insan nedir, çalınan taç gibi kitapların yazarı. insan nediri çok okumak istiyordum ama alamadım. çalınan taç kitabında prens hayali ile kavrulan bir çocuğun gerçek prensle yer değiştirmesi çocuksu ve masal dili ile anlatılıyor. büyük mesajlar veren hoş bir anlatımı olan bu yazar. güçlü felsefi temellere oturtarak yazdığı diğer kitapları ile de gönlümü çaldı. sevgi ve saygı ile.:)
devamını gör...
mark twain (1835-1910) amerikan edebiyatının ilk büyük eseri olarak görülen tom sawyer'ın maceraları (kitap) yazarı. çoğu çocuğa kitap okuma zevkini aşılamış bir kitaptır. (en azından 80li - 90 lı yıllarda) tomun kankası olan huckleberry finn'in maceraları (kitap) da aynı şekilde.
devamını gör...
son derece zeki bir yazar. inanılmaz kıvrak bir zekâsı ve kalemi var. tüm zamanların en büyük nüktedanlarından biri ve bir hiciv üstadı.
halley kuyrukluyıldızının doğduğu yıl doğmuş ve çevresindekilere, onun bir dahaki gelişiyle dünyadan göçeceğini söylermiş. gerçekten de öyle olmuş. 1910'da, hüseyin rahmi gürpınar'ın "kuyrukluyıldız altında bir izdivaç" romanını yazdığı yıl göçüp gitmiş bu dünyadan.

okuduğumda beni çok etkileyen, hüzünlü bir hikayesini aşağıya bırakıyorum.

ölüm diski
(ı)
oliver cromwell'in zamanıydı. otuz yaşındaki albay mayfair, cumhuriyet ordusunda bu rütbeyi taşıyan en genç subaydı. genç olmasına rağmen o, bir gaziydi. savaştan savaşa koşmuştu. askerlik hayatına 17 yaşında başlamış, bir çok muharebeye katılmış, savaş alanında gösterdği cesaret kendisine bu yüksek mevkiyi ve askerlerin hayranlığını kazandırmıştı. ne var ki şu anda çok zor bir durumdaydı.

kış gecesi çökmüştü. dışarıda fırtına ve karanlık; içeride hazin bir sessizlik. çünkü albay ve genç eşi, başlarına gelen bu felâketi enine boyuna konuşmuşlar, kutsal kitap'tan bir bölüm okuyup akşam dualarını etmişlerdi ve onlar için artık el ele oturup ateşe bakmaktan ve düşünüp beklemekten başka yapacak hiç bir şey kalmamıştı. fazla beklemek zorunda kalmayacaklardı. bunun farkındaydılar. genç kadın bunu düşününce ürperdi.

bir tek çocukları vardı: 7 yaşındaki abby. onu taparcasına seviyorlardı. küçük kız birazdan iyi geceler öpücüğü için gelirdi. albay eşine "gözyaşlarını sil. mutlu görünmeliyiz. onun iyiliği için. olacakları şimdilik unutmamız gerek" dedi.

"haklısın. gözyaşlarımı zavallı, kırık kalbime gömeceğim."

"ve kaderimize razı olup sabır göstermeliyiz. biliyorsun ki tanrı'nın her işinde işte bir hikmet vardır."

"biliyorum ama seni kaybedeceğimi düşününce…"

"şşş. sessiz ol hayatım. kızımız geliyor."



kıvırcık saçlı küçük bir kız çocuğu gecelikleri içinde odaya girdi ve doğruca babasının kollarına atıldı; babası onu bir, iki, üç kere kocaman kocaman öptü.

"ama baba! beni böyle öpme. saçımı bozuyorsun."

"ah! özür dilerim; çok özür dilerim. beni affedecek misin yavrum?"

"tabii babacık, niye affetmeyeyim? ama sen gerçekten üzgün müsün yoksa numara mı yapıyorsun bakayım?"

babası "kendin de görebilirsin bunu, abby" deyip yüzünü elleriyle örttü ve içini çekmeye başladı. küçük kız sebep olduğu bu acıklı durumdan o kadar büyük bir vicdan azabı duymuştu ki babasının ellerine yapışıp ağlamaya başladı. "babacık, ağlama babacık. abby ağlamanı istemedi. abby bunu bir daha yapmayacak. ne olur babacık, ağlama." babasının parmaklarını birbirinden ayırmaya çabalarken ağlamayan bir göz gördü ve bağırdı: "seni yaramaz babacık seni! ağlamıyorsun! beni kandırdın sen. abby annesine gidiyor. sen abby'ye iyi davranmıyorsun."

babasının dizlerinden inecekken babası kollarını dolayıp "hayır" dedi. "benim yanımda kal. babacık yaramazlık etti ve bunu itiraf ediyor ve çok pişman oldu. şimdi izin ver de gözyaşlarını silsin. abby'den af diliyor. abby ne derse babacık ceza olsun diye yerine getirecek. bak gözyaşları uçtu gitti; saçlar da düzeldi. abby ne emir verirse derhâl…"

böylelikle barış sağlanmıştı. küçük kızın yüzünde bir an içinde güneş açmıştı. babasının yanaklarına hafifçe vuruyor ve cezasını söylüyordu: "masal; bana masal anlat."



susun!



büyükler nefes bile almadan kulak kabarttılar. ayaksesleri! rüzgârın uğultusu içinde güçlükle işitilen ayaksesleri. yaklaştılar; yaklaştılar; derken geçip gittiler. büyükler derin bir oh çektiler. baba, "bir masal mı dedin? mutlu bir masal mı olsun?"

"hayır babacık, korkunç olsun."

baba mutlu bir masal anlatmaktan yana olduğunu söylediyse de çocuk, anlaşmaları gereği babasının verilen her emri yerine getirmesi gerektiğini hatırlattı. babacık iyi bir püriten askerdi ve bir kere söz vermişti. şimdi sözünü tutması gerekiyordu.



"babacık; masallar hep mutlu olmamalı. dadım diyor ki insanların bazen iyi bazen kötü zamanları olurmuş. doğru mu bu?"

anne iç geçirdi. aklı yine başlarına gelen felâkete gitmişti. baba yumuşak bir sesle: "doğru güzelim. dertlerin de yaşanması gerekir. maalesef bu böyle" dedi.

"o hâlde öyle bir masal anlat babacık; korkunç bir masal. biz de burada korkup titreyelim. annecik, gel yaklaş bana; elimi tut. eğer masal çok korkunçsa birbirimize sokuluruz. böylece de fazla korkmayız. hadi artık başla babacık."



"bir zamanlar üç tane albay varmış."

"aa, ne güzel. ben albayın ne olduğunu biliyorum çünkü sen de bir albaysın. elbiselerini de biliyorum. devam et babacık."



"ve bir savaşta bir disiplin suçu işlemişler."

büyük sözler çocuğun kulağına pek hoş gelmişti. gözlerindeki ilgi ve hayranlık kolayca görülebiliyordu.

"babacık, bu tadı güzel bir şey midir?

büyükler gülümsediler. baba cevap verdi: "hayır güzelim, pek de öyle değildir. onlar emirleri çiğnemişler."

"peki bunun tadı…"

"hayır canım; bu da öteki gibi yenmez. onlar, kaybedilmek üzere olan bir muharebede, düşman üzerine sahte bir taarruz emri almışlar. bu yolla düşmanı oyalayıp cumhuriyet askerleri için bir geri çekilme için fırsat yaratacaklarmış. ama onlar coşup sahte taarruzu gerçeğe çevirmişler ve düşmanı bozguna uğratıp büyük bir zafer kazanmışlar. başkomutan bu itaatsizliğe çok kızmış; bir yandan da onları tebrik etmekle beraber londra'da idam istemiyle yargılanmalarını buyurmuş."



"bu başkomutan, general cromwell, değil mi babacık?"

"evet."

"ben onu gördüm baba. askerleriyle birlikte bizim evin önünden geçiyordu. kocaman atının üstünde öyle büyük gözüküyordu ki. sanki şey gibiydi… nasıl derler, sanki kızmış gibiydi. etrafındaki insanlar da ondan korkmuştu sanki. ama ben ondan korkmadım çünkü bana öyle bakmadı."

"geveze kızım benim. neyse, albayları tutuklu olarak londra'ya getirmişler. geçmişteki başarılarından dolayı son bir kere ailelerinin yanına…"



susun!



dinlediler. yine ayaksesleri; neyse, bunlar da geçip gittiler. anne sararan yüzünü gizlemek için başını kocasının omuzuna yasladı.



"londra'ya bu sabah geldiler."

çocuğun gözleri ışıldadı.

"baba bu gerçek bir hikâye mi yoksa?"

"evet bir tanem."

"aa, ne kadar güzel. devam et babacık. ama anne sen ağlıyor musun?"

"ben o zavallı aileleri düşündüm de ondan güzelim."

"ne olursun ağlama anneciğim. hepsi yoluna girecek. bilirsin masallar hep iyi biter. anlat babacık. mutlu sona kadar anlat ki annecik ağlamasın."

"albayları evlerine göndermeden önce kule'ye götürdüler."

"aa, ben o kule'yi biliyorum babacık. buradan da görülüyor. devam et babacık."

"mümkün olduğunca anlatmaya devam edeceğim hayatım. kule'de askerî mahkeme tarafından bir saat süresince yargılanmışlar ve mahkeme onları suçlu bulup kurşuna dizilmelerine karar vermiş."

"öldürülecekler mi yâni?"

"evet."

"ah! ne kötü! ama anneciğim sen yine ağlıyorsun. ağlama anne; bak sonu iyi bitecek; göreceksin. babacık, çok yavaş anlatıyorsun. çabuk anlat da annem fazla ağlamasın."

"yavaş anlattığımı biliyorum güzelim ama anlatırken iyi düşünmem gerekiyor."

"o kadar düşünme. dosdoğru anlat."

"peki güzelim. bu üç albay…"

"sen bu albayları tanıyor musun babacık ?"

"evet bir tânem."

"keşke ben de tanısaydım. ben albayları çok seviyorum. acaba kendilerini öpmeme izin verirler miydi babacık?" albay'ın cevap veren sesi titriyordu: "aralarından bir tânesi mutlaka izin verirdi yavrum. onun yerine gelip beni öpebilirsin."

"bu onun için babacık; bu iki öpücük de diğer iki albay için. sanırım kendilerini öpmeme izin verirlerdi. onlara derdim ki 'benim babam da albay; hem de çok cesur. sizin yaptığınızı emin olun o da yapardı. bu yüzden sizin yaptığınız yanlış olamaz. insanların ne düşündüğüne boş verin. utanılacak hiç bir şey yapmadınız' derdim. o zaman kendilerini öpmeme izin verirlerdi; değil mi babacık?"

"mutlaka izin verirlerdi kızım."

"anneciğim ağlama artık; bak babacık mutlu sona geliyor. anlat baba."

"askeri mahkeme üyelerinin çoğu hatta tamamı pek üzgünmüş. hep birlikte başkomutan'ın huzuruna çıkmışlar. demişler ki 'biz görevimizi yaptık ama sadece bu görevimiz olduğu için. albaylardan ikisinin bağışlanıp birisinin cezalandırılması yeterli olur düşüncesindeyiz. ordu için bu kadarı yeterli bir örnek teşkil edecektir.' ne var ki başkomutan oldukça katıymış. böyle düşündükleri için onları epeyce azarlamış. onlara görevlerini yaptıklarını, vicdanlarının rahat olması gerektiğini, aksi yönde alınabilecek bir kararın, kendisinin askerlik şerefine zarar verebileceğini söylemiş. hâkimler de 'biz sizin bu yüksek makamınızda otursaydık ve elimizde bağışlama hakkı olsaydı bunu kullanırdık.' bu sözler başkomutan'ı etkilemiş. durup bir süre düşünmüş. yüzündeki katı ifâde biraz yumuşamış. hâkimlere beklemelerini söyleyip her zaman duasını ettiği odasına gitmiş. burada tanrı'nın yardımını dilemiş. geri gelince demiş ki: 'kur'a çekilecek. iki tanesi yaşayacak.' "

"kura çekilmiş mi babacık? hangisi ölecekmiş? vah zavallıcık!"

"hayır; bunu kabul etmemişler."

"peki niçin baba?"

"çünkü kur'ada kullanılacak zehirli fasulye tanesini seçecek olan albay bunu kendi istek ve iradesiyle yapacakmış ve bunun da anlamı -adına ne denirse densin- intiharmış. kendilerinin iyi birer hıristiyan olduklarını ve kutsal kitap'ta intiharın yasak ve günah olduğunu söylemişler. kendilerinin hazır olduğunu ve nahkeme kararının uygulanmasını beklediklerini söylemişler."

"yâni ne olacak şimdi baba?"

"üçü de kurşuna dizilecek."



susun!



rüzgâr mı? değil. trampet sesleri!



"başkomutan adına kapıyı açın!"

"yaşasın! baba askerler geldi! ben askerleri çok seviyorum. onlara kapıyı açayım mı baba? ne olursun!"

babasının yanından aşağı indi. koşup kapıyı ardına kadar açtı. sevinçle bağırıyordu: "buyrun; içeri gelin! bak baba, başkomutan'ın muhafızları! ben onları tanıyorum."

askerler sırayı bozmadan içeri girip bir hizada durdular. başlarındaki subay selâm verdi. cezaya çarptırılmış olan albay dimdik ayakta, selâmı nezâketle aldı. karısı yanıbaşında duruyordu; bembeyaz yüzü kederle gerilmişti ama duyduğu ıstırabın başka hiç bir belirtisini gözlerinde görmek mümkün değildi. küçük kız ise dans eden gözlerle gösteriyi seyrediyordu.

baba, anne ve çocuk uzun uzun kucaklaştılar. sonra bir emir. "istikâmet kule. uygun adım ileri, marş!" albay askeri tavır ve adımlarla evden çıktı. askerler onu tâkip ettiler. ve kapı kapandı.

"ah anneciğim, ben sana sonu iyi bitecek dememiş miydim? şimdi kule'ye gidecekler ve babam albayları ziyaret edip onları…"

"kollarıma gel küçük masum şey!"





(ıı)

ertesi sabah kahırlı anne yatağından kalkamadı. doktorlar ve hemşireler başucunda nöbet tuttular. abby'nin annesinin yanına girmesine izin vermiyorlardı. kendisine annesinin çok hasta olduğunu ve dışarı çıkıp oyun oynamasını söylemişlerdi. üzerine kalın kışlıkları giydirilen çocuk, bir süre sokakta oyun oynadı. ancak kule'deki babasının bu ciddi durumdan habersiz kalmasının çok garip ve yanlış bir şey olacağını düşündü. durumun anlatılması gerekliydi ve bunu şahsen kendisi yapacaktı.

bir saat sonra askeri hâkimler başkomutan'ın huzuruna çıkarıldılar. başkomutan çok ciddi bir yüz ifadesiyle, dimdik ayakta durmaktaydı. heyetin başkanı aldığı işaret üzerine söze girdi:

"albaylardan vaziyeti bir kez daha gözden geçirmelerini istedik. çok rica ettik ama vazgeçiremedik. kur'a işine karşılar. ölmekten korkmuyorlar ancak günah işlemekten çok korkuyorlar."

başkomutan'ın yüzü bulutlandıysa da hiç bir şey söylemedi. bir müddet düşündü ve sonraşunları söyledi: "üçü birden ölmeyecek. kur'a onlar adına çekilecek." heyetin yüzü gülmüştü. "albayları yan taraftaki odaya getirin; yüzleri duvara dönük olarak yanyana dursunlar. ellerini arkalarında tutsunlar. hazır olduklarında haber verin."

heyet çıkmıştı. yanındaki bir görevliye emir verdi: "dışarı çık. yoldan geçen ilk çocuğu buraya getir."

adamın çıkmasıyla girmesi bir oldu. elinde bir çocukla, elbiseleri kardan hafifçe beyazlaşmış abby ile içeri girdi!



abby doğruca, adı duyulunca dünya liderlerinin titrediği o büyük şahsiyetin, devlet başkanının yanına gitti ve kucağına tırmanıp şunları söyledi: "ben sizi tanıyorum efendim. siz başkomutan'sınız. daha önce görmüştüm ben sizi. evimizin yanından geçiyordunuz. herkes kormuştu ama ben hiç korkmadım. çünkü bana kötü kötü bakmamıştınız. hatırlıyorsunuz, değil mi? üstümde kırmızı elbisem vardı; hani şu ön tarafında mavi desenler olan. yoksa hatırlamadınız mı?"

başkomutan'ın sert yüzünde bir tebessüm belirdi. diplomatik bir cevap vermeye çalıştı: "bir düşüneyim; gâliba-"

"evimizin hemen yanında duruyordum. evimi bilmiyor musunuz?"

"maalesef küçük kız; çok utanıyorum ama -"

çocuk azarlayan bir ses tonuyla araya girdi: "beni hatırlamıyorsun ama ben seni unutmadım."

"çok mahçubum sana karşı; ama emin ol ki seni bundan sonra hiç unutmayacağım. şimdi beni affet ve ikimiz ölene dek çok iyi dost olarak kalalım."

"peki affediyorum. gerçi beni nasıl unutabildiğini hâlâ anlayamadım ama olsun. çok unutkan biri olmalısın. aslında bazen ben de unutkanlık yapabiliyorum. seni affettim. kasten böyle yapmadığını düşünüyorum. ama beni rahat ettirmen lâzım-babamın yaptığı gibi."

"benim yeni, küçük dostum; artık ebediyen benim eski bir dostum olarak kalacaksın. bana küçük kızımı anımsatıyorsun. o artık küçük değil gerçi ama küçükken o da senin gibi çok tatlı ve sevimli bir çocuktu. o da senin sahip olduğun büyüye sahipti; tanıdık olsun yabancı olsun herkese aynı şekilde güven duyardı. böyle yapınca da karşısındaki kişi onun gönüllü kölesi olurdu. o da benim kollarımda, şimdi senin yattığın gibi yatardı. o da senin gibi bana kâlbimdeki sıkıntı ve kaygıları unuttururdu. aramızda büyük küçük diye bir ayrım yoktu. arkadaş gibiydik; beraber oyunlar oynardık. ama bütün bunlar çok zaman önceydi.o güzel cennet parçası solup gitti. sen bana onu geri getirdin. uyurken bile bütün ingiltere'nin yükünü üzerinde taşıyan adamın üstüne çökmüş ağırlığı çekip aldın."

"onu çok, çok, ama çok mu severdin?"

"peki sana şunu söyleyeyim, sen karar ver. o emir verirdi; ben yapardım."

"ne iyi birisin sen. bana bir öpücük verir misin?"

"ne demek! memnuniyetle. bunun için kendimi çok şanslı sayıyorum. bu senin için; bu da onun için. sen, rica ettin ama emir de verebilirdin. çünkü sen artık kızımın yerindesin. bu nedenle her emrini yerine getirmek zorundayım."

küçük kız bu terfiye pek memnun olmuştu. sevinç içinde ellerini çırptı. sonra kulağına gelen bir sese dikkat kesildi: uygun adım yürüyen askerlerin ayaksesleri.

"askerler! askerler geliyor başkomutan! abby onları görmek istiyor."

"tabii güzelim, göreceksin ama bir dakika lütfen. senden bir şey yapmanı rica edeceğim."

içeri bir subay girip selâm verdi ve "geldiler majesteleri" dedi. sonra yine selâm verip çekildi.

devletin başı abby'ye balmumundan yapılma, biri kan kırmızı, ikisi beyaz üç küçük disk verdi. avucuna kırmızı disk konulan albay ölüme gidecekti.

"aa, bu kırmızı ne kadar güzel! bunlar benim için mi?"

"hayır güzelim. başkaları için. bak şurada açık bir kapıyı örten bir perde var. onun kenarını kaldırıp içeri gir. içeride, sırtları sana dönük olarak bir hizada dikilen üç adam göreceksin. elleri arkalarında, avuçları bir fincan gibi açık duruyorlar. bu ellerin içine sana verdiğim disklerden birini koy; sonra yanıma gel."

abby perdenin arkasında kayboldu. başkomutan şimdi yalnızdı. kendi kendine konuştu: "dertlilere yol gösteren, kendisinden yardım dileyenleri geri çevirmeyen yüce tanrım bana da yol gösterdi. en doğru seçimin yapılabilmesi için bu günahsız yavruyu gönderdi. insanoğlu yanılır ama o yanılmaz. o'nun yaptığı her işte bir mucize ve hikmet saklıdır."

küçük peri, perdenin arkasına geçip bir süre odada gördüklerini anlamaya çabaladı. askerler ve esirler sert bir edayla ayakta durmaktaydılar. derken küçük kızın yüzü sevinçle aydınlandı ve içinden "aa! bunlardan biri benim babam" dedi. "onu sırtından tanıdım. en güzel diski ona vereceğim!" neşeyle esirlere doğru yürüdü ve açık duran avuçlara birer disk bıraktı. sonra babasının önüne geçti ve gülen yüzünü yukarı kaldırıp bağırdı:

"babacık! babacık! bak sana ne verdim.!"

adam avucuna bırakılan ölümcül armağanya baktı; yere çömeldi sonra da sevgi ve merhametle karışık bir ıstırapla küçük ve masum celladına sarıldı. tanık oldukları bu büyük trajedi karşısında odada bulunan subaylar, askerler ve artık serbest kalan esirler bir süre dona kaldılar. bu acıklı sahne kalplerini burkmuştu. gözleri dolu dolu oldu ve sakınmadan ağladılar. bir kaç dakika boyunca derin ve hürmetkâr bir sessizlik yaşandı. ardından muhafızların komutanı gönülsüzce esirin yanına gidip omuzuna dokundu: "bu bana acı veriyor ama komutanım görevimi yapmak zorundayım."

çocuk sordu: "nedir o görev?"

"onu götürmek mecburiyetindeyim. çok üzgünüm."

"götürmek mi? nereye?"

"onu alıp şeye - şeye…tanrım bana yardım et! onu kalenin başka bir tarafına götürmem gerekiyor."

"kesinlikle olmaz. annem çok hasta ve ben onu evimize götüreceğim." abby kendisini babasının kollarından kurtardı; babasının sırtına çıkıp kollarını adamın boynuna doladı:"abby hazır babacık. haydi gidelim."

"güzel kızım benim; gelemem. onlarla gitmeye mecburum."

çocuk babasının sırtından yere inip şaşkınlık içinde çevresine bakındı. sonra koşup subayın önüne dikildi ve minik ayağını yere vurup bağırdı:

"sana annemin hasta olduğunu söyledim. duymadın mı? bırak da gitsin. emrediyorum!"

"küçüğüm, keşke bunu yapabilseydim. ama ne yazık ki mümkün değil. onu alıp götürmek zorundayım. muhafızlar dikkat! rahat! hazır ol!.."

abby bir yıldırım gibi odadan çıkıp gözden kayboldu. bir saniye sonra, elinden çeke çeke getirdiği başkomutan ile geri geldi. onu gören tüm asker ve subaylar esas duruşa geçip selâm verdiler.

"bu adamlara engel olun efendim! annem çok hasta ve babamı istiyor. onlara da dedim bunu ama beni dinlemediler. şimdi babamı alıp götürecekler."

başkomutan şaşkın bir vaziyette dona kalmıştı.

" 'babam' mı dedin çocuğum? o, senin baban mı?"

"tabii ki babam. her zaman öyleydi zaten. çok sevdiğim babam dururken o güzel, kırmızı diski başkasına mı verseydim?"

başkomutan'ın yüzünde bir şok ifadesi belirmişti.

"tanrım bana yardım et ne olur! şeytan'ın oyunlarına gelip çok zâlimce bir iş yapmışım ben! şimdi ne yapmam gerek bilmiyorum. ne olur yardım et!"

abby sabrı taşmış ve kızgın bir hâlde haykırdı: "askerlerine babamı bırakmalarını söyleyebilirsin!" sonra içini çekmeye başladı: "söyle de yapsınlar! hani benim her emrimi yerine getirecektin? ilk defa sana bir şey yapmanı söyledim ama sen yapmıyorsun!"

kırışık, yaşlı yüzde müşfik bir ışık belirdi. başkomutan elini küçük zâlim diktatörünün başına koyup şunları söyledi:

"sana düşüncesizce bu sözü verdiğim için ve bana unuttuğum sözümü hatırlattığın için tanrı'ya şükürler olsun. ah! ne eşsiz bir çocuksun sen! kumandan! çocuğun emrini yerine getirin; onun sözü benim sözümdür. esir bağışlanmıştır; kendisini serbest bırakın!"



*olay oliver cromwell zamanında aynen yaşanmıştır.
devamını gör...
ortamlarda kibar konuşanların tribine girdiği yazar.
devamını gör...
büyük bir mizah usta'sıdır. kişileri ve olayları ve görünümleri canlandırma gücü bunu kanıtlamaktadır. amerika'n edebiyat'ına düz yazıya konuşma dilinin canlılığını getirmiştir.
devamını gör...
nickimi seçmemde payı büyük olan yazar.
devamını gör...
insan nedir, adlı düşünce kitabı güzeldir.
devamını gör...
mark twain, kendi memleketi missouri’den nefret edermiş.

“benim eyaletimde doğanlar, ismi ‘missourah’ diye; benim eyaletimde doğmayanlar, ‘missouree’ diye telaffuz eder, ama hem burada doğup hem de burada büyüdüyseniz ‘misery’ diye tellaffuz edersiniz.” demiş.
devamını gör...
tesla'yla iyi bir dostlukları olan yazar. nicola tesla, çocukluğunda geçirdiği ağır rahatsızlığı twain kitapları sayesinde atlattığını söyler.



bir gün elime birkaç kitap tutuşturdular. daha önce hiç böyle kitaplar okumamıştım, bana içinde bulunduğum umutsuz durumu unutturacak kadar etkileyiciydiler. bunlar mark twain'in, okumamı izleyen mucizevî iyileşme dönemimi de borçlanmış olabileceğim ilk eserleriydi."
devamını gör...
"insanları kandırmak, kandırılmış olduklarına ikna etmekten daha kolaydır."
devamını gör...
1867 yılında istanbul'a gelen bu amerikalı yazar, türk kahvesinin tadına bakmış ve hiç beğenmemiş. memnuniyetsizliğini de şu sözlerle ifade etmiş :
" bardak küçük, kahve koyu, çok kötü bir tat ve ağır bir koku. kahvenin dibinde bulanık bir tortu var ve bu tortu boğazıma yapışarak bir saat öksürmeme neden oldu."
devamını gör...
karısını döven adamı hapse atıp besliyorlar, o sırada masum kadınla ailesi açlık çekiyor.
insan nedir? kitabından.
devamını gör...
insan nedir? kitabının yazarıdır.
devamını gör...
mark twain kanlı canlı bir abd'dir. amerikan edebiyatının (bkz: john steinbeck) ile beraber en sevdiğim isimlerinden biridir, belki de en sevdiğim ismidir.

abd'yi bugünkü abd yapan belirli faktörler vardır, bu işin tarihsel kısmına belki bir gün başka bir giride değinirim fakat mississippi nehri mevzubahis faktörlerden önemli bir tanesi. bu nehir korkunç verimlidir, geniştir, coğrafi konumu tıpkı abd'nin diğer pek çok zengin coğrafi öğesinde olduğu gibi büyüyle oturtulmuştur. en kuzeyde minnesota'dan en güneyde new orleans'a kadar muazzam bir mesafe aşar. pek çok kola ayrılır, bu kollar pek çok araziyi besler, içinde güzel bir canlı çeşitliliği vardır, harika bir yoldur. coğrafi bir hiledir mississippi nehri, nitekim, abd için tuttuğu yer önemlidir.

mark twain bu coğrafi hileyi kendi eserlerinde edebi bir hileye çevirmiştir. nehrin arz ettiği önemi çok güzel bir üslupla anlatır, ama tabii ki nehri anlatmaz. mark twain eserlerinde bir takım olaylar olur, siz bu sırada mississippi sihrine cumburlop diye düşersiniz, akıntısında sürüklenirsiniz. bir bakmışsınız bir zenciyle beraber kuzeye kürek çekiyorsunuz. etrafınızda alabildiğine kendine özgün abd atmosferi; kasabaları, hastalıkları, ekonomik etkinliği, sosyal çalkantıları ile, kısacası işgal ettikleri bölgenin yerlileriyle ve yabanıyla sürekli ama sürekli savaşan bu cahil ve inatçı insanları bugün dünyanın en zengin jandarması yapan o ruha ve şansa tanık olursunuz. burası avrupai bir yerdir ama kendi elementleriyle var olmuştur, eşi benzeri yoktur. bunların hepsini ne verir size? nehir verir efendim, vallahi nehir verir.

kendisi anti emperyalisttir, kadın mücadelesini destekler, işçi mücadelesini destekler, etnik eşitliği destekler, aynı zamanda azılı bir (bkz: laissez-faire)'cidir, kapitalisttir, hükümet regülasyonlarına çok kızar. dedim ya kanlı canlı bir abd'dir, abd'nin kuruluş ruhunu taşır işte. kendi düşüncelerimin ne yönde olduğu önemsiz, bu söylediklerim birer tespittir.

abd'yi anlayasınız mı var? koşun twain okuyun.
devamını gör...
nickimi seçmemde çok büyük payı olan amerikan edebiyatının en önemli yazarlarındandır.
devamını gör...
asıl adı samuel langhorn clemens olan olan amerikalı büyük yazardır, büyük demek yetmez dev yazardır. bir amerikan edebiyatından bahsediyorsak eğer, mark twain bu edebiyatı oluşturanların en büyüklerinden biridir.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
mark twain mississipi nehrinde kullanılan “ iki kulaç derinlik” anlamına gelen bir terimdir aslında. büyük yazar kendine isim olarak bu terimi seçmiştir.

ilginç bir adamdır mark twain dünyayı bir dönem korkulara salan halley kuyruklu yıldızının dünyayı ziyareti esnasında doğmuştur ve bir sonraki ziyaretinde öleceğini öngörmüştür. tam yetmiş altı yıl sonra da halley’in bir sonraki gelişinde de hayatını kaybetmiştir.

yazdığı kitaplar birkaç kere okunacak kadar güzeldir. adem ile havva’nı güncesi isimli kitabı kesinlikle saf bir deha göstergesidir. tom sawyer’ın maceraları ve huckleberry finn’in maceraları birer edebiyat klasiğidir.

ve bu iki genç karakter de olabildiğine gerçektir. ben şahsen huck’ı daha çok sevsem de ikisi de iki gözümün çiçeğidir.

yayımlanmış bütün eserlerini okumuş olmaktan büyük bir mutluluk ve hafif bir üzüntü duyduğum yazardır. mutluluk edebi bir doyuma ulaştığım, üzüntü ise onun yazdığı yeni bir şey okuyamayacak olduğum içindir.

bu dünyada ölümsüz olmak “ iki kulaç derinlikte” de olsa ancak mark twain olmakla mümkün.
devamını gör...
loyalty to country always, loyalty to government, when it deserves it.
sözünün sahibi.
devamını gör...
daktilo ile yazılan ilk kitapmış tom sawyer'ın maceraları.
devamını gör...

bir insan, yapmak zorunda olduğu iki ya da iki düzine şey arasından tek biri için azıcık daha güçlü isteğe sahipse, iyi ya da kötü olması fark etmeksizin, kesinlikle o tek şeyi yapacaktır.



kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
t/ amerikalı roman ve mizah yazarı.
devamını gör...
çalınan taç kitabında ingiliz kraliyet ailesiyle/hiyerarşisiyle çok fena dalga geçmektedir. tom sawyer ve huckleberry finn aynı evrende geçmekte olan aynı kasabada büyümüş iki çocuğu anlatan kitaplardır.
devamını gör...

bu başlığa tanım girmek için olabilirsiniz.

zaten üye iseniz giriş yapabilirsiniz.

"mark twain" ile benzer başlıklar

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim