elminster the wise yazar profili

elminster the wise kapak fotoğrafı
elminster the wise profil fotoğrafı
rozet
karma: 32483 tanım: 822 başlık: 275 apolet: 4 takipçi: 209
Heaven's dreaming... thoughtless thoughts, my friends, we know we'll be ghosts again.

son tanımları | başucu eserleri


normal sözlük yazarlarının hissettikleri

uzun uzun yazıları okumuyor kimse ve ben nefret ediyorum yazamadığım takdirde akıl sağlığımı yitirecek gibi olmaktan ama elimde bundan başka bir şeyim yok. allah kahretsin ki yok. yoruldum artık herkesin deprem değil bina öldürür diye çırpınmasından da. ya yok işte. umrunda değiliz kimsenin. ne sen, ne ben, ne o. bas bas bağırsak da değişmiyor bir şey. daha az çürük yapmıyorlar binaları, daha az kat çıkmıyorlar hiç olmayacak toprağın üstüne. daha az demirden çalmıyorlar ya. keselerini doldurmak için daha az afet toplanma alanını imara açmıyorlar. onların evi sağlam. onların çocukları yurtdışında. onların korkacak, kaybedecek bir şeyi yok. yok, olmuyor işte arkadaşım. haklısın, haklıyız ben biliyorum bunu, sen de biliyorsun ama yok, olmuyor işte. elimizde bir tane gerçekçi çözümümüz var o da olabildiğince bilgi edinmek. bize bizden başka kimsenin hayrı dokunmayacak çünkü. bize yeri gelince çadır satıp, enkazın altında kendi selamızı dinletecekler. acı ama gerçek. konu istanbul depremi olsun ya da olmasın. bu ülkede deprem daimi bir tehdit ve mecburuz biz bilmeye. hazırlıklı olmaya mecburuz. allah kahretsin ki mecburuz ya. ben de istiyorum gönül rahatlığıyla atlatabilelim bunu. en büyük korkumuz 'kimse korkup da camdan atlamamıştır' diyebilecek konumda olmayı ben de istiyorum ama kimin içi soğuyor kırk kafadan kırk ses çıkınca. ben de istiyorum değişsin bu düzen ama yok seninle benimle olmuyor işte. o deprem değilse bir başkası.

n'olur artık biraz vaktinizi ayırıp okuyun bir şeyleri. bir el kitapçığı okumak zor değil o kadar. iki haftanı ayırıp gittiğin ilk yardım kursu zul gelmesin sana canım kardeşim, n'olursun. ya kiminiz bunu gölcük'te yaşadı, kahramanmaraş'da, izmir'de, hatay'da başka bir yerde. bir şekilde bir kısmınız mutlaka ya yaşadınız ya sevdiğiniz insanları kaybettiniz. benim kimseye depremin nasıl bir felaket olduğunu anlatmama gerek yok ama n'olur ciddiye alın biraz. panik olun, korkudan ölün, hayatınızı buna göre yaşayın demiyorum kimseye ama ufak bir hazırlık bile umuttur. biraz ciddiye almak, ne yapacağını bilmek bile bir şeydir. bundan başka gerçekçi bir şey yok bizim elimizde. iki sene önce kaybettiğimiz onlarca insan sadece istatistik değil. ya ben hayal bile edemem ne yaşandığını. oradaydım ama bizzat yaşamadan o travmayı tahayyül bile edemem ben. bazılarınız tuzum kuru sanıp değiştirdikçe değiştiriyor gündemi ama yok, arkadaşım. sen de ben de aynı yerdeyiz. ben hâlâ bazen kâbus görüyorum gördüklerim yüzünden. insan işi bir şey değil işte bu. bir kez bulunduysan bile bilirsin, insan can havliyle atılmış o çığlıkların bile susmasını dileyemiyor işte, sessizlik daha kötü diye. daha korkunç bir ihtimali doğuruyor diye. ya akıl kârı bir şey değil bu. n'olursunuz, ya beni tanımıyorsunuz bile ama bir insan olarak yalvarıyorum ufak da olsa bilgi edinmek, o bilgiyi yaymak, başka insanları bilinçlendirmek için elinizi biraz olsun taşın altına koyun.

evet, bina öldürdü ama sonrasında bir sürü insanın bilinçsizliği de zarar verdi. insanların panik hâlinde iyi bir şey yapıyorum düşüncesi ile yaptığı bilinçsiz eylemler bir sürü insanın hayatına mâl oldu. uzuv kaybı yaşayanlar oldu. belki enkazdan sağ çıktığında biraz bile olsa yaşama umudu olan insanlara mezar oldu bu bilinçsizlik. ben iyi bir insanımdır, kötü bir insanımdır; tanıyor ya da tanımıyorsundur, bunların biraz bile önemi yok. hiç yok. yalvarıyorum otur en kötü afad'ın el kitapçığına bile olsa göz at, bir deprem çantası hazırla. bu bile bir şey. hiç işine yaramasın isterim ama bilmek zorundasın. başka çaren yok. kendi canından vazgeçtiysen bile sevdiğin insanlar var bir yerde. onları düşünmek zorundasın. anlıyor musun beni? gördüm ben onu çünkü izmir'de, hatay'da, maraş'ta. deprem en tükendiğin anın da dibi bu ülkede. o kadar sert, katıksız, salt bir gerçek. o yüzden umrumda değil hangi deprem haberini hangi gazeteden, hangi kaynaktan okuduğun. hangi sismolog ne demiş diye takip etmen benim umrumda değil. takip et, güzel bir şey bu ama yine de hazırlıklı ol. bizim bizden başka kimsemiz yok. pat diye kapanacak çünkü o tükürdüğümün operatör zımbırtıları. hastane mi? o da yıkılacak. ordu, jandarma, polis sahaya ne zaman mı inecek? bilmiyorsun, bilmiyoruz. yeterince iş makinesi var mı? yok. ne zaman sahaya inecek ekipler? bilmiyorsun, bilmiyoruz. tek bildiğimiz şey evlerimizin yıkılabileceği. bu kadar. o yüzden yalvarıyorum hazırlıklı ol. korkutuyor mu bu seni? umrumda değil. kork ya. kork. hayatta kal ama. başkasının hayatına mâl olma iyi bir şey yaptım sanıp. kork. hazırlık yap ama sonra. nasıl bir insan olduğun umrumda değil benim, benim nasıl bir insan olduğum da senin umrunda olmasın. kalkıp hazırlığını yap. her ihtimali düşün, planın olsun. olur ya, olmasını istemiyorum ama olur ya bir şekilde sen ya da ben o enkazın altında kaldıysak birbirimize, kendimize, sevdiklerimize bir faydamız olsun. her şeyi unut, bizim bizden başka kimsemiz olmadığını unutma. o yüzden mecbursun öğrenmeye. o yüzden mecbursun buna zamanını ayırmaya. psikolojin mi bozuldu? yapacak bir şeyim yok. hayatta kal, bir şekilde toparlanabilir belki ama hayatta kal çünkü bizim bizden başka hiç kimsemiz yok.

edit: ufak kişisel düzenleme.
devamını gör...

normal sözlük

moderasyon sağ olsun yardımcı olmaya çalışsa bile yapabilecekleri kısıtlı. yoldaş'a zaten altı ayda anca ulaşılabiliyor. bakın ben çok anlamıyorum bu radyo zımbırtılarından ama en azından deprem öncesi, süreci ve sonrası için hâlihazırda yapılabilecek şeylere dair ufak, bilgilendirici bir radyo yayını yapması lazım birinizin. ya ben dümdüz bir yazar olarak adam akıllı çok fazla insana ulaşamıyorum, anlatamıyorum meramımı. yardımcı da olurum kaynaklarıyla beraber. bilmiyorum hiç olmazsa afad görevlisi birinin katılımı da bir şeydir. benim gibi gönüllü insanlardan daha fazla bilgi sahibi hepsi. rica ediyorum on kişi bile on kişidir.
devamını gör...

prof. dr. şener üşümezsoy'un tahmin ettiği deprem

afet koordinasyon merkezi bilim kurulunun yaşanan artçı sarsıntıların deprem riskini tamamen ortadan kaldırmadığına dair uyarısı mevcut. her kafadan ayrı bir ses çıkıyor. panikle yaşanmaz ama mümkün mertebe yetkili kurumlardan açıklama beklemek şart.
devamını gör...

topluma faydalı olmak zorunda olmamamız

istiyorsunuz ki sağlam bir küfür yiyip dava açabilin. senin faydan olmasın, tamam. açtığın başlık bir fayda sağlasın en azından. kandilli rasathanesindeki güncel veriler bazılarında 13.00'de takılmış durumda. vpn ile girdiğim için bende son güncelleme 16.08 görünüyor. bazılarında vpn de aktif olarak işe yaramamış. güncel olarak kontrol etmek istiyorsanız emsc yahut usgs'yi takip edebilirsiniz.
devamını gör...

en akıllıca iş istanbul'dan taşınmaktır

celal hocam sus allah aşkına ya. herkesin keyfince yapamayacağıdır. yine de foreshock ihtimalini düşünmek gerekiyor. lütfen en azından birkaç gün güvenli bir yerde kalmaya çalışın. toplanma alanları herkese yetebilecek kapasitede değil, biliyorum. yine de en azından birkaç gün hele ki çatlaklar oluşmuşsa evde durmayın. panik olmayın demek saçma, farkındayım ama şu an için yapabileceğiniz en mantıklı şey güvenli bir yere gitmek.
devamını gör...

23 nisan 2025 istanbul depremi

boş boş ekrana bakıp duruyorum bir süredir. umarım hepiniz iyisinizdir. çok geçmiş olsun herkese. bunu buraya bırakacağım. yalvarıyorum en azından bir deprem çantası hazırlayın. evde yer olup olmaması önemli değil. lütfen. normalsozluk.com/entry/3393635

umarım iyisindir. sana yazamıyorum ama umarım iyisindir.

edit: panik atak ve psikojenik non-epileptik nöbet için de ek bir not ekledim. ekstra bilgisi olan ya yazsın ya da not düşsün ki ekleyebileyim. tek bir noktada toplanabilir sonra belki tüm bilgiler.
devamını gör...

alciphron or the minute philosopher

eru ilúvatar belamı verdiği için*, xxi. yüzyılda -üstelik bu saatte- george berkeley'e karşı argüman sunayım dedim. aydınlanma çağında bile kimse dikkate alıp da karşı görüş sunmadı adama.**** o kadar saçma ki bu şeyi nasıl rasyonel açıdan eleştirebilirim bilmiyorum bile... yine de deneyeceğim. önce bir tanıma ihtiyacımız var ama sanırım. george berkeley tarafından tanrının gardiyanlığını yapmak üzere 1700'lerin ikinci çeyreğinde yazılmış zırvalıklar bütünü. bu 'şey' özünde bir felsefi savunma metni gibi görünse de, yakından incelediğimizde açıkça tanrı’yı ontolojik bir garantör ve ahlâkı ise ilahi bir polis gücü olarak yeniden işlevselleştirme çabasından ibaret bir savunma refleksinden fazlası olmadığı açığa çıkar. ki hâlihazırda xvii. yüzyılın aydınlanmacı ivmesine karşı geliştirilmiş diyalojik bir yapı olduğunu da hesaba katarsak, modernliğin epistemik özgüvenine karşı konumlanmış ve oradan peydah olmuş teistik bir huzursuzluğun tezahürü diyebiliriz.

berkeley’nin temel problemi * natüralist etik, deneyimci bilgi anlayışı ve seküler bireysellik karşısında tanrı’yı yalnızca metafiziksel bir varlık olarak değil; toplumsal düzenin koşulu hatta dilin kurucu kaynağı ve epistemolojik istikrarın sigortası olarak muhafaza etmeye çalışması ancak bu muhafazakâr hamle özünde ne ontolojik düzlemde ne de etik teoride tutarlılık arz ediyor. alciphron görünürde diyalektik bir tartışma metni olarak kabul edilebilir belki ancak karakterlerin kurgusal yapısı ve argümanların yedeğine aldığı örtük önkabuller; berkeley’nin felsefi pozisyonunun sezgisel içeriksizliğinden ötürü eseri kaçınılmaz bir anakronizme mahkûm edecektir ki zaten etmiştir de. biraz içeriği kurcalarsak şu yapı ortaya çıkar; berkeley’nin idealizmi, varlığın algıya indirgenmesi ilkesine -bu tarz metinleri okuyan herkesin en az bir defa sinir krizine sürüklenmesine sebep olan esse est percipi ilkesi işte- dayanır ancak bu doktrin temelde kusurludur zira ilk bakışta radikal gibi görünse de aslında tanrı hipotezi olmadan çözümsüz kalan ontolojik bir boşluğa yaslanıyor  zira eğer tüm varlık algılanmakla sınırlıysa ve insan zihni sınırlı bir algılayıcıysa varlığın devamlılığı için her şeyi her an algılayan aşkın bir zihin gerekir. böylece tanrı, yalnızca inançsal değil, ontolojik bir zorunluluk haline getirilmiş olur ancak bu mantıksal olarak bir petitio principii'den fazlası değil.  burada tanrı’nın varlığı varlığın devamlılığını açıklamak için varsayılır ve varlığın sürekliliği ise tanrı’nın varlığına delil gösterilir. yani elde kısır bir döngüden başka bir şey kalmıyor. bu noktada da zaten berkeley’nin idealizmi kendi kendini iptal eden bir epistemik ikilem üretiyor. yani özetle: 'algılanamayan şey yoktur,' ancak her şeyin algılanması tanrı’ya mecbur kılınarak felsefi bağımsızlığını yitirir. oysa zaten hume’un daha sonra işaret edeceği üzere deneyim akışının sürekliliği, herhangi bir metafizik varlık olmaksızın da istatistiksel ve alışkanlığa dayalı olarak kavranabilir durumdadır. adamı david hume ile dahi çürütebiliyorsun... utanç verici. neyse. berkeley’nin en problemli yönlerinden birine dönecek olursak, dilin doğasına ilişkin yaklaşımının da epey problematik olduğunu söyleyebiliriz. euphranor karakteri aracılığıyla dilin ilahi bir düzenin yansıması olduğunu ve kelimelerin anlamlarının yalnızca ilahi düzen bağlamında sabitlenebileceğini öne sürüyor ve bu yaklaşımı, wittgenstein sonrası dil felsefesi perspektifinden bakıldığında anakronik ve içeriksiz kalır sadece. dilin oyunlar, bağlamlar ve toplumsal ilişkiler içinde kazanılan bir pratik olduğu gerçeği -evet, ne yazık ki gerçeği- berkeley’nin evrensel-semantik kurucu tanrı anlayışını geçersiz kılacaktır kuşkusuz. dahası, berkeley’nin nominalizmi eleştirirken düştüğü indirgemeci tutum, dilin keyfiliği ile anlamsızlık arasında zorunlu bir ilişki olduğunu varsayıyor ve anlamın yalnızca sabit referanslarla değil aynı zamanda kullanımla, pratikle ve bağlamsal normlarla inşa edildiği gerçeğini göz ardı ediyor.

eserin özünde en açık biçimde ideolojik -ben değilmişim gibi- olduğu yer etik bölümler. eserde açıkça seküler etik anlayışını toplumsal çözülmeye yol açacak bir nihilizm olarak resmeden berkeley, en az benim kadar tarafsız sahiden(!) tanrı inancını ahlaki düzenin önkoşulu olarak sunduğundan daha önce söz etmiştim. bu durum etik otonominin temelden inkârı anlamına geliyor. kant’ın daha sonra geliştireceği 'ahlak yasası, yalnızca aklın kendisinden türeyebilir' teziyle karşılaştırıldığında berkeley’nin teizmi etik düşünceyi bebeklik çağına hapsetmeye çalışan bir paternalizmden başka bir şey değildir. insan, yalnızca ödül-ceza sistemleriyle ahlaklı oluyorsa bu durumda erdem değil, korku ve çıkar belirleyici kabul edilebilir ve  berkeley’nin erdem anlayışı platonik bir idealizmden ziyade daha skolastik bir itaate dayanıyor bu sebeple. seküler birey için ise ahlâk aşkın bir tanrı’ya değil içkin bir akla ve toplumsal sözleşmeye dayandığından bu bakış açısını tek başına çürütmek için yeterli. alciphron kendi içerisinde tutarlı argümanlardan çok felsefi reaksiyonlar toplamı. bu sebeple şakası bir yana ortaya koyduğu bir argüman yok özünde. modernitenin epistemik otonomisi karşısında berkeley’nin argümanları tanrı’yı mantıksal dayanak olarak değil de felsefi korkuların retoriği olarak sunuyor zira. açıklama değil kaçış var burada. bu yalnızca berkeley’nin değil bir bütün olarak teistik felsefenin zihinsel daralmasını gösteriyor bana kalırsa. felsefeyi tanrı adına bir retorik oyununa indirgemek onu hem etik hem ontolojik anlamda sterilize eder ve böylesi bir şeyi mevcut şartlar altında eleştirmek de mümkün olmayacaktır. 390 sayfa, arkadaş. zehirlenmiş hissediyorum. insan kendini böyle cezalandırmamalı. gerçi ben pierre bayle hakkında da yazdım ya vakti zamanında... kepazelik gerçekten. daha sonra alıntı bırakırım tanımı revize edip. migrenim tuttu.

edit: benim neyim var bilmiyorum, çok dürtüselim. küfür edip durmuşum. onu kaldırdım.
devamını gör...

pianissimo

decadentismo ve crepuscolarismo edebiyatına içkin tüm sesleri bastırarak kendi içine çöken lirizmin mimarı olan italyan şair camillo sbarbaro'nun, xx. yüzyılın ilk çeyreğinde yayımlanan şiir kitabı. sbarbaro'nun edebi portresini çıkarırken biraz vittorio felaco'yu da -the poetry and selected prose of camillo sbarbaro- anmak gerekecektir kuşkusuz. sbarbaro’nun şiiri, felaco'nun da ifadesiyle post-pozitivist yıkımın tezahürüdür. bir açıdan liberal ütopyaların çöküşünün ve simgesel dillerin çelişkili çoğulluğunun ortasında en çok da özneye dönük ve hatta neredeyse bir oto-nekroloji olarak, ölü doğar. memleketi italya’da feste ed oblii'nin görkemli şairi giosue carducci’nin ihtişamlı neo-klasik şiiri ile pecara'nın deli gabriele d’annunzio’sunun erotik retoriği arasına sıkışmış crepuscolari, sbarbaro'nun dilsiz estetiğiyle sabote edilir açıkça. ismini geçirmişken feste ed oblii'den bir alıntı bırakmazsam ölecekmişim... çünkü hangimiz hevesle zikretmedik o zavallı, pek biçare garibaldi'nin yitip gittiği ıssız mentana'nın ismini!

"ahi sola de’ voti d’un dì la severa
mia musa, o caprea, - riparla con te,
ma essa, sdegnosa, a l’ingrata romana,
deserta mentana, - e chi le risponde?"

poesie di giosue carducci
mdcccl (1850) - mcmxıx (1900), feste ed oblii, p.290

eh, o çetin ilham perisi bana hükmediyor olsa gerek devam edelim; sbarbaro’nun şiirinde en çok irdelemekten keyif aldığım tema aşk açıkçası zira tensel arzu ya da ideal güzellik değil; çoğu kez kayıp, ulaşılmazlık ya da yıkıma susamışlık üzerinden tanımlanıyor.* sbarbaro'nun aşk nesneleri ya bir sokak fahişesi, ya terk eden bir gölge ya da ölmeye yüz tutmuş bir baba figürünün kelimelerle resmedilişinden ibaret. yani ne yazık ki aşk burada bir mahvolma arzusudur. özneyi yani şairin kendisini kurtaran değil, yutan bir sevgidir bu. ben böyle akademik akademik anlatıyorum ama benim gibi eline yüzüne bulaştıran bir gerizekalı işte. “ıo t’aspetto allo svolto d’ogni via, perdizione…”**

pianissimo’nun genel teması üzerinden ilerlersek eğer ağlamanın bile törensiz, izleyici aramayan bir biçimde olduğunu söyleyebilirim. yani, kimsenin görmediği bir ormanda, sessizce akan gözyaşı yahut içsel olarak yutulmuş bir ağlayamama hâli hatta zaman zaman apatheia. ama yine de şunu söylemek gerekir, terk edilme çoğu kez somut değildir; varoluşun kendisi tarafından terk edilmiştir şair. aşk, sbarbaro’da hep yetersizlikle birlikte anılır: sevilmemek kadar, sevememek de derin bir acıdır. burada ayrılıyoruz kendisiyle tam olarak. yine de gevezelik bir kenara, bu durağanlık hâli, salt bir yıkım portresidir özünde ve tam da bu sebeple sbarbaro’nun en çok tekrarladığı metafor aynadır ancak bu ayna kendisini değil yalnızca dış dünyayı yansıtan, arkasındaki sır kazınmış, içi boşalmış cam bir yüzeyden ibarettir. ayna imgesi bir açıdan öznenin kendilik algısının dağıldığını da gösterir. özne kendi yansımasında hiçliği bulduğundan ötürü lacancı* anlamda ayna evresi burada tersine çevrilmiş olarak okunabilir.


sbarbaro'nun harabe mekanları da önem arz ediyor ve sık sık yer buluyor kendine. tam olarak ev değil, liman, genelev, bar ve cadde şiirinin kalbinin attığı yer zira bu yerler yalnızca bir fiziksel fon değil varlığın çözülüşüne tanıklık eden yapılar olarak konumlanıyor. lettera dall’osteria şiiri buna şık bir örnek teşkil edecektir. çünkü bu şiirde de olduğu gibi insanlar değil, bozunmuş mekanlar ve eşyalar sbarbaro'yu hayatta tutacaktır. aşk, cinsellik, varlık, hepsi mekanize edilmiş ve yabancılaşmış olduğundan taş ve çamurda yankı bulur. kadınlar değil, pencereler; sevgililer değil, ıslak kaldırımlar içindeki sönümlenmiş güdünün rehberi olarak işlev görür böylece. iç monolog formunda, ellipsis ritim öğelerine sahip olduğundan daha da doğal bir form yakalar bu estetik.

biraz da montale’nin deyimiyle renksiz kâğıtlardan katladığı tekneleri kanalizasyona bırakan bir çocuğun anlatısıdır pianissimo çünkü içindeki şiirlerde ne zafer ne coşku karşılar bizi. sadece hafif bir sarsıntı, kendi bedenine uzak düşme hâli, karanlıkta bırakılmış bir bakış, gecede hafifçe açılan bir pencere…

“e, venuta la sera, nel mio letto / mi stendo lungo come in una bara.”
* taci, anima mia sono questi i giorni p.33


talora nell’arsura cittadina
un canto di cicala mi sorprende.
e subito mi colma la visione
di campagne prostrate nella luce;
e stupisco che ancora al mondo sian
alberi ed acque,
tutte le cose ingenue della terra
che bastavano un giorno a consolarmi…

con questo stupor sciocco l’ubriaco
riceve in viso l’aria della notte.

ma poi che sento l’anima aderire
ad ogni pietra della città sorda
com’albero con tutte le radici,
sorrido a me smarritamente e come
in uno sforzo d’ali e gomiti alzo… p.53
devamını gör...

the happy hypocrite

ingiliz yazar maximilian beerbohm'un dilinden; masum ve güzel bir kadına aşık olarak onun kalbini kazanmak için sahte bir maskenin ardına saklanan pek zalim bir adamın öyküsü."ey, lucifer! özgür kıl beni hiç değilse bir defa, gezdirebilmek için parmaklarımı esmeralda'nın saçlarında."* yapısı itibariyle pek benzemiyor olsa dahi biraz da ironik bir zalimlik ile bana notre dame de paris'nin quasimodo'sunu anımsatıyor. her gözüm çarptığında kalbimi ağırlaştırdığı için tanımı yazıp sonra yakacağım sanıyorum bendeki baskısını ama ondan önce en azından mutlu biten bu tuhaf hikayeye bir göz atmak istedim. yazılar hafızanın kelepçeleridir neticede.

the happy hypocrite, lady windermere's fan'ın da benzer bir eksende ilerlediği viktoryen ahlakı merkeze yerleştirirken sahicilikle ironik bir çatışma arasında bir gerilim hattı kuruyor ve max beerbohm bunu öyle ustaca yapıyor ki alegorik bir kısa hikayeden ziyade sahiden bir tür ahlaki peri masalı okuyoruz aslında zira gerçek hayat bu denli umut verici değildir çoğu zaman. temelde; görünüş ve öz, maske ve yüz, günahkâr geçmiş ile arzu edilen saf gelecek arasında kurulan ince bir paralellik ile örülmüş bir hikaye.

ana karakterimiz lord george hell, ismiyle müsemmâ -belirtilemeyecek kadar açık bir ironi- sefahat ve umursamazlık içinde yaşayan; toplumun en yoz ve çürük yanlarından beslenen bir figür olarak resmediliyor. george, bir rastlantı sebebiyle -kadının yer aldığı gösteriye gittiğinde- jenny mere isimli, masum bir genç kıza âşık olmasıyla birlikte bir dönüşüm arzusu içine giriyor ve bütün hikaye bu anlatının üstüne kuruluyor zira jenny, george'un aşkını, 'yalnızca bir azizin yüzüne sahip olan bir adamı sevebileceği' gerekçesi ile reddediyor. bu sebeple george'da bu arzunun ilk ifadesi fiziksel bir maske olarak ortaya çıkıyor. bütün gece aylak aylak şehirde gezinip jenny'i düşünüyor ve sonunda maske ustası olan bay aeneas’ın dükkânına girerek 'bir azizin yüzünü' yapıp yapamayacağını soruyor. jenny’nin ifadesiyle "kutsal gibi görünen adam" olmak onun için, artık sadece arzunun değil, aşkın, iyiliğin ve dönüşümün kapısı hâline geliyor hikayenin bu aşamasında.

hikâyenin temel gerilimi de bu maskenin ortaya çıkışı sonrası şu soruda düğümleniyor: george gerçekten değişmiş midir yoksa yalnızca hem kendini hem jenny'i kandırmak için mi bir maskeye bürünmüştür? bu soru, oscar wilde’ın dorian gray’in portresi ile birebir etkileşime de girer. dorian, görünüşte gençliğini ve güzelliğini muhafaza ederken portresinde günahı ve çürümesi birikmektedir. george ise bunun tersidir aslında zira artık takındığı yeni suret mutlak bir iyilik taşır ancak geçmişi onu kovalamaya devam edecektir. her iki metin de viktoryen ikiyüzlülüğün alegorisidir ki biri estetik imgede çürümeyi gösterirken diğeri ahlaki -aynı zamanda fiziksel- bir maskenin ardındaki yüzün nihayet bizzat maskeye dönüşmesini işlediği için karşı karşıya konumlandırıldıkları olur. hikayenin en çarpıcı noktası da budur aslında zira the happy hypocrite’in finalinde maskenin altındaki yüz sahiden o maskeye benzemiştir. yani, gerçek yüz zamanla içselleştirilmiş, george kötülüklerinden arındıkça o maskenin biçimini almıştır. psikolojik açıdan bakarsak, sahte azizlik bile sanıyorum ısrarlı bir yaşam tarzı hâline gelirse, içselleştirilebilir durumdadır. bu noktada beerbohm’un metni, wilde’ın nihilizmine karşı bir düşünsel ütopya olarak okunabilir. dorian’ın sureti hiç değişmezken içi çürür; george’un çürümüş yüzü ise görünüşten ödünç alınan iyilikle safiyaneleşir ancak bu elbette yalnızca bir masaldır zira george her halükarda sahtekar bir adamdır ve bir maske takınarak çalmıştır jenny'nin kalbini. yani gerçekte la gambogi maskeyi elleriyle yırtıp attığında altında bir büyü değil çirkin gerçeklik kalacaktır.

yine de, öykü esasen batı edebiyatındaki riyakar figürünün en ironik biçimlerinden biri olarak everyman gibi ortaçağ ahlâk oyunlarının mirasını taşısa da, george hell’in başkalaşımını -ki maskeyi taktıktan sonra george heaven olacaktır- yalnızca tanrısal bir takdirin değil romantik aşkın dönüştürücü kudretiyle işleniyor. bu perspektiften bakıldığında da yalnızca viktoryen toplumun yapay ikiyüzlülüğüne değil bizzat bireyin kendi içine yaptığı yolculuğa dair ironik bir parabol de sunuyor ve bunu yaparken masalların didaktik yapısını ironiyle söküp yeniden biçim veriyor. yüz ve maske, gerçeklik ve performans, günah ve kefaret, samimiyet ve yapaylık gibi modern ahlaki ve estetik tartışmaları bir kenara, incelikli ama keskin bir öykü olduğunu söylemem gerekir. wilde ile başladık, onunla bitirelim o hâlde; dorian gray’deki o güzel portre nasıl içte birikmiş olanı dışa yansıtan lanetli bir ayna ise the happy hypocrite’deki maske de arınmayı temsil eden ters bir aynadır ve beerbohm, wilde'ın nihilistik umutsuzluğu karşısında; taklit, sonunda hakikate dönüşebilir umuduyla bir tür melankolik umut anı yaratmaya çalışır ancak gerçek hayat ne yazık ki böyle değildir. insan hayatına dönüp bir defa bakmak anlamaya mutlaka yetecektir. belki bakhtin’in karnavalesk'i üzerine de bu metin için bir okuma yapılabilirdi ama sanırım onun için fazla halsizim. keyifli okumalar. tanımın sonuna da belle şarkısını bırakmak istedim bir alıntıdan ziyade.

devamını gör...

palimpsestes: la litterature au second degre

fransız edebiyat kuramcısı gérard genette tarafından yazılmış olan, metinlerarasılığın poetikası. el castillo del espectro tanımımda ochoa'nın gotik romantizmin var olan architextural unsurlar üzerindeki etkisinden kısaca söz etmiştim, şimdi detayları yazar üzerinden değil ancak genette'in kuramını açarak anlatmakta fayda var. palimpsestes -bundan sonra bu şekilde kısaltma niyetindeyim- aslında az önce belirttiğim gibi yalnızca metinlerarasılığın yapısal poetikasını kurmakla kalmıyor ek olarak modern edebi eleştirideki ikincil metin kavramını da sistematik bir biçimde felsefi, biçembilimsel/stylistics ve tarihsel düzeyde yeniden çerçevelendiriyor. genette'in burada amaçladığı şey -kendi ifadesi ile- edebi metinlerin birbirlerine eklemlenişinin yalnızca referans düzeyinde değil, yapısal dönüşüm ve türsel ilişkiler üzerinden tanımlamak esasen. -elbette bunu başka edebiyat kuramcılarının metinleri arasında da didik didik edebiliriz ancak genette’in özgünlüğü metinlerarası ilişkileri yapısal, taksonomik ve türsel düzeyde bir mantıksal çerçeveye oturtabilmesi- bu çerçevede ise birazdan detaylarını açacağım üzere ortaya koyduğu ana kavram, transtextualité yani metinler-ötesilik olarak adlandırılabilir genette tarafından beş farklı kategori altında sınıflandırılan metinlerarası ilişkileri -genette'in kendi örnekleri ile beraber ben de ufak tefek referanslar vereceğim daha sonra- biraz açalım önce.

intertextualité -türk literatürüne nasıl geçtiğini ne yazık ki bilmiyorum- yani kabaca bir çeviriyle metinlerarasılık, bir metnin içinde doğrudan başka bir metnin parçasının yer almasıdır ve bu alııntı, taklit ya da atıf biçiminde olabilir. esasen ıntertextualité’nin kurucu kavramlaştırması genette tarafından değil sèméiôtikè* çalışması ile birlikte julia kristeva'nın ürünüdür zira terimi ilk defa ortaya koymuş olan kendisidir. elbette genette'in yorumu anlam ayrılıklarına da sebebiyet veriyor. çok uzatmadan biraz detaylandırmak gerekirse: kristeva'ya göre her metin özünde mozaik yapıdadır, yani tarihsel ve toplumsal söylevlerden oluşmuştur ve bir metin yalnızca diğer metinlerin alıntılarından ibaret olacaktır. kolektif hikaye anlatıcılığının temeli diyebiliriz basitçe. bu sebeple de hiçbir zaman özerk olması mümkün değildir. genette ise kristeva’nın intertextualité kavramını fazla geniş ve belirsiz bulduğu için palimpsestes'de sosyal söylem katmanlarını kapsayan çok boyutlu intertext kavrayışını daraltır. yani yalnızca doğrudan metin-içi karşılıklarla -atıf, alıntı vb.-  sınırlar. michael riffaterre'de intertextualité’nin biraz daha semiotik bir yorumunu okuruz. la production du texte ve sémiotique de la poésie bunun için iyi bir okuma sağlayabilir sanıyorum ilgilisi için. riffaterre, intertextualité’yi bir tür semantik algı biçimi olarak tanımlıyor sémiotique de la poésie'de: yani, okur, metinde başka metinlerin izlerini fark ederek edebi anlamı oluşturuyor aslında ancak genette, benim de katıldığım biçimde riffaterre’nin görüşünü biraz indirgemeci bulduğundan bu gibi sembolizmlerin yalnızca mikro yapılarla ilgili olduğunu savunur ve palimpsestes'de zaten yapı, tür, söylem düzeyleriyle ilintili aktarımlarda bulunuyor. bunu fazla uzun tuttum, o sebeple diğerlerinde bu kadar katmanlı bir ayrım yapma niyetinde değilim. ikinci kategori, paratextualité ise metne eşlik eden ancak doğrudan metin olmayan unsurları ele alıyor ki başlıklar, önsözler, dipnotlar, epigraflaryayıncı bandı, kapak vs. diye özetleyebiliriz. zaten bu alan, philippe lejeune’ün otokurmacada türsel sözleşme kuramıyla da yakından ilişkili. métatextualité yani yorumlayan metin ile yorumlanan metin arasındaki ilişki için ise edebi eleştiri en yaygın örnek kabul edilebilir. örneğin hegel’in ruhun fenomenolojisi’nde rameau’nun yeğenine atıf yapılması güzel bir emsaldir. dördüncü yani detaylara girmeden ele alacağım son kategori ise architextualité.  architextualité, metnin ait olduğu türle -roman, şiir, tragedya gibi gibi- olan sessiz ya da dolaylı ilişkisinin ifadesi. bu ilişki çoğu zaman paratext düzeyinde ima edilebilir ancak bazen tamamen örtük kalabilme ihtimali de mevcut. ve alt türleri ile birlikte detaylıca inceleyeceğimi hypertextualité, son durağımız. bir metnin -hypertexte- daha önce yazılmış bir metne -hypotexte- dayalı olarak yeniden kurulması yahut kurgulanması diyebiliriz. bu yeniden kurulum ya doğrudan bir transformasyon -örneğin ulysses- ya da dolaylı bir imitasyon -aenēĭs gibi- biçiminde olabilir. hypertextualité tür açısından biraz karmaşıklığa sebep oluyor işin doğrusu zira genette'e göre hipertext öncül metinden dönüşüme uğrayarak -bu bazen biçemsel bazen yapısal olabilir ve fark etmeyecektir- ortaya çıktığından bu dönüşümlerbelirli hatlarla sınırlandırılmak zorundadır. genette de bunu dört alt başlıkla yapar. hypertexte allographe başka bir yazarın metninden açıkça türetilmiş metinleri ifade eder ki chapelain décoiffé** ve doctor faustus buna iyi birer örnek olaracaktır. hypertexte autographe à hypotexte autonome ise aynı yazarın daha önceki bir versiyonda yaptığı dönüşümleri ifade eder ki tentation de saint antoine’ın ikinci versiyonu güzel bir emsal teşkil edecektir. hypertexte autographe à hypotexte ad hoc, hypotexte metnin yalnızca hipertexte’te var olması -la disparition gibi deneysel çalışmalar- ve hypertexte à hypotexte implicite ise ön-metnin hiçbir zaman yazılmamış olduğu ama okuyucunun un mot pour un autre'de olduğu gibi bunu varsayarak tanımladığı metinleri tanımlar. hypertextualité aynı zamanda hem bir metin içeriği hem de bir tür olarak işlev gördüğü için genette bunu transgénérique yani türler-ötesi bir yapı olarak tarif de ediyor zaman zaman.

okur üzerinden anlam üretmek pekala bu kuramı biraz yıpratmaya açık ki barthes’in, tarihini yanlış hatırlamıyorsam eğer 1967 tarihli la mort de l’auteur başlıklı manifestosu -ki dante ve ilahi komedya üzerine daha önce bu 'yazarın ölümü' manifestosunu irdelemiştim sanıyorum, tanımlarda vardır- metnin sonsuz yorumlanabilirliğini savanarak anlamı üretenin okur olduğu savunusundadır ve yazarın niyetini yok hükmünde adleder. - daha sonra yayımladığı le plaisir du texte gibi metinlerde metnin iç yapısından ziyade okurun haz mekanizmaları ve okuma eylemini ön plana koymuşluğu vardır zaten kendisinin- genette doğal olarak bu okur-merkezli yaklaşımı metnin hypertextual olup olmadığı, okuyucunun yorumuna bırakılamaz zira bu, yazınsal bir sözleşmeyle -indice contractuel- belirlenmelidir diyerek eleştiriyor palimpsestes’te. hypertextualité üzerinden bir harold bloom tartışması daha verip sonra konuyu toparlayacağım. bloom biraz daha şiirsel yaratının kaçınılmaz olarak geçmiş şiirlerle yüzleşme ve mücadele biçimi olduğunu savunduğu the anxiety of influence'da -ki burada özellikle romantik şairlerin kendi öncelleriyle giriştiği bilinçaltı çatışmayı inceliyor- etkilenme teorisi biraz da palimpsestes’teki intertextualité -yanlış konumlandırmaya açıktır- yerine hypertextualite ile daha yakından ilişkili durumdadır. ancak bloom’un o yazınsal baba-oğul savaşı gibi psikanalitik metaforları genette’in okumasına göre fazlasıyla öznel ve belirsiz kaçacaktır mutlaka. mikhail bakhtin ve karşılıklı metinsellik iyi güzel hoş ama artık o kadarını da kendiniz okuyup bulun, içim şişti. devam edersem atwood, coetzee, nabokov, danielewski diye uzayıp gidecek liste ve ben sıkılgan bir insanım. bir konu üzerinde duramam bu kadar. son olarak parodi kavramını biraz açıp tanımı burada noktalayacağım. o kadar ilgilisi varsa rica ediyorum edebiyat alanında yapsın ihtisasını, benim bu alanda diplomam falan yok...*


parodi demiştik, evet. şöyle ki; biraz semantik olduğu kuşkusuz -ki tarihsel bağlamdan koparılmış sayılmaz- ama parodi kavramını da genette özelinde açmakta fayda var. parodie stricte -metnin içerik ve üslubunun hafifçe dönüştürülerek alaya alınması- gibi aşina olduğumuz parodi biçimlerinin yanısıra, pastiche héroï-comique gibi ciddi bir üslup ile oldukça basit bir konunun ele alınmasını ifade eden -kurbağaların savaşını anlatan batrachomyomachie iyi bir örnek- ya da travestissement burlesque gibi oldukça ciddi bir içeriğin vulgarize edilerek anlatılmasıyla ortaya çıkan -örneğin virgile travesti- parodi biçimleri de mevcut. bu ayrım biraz da modern edebiyat eleştirisinde, parodie = ironi/satir ve pastiche = stilistik oyun ikiliğini oluşturuyor.

daha katmanlı ve detaylı yazılabilir elbette zira tuğla gibi bir kitap fakat yoruldum açıkçası. elminster the wise, keyifli okumalar diler.


"l’électre de giraudoux (1937) présente un cas de valorisation secondaire (j’appellerai ainsi toute promotion d’un personnage jusque-là maintenu au second plan) fort net, et qui me semble en définir le mouvement essentiel : c’est la réhabilitation d’égisthe, personnage ci-devant fort déprécié, ou négligé. ıl est ici, depuis le meurtre d’agamemnon et en tant que cousin du roi défunt, le régent et le vrai responsable du pouvoir à argos, menacée par une invasion corinthienne. ıl veut épouser clytemnestre pour devenir officiellement roi et sauver la cité. cette promotion, évidemment inspirée du créon de sophocle, fait..." s.540

"je n’entreprendrai pas de commenter ici ce travail de mallarméisation ; c’est l’affaire des généticiens, qui n’y ont déjà pas manqué ; ni de théoriser sur la fonction paratextuelle de l’avant-texte, ou auto-hypotexte : ce sera peut-être l’objet d’une autre enquête. je voulais seulement faire apparaître, sur ce nouvel exemple, un fait si évident qu’il passe généralement inaperçu : toute transtylisation qui ne se laisse ramener ni à une pure réduction ni à une pure augmentation — et c’est évidemment et éminemment le cas lorsque l’on s’astreint, comme godchot corrigeant valéry ou mallarmé corrigeant mallarmé, à conserver le mètre et donc la quantité syllabique — procède inévitablement par substitution, c’est-à-dire, selon la formule liégeoise, suppression + addition. ıl urge décidément d’aborder la translongation, ou transformation quantitative." s.360


"si distinctes soient-elles dans leur principe, l’excision et la concision ont toutefois ceci de commun qu’elles travaillent directement sur leur hypotexte pour lui imposer un procès de réduction dont il reste la trame et le support constant : et même la concision la plus émancipée ne peut produire en fait de texte qu’une nouvelle rédaction, ou version, du texte original. ıl n’en va plus de même dans une troisième forme de réduction, qui ne s’appuie plus sur le texte à réduire que de manière indirecte, médiatisée par une opération mentale absente des deux autres, et qui est une sorte de synthèse autonome et à distance opérée pour ainsi dire de mémoire sur l’ensemble du texte à réduire, dont il faut ici, à la limite, oublier chaque détail -et donc chaque phrase-pour n’en conserver à l’esprit que la signification ou le mouvement d’ensemble, qui reste le seul objet du texte réduit:

réduction, cette fois, par condensation, dont le produit est ce que le langage courant nomme justement condensé, abrégé, résumé, sommaire, ou, plus récemment et dans l’usage scolaire, contraction de texte. s.386

devamını gör...

normal sözlük yazarlarının ses tonları

sarhoş saçmalası, yakın zamanda bu entry kendi kendini imha ederek uzay boşluğuna uğurlanacaktır muhtemelen.
voca.ro/159lxTSyZtE9
devamını gör...

politische nachklange

politische nachklänge... ben biliyordum, discours sur l'utilite des lettres'dan sonra buraya düşeceğimi.* fransız avukatların ve alman romantiklerin ağlaklıklarına kucak açmak gibi berbat bir huy edindim ama çözeceğim... sanırım.** johann paul friedrich richter'in ölümünden yedi yıl sonra 1832 yılında yayımlanmış olan, edebi ve siyasi denemenin neredeyse iç içe geçtiği politik söylevler bütünü. fazlası ile melankolik bir tonda yazıldığı kanaatindeyim ki bunu da dönemin siyasal krizlerine -spesifik olarak bizzat kendisi görmese dahi 1830 temmuz devrimi sonrası kıta avrupa’sında yükselen liberalizme ve almanya’daki politik parçalanmaya dair iyi bir öngörü sunduğunu söylemek gerekir- bağlanabilir sanıyorum ancak elbette richter'in içinde yer aldığı ekolün etkisi de azımsanamaz. richter, bir açıdan hem ahlaki hem duygusal ve elbette tarihsel bir bakışla müdahil oluyor geleceğe. bunu biraz açmak gerekir ancak öncesinde belki temmuz devrimine de göz kırpmak lazım zira çatırdamalardan önce ayak seslerini işitmiş vaziyette richter. çok derinleştirmeyeceğim zira yeri burası değil. temmuz devrimi daha çok siyasal otoritenin ilahi hak doktrininden koparılarak halk egemenliği zeminine çekildiği simgesel bir müdahale denilebilir. x. charles’ın monarşik despotizmine -basın sansürü, tanıdık geldi, dimi- karşı başlayan halk mücadelesi yalnızca bir rejim dönüşümü değil aynı zamanda burjuva liberalizminin siyasal olarak özneleşmesi, edilgenden etken konuma geçmesi olarak okunabilir ki son cümlemden tam emin değilim. belki sonra edit geçebilirim buraya. konuya dönecek olursak; elbette bu devrim, almanya’da bir yankılanmadan ziyade içsel bir çatallanma, yani siyasi kırılma da üretti. bir yanda devrimci hareketi içselleştirmeye çalışan genç idealistler varken duvarın öte yanında metternichçi restorasyonun kurumsal katılığı yer alıyordu. böylece alman entelijensiyası arasında özgürlük fikri ile düzenin içkin ağırlığı arasında çözülmeyen bir gerilim hattı peydah oldu. bu metni bu sürecin kaçınılmaz sonucu değil de iyi bir öngörü olarak görmek gerekiyor. elbette 1789 ve 1793'de fransa'da cereyan eden siyasi olayların belleği, bu derlemelerin yazılma sebebi, temmuz devrimi ise yayımlanma.

çok gevezelik ettim. kitap ne yazık ki edebi yoğunluğu yüksek hatta yer yer lirizme dahi kayan bir eser ama mizah yazıları kaleme alan richter'in kalemini küçümsememek de gerekiyor zira çarpıcı bir şekilde sivri bir dil de içeriyor. avrupa'da çatırdamanın seslerinin duyulduğu bu süreçte halkların özgürlük ve adalet arayışının yalnızca devrimci patlamalarla değil bireysel bilinçteki etik uyanışla mümkün olabileceği fikri siyasi bir zeminde değil daha çok richter'in entelektüel evreninde ahlaki siyasi bir ütopya inşası ne yazık ki. yine de tamamen pembe düş olarak değerlendirmek de akılcı değil zira halkların ruhunu ve tarihsel belleğini görece voltaireci ilerleme anlayışının seküler iyimserliğiyle değil aksine -en azından benim görüşüme göre- schillerci bir patosla; zamanın, esrik ve devingen ama çoğu zaman çürümüş ve adaletsiz yapılarla çevrelenmiş bütünüyle ele alıyor, richter. bu yönüyle de  metin, liberalizmin rasyonel pragmatizmine karşı bir tür etik romantik tepki barındırıyor esasında. belki biraz üstüne düşsek rousseau’nun halk egemenliği anlayışı ve goethe'nin kişisel bütünlük ideali arasında bir köprü dahi kurabiliriz sanıyorum. bununla birlikte metnin zayıf noktalarından biri, dönemin siyasal gerçekliğine fazlasıyla ahlaki açıdan yaklaşması ve toplumsal dinamikleri yeterince analiz edememesi bana kalırsa. yani özünde, politische nachklänge, hegel’in devrim felsefesiyle ya da saint-simon’un erken sosyalist tahayyülüyle karşılaştırıldığında daha bireyci daha romantik kaçıyor. kant sonrası ahlaki sorumluluk ile postnapolyonik dönemin politik kırılganlığı arasında bir yerde hizalanıyor olsa dahi modernliğe duyulan salt hayranlıkla beraber korkuyu da içinde taşıyor ve özgürlük arzusunu siyasi devrimle değil daha çok ruhsal bir devinimle telafi etmeye çalışıyor. buna rağmen duygusal yoğunluğu, tarihsel farkındalığı ve siyasi arayışıyla bir arkadaştan gelen bir mektup gibi okuması keyifli bir metin. spesifik olarak monarşi ve özgürlük hakkında yazdığı birkaç pasajı alıntı olarak bırakma niyetindeyim. sonrasında tanımı sonlandıracağım. elminster the wise, keyifli okumalar diler.

"die thaten des gemeinen werden leicht vergessen; die des fürsten nie. wozu soll denn ein fürst mächtig seyn, als zum besten?

was weckt und stärkt in monarchien jenen gemeingeist, welcher gleichsam einen aller-seelen-leib bildet und eigne und fremde kräfte zu allen opfern zusammenschmelzt? wenn man von der einen seite mit freudiger erhebung sieht, wie kräftig schon ein beschränkter gemeingeist sich in körperschaften, ınnungen, ständen, mit selbstopferung, mit achtung für ıdee und mit menschenwürde offenbaret: so nimmt man auf der andern seite desto schmerzlicher wahr, daß nicht nur diese kleinen staaten dem einschmelzen in den großen strengflüssig widerstehen, sondern daß auch die einzelbürger, theilnahmlos getrennt, als einsame bohrwürmer im felsen des staats leben, lieber alles aufopfernd, als sich; und fürchterlich sondert in dem seltenen staatskörper sich glied von glied, nerv von nerv..." p.65

"wie könntet ihr eine freiheit verbieten, deren dahingebung (im gegensatz anderer güter) nur schwäche verriete, wie die verteidigung nur kraft! denn wahrheit, sittlichkeit und kunst werden sogar vor dem schicksal behauptet und angebetet, und der mensch sagt: „was auch übles daraus entspringe, ist nicht meine, sondern des universums schuld!“ — könnt ihr denn mächtiger fordern, als ein gott und die welt?" p.79
devamını gör...

los astros del abismo

lo inefable gibi bir şiir ile kalbimi fethetmiş olan derleme. zira dizeleri evrensel bir kalp ağrısından sızar özünde. koparmak için çekiştirip durduğu teller aynı enstrümana aittir ancak yine de hiçbir acı da mutluluk gibi bir başkasınınkine benzemeyecektir. "bir kuş ki bir tanrı gibi şarkı söyler ve sürükler tüylerinde sefaleti..."* delmira agustini'yi kendi dizeleri ile tanımlamak gerekseydi, yalnızca şairliği ile değil yaşamıyla benim nazarımda kuşkusuz bu dizelerle örtüşürdü. erotik mistisizm, aşkın yitişi ile gerçekleşen ruhun ölümü ve kozmik melankolinin feminen bir estetikle ne denli 'korkunç güzel' oluşunun mirası adledebiliriz los astros del abismo'yu. bildiğim kadarıyla çevirisi olmamakla beraber metin aralarında sevdiğim şiirlerin bazılarının çevirisini de not düşeceğim. hâlihazırda lo inefable şiirinin bahsini açmışken onunla başlayıp sonra biraz agustini'nin edebi portresini irdeleyelim.

"ölüyorum, ne nadide bir biçimde…
ne yaşam soldurdu beni,
ne ölümün kendisi, ne de aşk;
sanki sessiz bir düşünceyle ölüyorum, açık bir yara gibi…
hiç hissettiniz mi, o tuhaf sızıyı?

bütün varoluşa kök salmış o görkemli düşüncenin,
ruhu ve bedeni yiyip bitiren,
fakat çiçek bile açamadan solan o düşüncenin?
hiç taşıdınız mı, taşıdınız mı içinizde uykuda bir yıldızı,
parlamadan yakıp kavuran ve dağıttığı küllerin.

işte budur şehadetin zirvesi... sonsuza dek taşımak,
yırtıcı ve kurak, o trajik tohumu;
bağrınıza saplanmış vahşi bir diş misali...

lâkin bir gün o tohumu, bir çiçekle söküp çıkarabilmek,
mukaddes, dokunulmaz bir çiçekte açarken…
ah! daha büyük ne olabilir ki,
tanrı’nın başını tutmaktan avuçlarının içinde!"*  p.21


bakalım önce şarap mı bitecek, karaciğerim mi iflas edecek yoksa agustini mi bırakacak yakamı...* şiirin incelemesini belki kendi başlığında belki burada yapabilirim ancak buna yazarken karar vereceğim. los astros del abismo'ya geri dönecek olursak şayet; delmira agustini’nin ölümünden on yıl sonra yayımlanan -posthumous- derleme -ki sanıyorum los cálices vacíos ile birlikte el rosario de eros'un halefi olduğundan mütevellit, xx. yüzyılın ilk çeyreğine tekabül etmekte- delmira'nın hem lirik evreninin doruk noktasını hem de içsel çatışmalarının en yoğun ve dolaylı olduğu şiirlerini içeriyor. yaşamında yayımlayamadığı metinlerle birlikte onun erken yaşta geliştirdiği şiirsel sezgisel gücün ve metafiziksel sorgulama yetisinin nihai bir vitrini demek abartılı bir ifade olmayacaktır. bu açıdan visión de otoño şiiri özel olarak irdelemeye değerdir aslında. "tüberküloz hayalleri süzüldü… gri gözleri iki büyülü işaretti…
hayaletimsi parkta silueti gezinip durdu… tüm bedeni kuru bir yaprağın titreyişiyle titriyordu!"
* gün üzerinden kurduğu liminal alan, ölüm vizyonunu erotize ederek gotiğin içinde eritmesi ve estetik ölüm yaratısı katmanlı ve can yakacak kadar gerçektir.

bu temanın derinleşeceğini, eser la alborada başlığı altında toplanan çocukluk şiirleriyle açılması ile anlamayız aslında ancak ardından gelen bölümler agustini'nin erotik duyumsallıkla felsefi derinliği harmanlayan özgün üslubunun somut örnekleriyle bezenir. agustini'nin poetikasında varlık ve yokluk ikiliği yalnızca ontolojik* değil aynı zamanda erotik bir düzlemde de işler. lo ınefable adlı şiirinde geçen ifadeler yalnızca entelektüel bir acıyı değil aynı zamanda sezgisel olarak dile dökülemeyen, maddi olmayan bir eros’un içinde çözülmeyle örülmüştür agustini tarafından. burada duyumsadığı ölüm literal ya da biyolojik değil metafiziksel bir tükenmişliğin temsili; varlığın aşkın olanla temas etme arzusunun doğurduğu imkânsızlıktır. nietzscheci anlamda dionizyak çatışma olarak adledebiliriz sanıyorum. hayatın taşkın enerjisi ile onu kavrama çabasının sınırları arasındaki gerilim şiddetle yükselir ve bir sonuca ulaşamaz zira. bunu gözden kaçırmak kolay olacaktır zira agustini’nin şiirlerinde mistik tefekkür geleneksel katolik aşkınlıktan çok yeryüzü merkezli bir kutsallık deneyimine dayanıyor. ki yine, “¡vida!” şiirinde dünya aşkın bir mekân değil bizzat tanrısal bir kucak olarak sembolize edilmiştir.


yani hayat, erotik bir arzu nesnesi değil, bir tür panteist tanrının tecessümüdür. bütün evren, yıldızlar, denizler, bilinmeyen dünyalar bir ilahi tanıklıktır. agustini’nin feminen duyarlılığı burada teofani ile tenin birleştiği çok eşsiz bir simya yaratıyor ancak gözden kaçırmamak gerekir ki agustini’nin imgeleri simgesel işlevlerinin ötesine de geçmeye açıktır zira sembolizm kolayca bilişsel araç haline gelebilir. las alas keza güzel bir örnektir. burada yalnızca soyut bir özgürlük metaforu değil bilincin şiirsel kapasitesine işaret eden çok aşamalı dizeler mevcut. kanatlar burada hem bir epistemolojik araç işlevi görüyor hem de bireysel ruhun dönüşüm potansiyelini temsil ediyor. şairin düşüşü de bir nevi gnostik bir deneyimdir çünkü. ilahi olanla temas ettikten sonra duyumsal dünyaya geri dönmenin acı verici zorunluluğu içten bir ızdırap verecektir. bunu feminen estetik ile oldukça incelikli harmanlaması sebebiyle şiirlerinde mistik bir açık da oluşuyor aslında. hipnotize edici oluşu bundan olsa gerek. agustini’nin poetik evreni yalnızca duyguların değil feminen varoluşun şiirleştirildiği bir alan. yüce mi musa triste! kadınsı öznelliğin, patriyarkal söylem altında dışavurulamayan bir varoluş krizini açığa vurduğu pek çok şiir mevcut derlemenin içinde. artık ilham verici olan değil kendisi bir travmanın bedeni haline gelmiş boş gözleriyle dünya üzerinde yalnızca geçici bir ışık olarak dolaşan bir hayalet imgesi güçlüdür burada. bu noktada agustini’nin poetikası, julia kristeva’nın* chorasına da yaklaşır çünkü söz öncesi bir acının, şiir diliyle yapılandırılmaya çalışılması olarak okunabilir.

la alborada'nın poetik ontogenezine de göz atmak gerekecektir. bu bölüm daha önce de belirttiğim gibi, delmira’nın on-on beş yaşları arasında yazdığı erken dönem şiirlerden oluşuyor ve poetik gelişiminin psikodinamik izini sürmeyi kolaylaştırması açısından konulduğu taraftarıyım. yine de hakkını teslim etmek gerekir zira bu şiirler, dilsel sadelik içinde bile çok katmanlı. örneğin la violeta görünürde alçakgönüllü bir çiçeği överken altta bir değer hiyerarşisi inşa ediyor ki violeta, diğer tüm çiçeklerden daha az gösterişli olsa da ideale daha yakınsaktır. bunu agustini’nin sezgisel etik-estetik sentezinin erken örneklerinden biri olarak okuyabiliriz. güzellik salt görünüşte değil, mahremde ve görünmeyende aranmalıdır düşüncesi gerçekten çok yüzeysel görünen ancak indikçe zemine doğru açılan yeni katmanlara sahip biçimde aktarılıyor.

ölüm ve aşk teması da oldukça baskın. diğer derlemelerin özünü de oluşturan temel bir yapı taşı bu. agustini’de erotik bir dorukla örtüşen; aşkın bedensel bir kırılma değil bir varoluşsal işgal olduğunu işleyen şiirler neredeyse geçiş işlevi görüyor kozmik temaya. burada pervasızca kapıdan giren aşk aynı zamanda benliğin sınırlarını ortadan kaldırıyor ve la copa del amor'da yer aldığı gibi bu deneyimi kutsal şarapla özdeşleştirerek eros’un litürjik bir forma dönüşmesini sağladığı da oluyor zaman zaman. georges bataille’ın ateşli teofani kavramıyla örtüşebilir belki bir nebze.

bu çok boyutlu feminen epifani -ontolojik patos da demek mümkündür- sadece bir şiir kitabı değil, içkin metafiziğin, erotik deneyimin ve sezgisel bilginin şiirsel olarak vücuda geldiği bir lirik kozmos olarak ele alınabilecek kadar derin ancak ayık bir bilinç ile ne okunması ne de ele alınması gerektiği kanaatindeyim. yaşadığı zamanın edebi ve ahlaki sınırlarını zorlayarak kadınsı dilin ve duygunun nasıl yüksek bir metafizik dile dönüştürülebileceğini göstermesi açısından da oldukça kıymetli olduğunu söylemek gerekir. ispanyol şiir geleneğinde ve dahi latin amerika modernizminin kadın temsili tarihinde bir başyapıt olarak ele alınması gerektiğini de belirterek birkaç şiir ile sonlandırayım tanımı.



la duda

vino: dos alas sombrías
vibraron sobre mi frente,
sentí una mano inclemente
oprimir las sienes mías.

sentí dos abejas frías
clavarse en mi boca ardiente;
sentí el mirar persistente
de dos órbitas vacías.

llegó esa mirada ansiosa
a mi corazón deshecho,
huyó de mí presurosa
para no volver, la calma,
y allá en el fondo del pecho
sentí morirse mi alma! p.120

vısıón de otoño

fue una tarde de plata. largas ráfagas frías
arrastraban chirriando las hojas amarillas.

pasó… pasó y flotaron sensaciones de tisis…
dos signos cabalísticos eran sus ojos grises…

por el parque espectral divagó su silueta…
¡temblaba en toda ella un temblor de hoja seca!...

el cierzo, que va en ondas, con sus alas de acero,
la azotaba violento, le agolpaba el cabello.

bajo los viejos árboles descarnados, grisientos,
que al cielo se alzan rígidos como manos de espectros;

pasó… gimió a su paso un chirriar de hojas secas,
y fue como una ráfaga de un frío de ultratierra.

el sol, rompiendo lento una nube de plata,
miróla extrañamente con su pupila extática.

pasó… flotó una helada sensación de misterio,
un olor de violetas y… se perdió a lo lejos. p.139

devamını gör...

la communaute inavouable

maurice blanchot’un ismini ne zaman zikretsem biraz da michael syrotinski'nin* etkisiyle königsbergli* düşüyor aklıma. belki la communauté inavouable için böyle bir okuma yapmam lazım gelirdi ancak giorgio agamben odaklı bir inceleme yapmak daha uygun düşecektir. ne diyordu şair,* sebeb-i telif'de... "yer etmedi adalet duygusu içimde benim. çünkü ben ömrümce adle boyun eğdim. yıldızlı gökten bana soracak olursanız kösnüdüm ona karşı, onu hep altımda istedim."

blanchot ve la communauté inavouable kitabına dönecek olursak eğer; öncelikle belirtmek gerekir ki, topluluğu paylaşılamazlık, yoksunluk, ölüm ve hiçlik temelinde yeniden inşa etmenin akılcı olmadığını düşünmek bir kenara*ortak eylemi ya da siyasi birlikteliği tamamen olanaksızlaştırma riskinin olduğu düşüncesiyle biraz da toplumsal hareketler, kolektif mücadeleler ya da direniş pratikleri açısından bu politik eylemsizlik biçimine ya da bir tür kutsal suskunluk romantizmine dönüşmüş argümanları çok da geçerli bulmuyorum. özellikle -son zamanlarda biraz daha toplumsal bir bilinç ile- bugünlerde yeniden biçim alan günümüzün somut mücadeleleri -sınıf mücadelesi, göçmen hakları vb.- açısından oldukça problematik bir bakış açısıdır bu ancak rasyonel bir düzlemde okuma yapmayı da gerektirecektir. eser, topluluk fikrine ilişkin düşünsel bir kırılmayı temsil eder esasında. ontolojik, etik ve politik düzeylerdeki o klasikleşmiş cemaat tahayyülünün tümüyle yadsınmasından ziyade kendi olanaksızlığı içinde yeniden düşünülmeye mecbur bırakılması denilebilir. yani özünde sadece bir kavramsal itiraz görmeyiz aynı zamanda yazı aracılığıyla açığa çıkan bir deneyimin tanıklığı diyebiliriz. bir açıdan desobra - temelde œuvre’ün karşıtı olarak işlemezlik- metni olarak, kitabın özü modernitenin birey ve toplum tasavvurlarına yöneltilmiş radikal bir sorunsallaştırmadır çünkü. blanchot, bu kavramın merkezinde bir eksiklik ya da yoksunluk bulunduğunu ileri sürer. bu açıdan da jean-luc nancy’nin la communauté désœuvrée yani kabaca bir çeviri ile işlevsiz topluluk metniyle diyalog içinde gelişirken -bunu belirtmek gerekecektir, her ne kadar benzer sorunsallar etrafında dönen bir tartışmayı paylaşsalar da nancy’nin işlevsizlik kavrayışı daha çok ontolojik açıklık ve ortak varoluşun mümkünlüğüne dair bir alan öneriyor. o yüzden de blanchot'un, olanaksızlığın ve dağılmanın zemini işlevi görecek anlatısından ayrılıyor yer yer.-aynı zamanda belki biraz da georges bataille’ın iç deneyim, yoksunluk, kurban ve egemenlik düşüncelerine -not düşmek gerekirse; blanchot için bu edebi topluluk, bataille’ın acéphale grubunda deneyimlediği türden kafasız, yani otoriteden, amaçtan ve liderlikten arındırılmış bir cemaat tasavvuru denilebilir. topluluğun merkezinde artık bir baş yoktur çünkü onu bir arada tutan şey inanç değil, hiçliktir artık. bu bağlamda itiraf edilemez topluluk da ne kutsalın ifşası ne de seküler bir vaadin yerine geçer özünde.- sırtını yaslayarak kendine bir dayanak oluşturuyor. hatta özellikle bataille'e sırtını biraz fazla yaslıyor. tanımın sonunda kitap içerisindeki bataille ve nancy atıflarından bazılarına da yer vereceğim. her neyse... bu bağlamda okuduğumuz zaman -en azından blanchot'un perspektifinde- topluluk, özdeşlikten ziyade başkalığı, başka bir açıdan; paylaşımı değil, paylaşılamayanı ve dahi tamamlanmaya değil, daima ertelenmiş bir eksikliği tanımlayacaktır. spesifik olarak bu kavramların etrafında şekillenen ancak hiçbir zaman tam anlamıyla sabitlenemeyen ve tam olarak da adlandırılamayan bir birliksizlik deneyimidir bu ifade ile topluluk. bu da itiraf edilemez olanın bir yasa ya da günah olarak değil de dilin ve varoluşun sınırında ortaya çıkan etik bir olay olarak okunması ve kavranmasına olanak tanıyacaktır.

biraz daha irdeleyecek olursak eğer, maurice blanchot’nun negatif topluluk anlayışı klasik komünal formların da -örneğin dini tarikatlar, ideolojik kolektifler ya da ulusal birlik fikirlerinin- ötesine geçerek bireylerin birbirine radikal biçimde yabancı kaldığı ancak bu yabancılığın bizzat bağ kurmanın koşulu olduğu bir alanı tanımlıyor. topluluk, özdeşlik ya da birlik üzerine değil, ölümün paylaşılamazlığı üzerine inşa edilir diyebiliriz az önce de belirttiğim gibi. ötekine bir örnek üzerinden ilerleyeceksek eğer özellikle de ölmekte olan komşuya duyulan etik sorumluluk - komşunun ölümü kişinin kendi ölümüm değildir ama bu mesafe tam da başkasının ölümünde benliğin dışına çıkarak etik bir açıklığa ulaşmasını sağlar diyebiliriz illa ki açmak gerekirse. bu etik açıklık biraz da levinasçı sorumluluk kavramıyla da akraba olmakla birlikte kimileri için özdeş dahi kabul edilebilir ancak bana kalırsa bu daha nihilist, daha tanrısız bir yaklaşımdır- bu topluluğun asli momentidir. burada autrui yalnızca bireyin dışında olanı değil bireyin onu hiçbir zaman kavrayamayacağı derecede uzak olanı simgeleyecektir yani. blanchot'nun bu düşüncesi özünde ait olmama yoluyla aitlik fikriyle doğrudan bağdaştığı için giorgio agamben'in the coming community ve homo sacer'i ile kaçınılmaz bir biçimde bir diyaloğa giriyor. agamben’in herkesin ve hiç kimsenin topluluğu, blanchot’nun la communauté inavouable’da formüle ettiği topluluğu olmayanların topluluğu düşüncesinin kabaca ardılıdır aslında zira her iki fikir de egemenliğin istisna haline karşılık siyasal olanı yani temsil edilemeyen ama yine de paylaşılan bir deneyimi kavramsallaştırma gayretine girer.

ki zaten hâlihazırda blanchot’nun itiraf edilemez nitelemesi, hem bu topluluğun söylemsel temsilinin mümkün olmamasına hem de onun sistematik açıklamalara, hukuki yahut moral normlara indirgenemeyecek bir mahremiyeti haiz olmasına işaret edecektir. bu, daha önce bataille hakkında not düşerken belirttiğim gibi; ne dini ne de seküler bir vaadin içinde barındırdığı bir ütopya değil her türlü telafi ve tanımlamanın dışında kalan bir varoluş kipi olarak okunmalıdır. edebi düzlemde, blanchot’nun topluluk anlayışı, dil ile kurulamayan bir ilişkinin dile getirilmesi gibi paradoksal bir sürecin ifadesine denktir. topluluğun itiraf edilemezliği aynı zamanda edebiyatın da itiraf edilemezliğidir zira yazı ne bütünüyle anlamlıdır ne de salt sessizliktir; -biraz derrida üzerinden okunmaya da açık- anlamın sürekli ertelendiği bir boşluk hâli olarak tanımlanmalıdır. ve bu boşluk yani yazı, blanchot'un okumasında topluluğun ne kurucusudur ne de yansıması, o sadece topluluğun olanaksızlığını açığa vuracaktır. bu yönüyle de metin edebî formda bir anti-maniesto veya daha sade bir ifade ile bir karşı-topluluk metni haline gelecektir ancak okumayı biraz daha politik bir düzeye çekmek elzem. yine de ondan önce şunu belirtmek lazım; blanchot yazıya sahiden büyük bir etik yük bindiriyor özünde zira yazın sanatının potansiyelini kısıtlayan bir negatiflik estetiği görüyoruz bu okumada. eylemi, direnişi, söylemsel üretimi sürekli olarak bir olanaksızlık fikriyle donatmak edebiyatı yalnızca bir fenomenolojik çıkmaza indirger zira. oysa ki -en azından bana kalırsa- dönüşüm, yaratım ve karşı çıkışın da alanı olabilecek bir yapıyı yazı-ölüm-sessizlik üçgeninde eritmek fazla nihilist bir yaklaşım ama kim takar yalova kaymakamını...

kaldığımız yerden devam edecek olursak eğer; politik olarak bakıldığında blanchot’nun metni, toplumsal örgütlenme biçimlerinin ve siyasi birlikteliğin sınırlarını da sorgular zira. devrimci romantizmin*ya da ütopyacı idealizmin değil mayo 68'in projesiz projesinin yahut bir araya gelişin yalnızca bir deneyim olarak mümkün olduğu anların ifadesidir bu ve bu bağlamda metin, herhangi bir politik programdan ziyade politik olana dair bir poetik öneriyor. topluluk burada, üretkenliğin değil işlemezliğin, yararlılığın değil gereksizliğin yansıması olacaktır denilebilir. yani bu türden bir topluluk, herhangi bir üretim ya da iş ile özdeşleşemez; aksine desœuvrement aracılığıyla kendini kurar. böylece topluluğun bir amaç etrafında bir araya gelmiş bireyler toplamı olduğu fikri de boşa düşecek, askıya alınacaktır. yerini ise hiçbir şeyde birleşmeyen, ama yine de bir aradalığı muhafaza eden bir varoluş biçimi alır ve bu toplumun çöküşü ile noktalanacak bir sürecin başlangıcıdır. gerçi zaten itiraf edilemez topluluk düşüncesi, özellikle etik, ontoloji, edebiyat kuramı ve politik teori eksenlerinde değerlendirildiğinde çağdaş siyasal öznellik biçimlerinin özgürlük kavramının ve kolektivite tahayyülünün yeniden ele alınmasını da gerektiriyor başlı başına zira mevcut kavramlar bir karşılık, bir soru üretemiyor.


çok da uzatmadan toparlayacak olursak eğer. hem edebiyat felsefesi hem de post yapısalcı siyaset teorisi açısından, modern özne teorisini aşındıran ve bu mutlak biz zamirinin radikal sorgulanmasını içeren temel bir okuma aracı olduğu söylenebilir. itiraf edilemez olan maurice blanchot’un nazarında topluluğun kendisi değil de ancak sessizlikte, yazıda, ölümde ve dostlukta zuhur edebilecek mahrem formudur. sonuç olarak itiraf edilemez topluluk; açık bir gözlem ile bu anlatı ne etik bir ideal ne de ontolojik bir gerçekliktir ve bu da ancak yazının sessizliğinde, ölümün kenarında, başkasıyla olan ilişkiyi kesintisizce sürdürme arzusunda işitilebilir türden bir fenomene dönüşecektir. bazen bütünüyle içimi sıkıyor bu adam. neticede, tarafgir olmamayı bir kenara ayırırsak eğer; maurice blanchot’nun toplumla kurduğu ilişki, tarihsel ve toplumsal bağlamdan koparılmış, sterilize edilmiş bir şeydir yalnızca ve bu tür bir ontolojik düşünce, aşırı şairaneleşmiş ve eylemsiz bir düşünce fetişizminden ibaret kalacaktır.

elminster the wise, keyifli okumalar diler, ya da her ne haltsa işte.


"...objet qu’on pourrait détenir, alors que la communauté, comme le dit jean-luc nancy, ne se maintient que comme le lieu — le non-lieu — où il n’y a rien d’autre, secrète de n’avoir aucun secret, n’ouvrant qu’au désœuvrement qui traverse l’écriture même ou qui, dans tout échange public ou privé de parole, fait retenir le silence final où cependant il n’est jamais sûr que tout, enfin, se termine. pas de fin là où règne la finitude. si nous avions, au principe de la communauté, l’inachèvement ou l’incomplétude de l’existence, nous avons maintenant comme la marque de ce qui la surélève jusqu’au risque de sa disparition dans l’extase , son accomplissement en ce qui précisément la limite, sa souveraineté en ce qui la rend absente et nulle, son prolongement dans la seule communication qui désormais convienne et qui passe par l’inconvenance littéraire, lorsque celle-ci ne s’inscrit en des œuvres que pour s’affirmer dans le désœuvrement qui les hante, même si elles ne sauraient l’atteindre." p.38


"impuissance: ce que symbolisait bien le fait qu'elle était là comme le prolongement de ceux qui ne pouvaient plus être là (les assassinés de charonne), un infini qui répondait à l’appel de la finitude et qui y faisait suite en s’opposant à elle. je crois qu’il y eut alors une forme de communauté, différente de celle dont nous avons cru définir le caractère, un des moments où communisme et communauté se rejoignent et acceptent d’ignorer qu’ils se sont réalisés en se perdant aussitôt. ıl ne faut pas durer, il ne faut pas avoir part à quelque durée que ce soit. cela fut entendu en ce jour exceptionnel: personne n’eut à donner un ordre de dispersion. on se sépara par la même nécessité qui avait rassemblé l’innombrable." p.56

"ou bien s'agit-il d'un mouvement qui ne supporte aucun nom -ni amour ni désir- mais qui attire les êtres pour les jeter les uns vers les autres (deux par deux ou plus collectivement), selon leur corps ou selon leur cœur et leur pensée, en les arrachant à la société ordinaire ? dans le premier cas (définissons-le trop simplement par "l'amour conjugal"), il est clair que la "communauté des amants" atténue son exigence propre par le compromis qu'elle établit avec la collectivité qui lui permet de durer en la faisant renoncer à ce qui la caractérise : son secret derrière lequel se dérobent "d'exécrables excès".

dans le deuxième cas, la communauté des amants ne se soucie plus des formes de la tradition, ni d'aucun agrément social, fût-il le plus permissif. de ce point de vue, les maisons dites closes ou leurs succédanés, pas plus que les châteaux sade, ne constituent une marginalité, capable d’ébranler la société. au contraire : puisque de tels lieux spécialisés restent autorisés et d’autant plus qu’ils sont interdits. elle n’est pas parce que madame edwarda est une fille qui s’exhibe d’une manière somme toute banale en exhibant son sexe. bataille écrit violemment: "l’horreur vide de la conjugalité régulée les enferme déjà." p. 79
devamını gör...

normal sözlük yazarlarından yarım kalmış öyküler

not: intihar girişimi, trafik kazası, ciddi fiziksel yaralanma ve benzeri travmalara sahipseniz lütfen ama lütfen okumayın. sizin için oldukça rahatsız edici detaylar mevcut olabilir.

tüm trajedileri ölüm meşru kılar. yazdığımız her karakter bizden bir iz taşır demişti yıllar önce bana eski bir dostum. yaşamında ve ölümünde, ruhumun izlerini yıllar boyunca bir yük gibi omzunda taşımış mta karakterim için sevgi dolu bir hikaye.

neon lights
canton yakınları, baltimore/maryland,usa
27 ekim 2002, gece yarısı 02.00 suları

tenini nazikçe okşayan rüzgar, aksak bir ritimle hiç durmaksızın aynı gerçeği fısıldıyordu kulağına: bu gece ölecekti. sokak lambası titredi, ışık dalgaları asfaltın üstünde bir yağ birikintisi gibi patlayarak eğilip büküldü. göğsünün ortasında biri büyük bir çiviyi yavaşça döndürüyormuş gibi hissediyordu. dairesel, ıslak, metalik bir titreşim... omurgası kendi ağırlığını taşıyamayacak kadar gevşemişti. sırtını nemli tuğla duvara yasladı. kaburgasının ortasında bir şey patlamış gibiydi. önce anlamadı. yalnızca o sinsi, ilkel sezgi durmaksızın, telaşla zihnini dürtüyordu. karnındaki sıcaklık hızla yayıldı ama yakıcı değildi, alışıldık da değildi. bir ıslaklık… bir gevşeme… bir boşluk. sanki içindeki her organ, kendini öylece bırakmıştı. sanki artık tutunmuyordu. soğuk bir suya yavaşça batmak gibi ağır ve donuktu. nabzı giderek hızlandı. önce vücudu anlamıştı. bir şeyler yanlış gidiyordu ve düzeltilmek için çok geçti. sinir uçları çırpındı. gözbebekleri büyüdü. kalbi, göğsünün içinde panikle atmaya başladı. içinden bir şey dışarı sızıyordu. elini karnına bastırdı. kaygan, yapışkan bir ıslaklık parmaklarının arasından süzüldü. karnında, sıcak ve genişleyen bir yırtık vardı. elini bastırmıştı ama bu yalnızca bir refleks ile yapılmış bir hareketti. ne tuttuğunu bilmiyordu. belki et, belki başka bir şey. bir yerden kan sızıyor, ama neresi olduğunu bilmiyordu. parmak uçları kaygan bir şeyin içinde geziniyordu. bu, onun kendi içiydi. hâlâ sıcaktı. henüz soğumamıştı. parmaklarının arasındaki kan gibi hissettirmiyordu artık. iç organlarının ona ait olmayan dış yüzeyi... et, yağ, sıvı ama çok yabancıydı. midesi bulanmadı. yalnızca anlayamıyordu. elini daha da bastırdı. parmakları giderek içeri gömüldü.tutmak istiyordu ama neyi? karnındaki yırtık bir türlü kapanmıyordu. elini oraya bastırmıştı ama artık neyi tutmaya çalıştığını bile bilmiyordu. et mi? barsak mı? sadece... bir şeyin hâlâ içeride kalmasını istiyordu. ellerini daha da derine sokmak istedi, orada hâlâ kendinden bir parça kalıp kalmadığını görmek için ama parmakları hissizdi artık. orada bir şey yoktu. parmaklarının arasından sızan kan önce hızla aktı, sonra yavaşladı. içindeki sıcaklık, omuzlarına dek çekilmiş, bacaklarından tamamen gitmişti. dizlerinin altı hâlâ orada mıydı, emin olamıyordu. taşla eti ayıran hiçbir sınır kalmamıştı.

dili ağzında büyüyerek damağına yapıştı. nefes almaya çalıştı ama ciğerleri dolmak istemedi. göğsü inip kalkıyordu, ama bir terslik vardı. soluk borusu, içinde biriken kanla tıkanmıştı. hava içeri giriyor ama dolmuyor, genişlemeye çalışıyor fakat hemen ardından sönüyordu. hırıltılı bir ses yükseldi boğazından... ya da öyle sandı. kaburgasının altında bir körük var gibiydi. yırtılmış, tıkanmış, yavaşlayan bir körük. sanki ciğerleri hava yerine pas çekiyordu içine. yüzünün sağ tarafı ıslaktı. yağmur değildi. ağlıyor muydu? fark edemedi. ne tuzun tadını ne de kalan son sıcaklığı. yaşayan bir organizmanın bir parçası olup olmadığını dahi anlayamıyordu. ne zamandır oradaydı?

karnındaki yırtık yavaş yavaş kendini açıyordu. her nabız atışında, kan değil de zaman fışkırıyormuş gibi içinden... zaman akıyordu. onun zamanı. sınırlıydı. her geçen saniye, biraz daha yok oluyordu ama sol eli hâlâ oyukta bir şeyler arıyor, fakat hiçbir şey bulamıyordu. bağırmak istiyordu, ama sesi yoktu. sanki kendi gövdesinin içinde boğuluyordu. düşünmeye çalıştı ancak düşünceler, bir delinin defterinden koparılmış sayfalar gibi, ıslanıyor, yırtılıyor, birbirine yapışıyordu. bir şey düşünmek mümkün değildi. bir cümle kurmak mümkün değildi. sadece kelimeler vardı, bir anlam yaratamayacak kadar ayrık kelimeler.

kalbinin sesini duydu. ilk başta düzensiz değildi. belli ki hâlâ savaşıyordu. göğüs kafesinin içinden tok bir vuruş. bir daha. bir daha. sonra... bir duraksama. bir vuruş daha. daha zayıf.
bir bekleyiş. sonra yine ama daha uzak. sanki içeride bir yerlerde, bir demirci çekicini yere bırakmadan önceki son birkaç darbeyi indiriyordu. vuruşlar, giderek arası açılan çekiç darbeleri gibi yankılandı boğazında. her atıştan sonra daha uzun bir sessizlik, daha az yankı, daha derin bir boşluk geliyordu. kalbi hâlâ oradaydı ama içinden atmak yerine kendini içine doğru çekiyordu. kendini yutuyordu. bedeninin diğer parçaları da anlamıştı olup biteni. kolu yavaşça gevşedi. eğilip bakmadı bile çünkü gözleri artık ona ait değillerdi. omzunun altı uyuştu. parmakları titremedi. titremek için gerekli elektriği kaybetmişti sinir uçları. sol elini çekti karnından. başını geriye, soğuk taş binaya dayadı. boynunu taşıyamıyordu artık. yağmur, yüzünü temizlemiyordu sadece yıkıyordu. gömleği sırılsıklam olmuştu ama bunu da fark etmiyordu artık. soğuk, dışarıdan değil içeriden başlıyordu. damarlarındaki kan, yerçekimine itaat ediyordu uysalca. içinden çıkıyor, giysilerine sızıyor, kaldırımın çatlaklarında yolunu buluyordu.

mazgalın altından gelen su sesiyle birlikte, sokağın sonunda boğuk bir blues parçası çalmaya başladı. eski bir radyodan sızıyor gibiydi. frekansı çatlamış... bozuk, aksak bir ses. bir kadın sesi… yumuşak ama kadifesi çoktan küflenmiş. şiddetli tını, kaldırımı yalayan kanın ritmiyle örtüşüyordu. her vuruşta biraz daha sızıyor; her nota, yavaşlayan atışlarına eşlik ediyordu.

boğazında bir basınç hissetti. ağzını yeniden aralamaya çalıştı ama nefes değil, bir ıslaklık doluyordu içine. sesi yoktu, yaşamıyla beraber alınmıştı ondan çünkü konuşmak için hava gerekiyordu. göz kapakları titreyerek inip kalkıyordu, ama her kalkış daha kısaydı. görmek gitgide zorlaşıyordu. sokak lambasının ışığı, gözbebeklerinde titrek bir pıhtı gibi donmuştu. karnındaki boşluğun içine çektiği nefesin en zayıf hâlinde, bileğinde kalan son kas gücüyle elini yavaşça kaldırdı.

parmakları yukarıya, titreyen sokak ışığına doğru yöneldi.
gökyüzüne değil, ışığa. sarı, solgun, titreyen bir ışık. elini yaklaştırdığında, ışığın içinde bir şey kıvrıldı. iplik gibi. zayıf yansıma son bir gayretle büküldü. kendi etrafında dolanıp dönmeye başladı ve sonra uyuşukça bir biçim aldı. saydam, küçük bir yusufçuk. basit, zahmetsiz bir ışık oyunu. kanatları hareket etmiyordu ama titriyordu. yağmurda ıslanmıyordu. sadece vardı. o kadar netti ki, gözbebekleri yeniden kısa süreliğine bir şeye odaklandı. illüzyon, rengi giderek solgunlaşan kemikli parmaklarının ucuna konduğunda ağzının kenarında memnun bir kıvrım oluştu. memnun, ağırbaşlı bir gülümseme.

göğsünün içinden bir ses daha geldi. boğuk, balçıklı bir hırıltı. bir şey boğazında, kanla karışık yukarı çıkarken gülümsemesini dağıttı. hava değildi, yalnızca bir uğultuydu. iç organlarının baskısıyla beli çöktü. omurgası sanki içeriden kırılmıştı. gözleri hâlâ açıktı ama artık ışık almıyordu. omuzlarından birinde bir titreme oldu. son kez. sanki biri adını çağırmış gibi döndürdü başını. kimse yoktu. tabii ki kimse yoktu. sinirler ölmeden önceki son yanlış sinyalleri yolluyordu. ciğerleri son bir gayretle ateş gibi yandı. soluk almak, sıcak bir çamura batmak gibiydi. göğsü inip kalkmadı. sadece kasıldı. refleksler, bedenin ölümünü inkar ederek direniyordu ama çok geçti. sırtı taş gibi ağırlaştı. zihninin içi pas tadında bir uğultuyla doldu. bir an için, tıpkı bir kafeste sıkışmış ürkek bir hayvan gibi titrediğini fark etti. son düşüncesi bir şeyin adını söylemekti ama isimler zihninden uçup gitti. diller unutuldu, sesler tıkandı. bir şey söylemeye çalıştı ama yalnızca ağzı açık kaldı. yalnızca bir... nefes. bir çığlık atmak istedi ama diyaframı kasılmadı. sesi yoktu. sonra bir şey duydu. yavaşça, derin bir iç çekiş gibi. kendi nefesiydi. sonuncusu.

delilik de ölüm gibi tek bir kaynaktan gelirdi. savarno'da marovyan azizlerini yakan knêžíler ve aberdare dağlarının polyelerinde çürüyen cesetler aynı histerinin yankısından ibaretti. yalnızca küçük bir statik: karşı konulamaz o tuhaf, eserikli cızırtı... sinir uçlarını tehdit etmeyen, kolektif, pervasız karınca öbekleri. sürünüyor, tırmalıyor, sürünüyor... yapışkan, ıslak, aç bir ağız. yavaşça çiğniyor. amigdalanın içindeki kıymık, bir sarkaç gibi bir o yana bir öteki yana salınıyor ve sonra bir gün tamamen duruyor... ve ip boşlukta süzülürken aynı cümlenin üstünde cereyan ediyor yankısı: bütün trajedileri ölüm meşru kılar.

bir saat öncesi, saat 01.15

meinhardt, yalpalayarak sokağın arasına doğru beceriksizce bir adım attı. midesi her hareketinde tepetaklak oluyor, boğazına yükselen asit genzini yakıyordu. geçen gece içtiği sangria dışında santa barbara'ya kadar boğazından pek bir şey geçmemişti. ağır saçağın altından sıyrılıp omzunu tuğla binanın soğuk cephesine yasladı. duvarı ağ gibi sarmış olan tortu, canlı canlı etten bir mozalenin içine gömülüyormuş gibi hissettiriyor, midesini biraz daha tiksintiyle buruyordu. iki apartmanın neredeyse bitiştiği dar aralık o kadar basık ve nemliydi ki bir hayvanın ağzının içini andırıyordu neredeyse. mazgaldan taşan kirli yağmur suyu garip bir eğimle sokağın aşağısına; özofagus'a dökülürken geride çiğ, huzursuz edici bir uğultu bırakmıştı. paslanmış ızgaranın üstünde biriken izmaritler, boş bir süt kutusunun çevresinde yuvarlanarak arnavut kaldırım boyunca sürüklendi. canton'da hava, yoğun bir endüstriyel sis tabakasının altında eziliyordu. geceyarısı çökmeden çok daha önce kok kömürünün kokusu ciğerlerini yakacak kadar yoğunlaşmış; kumarhanenin ara sıra açılan kapısından yayılan ekşi rom aromasına baskın çıkmaya başlamıştı. drenaj borusunun aksak vuruşları kafasının içinde uğulduyordu. yakınlarda bir motor çalıştı, eski ve tıkanmış bir egzozun boğuk homurtusu omurgasından bir ürperti gibi geçip gitti. gölgenin içine biraz daha sığınmaya çalışırken paltonun sıyrılmasıyla omzundaki yara açığa çıkmıştı. yarılmış et, metal bilyeler gibi üstüne inen yağmur damlalarının altında ateş gibi yanıyordu. ağzındaki paslı iğneyi damağından aşağı ittirerek dilinin üstünde gezdirdi. gözleri zihnine dolan hatıranın esrikliği ile uyuşukça kapanmıştı.


"sebat etmeyi öğreneceksin çocuğum," dedi, kadın, yanaklarına kan hücum ederken. rahibe mortens, rattan sopayı parmak eklemlerine indirirken ince dudakları öfkeyle gerilmiş, solgun yüzü daha da gölgelenmişti. koşulsuz bir otoritenin tüm kötülüklerine nezaret ederek haklı çıkardığı çokları gibi basit zalimliklerinden pek keyif alırdı. tanrının adını anmadan işlenemeyecek günahlar vardı kuşkusuz. oysa bu denli görkemli varlıklar, bütün kaosun ve kıyametin eşiğinde dahi yeryüzündeki yıkımlara karşı pek iştah ya da acıma duymuyor yalnızca küçük eğlencelerinin ihtişamına kapılıp gidiyorlardı.

(i: radyodan yayılan sweet georgia brown'ın hafif perküsyonu, sopanın havayla birlikte taze eti yardığı iki kısa anın içinde nazikçe vuruş seslerine eşlik ediyor; kadının itinayla kolalanmış boyunluğundan sarkan kolye, kolunun her titiz iniş ve çıkışında göğsüne çarparak bu ritmin içine garip bir ses filigranı ekliyordu. senkronizasyon neredeyse hipnotize ediciydi. iç yanağına baskı uygulayan iğneyi yutmamak için dilini ısırdı. bağırmak yoktu. çığlık atmak, yardım dilenmek ya da iğneyi tükürmek... terbiyeli çocuklar böyle yaygaralara mahal vermezdi. onlar, korkunun sevginin kalbinin attığı yer olduğunu bilirdi. tanrı, inananlarına böyle buyurmuştu. kadının kolyesinden sarkan adamın donuk, metal gözlerine bakan herkes bunu bilirdi. herkes tanrının çilecilere kucak açtığını bilirdi. yoksa bütün gece ağzında bir iğneyle uyumak zorunda kalacaktı ve aziz barlowe katolik okulunun yatakhanesi uykuya yenik düşebileceği kadar sessizdi."


gürültü, içine daldığı rüyadan onu çekip almıştı. gözleriyle sesi kaynağına kadar takip etti. büyük bir fare, karton kutunun tepesinde çaresizce sağını solunu izliyordu. araba farları sokağı her aydınlattığında tiz bir ciyaklama koparıyor, kaçacak delik arıyordu ancak nafileydi.

"bunlar bu bedenin anıları değil," diye düşündü soğuk ter damlaları ensesinden aşağı inerken. octavia reed, uzun zaman önce ölmüştü. golden gate köprüsü gibi otoriter bir tanığı varken kimse buna itiraz edemezdi. yine de geçmiş yaşamının hayaletleri zaman zaman zihninin kapılarından firar ediyor; irinli bir yara gibi gündüz rüyalarına sirayet ediyordu. yılların verdiği nazik bir alışkanlıkla iğneyi gıcırdayan dişlerinin arasından bir kürdan gibi nazikçe dışarıya doğru yönlendirdi. şimdi, ince metal, dudaklarının arasından sarkıyor, arada bir üstüne çarpan yağmur damlalarıyla birlikte titreşiyordu. nabzını omzundaki yaraya kadar takip etti. gömleğini kırmızının canlı bir tonuna boyayan yara, gözünün önündeki gerçekliği eğip büküyor; yoğun pas tadı onu geçmişe kadar takip ederek acı verici bir hatıranın izini sürüyordu.

belki daha sonra tanımı güncelleyip devam ederim yazmaya. şimdilik hikayeyi sondan başlamış varsayalım.
devamını gör...

il mito del sangue

bir süredir bozuk bir plak gibi bu kitabı kafamda döndürüp duruyorum. evola’nın metapolitik ırkçılığına dair makul bir okuma yapmak niyetindeyim ancak tanımda taraflı bir bakış açısı olduğunu önceden belirtmekte fayda var.** ressamlıkta aradığını bulamamak bu avrupalılara neden bunu yapar hiç anlamam...

öncesinde dönemin politik ve entelektüel iklimine göz atmakta biraz fayda var. julius evola’nın il mito del sangue isimli eseri 1937 yılında -ki bu takriben yılın ilk aylarına tekabül etmekte- ilk defa görücüye çıktığında, ırkçılık kavramı çoktan küresel bir norm hâline gelmişti. devlet destekli ırkçı politikaların, etno-milli ve öjenik temelli doktrinlerin hâkim olduğu dünya sahnesinde, totaliter rejimlerin resmi ideolojisine dönüşmüş; yasalarla ve propagandayla kurumsallaşmış olan bu kavram artık yalnızca bireysel bir önyargı ya da bilimsel bir tez olmaktan çıkmış; sadece biyolojik determinizme indirgenmeyen ve kültürel kodlarla yeniden tanımlanan bir paradigma hâlini almış; yani artık yalnızca antropolojik ya da biyolojik bir kategorizasyon değil, aynı zamanda teolojik, tarihsel ve kültürel bir ontolojiye evrilmiş durumdaydı. dönemin entelektüel iklimi, ırkı yalnızca kalıtımsal değil, ruhani ve metafiziksel bir fenomen olarak da kavramsallaştırma eğilimine doğru süratle çekiliyordu. nasyonal sosyalizm, fransa ve britanya'da eklemlenen faşist kolonyalizm ve batı dışı otoriter ideolojiler, ırk düşüncesini devlet ideolojisi bağlamında okuyordu. nasyonal sosyalist almanya, faşist italya, etnik temizlik içerisine girmiş sovyetler, abd'de hâlâ yürürlükte olan ayrıştırıcı yasalar ve pan asyacılık ile kendisini yeniden tanımlayan japon militarizmi, ırkı hem biyopolitik hem de kültürel bir hegemonya aracına dönüştürmüştü.

böyle bir entelektüel iklimin içinde, evola, il mito del sangue ya da kan miti'nde çok açık bir girişimde bulunuyor ve klasik biyolojik ırkçılık anlayışının ötesine geçerek; ırkı bir metafizik kategori ve hatta bir kültürel-ontolojik ilke olarak yeniden kurmaya çalışıyor. nazizmin biyolojik determinizmine dahi mesafeli duran evola, eser boyunca birazdan çürütme girişiminde bulunacağım üzere ırk kavramını yalnızca kalıtımsal ya da antropometrik değil aynı zamanda kültürel, tarihsel ve ruhsal bir öz olarak tanımlıyor. yani özünde evola'nın amacı, ırkçılığı dar anlamda bir ideoloji değil, bütüncül bir weltanschauung* -edmund husserl yanım ağır basmasın diye direniyorum, yoksa biteviye söveceğim ayaküstü- olarak yeniden temellendirme gayretindedir diyebiliriz.

boyuna eleştirmek istemiyorum, o sebeple biraz daha argüman/karşı argüman ekseninde ilerleyeceğim içeriği detaylandırırken. yoksa "il razzismo, trascende i suoi elementi scientifici, filosofici, storici: è un sintomo e simbolo dei tempi,"* öyle mi şarap çanağına tükürdüğümün fikirsizi mentalitesine kayıyorum.** düşün, ben bir de bunun eros and the mysteries of love: the metaphysics of sex kitabına da şans verdim... her neyse.

evola, eserinde modern bilimsel eleştirilere karşı ırkçılığı savunurken onu bir mit olarak kurar ancak bu mit basit bir yalan değil, kolektif bilinçdışının metafizik çekirdeği olarak işliyor evola'nın aktarımına göre ki bu sayede kavramının bilimsel zeminden soyutlanması, onu rasyonel değerlendirme dışına çıkarmakla kalmaz aynı zamanda epistemolojik bir bağışıklık da sağlar. ırk, bu açıdan hissi bir hakikat olarak işlenmiştir; tıpkı dinler, semboller ve kutsal gelenekler gibi. bu noktada evola, alfred rosenberg’in 'der mythus des blutes'* ifadesine yaslanarak, ırkçılığı çağın yeni dini olarak sunar. bu bağlamda karşı argüman sunmadan önce rosenberg'in der mythus des 20. jahrhunderts'inden* -ya rosenberg kardeş, vatikan konsülüne sallamak gibi olmuyor değil mi?*- bir alıntı bırakmak makul olacaktır.


"heute erwacht aber ein neuer glaube: der mythus des blutes, der glaube, mit dem blute auch das göttliche wesen des menschen überhaupt zu verteidigen."
der mythus des 20. jahrhunderts. s.64

okuma yapmaya devam edecek olursak eğer; evola'nın, ırk kavramını mit düzeyine çıkarma girişimi her ne kadar modern pozitivizme karşı metafizik bir alternatif gibi sunulsa da daha önce de belirttiğim gibi en nihayetinde bu yaklaşım onu eleştiriden muaf bir konuma da yerleştiriyor ve ırk kavramını. bilimsel zemininden koparılarak epistemolojik bağışıklık kazanması demek aynı zamanda onu sahte doğruluklardan beslenen bir dogmaya dönüştürme riskini açığa çıkarır. nitekim mitin irrasyonel gücüne yapılan bu vurgu belirli otorite figürlerinin yahut ideolojik yapının ırk teşhisini keyfi olarak gerçekleştirmesini -evola'nın da yaptığı gibi- meşru zemine taşır yani hem etik açıdan hem mantık açısından yanlışlanabilir bir konumdayken modernliğe bir alternatif değil irrasyonel tahakkümün meşrulaştırılması olarak da okunmaya açıktır.


dönemin politik iklimine değinmiş olsam dahi evola üzerinden entelektüel iklimine de göz atmak gerekiyor. evola'nın ırk mitolojisi, xviii. ve xix. yüzyıldaki çeşitli düşünsel hatlara eklemleniyor özünde. birazdan bazılarını detaylandıracak olsam da kabaca; johann gottfried herder'in völkergeist -halk ruhu- kavramı, johann gottlieb fichte'nin urvolk -ilk halk- miti, ernst haeckel'in monist biyolojisi, joseph arthur de gobineau'nun aristokratik ırk metafiziği ve houston stewart chamberlain'nin romantik-panaryan almanlığı iyi birer örnek olacaktır. her fikri analiz edeceğim diye kütüphanem şahsına münhasır bir ss subayının şahsi kitaplığına dönmüş ya...

şimdi, biraz açacak olursak; gobineau’nun insanlık tarihini soylu bir aryen çekirdeğin kan yoluyla çözülüşü olarak okuması, evola’nın fikirlerine bir açıdan sirayet de eder zira bu tez, batı uygarlığının çöküşünü melezleşmeye bağlayan bir tür soylulukla çöküş diyalektiği üretiyor. gobineau’ya göre, medeniyetlerin düşüşü dini yahut siyasi sebeplerle değil, safkanlığın kaybı ile açıklanabilirdir ancak.

yine de söylemekte fayda var. gobineau’nun aristokratik ırk metafiziğinin evola üzerindeki etkisi yadsınamaz olsa da, iki düşünür arasında önemli farklar mevcut. gobineau, melezleşmeyi kaçınılmaz bir çöküş olarak okurken, evola bu kaderi metafizik irade ile aşılabilir görüyor esasında, yani gobineau’da tarihsel zorunluluk olan çözülüş, evola’da ruhsal seçkinlik ve geleneksel içsel disiplin aracılığıyla tersine çevrilebilir bir etken. bu açıdan bakınca evola’nın düşüncesi, dekadanlığa teslim olmuş bir aristokrasiden ziyade kendini yeniden inşa eden metafizik bir seçkinlik anlayışı taşır denilebilir. kötü ile daha kötü arasında seçim yapıyoruz sahiden...

her neyse; benzer şekilde, chamberlain’in die grundlagen des neunzehnten jahrhundert adlı eserinde ari ırkın kültürel üretkenliği onu tarihsel kaderin taşıyıcısı hâline getirerek yalnızca fiziksel değil aynı zamanda bilim, sanat ve mistisizm gibi yüksek alanların kurucu unsuru olarak konumlandırıyor. bu yönüyle evola’nın tezi, chamberlain’in kültürel üstünlük kurgusuyla örtüşüyor ancak evola, chamberlain’in modernizme fazlasıyla angaje oluşunu da  eleştiriyor aynı zamanda zira onun sanatla çözülemeyecek kadar derin bir meseleye estetik çözümler önermesini yetersiz buluyor.

evola'nın yeniden işlediği thule efsanesine de göz atmak gerekiyor tam da bu noktada ama önce biraz neyin ne olduğunu konuya hakim olmayan şanslı kesim için açalım; karl wilser’in ırk mitolojisine mütevazı katkısı(!) ırkın kökenini asya’dan alarak kuzey topraklarının buzul uygarlığına yerleştirmesidir. bu arktik mit ya da başka bir deyişle thule efsanesi, aryen ırkın tarihsel değil kozmik bir halk olduğu fikrine dayanır özünde ve wilser’e göre, kuzeyli dolikosefal, açık tenli insanlar buzul çağında biçimlenmiş, fiziksel dayanıklılıkları ve ruhsal içe kapanıklıklarıyla seçkinleşmişlerdir falan. gel de rasyonel okuma yapıver şimdi. evola elbette kendi lehine okuyabileceği her fikir gibi bu miti yeniden işler ve thule yalnızca coğrafi bir alan değil, metafizik bir merkez işlevi görür anlatısında. yani, aryen halk, yalnızca tarihselliğin değil, kozmik düzenin de mirasçısı varsayılmalıdır. böylece ırk, sadece tarihsel bir kalıntı değil, düzenin ve ışığın taşıyıcısı haline getirilmiş olur ancak arktik mitosun, tarihsel bir halk anlatısından ziyade kozmik bir köken miti olarak yeniden yazılması, evola'nın ırk anlayışını yalnızca zaman-dışılaştırmakla kalmaz aynı zamanda onu doğaüstü ve aşkın bir ilkeye dönüştürür ancak bu dönüşüm, ırk kavramını yine ve yeniden tarihsel eleştiriye kapatarak mutlaklaştıracaktır. yani böylece thule, artık yalnızca bir coğrafi alan değil ideolojik temsillerin meşruiyet kaynağına dönüşür ve bu durumda, tarihsel gerçeklik ile mitolojik inşa arasındaki sınır giderek silinir ve ırksal kimlik sorgulanamaz bir kader olarak dayatılabilir hâle gelir. bu da doğal olarak düşünsel düzlemde bir arkaik meşrulaştırma mekanizması yaratıyor.


biraz da bu düşüncenin sacayağını oluşturan kavramlaştırılmış ırk argümanı üzerinden okuma yapmak elzem. julius evola’nın ırkı yalnızca bedensel değil ruhsal bir fenomen olarak yeniden tanımlaması üç seviyede kavramsallaştırılmış olarak vuku buluyor. razza del corpo yani bedensel ırk, razza dell’anima yani ruhsal-psikolojik ırk ve razza dello spirito yani metafizik ırk olarak çevirebiliriz. bu üçlü yapı, insanın fiziksel kökenleriyle ruhsal kapasiteleri arasında bir kan-ruh diyalektiği kurma gayesiyle oluşturulmuş vaziyette. fiziksel ırk forme esterne düzeyindeyken; ruhsal ırk, volontà, ethos, ethos metafisico düzeyindedir. ırkın gerçekliğini kavramak, onu ölçmek değil, teşhis etmekle yani diagnosi ile mümkündür diye açıklıyor, evola. bu beden-ruh-ruh ötesi üçlemesi sözüm ona ırkçılığın klasik biyolojik formlarını aşan bir derinlik önerisi sunuyor gibi görünse de yine bu yaklaşım da ölçülemezliği ve öznel yoruma açıklığıyla birlikte önemli bir tehlike barındırıyor esasen zira ırkın teşhisle anlaşılabileceği -ancak ölçülemeyeceği- düşüncesi, öznel bir ruh bilgisi ya da karizma biçiminde algılanabilecek ırksal üstünlük anlatılarını doğuruyor ki tarihsel örneklerini bulmak mümkündür bu tür bir tanıma rejimi açıkça modern bilimsellikten uzaklaşırken yerini dogmatik ve otoriter yorumlara bırakma mecburiyetindedir. özellikle totaliter rejimlerde bu ruh teşhisi mevcut liderin keyfi kararıyla örtüşen bir ırk tanımı haline gelebilir ve bunun sonucunda soykırım gibi insanlık suçlarına kolayca kapı aralanır.

yalnız, şu detayı kaçırmamak önemli; evola, ırkçılığı yalnızca modern pozitivizmle değil hristiyanlık ve roma’nın evrensiyetçi düzeniyle de karşıt konumlandırıyor. başta rosenberg'e bu yüzden boşuna laf atmadım... evola'nın perspektifinde hristiyanlık eşitlikçi, roma ise homojenleştirici işlevi görüyor. oysa onun argümanı bağlamında ırk özünde hiyerarşik, ayrımcı ve aristokratiktir. bu nedenle, aryen ruhun yeniden doğuşu ancak antikristiyan ve anti-roma bir bilinçle mümkün olacaktır. bir açıdan bu hıristiyanlık ve roma karşıtlığı evola'nın evrenselci her türlü dünya görüşüne duyduğu nefretin izdüşümünün bir sonucu olarak okunabilir bana kalırsa. burada roma’nın eşitleyici ve homojenleştirici olarak tanımlanması tarihsel gerçeklik açısından kısmen doğru bir çıkarım olsa da genelleştirici kalacaktır zira roma imparatorluğu -basit bir tarihi okuma ile görülebileceği üzere- vatandaşlık sisteminde farklı statüleri barındırmış, sosyal hiyerarşileri koruyarak bir politik çokluk üretmiştir belirli dönemlerde. dolayısıyla roma’yı ırk-dışı bir yıkım aktörü olarak göstermek modern ideolojik öfkenin antik tarih üzerindeki anakronik bir yansıması ve hatta sanrısı kabul edilebilir zira bu tür bir tarih okuması, evrenselciliğin alternatiflerini soyluluk fetişizmine indirgemekten öteye gitmez.

yeni insan tasarısına da biraz göz atıp, eru illuvatar'ın izniyle bu tanımı da küfür etmeden kapatmayı umut ediyorum. şöyle ki; evola için kan miti yalnızca geçmişe değil geleceğe dair de bir proje aslında. modern insanın çöküşüne karşı, içsel ve ruhsal olarak saf, metafiziksel açıdan yüksek bir insan tipi -doğru tabir ile l’uomo differenziato- fikri ortaya konuluyor ki pek orijinal olduğunu söylemek yanlış olur zira bu daha çok nietzscheci* üstinsan'ın gelenekselci bir yorumundan fazlası değil fakat birebir aynı çizgi üzerinden okumak da yanılgı olur zira l’uomo differenziato  ilk bakışta nietzsche’nin üstinsan'ına eş görülse dahi ttemelinde gelenekselci ve hiyerarşik bir ruh soyluluğu yatar. bu figür modern bireyin eşitlikçi öznelliğine karşı konumlandırılmıştır evola tarafından ve seçkinliği yalnızca kişisel başarıyla değil aynı zamanda içkin bir ırksal-ruhsal soyla açıklar.böylece modernitenin özgür birey anlayışından ziyade ezoterik aristokrasi ideali ön plana çıkıyor aslında ancak bu figür, farklılıklara saygı temelinde bir çoğulluk değil; homojen, hiyerarşik ve dışlayıcı bir norm üretiyor aynı zamanda. yani onu bir özgürlük tahayyülünden çok seçkinlik adına kurgulanmış mitik bir tahakküm düzeni olarak okumak elzem.

sonuç olarak, il mito del sangue; nazi ideolojisinin araçsal ve pozitivist ırkçılığına karşı bir tür metafizik ırkçılık üretiyor denilebilir. buradaki ırkçılığın temeli de başta da belirttiğim gibi yalnızca biyolojik bir kategori değil aynı zamanda bir kozmik düzen tahayyülü, sözde bir varoluş rejimi ve ruh aristokrasisi olarak konumlanıyor. evola'nın titizlikle kavramları eğip bükerek gobineau’nun dekadan soyluluğundan tutun chamberlain’in tarihsel mistiğinden ve dahi wilser’in kozmik kuzey mitosundan felsefi bir çekirdek çıkarmayı amaçlıyor ve sonucunda; kan, yalnızca taşıyıcı değil bir ilke; tarihsel değil mitik bir hakikattir mentalitesine dayanak arıyor ancak bu dayanak bir darbede yıkılmaya hazır bir fikir yığını zira sözde bu bağışıklık ırkı bir ölçüt olmaktan çıkarıp, tanrısal sezgiyle saptanacak bir mutlaklık haline getirdiğinden; eser, bilimin değil mitin alanına taşınmış ırkçılığın çok daha tehlikeli ve dogmatik bir versiyonu. kan burada sadece taşıyıcı değil artık taşkın bir ilkeye dönüştüğünden ölçülemez, kati surette sorgulanamaz yani yalnızca teşhis edilebilir. bu da düşünsel değil dogmatik, tartışmacı değil buyurgan bir argüman üretmiştir.

elminster the wise keyifli okumalar diler... ya da dilemesin anasını satayım. başta söylemem gereken şeyi sonda söyleyeceğim zira kimse okumuyor tanımı. bu kitabı dokuz cehennemin lordu okusa hıçkırıklara boğulurdu. şeytani bir şey bu. bildiğimiz sistematik bir kötülük. kitaba her baktığımda kendimi claus von stauffenberg gibi hissetmeye başladım. eh, ne yaparsın... tuvalde kendini bulamayan avrupa entelektüeli eninde sonunda kafayı ırkla bozuyor; ya pigmentle ya da pigment eksikliğiyle.
devamını gör...

normal sözlük yazarlarının karalama defteri

kendime bir yalanı onlarca kez tekrar edebilirim ve bu, üç bıçak koyar içime. ağzımı her açtığımda kusursuzca göğsümü dürten, ortalığı kana bulayan üç bıçak. biri, şayet kaldıysa bende vicdanım. bir diğeri çocuklukta dahi sahip olamadığım sırsız bir merhamet. diğeriyse... kısa bir zaman dilimi içinde, onu, kendi onurumu bile isteye kaç kez çiğnemem gerekti, kestiremiyorum. fakat mühim değil; ne denli noksan ve aşağılık olursa olsun, o onur bana ait, onu bir başkasının eline teslim etmiş değilim. onu ayaklar altına alan da bizzat ben isem, enkazıyla yaşamayı öğrenmekle mükellefim.

ama onuru bir kenara bırak; merak ediyorum... bir insanın kendi insaniyetini, haysiyetini ve şerefini ne kadar ezmesi gerekir gerçekten aşağılık biri olabilmek için? ilkinde mi başlar o kırılma, yoksa gönüllüce geçtiğim ikincisinde mi? bu kasıtlı ihlal, kendimi kendimden tezellül edecek hâle getirmeye yetmedi mi beni? hangisinde aşağılık demeliydim kendime, ilkinde mi yoksa ikincisinde mi? hangisinde daha kötüydüm, yaparken mi yoksa sürdürürken mi? bir insan olarak daha ne kadar dibe düşebilirdim, bunun da altı varsa şayet. ama hayır, kandırmayacağım kendi kendimi, bir başkasına reva gördüğüm gibi. içimde hâlâ kaldıysa küçücük bir parça iyi niyet, bende herhangi bir zaman diliminde vardıysa şayet ondan; kabul etmem gerekir, sahtekârca ve bütün riyakarlığımla altın rengine boyanmış bir tenekeden farksız değilim ben. süslü cümleler, abartılı sözler, üstüme kuşandığım hiçbir sahte iyi niyet örtemez bunu ve verdiğim hiçbir zarar geri alınamaz. ben olduğum şey ile yaşamak mecburiyetindeyim, bundan daha ağır bir ceza olamaz ama bunu hiç hak etmeyenlere verdiğim hasarın geri alınamazlığı benim sefaletimden çok daha büyük ve insan bu ödenemeyecek kefaretle nefes alamıyor. yazmadan, kusmadan zehri, değil nefes almak yaşayamıyor da. yine de bu bile sanıyorum hak ettiğimden fazlası.

hayır, suçlamıyorum kendimden başka birini ben. suçlanacak başka kim var ki? ne beylik laflar etmek niyetindeyim ne de parmak sallamak hayali düşmanlara. asla gözünün içine bakamadığım aynadakinden başka bir yere doğrultamam suçlu ilan eden o parmağı. “bir zamanlar öyle hak etmediğim kadar güzel görüldüm ki şimdi bu beni daha da çirkin kılıyor,” diyeceğimi de sanma çünkü çirkinlik en azından belirtisidir insan olmanın. bende ondan bile eser kalmadığını bilmek boğazıma nasıl diziliyor, söylemesi güç. bilmek de istemem çünkü sanıyorum, onu bile hak etmiyorum. sen hâlâ hicap duyulacak kadar güzelsin kuşkusuz ancak bu düşünce, kendimi esirgediğim bir hakikatin ortasında bırakıyor beni. güzelliğin uğruna kaç tuğla eksilmeliydi hiç gururla bakmadığım hüviyetimden? eğer o duvar bu kadar kolay ve zahmetsizce yıkıldıysa kendi elimle, ben baştan hiç sahip olmadım o yüce erdemlere. kendime dair duyduğum tüm bu kibirli inanç, bir zırh gibi ördüğüm hayali iyi niyetlerin sancaklığından ibaretti. erdemli olmak yeterince kolayken bir sanrıya kapılmış; kendi lehime kullanmam gerekmeyene kadar bunu bir maske gibi gönülsüzce taşımıştım üstümde sadece. bir insan olarak, budur benim özüm.

ve istiyorum ki, bu farkındalık içimi lime lime etsin. korkunç bir ızdırap versin bana ama hayır... bir boşluk var yalnızca içimde. korkunç, can yakıcı bir boşluk çünkü büyüdükçe acının varlığı, kendini bin parçaya ayıramadan hissedemiyor insan onu. öylesine büyük bir hiçlik ki, bu çöküşün utancını bile duyamıyorum. insan kendinden dahi utanamayacak kadar utanç içindeyse bununla ne yapılmalı, bilmiyorum. eğer insan olmakla insan kalmak arasında bir mücadele varsa, o savaşa başından beri hiç iştirak etmemişim ben. bunun ağırlığı beni öldürsün diye umuyorum lakin süründürmeye bile değer görmüyor o his beni ve ne yazık ki biliyorum, bu hak ettiğim iyi niyetten bile fazlası.

sen söz konusu olduğunda ise… en kötü niyetlerimi bile zihnimde nasıl kolayca aklayabildiğimi görmek, kendime dair ne hissettirmeli bana? elbette, doğru bir şey değil bu. ama şunu soruyorum içimden: sevgiyle sakatlanmış bir ruh mu daha acınasıdır, yoksa kendi çürümüş hakikatiyle yüzleşmesi mi bir insanın? ikisi aynı surette cereyan ettiğinde; bu iki hâl tek bir ruhun içinde birleştiğinde insan o zaman ne yapmalı kendisiyle? biteviye acımalı, boyuna merhamet duymalı, katlanmalı mı kendi yüreğinin çirkinliğine? yoksa verdiği zararın altında sorgulamalı mı ne kadar aşağılık olduğunu. sanki ölçülebilirmiş gibi. sanki yıkımım telafi edebilirmiş gibi senin hüsranını. insan kendi korkunç gerçekliğini tanımaya çalışacak kadar sabırlı ama ona katlanmayı dahi bilemeyecek kadar toy ise, ne yapmalı bununla? ikisi aynı anda mevcutsa şayet bende, nedir benim hüviyetim? bir cevabım yok buna kuşkusuz, fakat bilmeni isterim ki; kendi benliğime dair duyduğum tüm bu tiksinti ve hayal kırıklığı, tek bir şey dahi eksiltemedi senin güzelliğinden.

yine de, bilmiyorum... belki seni düşündüm tüm bunları yazarken; belki de düşünmedim ama sana çiçek göndermeyeceğim çünkü biliyorum ki hepsi zehirli ve gönderilmemek için yazılmış tüm mektuplar gibi onlar da yakılacak yalnızca ve sen tüm iyi insanlar gibi, benim kadar aşağılık olanların verdiği korkunç hasarı taşımak zorunda kalacaksın. oysa ben sarıp sarmalamak istemiştim tüm yaralarını, bir yenisini açmak için rezilcesine beklerken. bunun adil olmayışına içerlenip kederlenecek hakkım dahi yok ama içimde bir yerde bir başkasının, gerçekten senin gibi olan bir başkasının açtığım tüm acınası hasarları onarmasını umacağım çünkü ben o hakkı daha en başından kaybettim. acı ki, öyle olmasını umduysam da doğuştan hakkım değildin sen benim ve ben bu hatayı bir nişan gibi üstümde taşıyacağım. ne af ne acındırma için söylüyorum bunları, ben içimde bir yerde bunlara layık olmadığım gerçeğini biliyorum. insan bu denli aşağılık bir şeye merhamet dahi duymamalı çünkü ben adil değilim diye adaletin kendisinin de eğri büğrü olması gerekmedi hiçbir zaman. şimdi bir anlamı kalmadı artık ama dilerdim ki, hiç rastlaşmamış olalım. böylece kurtarabilirdim seni kendi eksikliğimden oysa ben bile isteye, gönüllüce aşağılıktım. o yüzden anlamı yok sebeplerin arkasına saklanmamın. öyle ya da böyle, ikimiz de biliyoruz; ben yalnızca altın rengine boyanmış ucuz bir tenekeden farksızım ancak kısa bir an seninle aynı vitrinde durmaya hakkım olduğuna biraz olsun inandım.
devamını gör...

paranoyak deli ile delisin delisin

edit 12: bu yaz datça planım vardı ama izmir... bir günlüğüne kamp ekibini ikna edersem neden olmasın? güzel bir plana benziyor. platonik değilim ama olsaydım sanki daha az üzülürmüşüm gibi. bu şarkıyı da dinleyip müsaadenizi istemeliyim artık, efendim. haftaya görüşmek umuduyla. güzel yayınlar dilerim! bu gece bize eşlik ettiğiniz için teşekkürler. herkes bolca sevgiler ve saygılar gönderdi size. keyifli yayınlar diliyorum! iyi geceleriniz olsun.

edit 11: daha önce hiç dinlememiştim ama şarkı aşk hayatımın özeti sanıyorum. bütün arkadaşlarım artık yeterince dipte olduğumu biliyor, sevgili yayıncım. alacağınız olsun...

edit 10: ah, duyduğuma sahiden sevindim. bir ara sizin de dediğiniz gibi sahiden yayını yanımızda da yapmanızı umacağım o hâlde. tabii güzel izmir'i ankara'nın ayazına seçmeniz daha olası ama. o fotoğrafta yanımda olan iki sevgili fındık kurdum da burada. şarkı sizden olmasa da siz dinlememe vesile oldunuz, öyle diyelim, ortak paydada buluşalım.

sözde az edit geçecektim editi: leave my little girl alone duymak günümü güzelleştirdi, söylemeden geçemedim.

edit 9: "olsun demek de zor artık, çocuk düşlerimiz yok artık," her dinlediğimde sağlam bir kavgadan çıkmış gibi hissediyorum. yayına ilk geldiğimde rica etmiştim bu şarkıyı. denk mi geldi hatırladınız mı bilmiyorum ama teşekkür ederim. bira da bitmiş, jack sparrow gibi tek gözle dibini kontrol ettirdi şişenin. gecenin bu saatleri kötü kararlar almaya çok müsait ama hepimiz elimizdeki uğraşı bırakıp şarkıya kilitlenip kaldık sahiden. ankara'nın resmi marşı gibi... iyi ki varsınız, çokça sevgilerimle.

edit 8: iyi ki kimseyi üzme niyetinde değilsiniz, efendim. etseydiniz ne olurdu hiç bilmiyorum. evet, buradayım. biraz durgunluk çöktü yalnızca ama kalmaya çalışacağım yarım saat kadar daha. sonrasında çalışmak için masa başına oturmak zorundayız yoksa bu ekibi yayının başından kaldıramadığım için en az ikisi kovulacak...
not: son cümleden sonra kovulmayı göze aldık, yarım saat değil bitene kadar buradayız sanırım. ortak karardır, suçum yok.

edit 7: bu şarkı bugün iki kere çaldı sanırım, ilkinde tam dinleyememiştim, mutlu oldum. teşekkür ederim efenim, sizin düşünmeniz yeterli ama arkadaşlarım diye demiyorum; bu ilginç güruh ayrı ayrı şarkı yerine bir dolu azarlama hak ediyor gibi sanki an itibariyle.*

edit 6: sevgili buyucu ile uzlaşmaya vardık ve iki sihirbaz olarak kavgasız dövüşsüz saygılarımızı sunduk. arşivinizi seviyorum ama beni daima hüzünlendiren bir yanı var zaman zaman. mesela duvar şarkısı öyle eski zamanlara götürdü ki beni... şarkıyı unutmamışım ama hafızamda böyle anıların yer edindiğini çoktan unutmuşum. beş altı kişi demeyin canım yayıncım, biz burada minik bir kabileyiz. *

edit 5: siz hangisini tercih ederseniz, efenim. tekrardan bolca sevgiler ve teşekkürler! iş hak getire, yarısı oyun oynamaya daldı; kalan yarısı da koltuğa gömüldü yayın dinliyor. bütün işi itinayla kendime yıkmış bulunmaktayım... favori yayıncılarımdan biri* durmadan aleyhime çalışıyor. yarın oyunda da sabaha kadar orada olmazsanız karakterinizle vedalaşabilirsiniz sevgili at sever dostum.@buyucu*

posta güvercini editi: canım yayıncım, şahane bir insansınız ve müteşekkirim ancak sizi o kadar yormayı ne ben ne de bu doyumsuz arkadaşım istemeyecektir. düşünmeniz yeterli. kendisi sözlük batağına tekrar batma niyetinde olmadığını ileterek her hafta aynı saat ve zamanda olacaksa mümkün mertebe dinleyeceğini eklememi rica etti. diğerleri zaten evimden çıkmadıkları için her halükarda dinleyecekler.*

edit 4: bunu tehdit altında yazıyorum. buradaki cehennem tazısı, playlist için ben + bir miktar para teklifinde bulundu. beni pazarlık konusu yapmasına mı yetemediğim için ekstra ücret teklif etmesine mi yanayım bilmiyorum ancak zahmet vermeyeceksek size yayın sonunda bir playlist rica edeceğiz sizden, efendim.

edit 3: henüz gecenin yeni başladığı kanaatindeyim. endişe etmeyiniz efendim, gitmeden mutlaka ses vereceğim. ben konuşmanızdan yana şikayetçi değilim, dinlemeyi seviyorum. çalışırken dinlendiriyor insanı.

edit 2: ders çalışıyorlar denilince bütün ekipten bir hayır nidası yükseldi. üniversite zor geçmiş anladığım kadarıyla hepimiz için. işi bıraktık, bira açtık biz de. canım yayıncım, bazen gizli bir niyetiniz var diye tahmin ediyorum.

edit: onların da çok selamları var! ne şahane bir seçim. bandista dinlemeyi özlemişim sahiden. aşk maskesiz yürümektir, aşk kırılmış bir tüfektir, aşk müşterektir! yayıncımız güzel döviz fikirleri veriyor. silivri'de ziyaret de eder mi acaba?*

bir sihirdar tekrar bağlandı. geçen haftadan beri beklediğim canım yayıncının canım radyo programı. halihazırda çalışıyor olduğum için önceki programda olduğu gibi aşırı aktif olamayacağım ama arada bu tanımı güncellerim mutlaka sonu gelmez editlerim ile. şimdiden güzel yayınlar! beni tek kişi varsaymayınız efendim; bütün baro evimi ele geçirdiği için en az beş kişi olarak dinlemedeyiz. artı olarak bubbles'ı da tutup getirdim!* keyifli bir gece olması dileğiyle.
devamını gör...

feride (kitap)

siyasi itikadımız her ne kadar tevafuk etmese de, edebi dilini oldukça beğendiğim yılmaz odabaşı’na ait bir şiir kitabı. daha sakin ve uygun bir zamanda tekrar mütalaa edip belki bir tanım yazarım; ancak henüz girizgahında beni karşılayan louis aragon’a ait les amants séparés adlı şiirin çevirisi ile kalbimde özel bir yere sahiptir daima zira feride'yi okuduğum zaman dilimi, aynı zamanda le crève-cœur ile tanıştığım zamana tekabül eder. dilim döndüğünce yaptığım çeviriyi not düşerek bu tanımı şimdilik burada sonlandırayım.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel le crève-cœur p.22
devamını gör...

kral übü

modern tiyatronun abjekt estetiği -julia kristeva'nın abject teorisine atıfta bulunarak- ve patafizik alegorisinin görece en steril biçimde harmanlandığı tiyatro oyunu. alfred jarry’nin kral übü -orijinal dilinde ubu roi- oyunu yalnızca dramatik metin değil, temsilin, anlamın ve iktidarın doğasına yöneltilmiş sahne üstü bir sabotaj olarak anlamlandılabilir zira yapısı gereği klasik tiyatronun mimetik doğasını baltalar, tragedya ile farsı aynı potada eriterek hem politik hem ontolojik düzeyde bir yıkım sahnesi sunmayı amaçlar. o yüzden eseri yalnızca bir grotesk fars olarak değil aynı zamanda epistemolojik ve estetik bir kriz metni olarak da ele almak gerekiyor zannımca ancak bundan önce dönemin koşullarına da kabaca göz atmak gerekecektir. kral übü'nün de ilk defa 1896'da görücüye çıktığı 19. yüzyılın son çeyreği, fransız tiyatrosu için temsil krizinin derinleştiği bir döneme tekabül ediyor. doğalcılık ve gerçekçilik, sahnede bireyi ve toplumu olduğu gibi sunma iddiasındayken -kuramcıların birbirinin yakasına yapışmaya yer aradığı epey sakil bir dönem- alfred jarry, bu iddiayı yalnızca reddetmekle kalmıyor açıkça onunla alay da ediyor. kral übü, bir parodi değil, parodinin bile kendi kendisini yiyip yok ettiği bir auto-da-fé’dir bu sebeple.

elbette théâtre de l’œuvre’de sahnelenen oyun yalnızca seyirciler değil tiyatro yönetmenleri ve vodviller arasında da büyük infial yaratır. nedeni sadece edepsiz kelimeler ya da neredeyse delirtici noktada baş gösteren anlamsızlık değildir; jarry, sahnede temsilin kendisini bile isteye çökertmiştir. tragedya artık yüksek, soylu ve trajik olanı değil, mideyi, dışkıyı ve hayvansı hırsı temsil etmektedir açıkça. ne felaket ama!* bu çöküşteki estetik, rabelaisyen - biraz üstün körü yazmış olsam dahi gargantua et pantagruel tanımı açıklayıcı olacaktır bu okuma için- mizah ile bakhtinyen karnevalesk arasında salınır ancak jarry’nin tiyatrosu, klasik grotesk gelenekten farklı olarak bir pozitivizm eleştirisidir de aynı zamanda.

tiranlığın fars oyununda anatomisini okumak zahmetsizdir ancak öncesinde konuyu basitçe toparlamak da gerekir sanıyorum. kısa bir özet ile; père übü, karısı mère übü’nün teşvikiyle polonya kralı venceslas’ı öldürür ve iktidarı gasp eder ancak bu tiranlık süreci, sistematik bir politik ajandaya değil, daha çok; çocuksu hırs, oburluk ve ilkel korkulara dayanır. aristokratlar ve yargıçlar katledilir, halk açlığa mahkûm edilir, ekonomi ağır vergiler nedeniyle yıkıma uğrar. hayatta kalan prens bougrelas, annesiyle birlikte kaçmayı başarır fakat annesinin kederden kollarında ölmesiyle birlikte tanrısal bir vizyonla eski ataları tarafından kutsanarak taht hakkını savunmak için kurguladığı bir isyana öncülük eder ve oyun, übü’nün iktidardan düşüp karısıyla birlikte bir gemiyle fransa'ya kaçmasıyla son bulur ancak dışarıdan bakınca neredeyse shakespeare trajedisini andıran bu öykü dramatik bütünlük taşımaz. olaylar ardışık değil daha çok absürd ve epizodik olarak dizilidir. jarry, bana kalırsa olay örgüsünü bilinçli bir şekilde parçalara ayırarak seyirciyi -ve bizim durumumuzda okuyucuyu- anlamsızlıkla yüzleşmeye zorlama niyeti gütmüştür.

temsilin dekonstrüksiyonuna kabaca göz atmak gerekirse eğer, übü roi, klasik üç birlik kuralını -zaman, mekân, eylem- parçalayarak aristotelesçi dramaturjiyi reddeder diyebiliriz sanıyorum. olaylar hem zaman hem de mekân bakımından kesintilidir ve dekorlar indirgenmiştir. jarry’nin tiyatrosu en başta charles morin'in tasarladığı gibi özünde bir kukla oyunudur ve bu sebeple karakterler psikolojik derinlikten arındırılmış; eylemleriyle değil, grotesk jestleriyle tanımlanır hâle gelmiştir. bu yönüyle oyun, brechtyen yabancılaştırmanın habercisidir aslında ama brecht’in politik bilinçlendirme amacı burada elbette yoktur. jarry, daha çok temsilin kendisini bir oyuna çevirerek sahnede anlamın çözüldüğü bir boşluk üretir.

elbette oyunun en meşhur repliği olan “merdre!" -bilinçli olarak bozuma uğratılmıştır- değinilmeden geçilecek bir unsur değil. merdre, yalnızca bir küfür değil, anlamın sabotasının sesli formudur jarry tiyatrosunda. merde kelimesinin bozulmuş biçimi olan bu sözcük fransızca dil yapısının hem fonetik hem de semantik düzeyde deforme edilmesiyle ortaya çıkmıştır ki bunun oyunun farklı dillere çevrilmesiyle iyice şenlik geçidine dönüştüğünü söylemem gerekir. bu yönüyle oyun, lacan’ın gerçek alanına yakındır yani basitçe; temsil edilemeyen, söze dökülemeyen, travmatik olan… kral übü, temsilin mümkün olmadığı bir dünyanın sahne üzerindeki halidir. bunu öne çıkan karakterler üzerinden de çözümlemek mümkün.

père übü; tiranlığın, cehaletin ve oburluğun grotesk bir beden üzerine yerleştiği simgesel bir figürdür. foucault’nun biyopolitika kavramıyla düşünüldüğünde, übü’nün iktidarı dışkısal bir egemenliktir. bedenin alt merkezlerinden -mide, bağırsak, ten- kurulan bir egemenlik biçimidir bu. düşünmez, tiksinir; karar vermez, yalnızca amaçsızca saldırır. mère übü ise daha çok bir tür erk-dişi çatışmasının grotesk karikatürüdür. entrikanın asıl motoru olma işlevi görmüştür oyun boyunca. lady macbeth’in groteskleştirilmiş, cinsiyeti şehvet değil kudretle kodlanmış bir versiyonu olarak okunabilir rahatlıkla. prens bougrelas ise sistemin yeniden kurulması ihtimalini temsil etmektedir ancak jarry’nin dünyasında etik, tanrısallık ve adalet gibi kavramlar ironik ve anakronik olarak kaldığından bougrelas figürü bilinçli bir sönüklüğe mahkum bırakılır.


başta değindiğim için biraz da açarak ilerleyeyim; jarry'nin icat ettiği patafizik, istisnaların bilimi olarak tanımlanabilir. gerçekliğin istisnai ve absürd doğasını araştırır özünde. bu açıdan kral übü, patafizik düşüncenin ilk teatral tezahürüdür. her şeyin olağandışı olduğu bir evrende düzenin yeniden kurulması değil, bozulmanın kaçınılmazlığı sahnelenir. bu bağlamda da oyun biraz da abartılı bir ifadeyle varoluşçu tiyatronun temellerini atar. tabii yalnızca grotesk bir fars değil, tiyatronun içinden patlatıldığı bir estetik mayın olarak tanımlayabiliriz tüm oyunu. jarry, hem tiyatral temsilin hem de politik iktidarın temellerini sarsmayı amaçlamış ve bunu kısmen başarmıştır da. anlamı ve dili çözer, karakteri figüre indirger, yapıyı delik deşik eder. bu anlamda übü, modernliğin dadaist estetikte bilinçaltıdır.
devamını gör...
devamı...

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim