elminster the wise yazar profili

elminster the wise kapak fotoğrafı
elminster the wise profil fotoğrafı
rozet
karma: 31544 tanım: 814 başlık: 265 apolet: 4 takipçi: 207
Bir başbüyücü, rahatsız edilmekten pek hoşlanmaz. Bu kadim yol, uslu duramayanların kemikleriyle döşelidir. Lütfen çok geç olmadan tekrar düşünün. İzinsiz girenler ya hızlı ve kesin bir ölümle karşılaşabilir ya da akşam yemeğine davet edilebilir. Mahremiyetime saygı gösterdiğiniz için teşekkür ederim.

son tanımları | başucu eserleri


paranoyak deli ile delisin delisin

edit 12: bu yaz datça planım vardı ama izmir... bir günlüğüne kamp ekibini ikna edersem neden olmasın? güzel bir plana benziyor. platonik değilim ama olsaydım sanki daha az üzülürmüşüm gibi. bu şarkıyı da dinleyip müsaadenizi istemeliyim artık, efendim. haftaya görüşmek umuduyla. güzel yayınlar dilerim! bu gece bize eşlik ettiğiniz için teşekkürler. herkes bolca sevgiler ve saygılar gönderdi size. keyifli yayınlar diliyorum! iyi geceleriniz olsun.

edit 11: daha önce hiç dinlememiştim ama şarkı aşk hayatımın özeti sanıyorum. bütün arkadaşlarım artık yeterince dipte olduğumu biliyor, sevgili yayıncım. alacağınız olsun...

edit 10: ah, duyduğuma sahiden sevindim. bir ara sizin de dediğiniz gibi sahiden yayını yanımızda da yapmanızı umacağım o hâlde. tabii güzel izmir'i ankara'nın ayazına seçmeniz daha olası ama. o fotoğrafta yanımda olan iki sevgili fındık kurdum da burada. şarkı sizden olmasa da siz dinlememe vesile oldunuz, öyle diyelim, ortak paydada buluşalım.

sözde az edit geçecektim editi: leave my little girl alone duymak günümü güzelleştirdi, söylemeden geçemedim.

edit 9: "olsun demek de zor artık, çocuk düşlerimiz yok artık," her dinlediğimde sağlam bir kavgadan çıkmış gibi hissediyorum. yayına ilk geldiğimde rica etmiştim bu şarkıyı. denk mi geldi hatırladınız mı bilmiyorum ama teşekkür ederim. bira da bitmiş, jack sparrow gibi tek gözle dibini kontrol ettirdi şişenin. gecenin bu saatleri kötü kararlar almaya çok müsait ama hepimiz elimizdeki uğraşı bırakıp şarkıya kilitlenip kaldık sahiden. ankara'nın resmi marşı gibi... iyi ki varsınız, çokça sevgilerimle.

edit 8: iyi ki kimseyi üzme niyetinde değilsiniz, efendim. etseydiniz ne olurdu hiç bilmiyorum. evet, buradayım. biraz durgunluk çöktü yalnızca ama kalmaya çalışacağım yarım saat kadar daha. sonrasında çalışmak için masa başına oturmak zorundayız yoksa bu ekibi yayının başından kaldıramadığım için en az ikisi kovulacak...
not: son cümleden sonra kovulmayı göze aldık, yarım saat değil bitene kadar buradayız sanırım. ortak karardır, suçum yok.

edit 7: bu şarkı bugün iki kere çaldı sanırım, ilkinde tam dinleyememiştim, mutlu oldum. teşekkür ederim efenim, sizin düşünmeniz yeterli ama arkadaşlarım diye demiyorum; bu ilginç güruh ayrı ayrı şarkı yerine bir dolu azarlama hak ediyor gibi sanki an itibariyle.*

edit 6: sevgili buyucu ile uzlaşmaya vardık ve iki sihirbaz olarak kavgasız dövüşsüz saygılarımızı sunduk. arşivinizi seviyorum ama beni daima hüzünlendiren bir yanı var zaman zaman. mesela duvar şarkısı öyle eski zamanlara götürdü ki beni... şarkıyı unutmamışım ama hafızamda böyle anıların yer edindiğini çoktan unutmuşum. beş altı kişi demeyin canım yayıncım, biz burada minik bir kabileyiz. *

edit 5: siz hangisini tercih ederseniz, efenim. tekrardan bolca sevgiler ve teşekkürler! iş hak getire, yarısı oyun oynamaya daldı; kalan yarısı da koltuğa gömüldü yayın dinliyor. bütün işi itinayla kendime yıkmış bulunmaktayım... favori yayıncılarımdan biri* durmadan aleyhime çalışıyor. yarın oyunda da sabaha kadar orada olmazsanız karakterinizle vedalaşabilirsiniz sevgili at sever dostum.@buyucu*

posta güvercini editi: canım yayıncım, şahane bir insansınız ve müteşekkirim ancak sizi o kadar yormayı ne ben ne de bu doyumsuz arkadaşım istemeyecektir. düşünmeniz yeterli. kendisi sözlük batağına tekrar batma niyetinde olmadığını ileterek her hafta aynı saat ve zamanda olacaksa mümkün mertebe dinleyeceğini eklememi rica etti. diğerleri zaten evimden çıkmadıkları için her halükarda dinleyecekler.*

edit 4: bunu tehdit altında yazıyorum. buradaki cehennem tazısı, playlist için ben + bir miktar para teklifinde bulundu. beni pazarlık konusu yapmasına mı yetemediğim için ekstra ücret teklif etmesine mi yanayım bilmiyorum ancak zahmet vermeyeceksek size yayın sonunda bir playlist rica edeceğiz sizden, efendim.

edit 3: henüz gecenin yeni başladığı kanaatindeyim. endişe etmeyiniz efendim, gitmeden mutlaka ses vereceğim. ben konuşmanızdan yana şikayetçi değilim, dinlemeyi seviyorum. çalışırken dinlendiriyor insanı.

edit 2: ders çalışıyorlar denilince bütün ekipten bir hayır nidası yükseldi. üniversite zor geçmiş anladığım kadarıyla hepimiz için. işi bıraktık, bira açtık biz de. canım yayıncım, bazen gizli bir niyetiniz var diye tahmin ediyorum.

edit: onların da çok selamları var! ne şahane bir seçim. bandista dinlemeyi özlemişim sahiden. aşk maskesiz yürümektir, aşk kırılmış bir tüfektir, aşk müşterektir! yayıncımız güzel döviz fikirleri veriyor. silivri'de ziyaret de eder mi acaba?*

bir sihirdar tekrar bağlandı. geçen haftadan beri beklediğim canım yayıncının canım radyo programı. halihazırda çalışıyor olduğum için önceki programda olduğu gibi aşırı aktif olamayacağım ama arada bu tanımı güncellerim mutlaka sonu gelmez editlerim ile. şimdiden güzel yayınlar! beni tek kişi varsaymayınız efendim; bütün baro evimi ele geçirdiği için en az beş kişi olarak dinlemedeyiz. artı olarak bubbles'ı da tutup getirdim!* keyifli bir gece olması dileğiyle.
devamını gör...

feride (kitap)

siyasi itikadımız her ne kadar tevafuk etmese de, edebi dilini oldukça beğendiğim yılmaz odabaşı’na ait bir şiir kitabı. daha sakin ve uygun bir zamanda tekrar mütalaa edip belki bir tanım yazarım; ancak henüz girizgahında beni karşılayan louis aragon’a ait les amants séparés adlı şiirin çevirisi ile kalbimde özel bir yere sahiptir daima zira feride'yi okuduğum zaman dilimi, aynı zamanda le crève-cœur ile tanıştığım zamana tekabül eder. dilim döndüğünce yaptığım çeviriyi not düşerek bu tanımı şimdilik burada sonlandırayım.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel le crève-cœur p.22
devamını gör...

kral übü

modern tiyatronun abjekt estetiği -julia kristeva'nın abject teorisine atıfta bulunarak- ve patafizik alegorisinin görece en steril biçimde harmanlandığı tiyatro oyunu. alfred jarry’nin kral übü -orijinal dilinde ubu roi- oyunu yalnızca dramatik metin değil, temsilin, anlamın ve iktidarın doğasına yöneltilmiş sahne üstü bir sabotaj olarak anlamlandılabilir zira yapısı gereği klasik tiyatronun mimetik doğasını baltalar, tragedya ile farsı aynı potada eriterek hem politik hem ontolojik düzeyde bir yıkım sahnesi sunmayı amaçlar. o yüzden eseri yalnızca bir grotesk fars olarak değil aynı zamanda epistemolojik ve estetik bir kriz metni olarak da ele almak gerekiyor zannımca ancak bundan önce dönemin koşullarına da kabaca göz atmak gerekecektir. kral übü'nün de ilk defa 1896'da görücüye çıktığı 19. yüzyılın son çeyreği, fransız tiyatrosu için temsil krizinin derinleştiği bir döneme tekabül ediyor. doğalcılık ve gerçekçilik, sahnede bireyi ve toplumu olduğu gibi sunma iddiasındayken -kuramcıların birbirinin yakasına yapışmaya yer aradığı epey sakil bir dönem- alfred jarry, bu iddiayı yalnızca reddetmekle kalmıyor açıkça onunla alay da ediyor. kral übü, bir parodi değil, parodinin bile kendi kendisini yiyip yok ettiği bir auto-da-fé’dir bu sebeple.

elbette théâtre de l’œuvre’de sahnelenen oyun yalnızca seyirciler değil tiyatro yönetmenleri ve vodviller arasında da büyük infial yaratır. nedeni sadece edepsiz kelimeler ya da neredeyse delirtici noktada baş gösteren anlamsızlık değildir; jarry, sahnede temsilin kendisini bile isteye çökertmiştir. tragedya artık yüksek, soylu ve trajik olanı değil, mideyi, dışkıyı ve hayvansı hırsı temsil etmektedir açıkça. ne felaket ama!* bu çöküşteki estetik, rabelaisyen - biraz üstün körü yazmış olsam dahi gargantua et pantagruel tanımı açıklayıcı olacaktır bu okuma için- mizah ile bakhtinyen karnevalesk arasında salınır ancak jarry’nin tiyatrosu, klasik grotesk gelenekten farklı olarak bir pozitivizm eleştirisidir de aynı zamanda.

tiranlığın fars oyununda anatomisini okumak zahmetsizdir ancak öncesinde konuyu basitçe toparlamak da gerekir sanıyorum. kısa bir özet ile; père übü, karısı mère übü’nün teşvikiyle polonya kralı venceslas’ı öldürür ve iktidarı gasp eder ancak bu tiranlık süreci, sistematik bir politik ajandaya değil, daha çok; çocuksu hırs, oburluk ve ilkel korkulara dayanır. aristokratlar ve yargıçlar katledilir, halk açlığa mahkûm edilir, ekonomi ağır vergiler nedeniyle yıkıma uğrar. hayatta kalan prens bougrelas, annesiyle birlikte kaçmayı başarır fakat annesinin kederden kollarında ölmesiyle birlikte tanrısal bir vizyonla eski ataları tarafından kutsanarak taht hakkını savunmak için kurguladığı bir isyana öncülük eder ve oyun, übü’nün iktidardan düşüp karısıyla birlikte bir gemiyle fransa'ya kaçmasıyla son bulur ancak dışarıdan bakınca neredeyse shakespeare trajedisini andıran bu öykü dramatik bütünlük taşımaz. olaylar ardışık değil daha çok absürd ve epizodik olarak dizilidir. jarry, bana kalırsa olay örgüsünü bilinçli bir şekilde parçalara ayırarak seyirciyi -ve bizim durumumuzda okuyucuyu- anlamsızlıkla yüzleşmeye zorlama niyeti gütmüştür.

temsilin dekonstrüksiyonuna kabaca göz atmak gerekirse eğer, übü roi, klasik üç birlik kuralını -zaman, mekân, eylem- parçalayarak aristotelesçi dramaturjiyi reddeder diyebiliriz sanıyorum. olaylar hem zaman hem de mekân bakımından kesintilidir ve dekorlar indirgenmiştir. jarry’nin tiyatrosu en başta charles morin'in tasarladığı gibi özünde bir kukla oyunudur ve bu sebeple karakterler psikolojik derinlikten arındırılmış; eylemleriyle değil, grotesk jestleriyle tanımlanır hâle gelmiştir. bu yönüyle oyun, brechtyen yabancılaştırmanın habercisidir aslında ama brecht’in politik bilinçlendirme amacı burada elbette yoktur. jarry, daha çok temsilin kendisini bir oyuna çevirerek sahnede anlamın çözüldüğü bir boşluk üretir.

elbette oyunun en meşhur repliği olan “merdre!" -bilinçli olarak bozuma uğratılmıştır- değinilmeden geçilecek bir unsur değil. merdre, yalnızca bir küfür değil, anlamın sabotasının sesli formudur jarry tiyatrosunda. merde kelimesinin bozulmuş biçimi olan bu sözcük fransızca dil yapısının hem fonetik hem de semantik düzeyde deforme edilmesiyle ortaya çıkmıştır ki bunun oyunun farklı dillere çevrilmesiyle iyice şenlik geçidine dönüştüğünü söylemem gerekir. bu yönüyle oyun, lacan’ın gerçek alanına yakındır yani basitçe; temsil edilemeyen, söze dökülemeyen, travmatik olan… kral übü, temsilin mümkün olmadığı bir dünyanın sahne üzerindeki halidir. bunu öne çıkan karakterler üzerinden de çözümlemek mümkün.

père übü; tiranlığın, cehaletin ve oburluğun grotesk bir beden üzerine yerleştiği simgesel bir figürdür. foucault’nun biyopolitika kavramıyla düşünüldüğünde, übü’nün iktidarı dışkısal bir egemenliktir. bedenin alt merkezlerinden -mide, bağırsak, ten- kurulan bir egemenlik biçimidir bu. düşünmez, tiksinir; karar vermez, yalnızca amaçsızca saldırır. mère übü ise daha çok bir tür erk-dişi çatışmasının grotesk karikatürüdür. entrikanın asıl motoru olma işlevi görmüştür oyun boyunca. lady macbeth’in groteskleştirilmiş, cinsiyeti şehvet değil kudretle kodlanmış bir versiyonu olarak okunabilir rahatlıkla. prens bougrelas ise sistemin yeniden kurulması ihtimalini temsil etmektedir ancak jarry’nin dünyasında etik, tanrısallık ve adalet gibi kavramlar ironik ve anakronik olarak kaldığından bougrelas figürü bilinçli bir sönüklüğe mahkum bırakılır.


başta değindiğim için biraz da açarak ilerleyeyim; jarry'nin icat ettiği patafizik, istisnaların bilimi olarak tanımlanabilir. gerçekliğin istisnai ve absürd doğasını araştırır özünde. bu açıdan kral übü, patafizik düşüncenin ilk teatral tezahürüdür. her şeyin olağandışı olduğu bir evrende düzenin yeniden kurulması değil, bozulmanın kaçınılmazlığı sahnelenir. bu bağlamda da oyun biraz da abartılı bir ifadeyle varoluşçu tiyatronun temellerini atar. tabii yalnızca grotesk bir fars değil, tiyatronun içinden patlatıldığı bir estetik mayın olarak tanımlayabiliriz tüm oyunu. jarry, hem tiyatral temsilin hem de politik iktidarın temellerini sarsmayı amaçlamış ve bunu kısmen başarmıştır da. anlamı ve dili çözer, karakteri figüre indirger, yapıyı delik deşik eder. bu anlamda übü, modernliğin dadaist estetikte bilinçaltıdır.
devamını gör...

jacobi's werke ii

not: bağlamından koparma endişesi ile metin içi alıntıların tam metnini numaralandırma sistemi ile yazının en altına not düşeceğim ancak oldukça eski bir almanca olduğunu belirtmekte fayda var. ne yazık ki çevirisini henüz yapmadım fakat uygun bir zamanda elden geçireceğim. *

friedrich heinrich jacobi’nin tüm külliyatını kapsayan altı ciltlik derlemenin  -ki dördüncü cilt üç ayrı kitaptan oluşmakta- ilk kez 1815 yılında yayımlanmış olan ikinci cildi. belirtmek gerekir ki, bu tanımın nesnel bir nitelik taşıyıp taşımadığı konusunda tereddütlerim mevcut zira antirasyonalist bir düşünce mirası üzerine rasyonel bir okuma inşa etme ihtimali -en azından şahsi kanaatimce- oldukça belirsizdir. nitekim felsefe tarihi, “jacobi’yi alaya alanlar” ve “jacobi’yi henüz alaya almamış olanlar” şeklinde ikiye ayrılmış durumda. bu bağlamda, ilk gruba mütevazı bir katkıda bulunmak niyetiyle jacobi’nin düşünce dünyasına dair bazı yüzeysel okumalarla başlayalım.

jacobi, alman aydınlanması’nın en aykırı figürlerinden biri olarak, sistemli felsefenin karşısına inancı, spekülatif aklın karşısına duyguyu, kantçı* eleştirinin karşısına metafizik bağlılığı koyuyor. werke başlığı altında toplanan yazılarında -spesifik olarak ikinci cildinde- özellikle baruch spinoza ve immanuel kant üzerinden yürüttüğü polemiklerde, modern felsefenin rasyonel temellerini sarsma amacı güdüyor olsa da; ne var ki bu sarsıntının kendisi tam da jacobi’nin yadsımaya çalıştığı aklın meşruiyetini yeniden açığa çıkaracak serzenişlerden öteye gidemeyecek vaziyette. ki hâlihazırda jacobi’nin felsefesi, 18. yüzyıl sonu ile 19. yüzyıl başındaki alman düşünce ikliminde sıradışı bir sapmadan fazlası da değil özünde. birazdan benim de detaylarıyla değineceğim üzere; kant’ın eleştirici akılcılığını, fichte’nin ben-merkezli idealizmini ve schelling’in doğa-temelli metafiziğini reddeden jacobi, sezgiye, inanca ve duygulanıma dayalı bir hakikat anlayışı inşa ediyor etmesine ancak bu inşa, sistemli bir bilgi yapısından çok, içsel duyarlığın bir metafiziği olarak okunmalı ki werke’de toplanan metinleri de bu sezgisel-mistik dünya görüşünün bütünçarpık ayrıntılarını içeriyor zaten.

başlığa denk gelen birinin, bu yazıyı kaleme alan tarafın durduğu çizgiyi de bilmesi kanaatindeyim zira taraflı bir okuma olduğu açıktır. bana kalırsa bu metinler, bir felsefi sistemin temellerini atmak yerine, sistem düşüncesine karşı yükseltilmiş romantik bir başkaldırı kabul edilebilir yalnızca. jacobi'nin kavramları; tutarlılıktan çok coşkuya, gerekçeden çok duyguya dayanıyor zira. bu da bana kalırsa onun argümanlarını rasyonel bir perspektiften değerlendirmeyi elzem kılar. yeterince bu hususta kendimi tekrar ettiğime inanıyorum. o sebeple jacobi'nin perspektifini anlamaya yönelmek en azından şu an için daha akılcı olacaktır.

şöyle ki; jacobi’nin en ünlü düşünsel hamlesi, “tanrı’ya ancak inançla ulaşılabilir," iddiasıdır.* yani açıkça bilgiye ulaşmanın epistemolojik değil, teolojik bir mesele olduğunu savunmakta. bu iddia, bilgi felsefesi açısından geriye doğru atılmış bir adımdan fazlası değil zira bilgi, doğruluğunu duyguya değil; önermesel tutarlılığa ve deneysel sınanmaya borçludur. sezgiyle temellendirilmiş inanç, jacobi'nin iddiasın aksine -ki birazdan metin içi alıntılarla destekleme niyetindeyim- bilimsel anlamda bilgi kabul edilemez. ki zaten jacobi’nin ikinci cilt boyunca spinoza’yı hedef alan eleştirisi, esasen ontolojik bir tedirginliğe dayanıyor. spinoza’nın panteizmini, deterministik bir ölü tanrı fikrine dönüştürdüğünü iddia eder, jacobi. bu bağlamda jacobi’ye göre tanrı, sistem dışı olmalı, özgür ve sezgisel olarak kavranabilir bir varlık olmalıdır aynı zamanda fakat burada çelişkili bir nokta mevcut. tanrı’nın sistem-dışı olması gerektiği fikrinin kendisi dahi başlı başına sistematik bir argümandır. özgürlüğün sistemsizlikle özdeşleştirilmesi, felsefi düzlemde keyfiliğe kapı aralamaktan başka işe yaramaz. üstelik spinoza’nın tanrısı, doğaya içkin bir zorunluluk olarak kavranırken, jacobi’nin tanrısı sezgiye ve hisse indirgenmiş soyut bir mutlaklıktır. yani rasyonel bir düzlemde değerlendirildiğinde, spinoza’nın tanrı-doğa özdeşliği en azından fiziksel evrenin nedenselliğine bir nebze sadık kalırken jacobi’nin sezgisel tanrısı bilinemezliğini bilgiye yeğlediği için rasyonel temellendirmeyi imkânsızlaştırarak inancı metafiziğin yerine ikame eder.


birazdan alıntılar ile konuyu derinleştirme niyetindeyim, bu sebeple hızlıca kant ile ilintili birkaç nokta daha ekleyip bu argümanların pürüzlü noktalarından söz ederek konuyu burada bağlama niyetindeyim. jacobi, kant’ın ding an sich  kavramını tanrı’yı bilgi sınırının dışına ittiği gerekçesiyle reddediyor werke'de. yani özünde bilgi olmadan inancın hezeyan olduğu savunusuna sahip. ne var ki bu söz, jacobi’nin kendi yaklaşımıyla bir hayli çelişiyor zira onun tüm düşüncesi bilinemeyen bir tanrı’ya duyulan inancı savunuyor. kant’ın transandantal idealizmi, her ne kadar tanrı’yı fenomenler dünyasından çıkarıyor olsa da, bilgi sınırlarını nesnellik lehine netleştirir. jacobi ise sınırı yok eder ve hakikati tamamen sezgiye teslim eder ve bunu yaparken de kendiyle mutlaka çelişir. belki kant dışında fichte eleştirilerine göz atmak gerekebilir bu çelişik durumu daha rahat okuyabilmek için. umduğum kadar erken kapatamayacağım sanıyorum bu aşağılama sürecini. fichte için, ıch-philosophiesiyle ben-merkezli bir evren öneriyor diyebiliriz sanıyorum kabaca. jacobi, bu anlayışın içinde tanrısızlık ve ahlaki kaos görür ve metin boyunca fichte’nin etik yapısını yıkma gayretine girer ancak -yine bir ancak- bu eleştiri, kötülüğün teistik temellendirmesinde de çözümsüz kalıyor zira tanrı özgürse, neden kötülüğe izin veriyor sorusunu sistematik biçimde cevaplayamaz; çünkü sistem karşıtıdır, iki gözümün çiçeği. schelling'e yönelttiği eleştiriler de tam da bu sebeple sınıfta kalır. schelling’in doğa felsefesine kabaca göz attığımız zaman, özünde üstüne kurduğu yapı; tanrı’nın doğada kendini açınlaması fikrine dayanıyor. jacobi için bu yaklaşım da panteisttir ve dahi tanrı’nın aşkınlığını yok etmektedir. oysa rasyonel bir bakış açısı ile değerlendirildiğinde doğanın kendi iç yasalarıyla evrildiği bir evren, spekülatif bir mutlak varlığa ihtiyaç duymayacaktır. aksine, jacobi'nin kendini konumlandırdığı bu tür bir epistemoloji, bireysel yanılsamaları hakikat statüsüne yükselttiği için de kuşku duyulmaya açıktır ve geçerliliğini kendi eliyle baltalar.

jacobi, tüm şımarıklığı ile hume’u idealizmle realizm arasındaki gerilimin sembolü olarak ele alır. bu bağlamda rasyonel bilgi, onun için bir tür çıkmazdır. ne kadar çok düşünürsem, o kadar az inanırım ve ne kadar çok inanırsam, o kadar az düşünebilirim iddiası vardır yani. bu argüman, bir ikilik yaratmakla birlikte modern bilimin temel işleyiş mekanizmasını da yok sayıyor zira düşünce ve inanç zıt değil, farklı kategorilerdir. inanç, doğruluğu kanıtlanamayacak iddiaları kapsarken; düşünce, doğruluğu sınanabilir önerileri işler ancak anakronik bir okuma yapma niyetinde değilim çünkü jacobi'yi çürütmek için buna hiç ama hiç ihtiyaç yoktur. esasen bir fikir tartışması yerine çürütme gayreti içine girdiğim için kendim de hâlihazırda yeterince çelişik bir durumdayım zaten.*

şimdi o kadar sözünü ettim, ufak alıntılarla da biraz eşelemeye gayret edeceğim. jacobi’nin iddiası sözünü ettiğim gibi gayet açık: gerçeklik akıl yoluyla değil, doğrudan duyusal-duygusal sezgiyle kavranır. werke ii üzerinden ilerleyelim.

"alle wirklichkeit, sowohl die körperliche... als die geistige... wird dem menschen allein durch das gefühl bewährt."

s.108
metin içi alıntı - 1

bu argüman, cümlenin öncülüyle birlikte bilgiye erişimin ancak duygu aracılığıyla mümkün olduğunu öne sürüyor ancak bu pozisyonun doğrudan sonucu, nesnelliğin çökmesidir çünkü his, bireysel ve geçicidir; değişkendir, çoğu zaman yanıltıcıdır. felsefi bilgi ise evrensel geçerlilik ve tutarlılık aramak zorundadır. jacobi’nin sezgiyi bilgiyle özdeşleştirme çabası, bir başka yerde inanç üzerinden sürüyor aynı zamanda.

"glaube ist der wahre eigentliche name für dieses gefühl...“
s. 161
metin içi alıntı -2

bu noktada inanç ile duygu özdeşleştirilmiş, ardından bilgiye dönüştürülmüştür. rasyonel açıdan bu kategorik bir hata içeriyoe zira inanç, doğruluk iddiası taşıyan ama temellendirilmemiş bir tutumdur. duygu ise doğruluğu değil, sadece yaşantıyı ifade eder. ne biri ne de diğeri bilgiyle yer değiştirilemez ve jacobi bu fikri açıkça reddeder. ki inanç yoluyla tanrıyı bilgiye dönüştürme çabasına girip epistemolojik bir çöküş meydana getirdiğinden söz ederken bunu da dayandırdığım bir argüman bulunmakta. jacobi’nin felsefesinde tanrı, sadece inanç yoluyla kavranabilir ve bu kendi iddiasıdır fakat bu inanç, aklın yerine geçen bir bilgi biçimi değil, akıl dışı bir sezgisel teslimiyetten ötesi değildir.

"von dem, was wir wissen aus geistes-gefühl, sagen wir, daß wir es glauben.
s. 60
metin içi alıntı - 3

tanrı burada bilinemez ama hissedilir bir figür olarak karşımıza çıkar ve bu, onu felsefi tartışmanın dışına iter çünkü eğer bir varlık yalnızca hissediliyorsa, o zaman onun hakkında doğrulanabilir bir bilgi üretmek de mümkün olmayacaktır. jacobi'nin varsayımını doğru kabul edecek olursak eğer -ki etmiyoruz- tanrı hakkındaki her önerme, doğruluğu bakımından sınanamaz hâle gelir ve bu da onu metafiziksel bir varsayıma indirger. bu yaklaşımın doğurduğu temel sorun, tanrı’yı bilginin değil, duygunun konusu hâline getirerek felsefeden uzaklaştırmasıdır. rasyonel bir bakış açısı, bu tür sezgisel ve doğrulanamaz kavramların bilgi alanında kullanılmasına doğası gereği izin vermez, veremez zira bilimsel bilgi, hem gerekçelendirilmeli hem de deneyime açık olmalıdır ancak jacobi’nin metinlerinde akıl, sistematik hakikatin aracı değil bir tür perdeleyici olarak betimlenir zaten. öyle ki akla duyulan güven de inanç düzeyine indirilir. alıntı üzerinden ilerleyelim.

"nothwendig glaubt der mensch seinen sinnen, nothwendig glaubt er seiner vernunft...“
s. 107-108
metin içi alıntı - 4

burada insanın hem duyularına hem aklına inanmak zorunda olduğu öne sürülüyor, jacobi tarafından. bu tür bir ifade biçimi aklın epistemik niteliğini daha önce de üstünde durduğum gibi bir inanç meselesine dönüştürür oysa akıl, inanç değil tıpkı bilgi gibi gerekçelendirme üzerine kurulur. aklın işlevi, yalnızca doğruyu aramak değil, aynı zamanda yanlışla savaşmaktır da. onu inançla eşitlemek, doğruluk ve yanlışlık arasındaki sınırı bulanıklaştırdığı için bu çürümeye açık bir argümandır. çok da uzatmak niyetinde değilim. son bir alıntı daha ekleyip yavaştan toparlayacağım zira alıntılar üzerinden ilerleyince yer yer kendimi tekrar etme hatasına düşüyorum. jacobi'nin sistem eleştirisi maskesi altında mistifikasyon yaptığı da su götürmez benim nazarımda. sistem kavramını dogmatizmin kaynağı olarak görür zira. hakikat, sistemin dışında, serbestçe sezilebilecek bir özgürlük alanıdır ifadesinde de açıkça bulunur.

"auf gott schauend schaffet der mensch in sich ein reines herz... schaffende freiheit ist also kein erdichteter begriff."
s. 45
metin içi alıntı - 5

bu tanrı’ya yönelen bakış, insanda içsel bir saflık ve yaratıcı özgürlük doğurur kuşkusuz fakat bu özgürlük, sistem karşıtlığını haklı çıkarmaya yetecek bir yaklaşım değildir. sistemsiz düşünce, tutarlılık kaygısından da uzaklaşır ve doğruluk iddiasını daha önce de belirttiğim gibi keyfiyete bırakır. sezgisel bir tanrı tasarımı jacobi'nin iddiasının aksine bilgiyi değil, mistik vecdi yüceltecektir. böylece ne yazık ki felsefe, hakikati açıklayan değil, hissedeni kutsayan bir edime dönüşür.


toparlayacak olursak; jacobi’nin önerdiği inanç ve sezgi temelli yaklaşım, felsefi bilgiyle uzlaşmaz. bilgi, deneyimle desteklenen, akıl yoluyla gerekçelendirilen ve başkaları tarafından sınanabilir olan şeydir. duygu ise bireyseldir; doğrulanamaz ve yeniden üretilemez. inançla hakikatin yerine geçmek, doğruluk kavramının anlamını yitirmesine sebep olacaktır. bu perspektiften bakıldığında, tanrı gibi mutlaklık iddiası taşıyan kavramlar, ancak sorgulanabildikleri ölçüde felsefenin konusu olabilir. aksi takdirde, inançla korunan bu kavramlar, dogmanın sessiz, tartışılamaz alanına çekilir ve düşüncenin denetiminden kurtulur ki bunu hiç istemeyiz. werke ii için konuşacak olursak eğer, jacobi’nin eserleri, akla ve sistemli düşünceye karşı yazılmış duygusal manifestolardır. her ne kadar sahici bir özgürlük arayışı içeriyorsa da, bu arayış bilgiye değil, sezgiye ve hissiyata yaslanır. bu da felsefenin nesnel ve evrensel doğasıyla çelişiyor. böylece bize de sormak kalır yalnızca:

"eğer hakikat yalnızca sezilebiliyorsa, neden üzerine felsefe yapılıyor ve eğer inançla yetinilecekse, neden düşünce var?"

soruların cevabı da ancak felsefenin kendisindedir: düşünce, inançla değil, eleştiriyle yücelir. ve bilgi, sezgisel doğruluğun değil, rasyonel tutarlılığın ürünüdür. böylece başladığımız noktaya dönerek kendi kuyruğumuzu da öğütmüş oluruz: jacobi’nin felsefesi, modern akılcılığın karşısına içsel sezgiyi, sistemin karşısına duygusal sıçramayı koyar. onun için tanrı hissedilir ama bilinemezdir; özgürlük vardır ama temellendirilemezdir; hakikat vardır ama akıl onu bulamayacaktır. bu yaklaşım, bir anlamda aydınlanma’nın kendi içinde taşıdığı çatlağın, mistik uçurumundan ibarettir ancak hiçbir rasyonel yaklaşımda bu uçurum romantize edilemez. duygu, hakikatin değil, varlığın estetik biçimidir. inanç, bilgiyle değil, arzu ve korkuyla işler ve sistemsizliğe yapılan temelsiz bir övgü, eleştirel düşüncenin çöküşüne kapı aralayacaktır.

elminster the wise, keyifli okumalar diler. metin içi alıntıların henüz çevirisini yapmamış olsam dahi bütünü aşağıda yer almakta.

metin içi alıntı - 1

...nen sinnen, nothwendig glaubt er seiner vernunft, und es giebt keine gewißheit über der gewißheit in diesem glauben. da man die wahrhaftigkeit unserer vorstellungen von einer jenseits dieser vorstellungen und von ihnen unabhängig vorhandenen materiellen welt wissen- schaftlich darzuthun versuchte, verschwand den demostratoren der gegenstand, den sie ergründen wollten, es blieb ihnen bloße subjectivität, empfindungübrig: sie fanden den ıdealismus.

da man die wahrhaftigkeit unserer vorstellungen von einer jenseits dieser vorstellungen vorhandenen immateriellen welt, von der substantialität des menschlichen geistes, und einem von dem weltall selbst unterschiedenen freien urheber dieses weltalls, von einer mit bewußtseyn waltenden, das ist persönlichen, das ist allein wahrhaften vorstellung wissenschaftlich erweisen wollte, verschwand den demostratoren ebenfalls der gegenstand; es blieben ihnen
bloß logische phantasmen: sie fanden - den nihilismus.

alle wirklichkeit, sowohl die körperliche, welche sich den sinnen, als die geistige, welche sich der vernunft offenbart, wird dem menschen allein durch das gefühl berührt; es giebt keine bemerkung außer- und über dieser."


metin içi alıntı - 2

...würde nicht dieser unterschied mittelst eines gewissen gefühls gegeben. wenn ich auf einer glatten tafel eine billiardkugel gegen eine andere sich bewegen sehen, so kann ich mir leicht die vorstellung machen, daß jene kugel im moment der berührung stille stehen bleibe. diese vorstellung hat an sich nichts widerwärtiges; aber sie ist doch von einer ganz andern art als jene, die mir den stoß und die dadurch der einen kugel von der andern mitgetheilte bewegung darstellt.

der versuch, von diesem gefühl eine definition zu geben, würde ein sehr schweres, wo nicht unmögliches unternehmen seyn, gerade so, als wenn wireinem, der nie kälte oder zorn empfunden hätte, jenes gefühl und diese leidenschaft begreiflich machen wollten. glaube ist der wahre eigentliche name für dies gefühl, und niemand kann wegen seiner bedeutung sich in verlegenheit befinden, da jeder mensch in jedem augenblicke des durch dieses wort bezeichneten gefühls sich bewußt ist."


metin içi alıntı - 3

verstande das den sinnen unerreichbare in überschwänglichen gefühlen allein, und doch als ein wahrhaft objectives daß er keinesweges bloß erdachte zu erkennen gegeben wird. wenn jemand spricht, er wisse, so fragen wir mit recht, woher er wisse? unvermeidlich muß er dann am ende auf eins von diesen beyden sich berufen: entweder auf sinnes-empfindung, oder auf geistes-gefühl. von dem, was wir wissen aus geistes-gefühl, sagen wir, daß wir es glauben. so reden wir alle. an tugend, mithin an freiheit, mithin an geist und gott, kann nur geglaubt werden. die empfindung aber, die das wissen in der sinnlichen anschauung -genannt das eigentliche wissen- begründet, ist so wenig über dem gefühle, wolches das wissen im glauben begründet, als diethiergattung über der menschengattung, die materielle welt über der intellectuellen, die natur über ihrem urheber ist.


metin içi alıntı - 4
"wie die den äußeren sinnen sich offenbarende wirklichkeit keines bürgen bedarf, indem sie selbst der kräftigste vertreter ihrer wahrheit ist; so bedarf auch die jenem tief inwendigen sinne, den wir vernunftnennen, sich offenbarende wirklichkeit keines bürgen: sie ist ebenfalls selbst und allein der kräftigste zeuge ihrer wahrheit. nothwendig glaubt der mensch seinen sinnen, nothwendig glaubt er seiner vernunft, und es giebt keine gewißheit über der gewißheit in diesem glauben."


metin içi alıntı - 5

auf gott schauend schaffet der mensch in sich ein reines herz und einen gewissen geist; außer sich gutes und schönes: schaffende freiheit ist also kein erdichteter begriff; ihr begriff ist der einer vorsehungsund wunderkraft, wie der menschsolche in seiner vernünftigen persönlichkeit durch sich selbst inne wird; wie solche überschwänglich seyn muß in gott, wenn die natur von ihm, und nicht ervon der natur ausgegangen ist; ein nachtgebilde der phantasie, das der tag der wissenschaft zerstreut.

allmacht ohne vorsehung ist blindes schicksal, und freiheit und vorsehung sind von einander unzertrennlich; denn was wäre freiheit ohne wissen und wollen, und was ein wille, dem die that vorherginge oder welcher nur die that begleitete?

devamını gör...

stüdyo ghibli tarzı normal sözlük yazarları

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

"that's the night that the lights went out in georgia.
that's the night that they hung an innocent man.
well, don't trust your soul to no backwoods southern lawyer."*
devamını gör...

james clarence mangan antolojisi

"elveda! şenlik geçidi hayatın o sersemletici döngüsünde çok geçmeden unutup gideceksin beni ama nerede, ey düzenbaz! nerede kaçabilirim senin hayalinden? elveda! çünkü orada gökler parlaktır ve çiçekler serilir yoluna"*

editörlüğü ve derlemesi amerikalı şair louise imogen guiney tarafından yapılan ve 1897 yılında ilk baskısı görücüye çıkmış olan; tanatosentrik temanın üstadlarından james clarence mangan'a ait şiir antolojisi. türkçe çevirisi olmamakla birlikte başlık açma kuralları gereği, 'james clarence mangan: his selected poems' olarak başlık açamadığım için böyle bir alternatif üretmek durumunda kaldım ne yazık ki. eseri kurcalarken david james o'donoghue'a ait olan the life and writings of james clarence mangan biyografisinden de faydalanmak niyetindeyim ki bu kitabın girişi my themes gibi müthiş bir şaheser ile açılmakta.* my themes, -ki hiç kuşku yok, sonrasında gelen the white lady şiiri de en az bu kadar görkemlidir- bu antolojide ne yazık ki yer almıyor ancak ilgilisi için not düşmek gerekirse the prose writings of james clarence mangan* derlemesinin 284-287 sayfaları arasında hâlihazırda mevcut. bu şiirin çok sevdiğim bir kısmına ayrıca yer verdikten sonra hem kitabı hem de mangan'ın hayatını biraz kurcalamakla başlayabileceğimize inanıyorum.

"awake! thou art as one who dreams;
thy quiver overflows with melancholy sand! thou faintest in the noontide beams!
thy crystal beaker
of song is banned!
filled with the juice of poppies from dull streams
ın sleepy lands, it can but make thee weaker!"

türkçe çevirisi ile:
"uyan! bir düş görüyorsun sen;
mahzun kumlar ile dolup taşıyor sadağın!
öğle güneşinde bitap düşerken
kristal kadehi
yasaklıdır artık şarkının!
donuk ırmaklarından gelen
uykuya düşmüş diyarların
haşhaş-âbıyla doldurdun onu
ve seni ancak aciz kılacaktır!"


kuşku yok ki; mangan, 19. yüzyıl irlanda edebiyatının en müstesna figürlerinden biri olarak, hem bireysel trajedisini hem de ulusal melankoliyi kendi lirik dehasında sentezleyen, sınırları muğlak ama estetik dokusu görece -kötümser bir ifade ile- keskin bir şairdi. birazdan bazılarına değineceğim üzere, şiirleri müthiş bir açıklık ile irlanda’nın koloniyal tarihindeki kırılma noktalarından beslenen bir ulusal bellek inşasına girişirken aynı zamanda bireysel bir yabancılaşmanın ve içe dönüşün de mimesisini yaratıyor. onu yalnızca bir milliyetçi romantik ya da irlanda’nın kayıp ozanı gibi kısmen dar kategorilere sıkıştırmak yerine edebiyat aracılığıyla gerçeklik algısını dönüştürebilen ve bunu yaparken dili bir metafizik form olarak işleyen ve dahi batı edebiyatında ihmal edilmiş liminal bir figür olarak konumlandırmak şart.

mangan ile ilk defa kayda değer biçimde walton litz'in, james joyce biyografisinde ilgilenmeye başladım. litz'in birkaç pasajına da kitabında yer verdiği; joyce'un university college dublin'den mezun olmadan hemen önce* ele aldığı james clarence mangan makalesi; joyce'un, aşağıda orijinal alıntıya yer vereceğim üzere sözünü ettiği 'sokaklarda eski bir günahın kefaretini öder gibi yalnız yürüyen ve ezilen çimenlerin yasını içinde duyumsamayan' şaire karşı içimde ilginç bir merak uyandırdı ki joyce'un bu okumasının epey zalim olduğunu da belirtmek gerekir. litz, makalenin içeriğini; egzotik, patervari bir üslupla kaleme alınmış ve sessizlik, sürgün, kurnazlık gibi temaler üzerinden lirik bir savunma niteliğinde adleder ve makalenin merkezinde ucuz ahlakçılığın ve dar görüşlü yurtseverliğin kurbanı olan mangan'ın yer aldığını belirtir özellikle. alıntıyı bırakıyorum aşağıya, sonrasında joyce'u biraz boşa düşürme niyetiyle kalemimi kullanacağım.

"...when mangan is remembered in his country (for he is sometimes spoken of in literary societies), his countrymen lament that such poetic faculty was mated with so little rectitude of conduct, surprised to find this faculty in a man whose vices were exotic and who was little of a patriot. those who have written of him, have been scrupulous in holding the balance between the drunkard and the opium-eater, and have sought to discover whether learning or imposture lies behind such phrases as ‘from the ottoman’ or ‘from the coptic’: and save for this small remembrance, mangan has been a stranger in his country, a rare and unsympathetic figure in the streets, where he is seen going forward alone like one who does penance for some ancient sin.

mangan is the type of his race. history encloses him so straitly that even his fiery moments do not set him free from it. he, too, cries out, in his life and in his mournful verse, against the injustice of despoilers, but never laments a deeper loss than the loss of plaids and the line has never been drawn about the tent of a legend upon itself as it moves down the cycles. and because this tradition is so much with him he has accepted it with all its griefs and failures, and has not known how to change it, as the strong spirit knows, and so would bequeath it: the poet who hurls his anger against tyrants would establish upon the future an intimate and far more cruel tyranny..."
- a. walton litz - james joyce s. 26


joyce'un çizgisinden biraz taşıp mangan'ın üslubunu tanımlamalak gerekirse şayet; burada derlenen şiirleri dahil olmak üzere tüm eserleri; tarihsel epik ile gotik romantizmin iç içe geçtiği, lirik ekspresyonizmin izlerine rastlayabileceğimiz ve post-kolonyal irlanda’nın travmatik bilinçaltının açığa vurulduğu metinler olarak okunabilir rahatlıkla. mangan’ın şiirlerinde, özellikle en bilinen şiiri olan my dark rosaleen -ki bu şiirde irlanda’nın ulusal kimliğini feminen bir beden imgesiyle özdeşleştirmesinde açıkça hissedilir bahsettiğim açıklık. burada rosaleen figürü, hem bir sevgili hem de alegorik bir vatan figürüdür; dolayısıyla şiir, aşk şiiri formunda kurgulanmış bir politik manifestoya dönüşmüştür- ve o’hussey’s ode to the maguire, -thomas moore’un vatansever şiirlerine paralellik gösterdiğini söylemek mümkün maguire'nin ancak moore’un şiirlerinde görülen idealleştirilmiş pastoral irlanda mangan’da daha gotik ve trajik bir atmosfere sahip- a lament for the princes of tyrone and tyrconnell ve the expedition and death of king dathy gibi daha az göz önünde bulunmuş metinlerinde, irlanda’nın kayıp geçmişine duyulan özlem bir açıdan alegorik figürasyon olarak şekillenir. bu eserlerde tarihsel gerçeklik ile mitsel anlatının sınırlarının bulanık oluşudur aslında ilgi çekici olan. yerel tarih, pastoral bir sahne olarak idealize edilirken, aynı zamanda trajik bir nostalji içinde yitirilmiş bir ütopya olarak da sunulur mangan tarafından. mangan’ın poetikasında belirginleşen en önemli estetik ve yapısal unsur sanıyorum ritmik tekrarlar ve refrenlerdir. oral gelenekten beslenen, müzikaliteyi metnin ontolojik bir bileşeni olarak kullanan bu tekrar formu; hem şiire ritmik bir hipnoz kazandırıyor hem de onun içsel musikiyle bir yankı oluşturmasını sağlıyor. the time of the barmecides, the karamanian exile ve the wail and warning of the three khalendeers gibi şiirlerde görülen bu ses örgüsü belki fazla iddialı bir tanımlama olacak ancak edgar allan poe’nun daha sonraları geliştirdiği lirik obsesyon ve fonetik döngülerle bana kalırsa paralellik taşıyor ancak mangan’ın farkı, bu fonetik devinimi yalnızca içsel bir müzikalite yaratmak için değil aynı zamanda tarihsel ve mitolojik çağrışımlar arasında bir köprü kurmak için kullanması diyebiliriz.

öte yandan, mangan’ın edebi üretimi, yalnızca irlanda tarihine bağlı kalmaz; sahte çeviri -pseudo-translation- pratiği aracılığıyla doğu’nun mistik dünyasını da bir kurmaca alan olarak yeniden üretir esasında. the karamanian exile, the last words of al-hassan, the howling song of al-mohara gibi metinleri -joyce bunları fazla 'göz boyamaya yönelik' bulmuştur- batı’nın oryantalist fantezileriyle yoğrulmuş ancak aynı zamanda sahte bir etnografik gerçekçilikle sunulmuş egzotik anlatılardır bana kalırsa ve şiirsel kurgu da sıklıkla maskeli lirizm formundadır. burada doğu, gerçekte var olmayan bir dizi mitolojik imge ve edebi illüzyon aracılığıyla irlanda'nın kayıp kimliğiyle özdeşleştirilen bir başka ötekilik alanı olarak temsil edilir sanıyorum, mangan tarafından. mangan’ın bu sahte çeviri pratiği, edward said'in oryantalizm olarak tanımladığı ideolojik yapı ile james clifford’un etnografik roman dediği kurmaca alan arasında gidip gelen bir edebi üretimdir. burada önemli olan nokta mangan’ın bu anlatıları bir gerçeklik iddiasıyla sunmaktan çok, onları edebi bir oyun alanı olarak kullanmasıdır ki bence joyce'un bakış açısını kısmen çürütecektir. aynı zamanda bu sözde çevirilerin, mangan’ın modern kimlik parçalanmasını yansıtan erken bir palimpsestik şiir anlayışı geliştirdiğini gösterdiğini söylemek yanlış olmayacaktır.


mangan’ın eserlerinde, modernist edebiyatın erken formlarını andıran bir belirsizlik ve kimlik kayması da gözlemleniyor. bir metin çeviri mi, orijinal mi ya da mangan gerçekten bir alman, arap ya da osmanlı şairinden mi ilham almış yoksa kendi bilinçaltının kurguladığı bir evrenden mi seslenmekte kestirmesi güç. bu bilinçli muğlaklık, mangan’ın edebiyatını basit bir ulusal romantizmin ötesine taşıyor ve onu post-modern intertekstüalite pratiğinin öncüllerinden biri haline getirmeye yeter de artar bu.

bu eserde derlenmiş şiirleri baz alırsak eğer; edebi geleneği içinde değerlendirildiğinde, mangan’ın hem yerel hem de evrensel bir figür olduğu söylenebilir. irlanda’nın milliyetçi edebiyatının ilk büyük isimlerinden biri olarak yeats’i, joyce’u ve hatta beckett’ı etkileyen bir figür olurken, aynı zamanda poe’nun ritmik deneyleriyle, lautréamont’un gotik estetiğiyle ve borges’in apokrif metinleriyle kıyaslanabilecek bir yapısal oyunbazlık sergiliyor. ne nadir bulunan bir lirikal tatmin hissi! ancak coşkum bir kenara; ne var ki, bu estetik yetkinlik ve yaratıcı devinim, öncülleri ve ardılları gibi trajik bir hayatın gölgesinde kalmış durumda. fakirlik, alkolizm ve opiat bağımlılığı, onun bedensel ve ruhsal çöküşünü hızlandırmış, bir anlamda kendi eserlerinde tasvir ettiği egzotik sürgünlük ve ruhsal düşüşü bizzat yaşamıştır da mangan'a. 1849’da, dublin’de, sefalet içinde ölümüyle birlikte, irlanda edebiyatı bir kuşağını kaybetmiş, ancak bir şairin ölümü miti de yaratılmıştır zannımca.

bu antolojiyi de kapsayarak, mangan'ın sıklıkla yer verdiği imgelere göz atacak olursak eğer bizi funereal -cenaze töreni estetiği-, başta da belirttiğim üzere oldukça tanatosentrik ve melankolik alegoriler karşılıyor. ki the nameless one şiirinde bu melankoli doruğa çıkıyor zira mangan burada yalnızca biyografik değil, varoluşsal bir yoklukla yüzleşiyor. kendini, byron ve burns gibi yıkım içindeki şairlerle özdeşleştiriyor ve damnatio memoriae korkusunu oldukça kapalı bir biçimde işliyor. bunu da sanıyorum o'donoghue'un da mangan'ın yaşamının ilk yılları için özellikle değindiği, 'katı bir baba figürünün gölgesinde büyümek ve genç yaşta ekonomik zorluklarla karşı karşıya kalmak,' gibi, hayatı boyunca geçtiği eşiklere bağlamak mümkündür.

ki konuyu toparlayıp bir daha açmak için yıllarca beklemek üzere kapatmadan önce the woman of three cows gibi, antolojideki favori şiirime de referans vererek; mangan'ın bazı şiirlerinde alttan alta irlanda’nın toplumsal yapısına dair hicivli bir alt metin bulunduran pastoral parodi örneklerine rastlamanın mümkün olduğunu ve halk söylemiyle 'aristokratik üslubu' bu şiirlerde ironik biçimde yan yana getirdiğini not düşeyim. mangan, klasik retoriği halkın diliyle çarpıştırarak, dönemin sınıf hiyerarşisine dair ince dokunuşlarla dolu bir eleştiri yapar bana kalırsa.

irlanda'nın yaslı şairine, elminster the wise'dan sevgilerimle. keyifli okumalar!
devamını gör...

bubbles of death

ayaküstü öveceğim derken rütbemi düşüren caaaanım yazar. seviyorum seni. dm değil efendim, gm rica edeceğim oraya bir yere. handler, storyteller, keeper of arcane lore falan hak getire, onurum zedelendi.

gündem sebebiyle dokuz cehennemin dibine yollamış olsak da bu oyunun sonraki oturumları da var; adımlarını dikkatli at, genç padawan. gözüm üstünde ve henüz tatmamış olman gazabımın asmodeus kadar nazik olacağı anlamına gelmez. unutulmuş diyarların en diplomatik ve pasifist barbarına sevgilerle!*

edit: ya, vicdansız adam! yeşili sev doğayı koru öyle bir şey değil. gördüğün canlı her şey ile flört edemezsin ya, reddediyorum ben bunu. insan -teknik olarak goliath- gobline yürür mü? ben tasvir ediyorum onları, n'olur dur artık... vallahi bir sonraki oturum gökteki kuşa iş atmazsan insp vereceğim.

mecburi edit: dinlemedim ama haksızsın ya. sen menemeni soğansız yiyen adamsın, arkadaşım. senin haklı olabileceğin bir tane konu yok bir kere. senin. haklı. olma. ihtimalin. yok. ben seni yeterince zorbalamıyorum bence. seni ufaktan (bkz: barbarların efendi human commoner yerine ipsiz sapsız goblin tercihi) başlığına alalım. arkadaşmış... sen o goblinle arkadaşsan ben de revenge of the fallen'daki jetfire ile terminator 2'deki t-1000 kırması type 055 sınıfı destroyer gemisiyim... hadi bakalım! maglubiyet diye tanrı ismi mi olur ayrıca, allah aşkına. çıkarın kardeşim şunları pantheondan, kaç kere dilekçe yazdık.
devamını gör...

buyucu

ben zaten bozulmaya dünden hazırdım, siz üstüne denk geldiniz. battı balık yan gider, efendim.*

edit: ayrıca goblini sırtına almaya çalışmadın, nüfusuna almaya çalıştın abi sen, yapma gözünü seveyim. bubbles of death
devamını gör...

babıls ile büklüm gemisi radyo yayını

30.000 gp'ye anlaştık, ben parayı aldığım gibi kulenin inşaatına -bir de büyüyle mi inşa edecektim- başladığım için geri ödeme yapacak meteliğim, bir delikli kuruşum kalmadı. mecbur katılım sağlayacağız artık. kim kimi dolandırdı anlamadım ki.

işin gerçeği, "kimse yeni gelecek spin-off'u sallamadı, biz kiminle tartışacağız bunu?" kaygısı ile sevgili bubbles'ın tepesine çöküp yarım saat çene çaldım, duygu sömürüsü yaptım, rüşvet teklif ettim -hakkaniyetli adammış, almadı- ve sanki kaderim yazılmış ellerinden, bir tek sen anlarsın benim hâlimden,** diyerek kandırdım. keyifli bir yayın olmasını tüm kalbimle umuyorum. ben ve benim hafifmeşrep kitap karakteri sevdam orada olacağız. the lord of light, hepinizi ve özellikle saera targaryen'i müreffeh kılsın.*
devamını gör...

paranoyak deli ile delisin delisin

üst edit 16 (hay maşallah): yok yahu, çıtır hasar diyelim. benimki biraz gevezelik draması. gecem çok neşeli geçti, emeğinize sağlık. ver bana düşlerimi ile geceyi nihayete erdireyim* zira şişenin dibini görmeme az kalmış, gecenin bundan sonrasını depeche mode, radiohead falan ancak paklar. çokça sevgilerimle, güzel bir yayındı. gitmek kolay değil bence de ama kalmak da bazen mümkün olmuyor. güzel yayınlar!

yoldaş beni banlayacak editi: şarkıyı daha önce hiç duymamıştım ama hipnotize olmuş gibiyim, loopa aldım kafamın içinde.

üst edit 14: sizin canınız sağ olsun, ben en son mutlu olduğumda iktidarda ecevit vardı.* en azından oturup yıldızları izledim, burada olmasam bilgisayar başında bricklink ile cebelleşip sinir harbine girecektim, onun yerine depresyona girdim. o da olumlu. gandalfgillerden burada efendim, sizi de görmek güzel! @patagonyalı

üst edit 13: "hatıralarla yaşanmaz ki..." ne ilginç aslında. şarkıyı sevsem de buraya takıldım kaldım. muhtemelen benimki şu an sarhoş saçmamalası ama hatıralar olmayınca ne kalıyor ki geriye? yani, alzheimer olup unutsam tüm bildiğimi; muhtemelen beni oluşturan bütün yapı taşları, temeli çürük bir bina gibi yıkılıp kalırdı. insan olmanın özü bu değil mi? retorik bir soru elbette. olmayınca da yaşanmış bir ömür kalmıyor geriye. kendimiz olmak için ödememiz gereken ironik bir bedel.

ceza yemem tanım güncellemekten umarım editi: bir tane daha melankolik şarkı dinlersek, "bende bir resmin var yüzüme bakmıyor," diye kapatacağız diye korkuyordum. sonunda biraz neşelendik diye umut edecektim ki şarkının sözlerinin aslında baya baya travma sebebi olduğu ortaya çıktı... saygıdeğer yayıncı, bir şey mi deniyorsunuz? öyleyse n'olur söyleyin en azından, dert sahibi oldum burada.*

üst edit bilmem kaç: bilmez miyiz efendim sizin ne tür araklama becerileriniz olduğunu, çok at kaçırdınız kasabadan. * şapkamı ve asamı önüme alır, yalnızca saygı duyarım. şarkı ruh hâlimi çok karmaşıklaştırdı sahiden. "tüm o sahip cıktığın anlamsız düşler gibi," sanki şarkıdan bambaşka bir alemde.

üst edit 10: buyucu de geldiğine göre ekibi tamamlamaya son iki... bu gece herkes kederli galiba. bütün suçu üstlenmeye razıyım ama yayıncının hiç mi suçu yok? şarkı ne hoşmuş sahiden.

üst edit 9: bence şarkılardan ziyade ona yüklediğimiz anlam geçip gidiyor, tüketiyoruz o duyguyu; böylece o şarkı da yitiriveriyor büyüsünü. hiçbir mutluluk da acı da birbirine benzemiyor. bu sebeple şarkıların hepsini istifliyor sonra da yakılacak başka bir çıra gibi gözden çıkarıyoruz. annem çok severdi bu şarkıyı, duymak güzel sahiden. bir tuhaf hissediyor insan. insanlar gidiyor, şarkılar kalıyor.

üst edit 8: ben örselendim biraz ama bana da iyi geldi sahiden. kötü günler olur, yeter ki günün doğacağını hatırlayalım. gerçi şarkılar sağ olsun sonsuza kadar ışıkları kapattı, kapıyı çekti gitti. o sizin inceliğiniz, sizi dinlemek de keyifli, bilmukabele.

üst edit 7: vicdanınız? o kadar temiz ki hiç kullanmıyorsunuz gibi efendim.* şaka yapıyorum elbette, kesinlikle daha da devam edin lütfen isteğidir bu. nazan öncel çalındığında benim trenim çoktan kaçtı... seçimlerinize, müzik zevkinize sağlık, gecem güzelleşti. insan umutsuzluk denilen zehri böyle kusmazsa var olan bütün sistemine yayılıp katatonik hâlde bırakıyor yoksa. var olan her şeyi unutmak için önce hatırlamak da gerekir zannımca.

üst edit 6: bir miktar travmatize oldum ve hasbelkader tüm gece ayık kalırsam galiba hiç düşmemem gereken ruh hallerine düşeceğim ama çok verimli bir yayın, unuttuğum şarkılar tekrardan hafızamda filizlendi. bu şarkı çıkalı neredeyse 25 yıl olmuş. zaman acımasız ama yayıncımız kadar değil.

üst edit 5: ben de tanıştığıma memnun oldum, çokça sevgilerimle. "herkes bir parça aldı götürdü benden" ne kadar zaman olmuş mfö dinlemeyeli... sözü duyunca içim bir buruldu. sanki insanın kafasında hiç durmadan dönüp duran bir kıymık gibi bir şarkı sahiden. her cümle insanın içindeki bir ipi çekiştiriyor.

üst edit 4: bir de utanmadan kendime bilge diyorum. wise kısmını değiştireyim bir ara mahlasın. şimdi gördüm büyük resmi. kendisine hasta yaratmaya karar vermiş bir psikolog olduğunuz gerçeğine tüm paramı yatırıyorum.

üst edit 3: eski sözlükçü alışkanlığı, aşamıyorum... böyle okumak zor oluyorsa son edit olsun ama gece boyunca buradayım; yıldızlar güzel ve ben çok tembelim. aşk şarkısı duyarsam kusacağım demek yerine spesifik olarak "lütfen yağlı urgan uzatmayın," mı deseydim diye düşünmeye başladım. insan sadık olabilecek bir dinleyicisine bunu reva görür mü ama?

üst edit 2: bir defa değiştirdim. efenim, ben de katıldığıma sevindim ama alacağınız olsun. son üç şişe şarabım kaldı, niyetiniz dediğiniz gibi bir tane daha açtırmaksa gecenin sonunda kolonya ile bakışacağız gibi. sizin canınız sağ olsun. ilk yayının siftahı diyelim.

üst edit: ahah, vur diyince öldürdünüz, efendim. hazır boykot var, ben bir tane daha açmadan kaçsam mı ne yapsam bilemedim.

iyi yayınlar! umarım burada biraz çiğ bir şeyler vardır. tüm gece başka bir yerde peri masalı baladlarında boğuldum. bir tane daha saçma sapan, gerçek dışı aşk şarkısı duyarsam yemin ederim midem kalkacak ya da belki de sadece alkolü fazla kaçırıyorumdur.* bunu çalma lüksümüz var mı? olursa güzel olur. yoksa da radyoda rastgele şarkı denk gelmesi de keyifli tabii.

devamını gör...

bricklink studio

koleksiyoner hazinesi olan hede. lego için özel olarak geliştirilmiş bu cad programı, hâlâ render, katalog oluşturma ve alışveriş entegrasyonu bakımından kendi kulvarında zirvede diyebilirim. elbette aksi görüşlere saygım sonsuz zira beni de zaman zaman canımdan bezdirdiği yerler olmadı değil. uzun bir aradan sonra sopwith camel ve f-22 raptor gibi iki ayrı çağın temsilcisini bir araya getirerek hibrit bir tasarıma girişmek -ne salak saçma ilgi alanlarım varmış lan benim- aklıma düşünce neden sözlükte ilk tanımını da ben yazmayayım dedim. tanımın sonuna bebeğimin* fotoğrafını koyacağım inşallah üşenmezsem.* hatta belki vaktim olursa, bu hibrit tasarım üzerinden örnekle gidip 'hangi parça neden seçildi, hangi detay niye değiştirildi' gibi şeyleri tek tek açıklarım ama önce biraz bricklink’in kulaklarını çınlatalım.

bu arada, bilmiyorum buralarda takılıyor musun ama star wars temalı tavla legosu tasarlayan architurk kardeşim; senin ruhun da en az benimki kadar yamuk, eminim. takipteyim.

şimdi gelelim bls'ye; son zamanlarda ilgimi çeken özel bir bricklink designer program (bdp) etkinliği olmasa da, bricklink studio hâlâ dijital lego tasarımına adım atmak isteyenler için kıymetli bir mecra. hele ki cebinde binlerce parçalık ucs millennium falcon alacak kredi kartı limiti olmayanlar için, ilaç gibi geliyor desem yeridir. tasarımlarını dijitalde oluşturmak, hem parçaları organize etmek hem de koleksiyonlar için ürün geliştirmek açısından büyük kolaylık da sağlıyor. gerçi ülkemizdeki gümrük yönetmeliği rezaleti sağ olsun, pratikte verimli sayılmaz ama orası ayrı bir hikâyenin konusu.

arayüz, ilk başta biraz korkutabilir çünkü adobe illustrator ile nasa kontrol paneli yasak aşk yaşamış gibi sanki ama birkaç saatlik kurcalamayla alışılabiliyor ki beş yıl öncesine nazaran daha iyi bir arayüze sahip olduğu söylenebilir. kısayollar işe yarıyor, kişiselleştirme imkânı da var zaten. fare tekerleğiyle döndürme gibi detaylar da oldukça pratik. yine de dürüst olayım; özellikle küçük technic pinleri yerleştirirken sinir krizi ile s***ler eşiği arasında dolandırıyor insanı zaman zaman. bazen parçayı tutup yerine koymak, bilgisayarı duvara fırlatma isteğiyle birlikte filizleniyor hassas kalbimde ama hakkını yemeyeyim, parça kütüphanesi geniş ve dijitalde olduğun için renk seçenekleri neredeyse sınırsız. tek sıkıntı dediğim gibi esnek parçalar. hortum, zincir gibi bileşenleri şekillendirmek hâlâ biraz çileli ama yeni güncelleme ile hallederler diye umut ediyorum. yoksa cidden elle bunu nasıl büküyorum kardeşim? dedirten can sıkıcı bir noktada kalıyor. ldcad kullanıp burun kıvıranlar olabilir ve haksız da sayılmazlar.

gelelim render’a. studio’nun en büyük kozlarından biri açık ara. parçaları yerleştiriyorsun, sonra tek tıkla kaliteli bir render alıyorsun ve o an dünyada her şey biraz daha güzel oluyor. en azından birazcık... ama burada da küçük bir not düşmek lazım zira donanımınız güçlüyse şahane, değilse render sırasında fan sesiyle evdeki kedi panikle kaçıyor, öyle diyeyim. salondan uçak kalkıyor gibi bir his... bekleme süresi boyunca kahve molası zorunlu, hatta iki kahve önerilir. buna rağmen talimat oluşturma kısmı efsane. kendi modelinin adım adım yapım rehberini oluşturmak çocuk oyuncağı. bazı karmaşık modellerde sıralama kısmı sabır testi gibi hissettirse de, lego tasarımcılarının maaşlarını hak ettiklerini o anda anlıyorsun. en azından ben hepsini bağrıma basmak istiyorum bazen. sosyal yönü de var tabii. tasarımları paylaşmak eğlenceli ama keşfedilme algoritması hâlâ bok gibi çalışıyor gerçekten. ben ucube şeyler yaptığım için paylaşmıyorum ama içimde küçük bir tasarım gurusu var. olduğunu iddia ediyorum en azından.

belki bir gün detaylı bir kullanım kılavuzu yazarım bricklink studio için ama o şanlı gün bugün değil çünkü şu an kırk derece ateşim var ve memleket derdi ağzıma tükürdü. o yüzden şimdi gelelim asıl meseleye: hibrit tasarımlar.

bu yazıda anlattığım -ve hâlâ yapım aşamasında olan- sopwith camel–f-22 raptor birleşimi model bu çabanın ne ilk ne de son kurbanı. sana da geleceğim bismarck... hibrit tasarımlarda önemli olan şey sadece estetik değil, daha inovatif yaklaşmak gerekiyor. yani aynı zamanda işlevsellik, orijinallik ve sadakat arasında doğru dengeyi kurmak lazım. tam da bu noktada parça seçiminin ustalığı devreye giriyor tabii. neyin nereden geldiğini, neden o şekilde yerleştirildiğini anlayarak hem teknik bir bütünlük, hem de duygusal bir bağ kurmak mümkün. crimson mirage bu denemenin bir sonucu diyebiliriz aslında. aşk çocuğu dediğimiz cinsten, hehe. tam da bu yüzden her tuğlasında hem bir çağın izini hem bir başka çağın hayalini taşıyor ama sadece taşıyor yani, yoksa çok da çekici görünmüyor şimdilik. bir de bana böbrek sattıracak muhtemelen. böbreğimin yerinde olmasının tek sebebi genel boykot sahiden. tişikkirlir bişkinim.

bu sadece örnek, isteyen mekanik hibrit tasarımını bunu baz alarak yapabilir. şimdi, crimson mirage için her şey gövdeyle başladı diyebiliriz. sopwith camel’in kısa ama kalın silindirik yapısı ana temeli oluşturuyor ancak retro gövde, modern bir çizgi kazanmak adına f-22’nin keskin omurgasına benzeyecek şekilde yukarıdan düzleştirilmeliydi ki bu parça seçimi konusunda aslında kolaylık da sağladı. bu vesileyle altı biraz kavisli kaldı ama üst çizgi raptor’un dokusunu koruyarak orijinale bağlılık da yaratmış oldu. kokpit kısmı ise tamamen f-22 zaten. zira açılı ve tek kişilik cam kubbe böyle çağ farkına sahip tasarımlarda güzel bir geçiş bölümü işlevi görüyor. aslanım benim. neyse, alt gövdeyle üst kokpit arasında geçişi sağlayan ara bloklar hem estetik bir köprü işlevi görüyor hem de yapısal bir destek ünitesi oldu da denilebilir. bunun için yaratıcılık kullanın, öze sadık kalma derdine düşülmez burada.

gövdenin ön kısmı pervane için geniş bırakılmalıydı bu tasarım özelinde çünkü retro karakteri korumak adına camel’in burun yapısı hem modele entegre etmek için daha zahmetsiz -yok ya, düşününce raptor daha zahmetsiz olurmuş- ve estetik hem de metalik plakaları biraz bastırıyor dokusu itibari ile. pervanenin hemen arkasındaki radar izlenimi veren plakalardan bahsediyorum. renk geçişlerinde patchwork değil, zarif bir geçiş daha makul olur ki iki tasarımın rengini mi dengelersiniz yoksa yeni bir renk paleti mi oluşturursunuz bilemem onu. gelelim işin en büyülü kısmına. gövde iskeleti tamamlandıktan sonra parça sayısı hızla yükselmeye başlıyor öncelikle. raptor’dan esinle kenarlara eğim kazandırılıp yan kaplamalar da camel’in kaburga iskelet hissini vermesi için daha çıkıntılı yapılabilir/yapılmalı/ yapsam güzel olur. arka kokpit hizasında radar yuvası benzeri boşluklar bırakıldığı zaman gövdenin genel formu artık daha uzun ve daha tok hâle gelmiş oluyor ki bu tam istediğimiz dengeli tasarım.

kanat yapısında camel’in çift katmanlı -biplane- sistemini öze uygunluk açısından yine daha imza bir seçim ki güncellenerek -üst kanat, f-22’ye selam duracak şekilde delta formunda geniş ve hafif eğimli hâlde. alt kanat ise camel’a sadık kalınarak daha kısa ve düz- kanat uçlarına hem yapısal, hem de estetik küçük bloklar eklenmesiyle daha kalifiye duruyor. iki kanat arasında strut destek direkleri adamı çiğ çiğ yer bu arada. kuyruk kısmına geldiğimizde işler iyice ilginç hâle geliyor tabii. camel’in dik rudder yüzeyi ve f-22’nin çift dikey stabilizatörleriyle birleşen bir yapı kurularak biraz toparlanabilir hâle geliyor. eğimi, açısı, simetrisi ve yüzey detayları dengeli dağıtılabilir iki tasarım arasında. söyle böyle, blabla. yoruldum açıkçası. tasarım sürecinde yapay zekadan yardım alabilirsiniz bu arada. aşamalandırarak uygun öneri veriyor.

sevgiyle, bir şeyle neyse artık onunla kalın çünkü yoruldum. elminster the blabla keyifli okumalar diler.

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
devamını gör...

lettres sur la religion essentielle a l'homme

cenevreli yazar ve çevirmen marie huber'in ilk defa 1738 yılında görücüye çıkmış olan fevkalade eseri. lettres sur la religion essentielle à l’homme, xviii. yüzyılın teistik rasyonalizmi ve dogmatik din anlayışı arasındaki gerilim hattında konumlandığından mütevellit, aydınlanma çağı felsefesinin özgün bir yorumu olarak değerlendirilebilir. ilk baskısı 1738'de yayımlanıp daha sonra huber'in ölümüyle birlikte 1756'da gözden geçirilmiş versiyonuyla tekrar gün yüzüne çıkmıştır. niyetim, eserin 1756 tarihli baskısı ile 1738-1739 nüshasını birlikte incelemekti ancak şu an bu bariz ihtilâfı derleyebilecek sabırdan bir miktar yoksun olduğum kanaatindeyim. yakın bir gelecekte tanımı güncellemeyi umuyorum.

ancak 1756 nüshası için genel bir çerçeve çizecek olursak eğer; huber, insanın akıl ve doğa yasalarıyla ulaşabileceği bir hakikat anlayışını merkeze koyarak, dinin özsel -religion essentielle- ve ikincil -religion accessoire- yönleri arasında net bir epistemolojik ayrım yapma amacı güdüyor diyebiliriz. insan için özsel din ve yalnızca ikincil, ritüelist ve tarihsel bağlamdaki din kavramı dönem için yeni bir anlayış değilse de özellikle hristiyanlık dünyasında kendisine yer bulamayan kadın teologların sahneye çıkışına dair kısmen öncül kabul edilebilmesi hasebiyle huber'in bu kavramları titizlikle derinleştirmesi kıymetlidir.

detaylandıracak olursak eğer; huber'in eserindeki temel hareket noktası, evrensel akıl ve ahlaki sezgiye dayanan epistemolojik bir özerklik anlayışı olarak kabul görebilir. ona göre din, tarihsel dogmaların veya kutsal metinlerin baskısından bağımsız, yalnızca insanın doğuştan gelen akıl yetisi ile kurulmalıdır. yani daha sade bir biçimde ifade etmek gerekirse huber'in tanımına göre bir inanç sisteminin asli ve zorunlu bir yönü olması için evrensel akıl yasalarına, doğa felsefesine ve ahlaki sezgiye dayanması gerekiyor. bu bir bakıma doğru bir ifade kabul edilebilir zira dogmalar, kutsal metinler ve kilise otoritesi gibi unsurlar, dinin özsel yapısına değil, tarihsel-sosyolojik dönüşümlerine işaret eder daha çok. tarih boyunca -ki bunu en rahat biçimde irlandanın hristiyanlaşma sürecinde takip etmek mümkün olacaktır- bunun istisnasız bir şekilde çalıştığı su götürmez bir gerçek.

bu perspektif, immanuel kant’ın daha sonraki dönemde geliştireceği ahlaki din anlayışıyla görünürde paralellik taşısa da, kant’ın ahlaki yasaları tanrı’nın varlığını epistemolojik bir gereklilik olarak gösterirken, huber’de tanrı’nın varlığı zaten akıl yoluyla bilinebilen ve dolayısıyla herhangi bir vahye ihtiyaç duymayan bir hakikattir. burada kantçı felsefeyle kıyaslamanın anakronik kalacağını düşündüğüm için belirtmeme taraftarıydım ancak daha anlaşılabilir olması açısından not düştüm.


bu bağlamda da eseri, deizm, naturalizm, etik sekülerizm -bu abartılı bir ifade olmakla birlikte akademik camiada zaman zaman bu çizgiye kaydığı iddiasında bulunulduğunu not düşmek gerekir- ve aydınlanmacı -bunu birazdan yarı yarıya yanlışlayarak açıklayacağımı belirtmeliyim- epistemoloji açısından kritik bir analiz içerdiğini de göz önünde bulundurarak okumak mümkündür. belki biraz daha karşılaştırmalı biçimde ilerlemek konfor alanı sağlayabilir diye düşünerek okumayı biraz farklı bir çizgiye kaydıracağım; huber’in eleştirileri, özellikle descartesçi* kartezyen epistemoloji, john locke’un ampirizmi, baruch spinoza’nın panteizmi ve voltaire’in seküler rasyonalizmi ile kısmen paralellik gösteriyor ancak buradaki kısmen ifadesini açmak da gerekiyor zira bu biraz anakronik bir yaklaşım olmasının yanı sıra paralellikler kadar zıtlıklar da içeriyor. yine de yüzeysel bir değerlendirme ile şunu söyleyebilirim; huber, klasik bir deist olmakla birlikte -bu dahi zaman zaman tartışmaya açıktır- tam anlamıyla bir seküler rasyonalist veya panteist kabul edilemez esasen çünkü dinin rasyonel temellere dayanması gerektiğini savunsa da, tanrı’nın varlığını ve ahlaki düzenin bir kaynağı olduğunu kabul eder. spinoza’nın deus sive natura anlayışı doğa ile tanrı’nın özdeşliği fikrine dayanıyorken huber, tanrı’yı aşkın bir varlık olarak gördüğü için temelde benzerlik göstermesinden mütevellit birlikte okunması mümkün olsa da bu sadece kısmi bir bağdaştırma zemini hazırlar. voltaire ise huber'in bireysel inancın rasyonel temeller üzerine inşa edilmesi gerektiği savunusundan ziyade eleştirisini çoğunlukla kilise otoritesine karşı yönlendirmesinden ötürü yine aynı potada erise dahi aynı dokuya sahip olmayan bir düşünce sistemi olduğu aşikardır.

şimdi temelini oturttuğuma inandığıma göre biraz açmaya başlayabilirim sanıyorum detayları. konu içinde verdiğim referansları da derinlemesine detaylandıracağım mutlaka.

bunun notunu düştüğüme göre, toparlayıcak olursak eğer; huber, vahyin epistemik otoritesine yönelik eleştirilerinde locke’un hoşgörü anlayışı ve voltaire’in kilise karşıtı duruşuyla paralel tezler geliştiriyor olsa da onun yaklaşımında, locke gibi vahyin zorla dayatılmasına karşı çıkmaktan çok daha köklü bir reddiye söz konusudur; huber'a göre vahiy ve dogmalar, tarihsel ve hermeneutik sorunlar -kutsal metinler tarihsel bağlama göre şekillendiğinden, her çağda farklı yorumlara açıktır. dolayısıyla vahyin epistemolojik kesinliği şüphelidir- barındırdıklarından dolayı doğrudan epistemolojik olarak kusurludur. bu bağlamda çoğulculuk problemi üzerine yoğunlaşmak yerine, tüm vahiylerin rasyonel olarak yetersizliğini ve insan yapımı olduğunu ortaya koyma amacı güder. üstelik çelişkili teolojik öğretiler de bir sorun teşkil eder zira her din kendi vahyini mutlak doğru kabul eder ancak bu durum, pluralizm sorununu ortaya çıkarır: eğer birden fazla "mutlak" vahiy varsa, bunlardan hangisi gerçektir? eser boyunca irdelenen esas sorulardan biri de budur.

eserin önemli bir diğer noktası da dinin toplumsal düzen içindeki konumu ve kurumsal tahakküm biçimlerine yönelik eleştirisidir kuşkusuz. huber, dini kurumların bireysel vicdan ve akıl özgürlüğünü sınırladığını, özellikle kadınların konumunu zayıflatan bir erkek egemenliği kurduğunu savunur. ancak bu görüşü doğrudan modern feminist epistemoloji bağlamında değerlendirmek yine oldukça anakronik olacaktır. huber’in vurgusu, kadınların dinsel tartışmalara katılımını teşvik etmekle birlikte, feminist teoloji gibi çağdaş bir çerçeveden ziyade, daha genel anlamda bireysel özgürlükçü bir duruşla sınırlı kalıyor ne yazık ki ancak ufak bir adım, yine de bir adımdır.

elbette eser bağlamında huber’in düşünce sistemini biraz daha açarsak eğer, huber, natural theology* perspektifinden hareketle, ilahi hakikatlerin ancak doğa yasaları ve insan aklı üzerinden kavranabileceğini savunusunu pekiştirdiği için eser bağlamında doğal dört temele dayandırılabilir olacaktır. biraz derinleştirelim bunu. ilki epistemolojik otonomi denilebilir şüphesiz ki bunu dini hakikatlerin kutsal metinlere değil, insanın doğuştan sahip olduğu akıl ve sezgisel kavrayışa dayanması olarak okuyabiliriz. ikincil sacayağı aslında bu bağlamda epistemolojik otonominin devamı kabul edilebilecek olan ahlaki rasyonalizm ki kavramı biraz genişletirsek eğer; etik doğruların kaynağı, ilahi emirler değil, evrensel akıl yasalarıdır -lex naturalis- diyerek basit bir tanım geliştirebiliriz. inancın zorunlu dogmalarla değil, insanın akıl yürütme yetisiyle şekillenir olması fikri üçüncü sacayağı olan dogmalara karşı eleştirel pozisyon'u oluştururken dördüncü temel ise vahyin gereksizliği olacaktır ki ona da: "eğer tanrı insanı akıl sahibi olarak yaratmışsa, ona ulaşmak için kutsal metinlere gerek yoktur; doğa ve sağduyu yeterlidir," diyerek açıklık getirebiliriz sanıyorum.


elbette adalet, ilahi ceza ve özgürlük problemi de eserin bel kemiğini oluşturuyor. bu bağlamda huber’in en çarpıcı tartışmalarından biri, teodise problemine yönelttiği eleştiriler. eğer tanrı mutlak adil ise, neden dünyada kötülük ve adaletsizlik hâkimdir sorusunu sorarak kuyuya küçük bir taş atmaktan geri durmuyor ve burada iki temel argüman geliştiriyor. bu argümanları teolojik determinizm eleştirisi ve ilahi adalet ile dünyevi adalet çatışması olarak konumlandırabiliriz.

bu noktada da huber'in gottfried wilhelm leibniz'in teodise anlayışıyla doğrudan çelişerek spinozacı bir determinist-ateistik perspektife yaklaştığı iddiası mevcut elbette fakat ben o kadar iyimser değilim.

huber'in teodise konusunda leibniz’in iyimser determinizmine karşı geliştirdiği eleştiriler tarihsel bağlamda kısmen önemlidir elbette, buna itiraz edemem çünkü eser ilahi adalet fikrini sorgularken leibniz’in 'en iyi mümkün dünya' fikrine güçlü bir itiraz da getiriyor fakat tam da bu sebeple spinoza’nın katı determinizmine yakın durduğu şeklindeki değerlendirme yanlışlanabilir hâle gelir zira spinoza’daki deterministik doğa-tanrı özdeşliğine -deus sive natura- karşın huber, aşkın bir tanrı kavramını savunur ve özgür iradenin imkanını dışlamaz; onun sorgulaması, daha ziyade kötülük sorununun mantıksal tutarsızlığı ve dini yorumların çelişkilerine yöneliktir. yine de deus sive natura konseptine yaklaşan bir ontolojik çerçeve sunduğu icin yakınsak olduğunu kabul etmem de gerekir mutlaka.

sonuç olarak marie huber, aydınlanma felsefesinin özgün bir bileşimi olarak dogmatik vahyin otoritesini reddeden, ancak seküler ateizm veya modern feminist teoloji gibi kavramlara doğrudan eklemlenemeyen, daha ziyade deist ve rasyonalist bir din anlayışı ortaya koyar eserde. epistemolojik özgürlük, etik rasyonalizm ve dini tahakküm karşıtı tutumuyla da dönemin felsefi söylemlerinin önemli kavşak noktalarından biri olsa da, kantçı ahlaki epistemoloji, spinozacı determinizm veya voltairist sekülerizm gibi kategorilere birebir indirgenemez. eserin merkezindeki esas vurgu, akıl ve doğanın yasalarıyla temellendirilen, insanın bireysel ve ontolojik gelişimine hizmet eden bir din anlayışıdır. bu yönüyle eser, mutlak anlamda bir özgürlük manifestosu olarak okunabilir; fakat modern sekülerizmin ve çoğulculuğun sınırlarını aşırı yorumlayarak genişletmek yerine, tarihsel bağlamına sadık kalınarak değerlendirilmesi gerekiyor ki sınırlı sayıda inceleme olmasına karşın akademik otoriteler bu konuda fazla pervasız ve hatalı çıkarımlarda bulunuyor ne yazık ki.

birkaç alıntı bırakarak tanımı sonlandırma niyetindeyim ancak şunu belirtmem gerekiyor; fransızca olan orijinal metinleri elle girmek durumunda kaldığım için eksik yahut yanlış olan yerler mevcut olabilir. ek olarak çevirileri üstünden geçecek kadar dikkatli yapmadığımı belirtmem gerekli bir dürüstlük olacaktır.

ihtimal ki bhaal'ın karnından doğmuş, engerek dilli elminster the sacred skeptic keyifli okumalar diler!


"qu'ils nomment punitions, n'en soient qu'une suite inévitable: la comparaison tombe; & les conséquences qu'on en a voulu tirer tombent en même tems.

une idée aussi petite, aussi bornée du souverain etre, ne pouvoit aboutir qu'à de fausses conséquences: ces conséquences influent sur les jugemens & sur la conduite des hommes, bien plus qu'on ne se le figure: cette idée de justice aboutit à leur faire conclure tacitement, qu'ils peuvent se dispenser d'être justes. car si la justice est en dieu quelque chose d'arbitraire, s'il est vrai qu'il puisse s'en départir en faisant des graces à qui il lui plaît, chacun peut se flatter d'être de ce nombre. et si dieu n'a pour cela qu'à consulter la clémence, une clémence qui n'a point de bornes, à qui des hommes pourroit-il refuser ce qui ne lui coûte que de le vouloir?" s. 58

pek isabetli yapamasam da türkçe çevirisi:

"onların ceza diye tesmiye ettikleri şeylerin sadece kaçınılmaz bir netice olduğu anlaşıldığında, ortaya atılan kıyas bâtıl olur; bundan çıkarılmak istenen netayic de aynı anda düşer.

tanrıya dair böylesine dar ve kısıtlı bir fikir, ancak batıl sonuçlara götürebilir: bu sonuçlar, insanların hükümlerini ve davranışlarını, tahayyül edilenden çok daha fazla etkileyecektir. bu tür bir adalet anlayışı, insanları şu sonuca götürür ki, adil davranma yükümlülüğünden muaf olduklarına inanırlar. zira eğer adalet, tanrı'da keyfi bir şey ise; tanrı, dilediği kişiye lütuflarda bulunarak bundan sapabiliyorsa, herkes kendisini bu husûsi inayete mazhar olanlar arasında addetmeye başlar. eğer tanrı'nın başvuracağı şey yalnızca merhametse, üstelik sınırsız bir merhametse, o zaman tanrı'nın insanlara, kendisine sadece isteme zahmetine mal olacak şeyi vermekten imtina etmesi mümkün olabilir mi?"
s.58



"ıl est à remarquer que le loisir des uns n'est procuré que par le travail des autres; c'est qui fait que ceux-ci en sont chargés jusqu'à l'excès. dans le tems que le travail étoit partagé, il n'avoit rien que de modéré; les laboureurs étoient philosophes, & les philosophes n'avoient point de honte d'être laboureurs. un travail modéré laisse à l'esprit toute la liberté dont il a besoin, & tire l'homme d'un engourdissement, ou d'une disposition sensuelle, effet d'un trop grand loisir." s.124


türkçe çevirisi:

"şunu ifade etmek gerekir ki, bazılarının serbest zamanı, ancak diğerlerinin sa'yi sayesinde mümkün olur; bundan dolayı kimileri aşırı yük altında kalır. eskiden emek paylaşıldığında, bu durum çok daha ölçülüydü; çiftçiler filozof olurdu ve filozoflar da çiftçi olmaktan hicab duymazdı. itidalli bir çalışma, zihne ihtiyaç duyduğu hürriyeti sağlayabilir ve bu, insanı aşırı bir boşluğun neden olduğu rehavet yahut şehvet düşkünlüğünden kurtarır." s. 124
devamını gör...

stüdyo ghibli tarzı normal sözlük yazarları

bir çizer olarak beni derinden yaralayan hede. şahsıma yönelik bir takım asılsız söylentilerden dolayı bir miktar incinmiş hissediyorum. beni, "that's my secret, el. i'm always angry," diye bağırıp new york'u talan ettiğiniz videoları basına servis etmek zorunda bırakmayınız. gerçi sonucunda ilk avengers filminde hulk tarafından ısparta halısı gibi yere vurulan loki gibi kalmak istemiyorum, o yüzden videolar kasada kalmaya devam edecek. şimdilik... mesajını aldım, bubbles kardeşim, daha iyi bir sözlük için ben de hayır diyorum!

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

gündem bonusu:
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
(en yakın mafya dizisine transferimi istiyorum.)
devamını gör...

normal sözlük

açıkçası fiziksel ve mental olarak tükendiğim için son zamanlarda pek göz gezdiremediğim platform. gündem beni bir insan olarak hepimize karşı hayal kırıklığına uğrattı ve tüketti. böyle zamanlar, dünyayı gördüğümüz merceğin üzerinde yeni çatlaklar açıyor ve dünyaya kırık bir camın ardından bakmak tüm gerçekliği basitçe eğip bükerek en keskin fikirleri, idealleri ve arzuları dahi çarpıtabiliyor.

yine de tüm bu karmaşanın içinde hâlâ kesinliğinden şüphe duymadığım bir şey var; ahval ve şerait ne denli vahim olursa olsun umutsuzluğa düşmek kadar feci bir hâl yoktur. aramızda genç yazarlar var muhakkak. bunları öğüt verme gayesiyle söylemeyeceğim çünkü inanın bende bir başkasına akıl veremeyecek kadar kusur ve hata var kuşkusuz. bunları yalnızca gördükleriniz ve okuduklarınız gardınızı kolayca indiremeyesin diye söylüyorum çünkü insanın insana maruz kaldığı her mecra gibi bu mecrada da benzer olumsuzluklar yaşayacaksınız mutlaka.

bazen bazı şeyler okuyacaksınız, özellikle kitlelerin bu denli kutuplaştığı haberlerin altında göreceksiniz böyle söylemleri, yorumları ve biraz lafta da olsa insanları. bu insanlar sizi korkutacak, kışkırtacak, sindirecek ya da kontrolsüz bir öfkeye kapılmanıza sebep olacak. haksız değilsiniz; öfkenizde de korkunuzda da. bunu yazan insanların gerçek olamayacağını düşüneceksiniz mutlaka; bu fikirleri ne vicdanınız ne dimağınız almayacak belki ama bazı zamanlar gerçek göründüğü gibidir. ne azı ne de fazlası. yine de bu söylemler umudunuzu kırmasın. insan ilk önce kendisini deneyimler, bu yüzden istemsizce ortalama olarak kendimizi almaya meyilliyizdir erken yaşlarda. ondan dolayı sokakta, işte, okulda; günlük hayatın mutlaka bir yerinde böyle bir insanla yan yana gelmiş olma fikri uçuk gelebilir bazı zamanlar bize.

yine de unutmamak gerekir, bu gibi insanlarla aranızdaki fark; insanca yaşayabilme gayesidir. bakınca çok tanıdık bir portre çıkar önünüze; böyle kimseler eşkıyadır aslında. yağmacı olmak zorundadır çünkü kendi gayretiyle alabileceği tek bir güzel şey yoktur dünyadan. senin, benim, onun gibi; bizim sıradan insanımız gibi hayalleri yoktur onun. ancak zorla, baskıyla ve dikte ederek alabilecektir istediğini zira insanca yaşayarak bunlara ulaşabilme kapasitesi kısıtlıdır. yetersizliğini şiddetle bastırabilir ya da bastırdığı sanrısına kapılır. o yüzden de radikaldir aslında. ahlaki değerleri kendincedir ve etiği de alıp ona indirger çünkü başka türlü var olamayacaktır düzenin içinde. hukuk ona ve çıkar çatışması yoksa eğer kendisi gibi olana kadar vardır ancak. adaletin her olgunun ve kavramın üstünde olduğu gerçeği deli saçmasıdır onun için. kendi perspektifine hapsolmuştur çünkü başka bir perspektiften bakabiliyor olsa da gördüğü tek şey kendi başarısızlığı olacaktır. bir insan olarak bile yitip gidememiştir zira onun zihninde başından beri parçalanabilecek bir yapı inşa edilmemiştir hiç. içinde yaşadığı sistemin dinamiğini algılamaz. kabile mantığıdır onun kafasındaki. her güzel fikrine, hayaline, umuduna düşmandır çünkü o buna asla sahip olamayacaktır.


böyle söylüyorum ama bu seni yıldırmasın. bir insanın yapabileceği en onurlu eylemdir adaletsizlik karşısında boyun eğmemek. işte böyle insanlar söylemleriyle seni sindirmeye çalıştığında bilmen gereken tek şey bu. hiçbir partiye, fikre, ideolojiye bağlı kalmak zorunda değilsin. partiler çizgilerinden kayar, fikirler kimi durumlarda işlevini yitirir, ideolojiler ise teoride ne satarsa satsın pratikte çuvallayabilir. insani çıtanı koyacak olan sensin. bir insan olarak kendin ve sevdiklerin için olmayı umduğun kişiyi ancak böyle inşa edebilirsin. her zaman mükemmel olamayacaksın, her eylemin en doğrusu ya da en iyisi olmayacak ve bazı zamanlar gelecek ki iki yanlış arasından daha az yanlış olanı seçmek zorunda kalacaksın. bunun bir önemi yok, insansın sen. yenik düşmekten, hata yapmaktan, korku duymaktan çekinmene gerek yok. böyle var oluyoruz. sen kendi pusulanı doğru yöne çevirdiğin müddetçe kendi içindeki kuşku ve dışarıdaki yağmacılardan gelen baskı seni sindiremeyecektir zaten.

oku, okuman lazım. romanlardan, ağır felsefe kitaplarından, gösterişli edebi eserlerden bahsetmiyorum sana. öyle zamanlar var ki okuduğun tek bir sayfa bile çekip çıkaramayacak seni oradan. toplumsal analizler, o canım aydınların canım fikirleri toz olup gidiverecek gözünün önünden çünkü yaşam mücadelesi karşısında hiçbir sabit düşüncenin ne kadar rasyonel olursa olsun hayatın gerçekliği karşısında şansı yoktur. onlar kendine rehber edinebileceğin yolun tuğlalarıdır ancak, kendisi değil. o yüzden oku derken bahsettiğim çok daha basit bir şey. oku, haklarını öğren. bir vatandaş olarak haklarını bil. bilmek zorundasın çünkü bilmediğinde onları senden çok daha kolay bir biçimde çekip alacaklar ve alınan hiçbir hak nezaketle geri verilmedi. tarih sayfalar boyunca bunu yazar ve tekerrür edeceğine hiç şüphe yok. uygar ülkelerin kaygıları değil bizimkisi. ne yazık ki değil. tüm kalbimle hepimiz için daha aydınlık bir gelecek tasavvur ediyor olsam dahi bunun pek az şeyi değiştirdiğini biliyorum.

umudun kırılmasın. gördüğün, okuduğun, deneyimlediğin şeyler seni yorabilir ve yorulmak da hakkın ama yeter ki umutsuzluğa kapılma. onu kaybedersen, her şeyi kaybedersin. bunu elinden alabilirse seni tamamen sindirirler. yalnızca korkuyla değil, tükenmişlikle sindirirler ve böylesi en fenasıdır çünkü korku gün gelir ufak bir kıvılcımla saman alevi gibi öfkeye dönüşebilir ancak umutsuzluk gün geçtikçe yalnızca kendi kendisini doğuracaktır.

unutma, bir insan olarak pusulan sensin. olabildiğince özgür ol, eğer bir kıymeti harbiyesi varsa en içten dileğim budur.
devamını gör...

polise asit atılması

protestolar sırasında yaşanmış olan vahim olaylardan biridir. başlık sahibine birazdan geleceğim ama önce şu konuda fikrimi biraz açayım. gezi sırasında bu gibi provokatörler sebebiyle medya üzerinden çok ciddi manipülasyonlar döndüğü için pek yabancı bir görüntü değil. kimin sebep olduğunu bilmeden sansasyonel bir yorumda bulunmak saçma ve etik dışı olduğu için pek işin o boyutuna girmeyeceğim. böyle bir saldırının savunulabilecek bir yanı yoktur.

bilinçli olarak seçilmiş bir memuriyeti kutsal saymıyorum; yazılı olmadığı müddetçe belirli emirleri yerine getirme zorunlulukları olmadığı da aşikar ancak bu demek değil ki olaylar karşılıklı kıyıma dönsün. hele ki her iki taraf da aynı vatanın insanlarıysa. ancak kolluk kuvvetleri orantısız güç kullanarak vatandaşları anayasal haklarını kullanmaktan alıkoyuyorsa buna tek bir perspektiften bakılamaz. umuyorum süreç boyunca gerçekten amacı ve niyeti iyi olan insanlar zarar görmez ancak ne yazık ki üzülerek de olsa bu temennimin gerçek olamayacak kadar ütopik olduğunun farkındayım. keşke şartlar bu şekilde gelişmiş olmasaydı.

şimdi gelelim çuvaldıza. başlık sahibi yazarın girdilerine bakınca hiç öyle orantısız şiddetle falan derdinin olmadığı gayet açık. çıplak arama iddiaları -sizin için hukuken bir geçerliliği olmasının önemi yok gibi tanımlarınıza bakınca, iddia olması yeterli- yerlerde sürüklenip dört beş kişilik gruplar tarafından dövülen öğrenciler; türk tabipler birliği tarafından alenen kimyasal silah olarak adlandırılan biber gazıyla zehirlenen gençler, tomalarla eksi derecelerde saatlerce -ki direkt üstlerine tazyikli su sıkılması yasak olmasına rağmen- ıslatılan vatandaşlar ve plastik mermi yüzünden ağır yaralanan insanlar hakkında hiç öyle tepkinizi görememişiz. merhametinizden mahrum bırakmışsınız bizi. %40 görme kaybı yaşayan gözümü ne yapsak acaba? pansuman yapacak mısınız bana? birkaç iyi dileğiniz de mi yok? yok tabii zira sizin fikriniz yok. sizin sadece sevdiğiniz ve sevmediğiniz şeyler var. vicdan ve akıl aynı anda noksanlık gösteriyorsa pek bayağı, pek katlanılmaz bir şeydir. insanlara ahlak satmak yerine eksiklerinizi gideriniz. birini halletseniz belki diğeri çok da göze batmaz. bir de, elbette fikrinizi ifade etmekte özgürsünüz. anayasal haklarını insanlara sanki kendi verdiğiniz bir lütufmuş gibi sunan üslubunuzla konuşmak istemem tabii ama kimseye ahlak satacak konumda olmadığınız aşikar. yalnız söylemeden edemeyeceğim, hukuk bilmiyorsunuz o sebeple bu konularda çok fikir beyan etmeyin, sizin için değil kendim için söylüyorum zira cehaletiniz beni biraz yordu. omurga güzel şey, herkese lazım olur.
devamını gör...

21 mart 2025 ülke genelinde protestolar

gezide düştüğüm zaman üzerime daha fazla tazyikli su gelmesin diye kucağında çocukla önümde duran bir kadın vardı. suratındaki ifadeyi bugün bile unutmadım. dün en fazla kırk kiloluk gencecik bir kız çocuğu kolumdan tutup deli gücüyle çekti beni kapsül üstümüze gelmesin diye. korkudan, soğuktan, nefes alamamaktan titreyen bir avuç yirmi yaşlarında çocuk bunlar. çocuk katillerine sayın diye hitap edilip açık mektubu okutulurken, anayasal hakkını kullanan gençlerimize“terörist” diyorlar. bizim gençlerimiz bunlar. bizim çocuklarımız.

o kadar kalabalığın içinde gözüne sıkmak için bir limonu kesecek bıçak bile bulamayan bir avuç genç... bunlar mı terörist?

buz gibi havada birbirine sarılarak donmaktan kurtulmaya çalışan, üstü başı sırılsıklam olmuş bir grup üniversite öğrencisi sadece. en az senin benim kadar kaybedecek şeyleri var, hatta belki daha fazla.

olayı kişi ya da parti bazında tartışanlara kulak vermeyin. bu protestonun özünü unutturuyorlar. bunun kriminalize edilmesine izin vermeyin. bir avuç çocuktan ödleri kopuyor. bu ne kişi ne parti ne de ideoloji meselesidir. üç kişiden ne olur demeyin, en azından kişi başına düşen plastik mermi sayısı azalıyor. bu vatan bizim, arkadaşlar. bu çocuklar bizim geleceğimiz.
devamını gör...

bizimle çalışmak istemiyorsun demek

bir bertolt brecht şiiri. ben de bozgunlarımız azlığımızın kanıtıdır şiirinden bir dize ekleyeyim zira şiirde sözü geçen umudunu yitirmiş olanların ektiğinden biçtiğimiz budur. ışıl ışıl gözlerinizden öpüyorum, çocuklar.

ve seyirci kalanlardan beklediğimiz
en azından utanç duymalarıdır!

devamını gör...

öpülen çocuğun yanağını silmesi

gücendirecek bir eylem değildir. kardeşiniz, kuzeniniz, yeğeniniz de olsa fark etmez; çocuklara temasta bulunmadan önce bunu yapıp yapamayacağınızı mutlaka sormanız gerekir. onlar bizim küçük oyuncak bebeklerimiz değil. zihinsel bir inşa süreci içindeler ve eğer bundan hoşlanmıyorlarsa birilerinin onlara temas etmemesi gerektiğini öğrenmeleri ve sınırlarını korumayı refleksif olarak da olsa anlayabilmeleri gerekiyor. niyetiniz kötü olmayabilir, sadece sevgi gösterisinde bulunmak istiyor olabilirsiniz ancak karşınızdakinin çocuk olması bu zorunlu temastan hoşlanmaya açık olduğu yahut buna maruz kalmak zorunda olduğu anlamına gelmiyor.

yalnızca temas da değil, herhangi bir gıdaya alerjik bir reaksiyon verip vermeyeceğini bilmediğiniz hiçbir çocuğa ebeveynine danışmadan bir şey vermeye de çalışmayın mümkünse. evinizde kalıyorsa gerekirse ailesini arayıp bir yiyeceğe alerjisi olup olmadığını sorun. bazen çocuklar hele ki sevdiği bir şey sebebiyle sağlık sorunu yaşıyorsa böyle şeyleri söylememeye meyillidir. yetişkin olan sizsiniz, çocuklardan daha sorumlu hareket etme zorunluluğu size ait.
devamını gör...

frp diyalogları

atlara fısıldayan mezar soyguncusu -tanrıya şükürler olsun bu defa sadece yağmaladı- rogue: buyucu

tek bir kayda değer ahlaki ve estetik kaygı gütmeyen -gobline de değildir be!- umutsuz aşık barbar: bubbles of death

savras'dan üç gece önce doğmuş -seni sevmiyorum ve sana laflar hazırladım- non-iq ranger: progresif rock bölge imamı

ve ao'nun cezası -sen de benim hatalarımdan birisin, sen en büyük günahların bedelisin- dm: yakılasıca elminster the wise (help)
lomp gururla sunar...

parti sürpriz yedikleri bir baskından kan revan içinde kurtulmayı başarmış, üstüne bir de skragg isimli çelimsiz, yarım akıllı bir goblini esir almayı son dakika akıl edebilmişlerdir. partinin cinsel yönelimi konusunda kafası karışık barbarı diğerleri şekerleme yaparken ayılıp duran goblini yumruklayarak bayıltmaya devam eder ve -goblini ayıltmak için kafasına baltayla vurmuşluğu da vardır- dm * çaresizce partiye aslında "iyi adam" olduklarını hatırlatma çabasına girişir ancak zaten konuşmaya hazır olan gariban goblini hançerle tehdit etmek, darth vader gibi boğazından tutup yerden yere vurmak ve bir takım psikolojik işkence yöntemleri ile "daha da" konuşkan hâle -ne olsun istiyorsunuz siz tam olarak lan?!- getiren ve istedikleri bilgiye ulaşan -ee zaten verecekti ya...- partide iyi kelimesinin bir karşılığı yoktur ve zaten başından beri hiç olmamıştır. -parti smeagol'dan hallice goblin aksanlı ingilizcemin üzerine suçu atarak yırtmaya çalışır ama yemezler-

atlara fısıldayan -nedenini sormayın bile-rogue, ao'nun kızıl cadı yılında bana yetiş ya mintiper moonsilver dedirtmiş edgelord ranger'ı arada bir dürtmekte; sanki yeterince işkence yapmamışlar gibi onu da bu caniliğe alet etmeye çalışmaktadır. -adam literally oyunun ortasında yorgunluktan uyudu kaldı... dm'lik kariyerim bitti resmen-

kaçırılan griffon şövalyesinin akıbetini öğrenmeye çalışan ekibin, "adamın adını söylediler mi sana?" sorusuna "yemek?" cevabını veren goblin de kendi kendisine hiç yardımcı olmamaktadır.

bunu duyunca 'aman ya şimdiye literally öğütmüşlerdir onu, gel köyümüze dönelim,' mentalitesine giren rogue da bu arada dosta korku düşmana güven sağlamaktadır. -düşünsene müttefikliği böyleyse düşmanlığı kim bilir nasıldır-

olaylar bir şekilde gelişir, progresif rock bölge imamı yorgunluktan sızıp kalınca gemiden atılır ve karakter kağıdına dm tarafından el konulmak suretiyle oyuna devam edilir. bir noktada maceracı mı yoksa ödlek tavuklar mı olacakları konusunda pek konsensüs sağlayamamış ekip, gariban goblini de yanlarına alarak iz peşine düşer. yolda tıfıl goblin ile iki metrelik goliath arasında tuhaf bir cinsel gerilim de meydana gelmiş -niye? yani gerçekten... niye?- ancak kalan parti üyeleri ve dm'in "kimse bunu izlemek istemiyor ve ben bunu tasvir edeceğime gözlerime mil saplarım daha iyi" minvalinde müdahaleleri ile son dakika engellenmiştir.

bir şekilde ufak çaplı bir mücadeleden sağ çıkan ekip mağara kompleksinin yanında (içeride muhtemelen ölmesine ramak kalmış bir müttefik can çekişirken) dolanıp durmakta, yarım saat savunma? -adam öldü içeride btw- planı yapmaya çalışmaktadır. benim kendime hayrım yok ekolünden gelme ranger'ın bulduğu izler neticesinde içeride en az bir bugbear olduğunu öğrenen ekip kendi içinde bir çatışmaya düşer. bugbear ırkının aslında kolu boyunda, zararsız bir böcek olduğuna bir şekilde ikna olmuş (crit fail kötü birisi) pasifist(!) barbarımız yarınlar yokmuş gibi saldırma taraftarıdır. gariban rogue o işin aslında öyle olmadığını anlatmak için barbarın ikisinin de ne dilde yazıldığını bilmediği eski günlüğünü elinden kapar ve kitaba vura vura bir misyoner edasında palavralar sıkarak anlatmaya girişir.

"bilmez misiniz ki ey ölümlüler..."

ancak sorun şu ki, okuduğuna ve içinde bugbearlar hakkında kati bilgiler olduğuna inandırmaya çalıştığı kitabı ters tuttuğu için düşük int barbarı bile ikna etmeyi başaramamış -ya abi o dil tersten şeyapılıyormuş aslında- parti saldıracağız/saldırmayacağız diye bağıra bağıra birbirine girmişken baskın basanındır diyen kabile tarafından delik deşik edilmek suretiyle bir güzel dayak yemişlerdir. (adamlar sıkıldı içeride beklemekten.)

sonrası bildiğiniz gibi...

"dm'im battleaxe ile kafasına bir tane geçirsem çivi gibi toprağa gömebilir miyim ben bu arkadaşı? yani bacağına kadar saplansa en azından?"

"dm'im cross-bolt ile bu dire wolf denen zımbırtıları yere sabitleyip aslanlı yol gibi şey yapabilir miyiz?"

"dm'im..."

ve sonra şöyle oldu demek isterdim:"asmodeus sizi yakıp kül etmeden saniyeler önce bu lanet dünyayı sizden kurtarmak için geldim diyor ve... roll for initiative, çocuklar." ama olmadı.

lütfen. biriniz. beni. kurtarın.
devamını gör...

de monarchia hispanica

campanella'nın monarşik hegemonya teorisi olarak okunabilecek eseri. eğer tommaso campanella ile benim gibi ilk kez apologia pro galileo sayesinde tanıştıysanız, onu bilimin özgürleşmesi için mücadele eden bir düşünür, rasyonel bir filozof, engizisyon’a karşı direnen bir entelektüel olarak tanımanız muhtemel aslında ancak eğer yolunuz civitas solis -güneş ülkesi- üzerinde kesiştiyse, campanella'nın fazlasıyla merkeziyetçi, bireyselliği yok sayan, katı hiyerarşik sistemleri yücelten bir ütopyacı olduğuna kanaat getirmek işten bile değil. o yüzden, de monarchia hispanica’yı okumadan önce campanella’nın hangi yüzüyle tanıştığınıza bağlı olarak beklentilerinizi ona göre şekillendirmeniz gerekebilir çünkü bu eserde campanella, bilimin savunucusu ve engizisyon mağduru o özgürlükçü fikir adamı olarak değil, ispanyol monarşisini ilahi bir düzenin merkezine yerleştiren ve katolik otoritenin mutlak egemenliğini savunan 'devlet aklı'nın bir teorisyeni olarak karşımıza çıkıyor.

eser özünde ispanyol monarşisinin siyasi meşruiyetini tanrı’nın iradesine dayandırarak evrensel bir imparatorluk modeli kurmaya çalışıyor ancak metnin yalnızca teolojik bir savunma olmadığını anlamak gerekiyor. campanella aynı zamanda realpolitik -biraz abartılı bir söylemle- bir analiz de sunuyor. ispanya'nın güçlü ve zayıf yönlerini değerlendirerek ve hatta monarşinin gelecekteki çöküşünü öngörerek birtakım reform önerilerinde bulunuyor ki bunların işlevselliği mutlaka tartışmaya açıktır ancak bu açıdan, metin hem idealist hem de pragmatik bir karakter taşıyor demek yanlış olmayacaktır.

campanella’nın temel varsayımı aslında bugün pek çok devlet otoritesi ile aynı sanrıyı paylaşarak -ki en azından ispanya'nın bu konudaki iddiası diğer devletlere nazaran daha makul bir çerçeveye oturacaktır, en azından tarihi kayıtlar bize bunu gösterir- ispanya’nın roma imparatorluğu’nun doğal varisi olduğu ve bu mirası bir adım ileriye taşıyarak tüm dünyayı katolik bir çatı altında birleştirmesi gerektiği üzerine biçimleniyor. bu noktada da bir açıdan augustinusçu tarih anlayışı devreye giriyor ki bu campanella için oldukça sıradışı kabul edilebilir ancak bunu şöyle özetleyebiliriz belki bu eser nezdinde: roma, dünyevi bir imparatorluktu; ispanya ise ilahi bir misyon taşıyan kutsal bir hegemonya kurmalıdır. papalık, bu sürecin ruhani otoritesi olarak kalmalı, ancak fiili yönetim ispanya’nın ellerinde olmalıdır. dünya üzerindeki tüm siyasi oluşumlar, katolikliğin evrensel egemenliği altına girmelidir.


belki bir açıdan campanella’nın ütopik düşüncelerinin realist bir boyut kazandığını görmek de mümkün. campanella yalnızca bir din adamı gibi konuşmuyor; aynı zamanda siyaset biliminin temel mekanizmalarını da analiz eden bir teorisyen misyonu da üstlenmiş vaziyette. yine de campanella ispanya’nın mutlak güç sahibi olduğunu iddia etse de bu gücün kalıcı olması için reformlara ihtiyaç duyduğunu da fark edererek buna göre bir yol haritası çizme gayretine düşüyor ki bu bir bakıma eserin bel kemiği sayılabilir esasen. dönemin ispanyasını elbette campanella kadar iyi analiz edemem fakat sömürgelerden gelen devasa zenginliğin ekonomik gücü arttırmış olduğuna şüphe yok ancak merkeziyetçiliğin şiddetlenmesi ve verimsiz yönetimden ötürü bu gücün sürdürülebilirliğinin tehdit altında olduğu bir bakıma campanella'nın da öngörüsünde olduğu gibi gayet aşikar. üstelik açık ki monarşinin bürokratik mekanizmaları hantallaşmış, yerel yönetimler verimsiz hale gelmiş durumdaydı ki bu zaten bu eserin yazılış sebebidir. campanella, ispanya’nın genişlemesini sürdürmek için yalnızca askeri güce değil, ekonomik ve idari reformlara da ihtiyaç duyduğunu belirtiyor. eserde avrupa’daki diğer devletlerin ispanyol hegemonyası için nasıl bir tehdit oluşturduğunu detaylı şekilde ele alınıyor ki bunların çok doğru ve stratejik okumalar olmadığı kanaatindeyim. osmanlı imparatorluğu, campanella’ya göre hristiyan dünyasının varoluşsal düşmanıdır ki haklı bir önerme olsa dahi vakti zamanında kendi elleriyle bir isyan hazırlığında osmanlıya sığınma gayretini bilince biraz ucuz bir değerlendirme gibi hissettirdi bana okurken. ki ispanya’nın bu tehditlere karşı tek başına mücadele edemeyeceğini, birleşik bir katolik bloğunun oluşturulması gerektiğini savunusu yine bir açıdan doğrudur ancak tarih bize bunun ispanya’nın kontrol edebileceği bir süreç olmadığını da gösterdi zira ne fransa, ne ingiltere, ne de papalık, ispanyol monarşisinin bu kadar büyük bir güce sahip olmasına asla izin vermedi. campanella’nın fikirleri idealist bir monarşi vizyonu mu, yoksa dönemin ispanyol yöneticilerine sunduğu bir kurtuluş reçetesi mi kestirmek zor. yine de açıkça söyleyebilirim ki teolojik açıdan campanella’nın evrensel monarşi fikri saf bir ilahi düzen tahayyülünden öteye geçmesi oldukça zor bir hayaldi ve öyle de oldu.

osmanlı’nın tarihsel gücü ve protestanlığın avrupa’da yarattığı dönüşüm göz önüne alındığında, ispanya’nın bu kadar kapsamlı bir hegemonya kurması gerçekçi değildir ama campanella'nın o şartlar altında bunu okuyabilmesi oldukça zor bir ihtimaldi zaten. ancak kabul etmek gerekiyor ki ekonomik açıdan alanım olmasa da basit bir yorumla campanella’nın tespitlerinin doğru olduğunu söyleyebilirim. ispanya’nın ekonomik yapısındaki dengesizlikler, sömürge gelirlerine olan bağımlılığı ve aşırı askeri harcamalar uzun vadede monarşinin çöküşüne neden olmuştur ki bunu çok kapsamlı ele almak gerektiği için bu başlıkta yapmayacağım. jeopolitik açıdan ise ispanya’nın avrupa’daki diğer büyük güçlerle dengeli bir ittifak kurma ihtimali düşük olduğundan -ve yalnızca dış değil iç sebeplerden de kaynaklı olarak- campanella’nın birleşik katolik blok fikri uygulanabilir olmaktan uzak açıkçası. bu nedenle, de monarchia hispanica, büyük oranda teorik bir model olarak kalmış, pratikte ise ispanya’nın hegemonya arayışının başarısızlığını öngören bir metne dönüşmekten başka bir işe de yaramamıştır aslında. eser tam da bu sözünü ettiğim sebeplerden ötürü katı bir teolojik savunmadan çok bir imparatorluğun düşüşünü öngören bir analiz gibi okunmalıdır. zaten tarih kitaplarını biraz bile kurcalamak bize gösteriyor ki campanella'nın ispanyol monarşisi için önerdiği reformlar büyük ölçüde uygulanamamış, ülke 17. yüzyılda ekonomik ve siyasi zayıflama sürecine girmiştir. de monarchia hispanica’ya modern zamanın gözü ile baktığımızda katı dini ideolojilerin realpolitik içinde ne kadar sürdürülebilir olduğu sorusunu da düşünmemiz gerekiyor bir açıdan. yine de metnin omurgasını oluşturan, campanella'yı bu cümleleri yazmaya iten soru ne olursa olsun cevabı tarihin kendisi hâlihazırda vermiş durumda zaten.
devamını gör...
devamı...

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim