çerçeve çizecek olursak eğer; huber, insanın akıl ve doğa yasalarıyla ulaşabileceği bir hakikat anlayışını merkeze koyarak, dinin özsel -religion essentielle- ve ikincil -religion accessoire- yönleri arasında net bir epistemolojik ayrım yapma amacı güdüyor diyebiliriz. insan için özsel din ve yalnızca ikincil, ritüelist ve tarihsel bağlamdaki din kavramı dönem için yeni bir anlayış değilse de özellikle hristiyanlık dünyasında kendisine yer bulamayan kadın teologların sahneye çıkışına dair kısmen öncül kabul edilebilmesi hasebiyle huber'in bu kavramları titizlikle derinleştirmesi kıymetlidir.
detaylandıracak olursak eğer; huber'in eserindeki temel hareket noktası, evrensel akıl ve ahlaki sezgiye dayanan epistemolojik bir özerklik anlayışı olarak kabul görebilir. ona göre din, tarihsel dogmaların veya kutsal metinlerin baskısından bağımsız, yalnızca insanın doğuştan gelen akıl yetisi ile kurulmalıdır. yani daha sade bir biçimde ifade etmek gerekirse huber'in tanımına göre bir inanç sisteminin asli ve zorunlu bir yönü olması için evrensel akıl yasalarına, doğa felsefesine ve ahlaki sezgiye dayanması gerekiyor. bu bir bakıma doğru bir ifade kabul edilebilir zira dogmalar, kutsal metinler ve kilise otoritesi gibi unsurlar, dinin özsel yapısına değil, tarihsel-sosyolojik dönüşümlerine işaret eder daha çok. tarih boyunca -ki bunu en rahat biçimde irlandanın hristiyanlaşma sürecinde takip etmek mümkün olacaktır- bunun istisnasız bir şekilde çalıştığı su götürmez bir gerçek.
bu perspektif, immanuel kant’ın daha sonraki dönemde geliştireceği ahlaki din anlayışıyla görünürde paralellik taşısa da, kant’ın ahlaki yasaları tanrı’nın varlığını epistemolojik bir gereklilik olarak gösterirken, huber’de tanrı’nın varlığı zaten akıl yoluyla bilinebilen ve dolayısıyla herhangi bir vahye ihtiyaç duymayan bir hakikattir. burada kantçı felsefeyle kıyaslamanın anakronik kalacağını düşündüğüm için belirtmeme taraftarıydım ancak daha anlaşılabilir olması açısından not düştüm.
bu bağlamda da eseri, deizm, naturalizm, etik sekülerizm -bu abartılı bir ifade olmakla birlikte akademik camiada zaman zaman bu çizgiye kaydığı iddiasında bulunulduğunu not düşmek gerekir- ve aydınlanmacı -bunu birazdan yarı yarıya yanlışlayarak açıklayacağımı belirtmeliyim- epistemoloji açısından kritik bir analiz içerdiğini de göz önünde bulundurarak okumak mümkündür. belki biraz daha karşılaştırmalı biçimde ilerlemek konfor alanı sağlayabilir diye düşünerek okumayı biraz farklı bir çizgiye kaydıracağım; huber’in eleştirileri, özellikle descartesçi* kartezyen epistemoloji, john locke’un ampirizmi, baruch spinoza’nın panteizmi ve voltaire’in seküler rasyonalizmi ile kısmen paralellik gösteriyor ancak buradaki kısmen ifadesini açmak da gerekiyor zira bu biraz anakronik bir yaklaşım olmasının yanı sıra paralellikler kadar zıtlıklar da içeriyor. yine de yüzeysel bir değerlendirme ile şunu söyleyebilirim; huber, klasik bir deist olmakla birlikte -bu dahi zaman zaman tartışmaya açıktır- tam anlamıyla bir seküler rasyonalist veya panteist kabul edilemez esasen çünkü dinin rasyonel temellere dayanması gerektiğini savunsa da, tanrı’nın varlığını ve ahlaki düzenin bir kaynağı olduğunu kabul eder. spinoza’nın deus sive natura anlayışı doğa ile tanrı’nın özdeşliği fikrine dayanıyorken huber, tanrı’yı aşkın bir varlık olarak gördüğü için temelde benzerlik göstermesinden mütevellit birlikte okunması mümkün olsa da bu sadece kısmi bir bağdaştırma zemini hazırlar. voltaire ise huber'in bireysel inancın rasyonel temeller üzerine inşa edilmesi gerektiği savunusundan ziyade eleştirisini çoğunlukla kilise otoritesine karşı yönlendirmesinden ötürü yine aynı potada erise dahi aynı dokuya sahip olmayan bir düşünce sistemi olduğu aşikardır.
şimdi temelini oturttuğuma inandığıma göre biraz açmaya başlayabilirim sanıyorum detayları. konu içinde verdiğim referansları da derinlemesine detaylandıracağım mutlaka.
bunun notunu düştüğüme göre, toparlayıcak olursak eğer; huber, vahyin epistemik otoritesine yönelik eleştirilerinde locke’un hoşgörü anlayışı ve voltaire’in kilise karşıtı duruşuyla paralel tezler geliştiriyor olsa da onun yaklaşımında, locke gibi vahyin zorla dayatılmasına karşı çıkmaktan çok daha köklü bir reddiye söz konusudur; huber'a göre vahiy ve dogmalar, tarihsel ve hermeneutik sorunlar -kutsal metinler tarihsel bağlama göre şekillendiğinden, her çağda farklı yorumlara açıktır. dolayısıyla vahyin epistemolojik kesinliği şüphelidir- barındırdıklarından dolayı doğrudan epistemolojik olarak kusurludur. bu bağlamda çoğulculuk problemi üzerine yoğunlaşmak yerine, tüm vahiylerin rasyonel olarak yetersizliğini ve insan yapımı olduğunu ortaya koyma amacı güder. üstelik çelişkili teolojik öğretiler de bir sorun teşkil eder zira her din kendi vahyini mutlak doğru kabul eder ancak bu durum, pluralizm sorununu ortaya çıkarır: eğer birden fazla "mutlak" vahiy varsa, bunlardan hangisi gerçektir? eser boyunca irdelenen esas sorulardan biri de budur.
eserin önemli bir diğer noktası da dinin toplumsal düzen içindeki konumu ve kurumsal tahakküm biçimlerine yönelik eleştirisidir kuşkusuz. huber, dini kurumların bireysel vicdan ve akıl özgürlüğünü sınırladığını, özellikle kadınların konumunu zayıflatan bir erkek egemenliği kurduğunu savunur. ancak bu görüşü doğrudan modern feminist epistemoloji bağlamında değerlendirmek yine oldukça anakronik olacaktır. huber’in vurgusu, kadınların dinsel tartışmalara katılımını teşvik etmekle birlikte, feminist teoloji gibi çağdaş bir çerçeveden ziyade, daha genel anlamda bireysel özgürlükçü bir duruşla sınırlı kalıyor ne yazık ki ancak ufak bir adım, yine de bir adımdır.
elbette eser bağlamında huber’in düşünce sistemini biraz daha açarsak eğer, huber, natural theology* perspektifinden hareketle, ilahi hakikatlerin ancak doğa yasaları ve insan aklı üzerinden kavranabileceğini savunusunu pekiştirdiği için eser bağlamında doğal dört temele dayandırılabilir olacaktır. biraz derinleştirelim bunu. ilki epistemolojik otonomi denilebilir şüphesiz ki bunu dini hakikatlerin kutsal metinlere değil, insanın doğuştan sahip olduğu akıl ve sezgisel kavrayışa dayanması olarak okuyabiliriz. ikincil sacayağı aslında bu bağlamda epistemolojik otonominin devamı kabul edilebilecek olan ahlaki rasyonalizm ki kavramı biraz genişletirsek eğer; etik doğruların kaynağı, ilahi emirler değil, evrensel akıl yasalarıdır -lex naturalis- diyerek basit bir tanım geliştirebiliriz. inancın zorunlu dogmalarla değil, insanın akıl yürütme yetisiyle şekillenir olması fikri üçüncü sacayağı olan dogmalara karşı eleştirel pozisyon'u oluştururken dördüncü temel ise vahyin gereksizliği olacaktır ki ona da: "eğer tanrı insanı akıl sahibi olarak yaratmışsa, ona ulaşmak için kutsal metinlere gerek yoktur; doğa ve sağduyu yeterlidir," diyerek açıklık getirebiliriz sanıyorum.
elbette adalet, ilahi ceza ve özgürlük problemi de eserin bel kemiğini oluşturuyor. bu bağlamda huber’in en çarpıcı tartışmalarından biri, teodise problemine yönelttiği eleştiriler. eğer tanrı mutlak adil ise, neden dünyada kötülük ve adaletsizlik hâkimdir sorusunu sorarak kuyuya küçük bir taş atmaktan geri durmuyor ve burada iki temel argüman geliştiriyor. bu argümanları teolojik determinizm eleştirisi ve ilahi adalet ile dünyevi adalet çatışması olarak konumlandırabiliriz.
bu noktada da huber'in gottfried wilhelm leibniz'in teodise anlayışıyla doğrudan çelişerek spinozacı bir determinist-ateistik perspektife yaklaştığı iddiası mevcut elbette fakat ben o kadar iyimser değilim.
huber'in teodise konusunda leibniz’in iyimser determinizmine karşı geliştirdiği eleştiriler tarihsel bağlamda kısmen önemlidir elbette, buna itiraz edemem çünkü eser ilahi adalet fikrini sorgularken leibniz’in 'en iyi mümkün dünya' fikrine güçlü bir itiraz da getiriyor fakat tam da bu sebeple spinoza’nın katı determinizmine yakın durduğu şeklindeki değerlendirme yanlışlanabilir hâle gelir zira spinoza’daki deterministik doğa-tanrı özdeşliğine -deus sive natura- karşın huber, aşkın bir tanrı kavramını savunur ve özgür iradenin imkanını dışlamaz; onun sorgulaması, daha ziyade kötülük sorununun mantıksal tutarsızlığı ve dini yorumların çelişkilerine yöneliktir. yine de deus sive natura konseptine yaklaşan bir ontolojik çerçeve sunduğu icin yakınsak olduğunu kabul etmem de gerekir mutlaka.
sonuç olarak marie huber, aydınlanma felsefesinin özgün bir bileşimi olarak dogmatik vahyin otoritesini reddeden, ancak seküler ateizm veya modern feminist teoloji gibi kavramlara doğrudan eklemlenemeyen, daha ziyade deist ve rasyonalist bir din anlayışı ortaya koyar eserde. epistemolojik özgürlük, etik rasyonalizm ve dini tahakküm karşıtı tutumuyla da dönemin felsefi söylemlerinin önemli kavşak noktalarından biri olsa da, kantçı ahlaki epistemoloji, spinozacı determinizm veya voltairist sekülerizm gibi kategorilere birebir indirgenemez. eserin merkezindeki esas vurgu, akıl ve doğanın yasalarıyla temellendirilen, insanın bireysel ve ontolojik gelişimine hizmet eden bir din anlayışıdır. bu yönüyle eser, mutlak anlamda bir özgürlük manifestosu olarak okunabilir; fakat modern sekülerizmin ve çoğulculuğun sınırlarını aşırı yorumlayarak genişletmek yerine, tarihsel bağlamına sadık kalınarak değerlendirilmesi gerekiyor ki sınırlı sayıda inceleme olmasına karşın akademik otoriteler bu konuda fazla pervasız ve hatalı çıkarımlarda bulunuyor ne yazık ki.
birkaç alıntı bırakarak tanımı sonlandırma niyetindeyim ancak şunu belirtmem gerekiyor; fransızca olan orijinal metinleri elle girmek durumunda kaldığım için eksik yahut yanlış olan yerler mevcut olabilir. ek olarak çevirileri üstünden geçecek kadar dikkatli yapmadığımı belirtmem gerekli bir dürüstlük olacaktır.
ihtimal ki bhaal'ın karnından doğmuş, engerek dilli elminster the sacred skeptic keyifli okumalar diler!
"qu'ils nomment punitions, n'en soient qu'une suite inévitable: la comparaison tombe; & les conséquences qu'on en a voulu tirer tombent en même tems.
une idée aussi petite, aussi bornée du souverain etre, ne pouvoit aboutir qu'à de fausses conséquences: ces conséquences influent sur les jugemens & sur la conduite des hommes, bien plus qu'on ne se le figure: cette idée de justice aboutit à leur faire conclure tacitement, qu'ils peuvent se dispenser d'être justes. car si la justice est en dieu quelque chose d'arbitraire, s'il est vrai qu'il puisse s'en départir en faisant des graces à qui il lui plaît, chacun peut se flatter d'être de ce nombre. et si dieu n'a pour cela qu'à consulter la clémence, une clémence qui n'a point de bornes, à qui des hommes pourroit-il refuser ce qui ne lui coûte que de le vouloir?" s. 58
pek isabetli yapamasam da türkçe çevirisi:
"onların ceza diye tesmiye ettikleri şeylerin sadece kaçınılmaz bir netice olduğu anlaşıldığında, ortaya atılan kıyas bâtıl olur; bundan çıkarılmak istenen netayic de aynı anda düşer.
tanrıya dair böylesine dar ve kısıtlı bir fikir, ancak batıl sonuçlara götürebilir: bu sonuçlar, insanların hükümlerini ve davranışlarını, tahayyül edilenden çok daha fazla etkileyecektir. bu tür bir adalet anlayışı, insanları şu sonuca götürür ki, adil davranma yükümlülüğünden muaf olduklarına inanırlar. zira eğer adalet, tanrı'da keyfi bir şey ise; tanrı, dilediği kişiye lütuflarda bulunarak bundan sapabiliyorsa, herkes kendisini bu husûsi inayete mazhar olanlar arasında addetmeye başlar. eğer tanrı'nın başvuracağı şey yalnızca merhametse, üstelik sınırsız bir merhametse, o zaman tanrı'nın insanlara, kendisine sadece isteme zahmetine mal olacak şeyi vermekten imtina etmesi mümkün olabilir mi?" s.58
"ıl est à remarquer que le loisir des uns n'est procuré que par le travail des autres; c'est qui fait que ceux-ci en sont chargés jusqu'à l'excès. dans le tems que le travail étoit partagé, il n'avoit rien que de modéré; les laboureurs étoient philosophes, & les philosophes n'avoient point de honte d'être laboureurs. un travail modéré laisse à l'esprit toute la liberté dont il a besoin, & tire l'homme d'un engourdissement, ou d'une disposition sensuelle, effet d'un trop grand loisir." s.124
türkçe çevirisi:
"şunu ifade etmek gerekir ki, bazılarının serbest zamanı, ancak diğerlerinin sa'yi sayesinde mümkün olur; bundan dolayı kimileri aşırı yük altında kalır. eskiden emek paylaşıldığında, bu durum çok daha ölçülüydü; çiftçiler filozof olurdu ve filozoflar da çiftçi olmaktan hicab duymazdı. itidalli bir çalışma, zihne ihtiyaç duyduğu hürriyeti sağlayabilir ve bu, insanı aşırı bir boşluğun neden olduğu rehavet yahut şehvet düşkünlüğünden kurtarır." s. 124
devamını gör...
2.
eseri internet archive üzerinden edinebilirsiniz. böyle bilinmedik birçok eser var. birçok yazarın dahi adı bilinmiyor mesela. halbuki bundan 150 sene evvel kütüphanede adları geçiyordu. eskiden beri getirmeye ya tahammülümüz kalmamış ya da beceremiyoruz.
devamını gör...