senaryoya sadık kalmayan insanlar
başlık "bipolardan hallice" tarafından 16.07.2025 02:38 tarihinde açılmıştır.
1.
bugün çekimler için hava mükemmeldi. öğleden sonraki o altın rengi ışık, ana karakterim beren’in saçlarına vurduğunda görüntü yönetmenime (kendim) içimden teşekkür ettim. beren, hukuk fakültesi’nin önündeki bankta oturuyordu. kitap okuma sahnesiydi bu. basit bir sahne gibi görünebilir ama karakterin iç dünyasını, yalnızlığını ve entelektüel derinliğini vermek için kritik bir andı. performansından memnundum. sayfayı çevirirkenki düşünceli ifadesi, parmağını dudağına götürmesi... bunlar hep benim zihnimdeki senaryoya uygundu. ona bu özgürlüğü bilerek tanıyorum. iyi bir yönetmen, oyuncusunu ne zaman serbest bırakacağını bilir. böyle dehasal dokunuşlarım vardır.
yanındaki figüran kız biraz repliklerini unutuyor gibiydi. beren’in anlattığı bir şeye anlamsızca güldü. hayır, o diyalogda gülünecek bir yer yoktu. oraya hüzünlü bir tebessüm yazmıştım. acemi işte, ne olacak. zaten filmin ilerleyen dakikalarında beren’in hayatından çıkacak önemsiz bir karakter. adını bile hatırlamıyorum. bu yüzden üzerinde durmadım.
asıl sorun, çekim alanımıza giren davetsiz misafirdi. kampüsün güvenlik görevlisi, o bıyıklı olan. filmin kötü karakteri için fazla klişe bir tip. yapımcımızla (yine kendim) bu konuyu konuşup daha derinlikli bir kötü adam yazmasını söyleyeceğim. bıyıklı, tam yanımdaki çimlere basmayın uyarısının önünde durup bana bakmaya başladı. belli ki setimizi sabote etmek için gönderilmişti. göz teması kurmadım. yönetmen, setindeki piyonlarla muhatap olmaz. elime bir avuç çekirdek alıp yemeye başladım. bu, "seni umursamıyorum" demenin sinematografik yoludur.
beren ve arkadaşı kalkıp kantine doğru yürümeye başladılar. "takip sahnesi" için harika bir fırsattı bu. hemen peşlerine takıldım. yürüyüşleri bile bir ahenk içindeydi, tabii o figüran kız arada bir sendelese de olur o kadar. kantin kapısından girerken beren bir an duraksayıp arkasına baktı. tam o an içimden "close-up!" diye bağırdım. gözlerindeki o anlık tereddüt... kameram olsaydı ve o anı yakalasaydım, festivalde en iyi görüntü ödülünü alırdık.
kantinde boş bir masaya geçip onları izlemeye devam ettim. çay söylediler. senaryoda portakal suyu yazıyordu ama doğaçlama yapmalarına izin verdim. bazen en iyi sahneler böyle anlarda çıkar. o sırada bıyıklı güvenlik kantine girdi. gözleri direkt beni buldu. benim burada olduğumu biliyordu. aramızda bir gerilim müziği çalmaya başladı sanki. belli ki bu filmde benimle onun arasında kişisel bir mesele de olacaktı. bu detayı sevdim. hikayeye alt metin katıyordu.
beren’in yanına bir çocuk oturdu. sarışın, uzun boylu. kim bu şimdi? senaryoda böyle bir karakter yoktu. bir anda filmin gidişatı değişiyordu. panik yapmadım. soğukkanlılığımı korudum. belki de bu, hikayeyi daha ilginç yapacak bir dönüm noktasıydı. çocuğun hareketlerini, konuşmasını, beren’e bakışını incelemeye başladım. rolüne çalışıyor mu, yoksa tamamen hazırlıksız mı yakalanmıştı? bunu anlamam gerekiyordu.
çocuk, beren’e bir şey anlattı ve ikisi de gülmeye başladı. figüran kız bile bu sefer doğru yerde gülmüştü. bu çocukta bir potansiyel vardı. belki de filmin ikinci erkek karakteri, beren’in kalbini çalmaya çalışacak olan zengin ama ruhsuz çocuk bu olabilirdi. fikri beğendim. hemen yanımdaki peçeteye "sarışın çocuk - muhtemel rakip" diye not aldım.
bıyıklı, masama doğru bir adım attı. gözdağı veriyordu. çekirdeklerimden birini yavaşça ağzıma atıp kırdım. bu, "hamleni bekliyorum" demekti. yürüdü, tam masamın önünden geçti ama durmadı. gidip kendine tost aldı. bu bir aldatmacaydı. belli ki şimdilik harekete geçmeyecek, doğru zamanı kollayacaktı. bu adam, sandığımdan daha zeki olabilirdi. kötü karakteri yeniden yazmaya gerek kalmayabilir.
oturduğum yerden kalktım. bugünkü çekimler yeterliydi. elimde harika sahneler birikmişti. kurgu masasında (odamdaki masam) hepsini birleştirecektim. kantinden çıkarken beren’in masasına son bir bakış attım. sarışın çocukla hala gülüşüyorlardı. beren’in performansı bugün gerçekten harikaydı. oscar’a aday gösterileceği şimdiden belli.
not: beren'in o figüran arkadaşı, filmin finalinde ölecek karakterler için isim hafızamı yormuyorum. kural bu.
not 2: sarışın çocuğun kim olduğunu öğrenmem lazım. eğer rolünün hakkını veremeyecek biriyse, senaryodan acımasızca çıkarılacaktır. benim filmimde yeteneksizlere yer yok.
not 3: bıyıklı güvenlik görevlisi kesin rektörün adamı. prodüksiyonu sabote etmek için özel olarak gönderilmiş. yarın onun mesai saatlerini ve devriye rotasını çıkarmam gerekiyor. her büyük yönetmen, düşmanını iyi tanır.
yanındaki figüran kız biraz repliklerini unutuyor gibiydi. beren’in anlattığı bir şeye anlamsızca güldü. hayır, o diyalogda gülünecek bir yer yoktu. oraya hüzünlü bir tebessüm yazmıştım. acemi işte, ne olacak. zaten filmin ilerleyen dakikalarında beren’in hayatından çıkacak önemsiz bir karakter. adını bile hatırlamıyorum. bu yüzden üzerinde durmadım.
asıl sorun, çekim alanımıza giren davetsiz misafirdi. kampüsün güvenlik görevlisi, o bıyıklı olan. filmin kötü karakteri için fazla klişe bir tip. yapımcımızla (yine kendim) bu konuyu konuşup daha derinlikli bir kötü adam yazmasını söyleyeceğim. bıyıklı, tam yanımdaki çimlere basmayın uyarısının önünde durup bana bakmaya başladı. belli ki setimizi sabote etmek için gönderilmişti. göz teması kurmadım. yönetmen, setindeki piyonlarla muhatap olmaz. elime bir avuç çekirdek alıp yemeye başladım. bu, "seni umursamıyorum" demenin sinematografik yoludur.
beren ve arkadaşı kalkıp kantine doğru yürümeye başladılar. "takip sahnesi" için harika bir fırsattı bu. hemen peşlerine takıldım. yürüyüşleri bile bir ahenk içindeydi, tabii o figüran kız arada bir sendelese de olur o kadar. kantin kapısından girerken beren bir an duraksayıp arkasına baktı. tam o an içimden "close-up!" diye bağırdım. gözlerindeki o anlık tereddüt... kameram olsaydı ve o anı yakalasaydım, festivalde en iyi görüntü ödülünü alırdık.
kantinde boş bir masaya geçip onları izlemeye devam ettim. çay söylediler. senaryoda portakal suyu yazıyordu ama doğaçlama yapmalarına izin verdim. bazen en iyi sahneler böyle anlarda çıkar. o sırada bıyıklı güvenlik kantine girdi. gözleri direkt beni buldu. benim burada olduğumu biliyordu. aramızda bir gerilim müziği çalmaya başladı sanki. belli ki bu filmde benimle onun arasında kişisel bir mesele de olacaktı. bu detayı sevdim. hikayeye alt metin katıyordu.
beren’in yanına bir çocuk oturdu. sarışın, uzun boylu. kim bu şimdi? senaryoda böyle bir karakter yoktu. bir anda filmin gidişatı değişiyordu. panik yapmadım. soğukkanlılığımı korudum. belki de bu, hikayeyi daha ilginç yapacak bir dönüm noktasıydı. çocuğun hareketlerini, konuşmasını, beren’e bakışını incelemeye başladım. rolüne çalışıyor mu, yoksa tamamen hazırlıksız mı yakalanmıştı? bunu anlamam gerekiyordu.
çocuk, beren’e bir şey anlattı ve ikisi de gülmeye başladı. figüran kız bile bu sefer doğru yerde gülmüştü. bu çocukta bir potansiyel vardı. belki de filmin ikinci erkek karakteri, beren’in kalbini çalmaya çalışacak olan zengin ama ruhsuz çocuk bu olabilirdi. fikri beğendim. hemen yanımdaki peçeteye "sarışın çocuk - muhtemel rakip" diye not aldım.
bıyıklı, masama doğru bir adım attı. gözdağı veriyordu. çekirdeklerimden birini yavaşça ağzıma atıp kırdım. bu, "hamleni bekliyorum" demekti. yürüdü, tam masamın önünden geçti ama durmadı. gidip kendine tost aldı. bu bir aldatmacaydı. belli ki şimdilik harekete geçmeyecek, doğru zamanı kollayacaktı. bu adam, sandığımdan daha zeki olabilirdi. kötü karakteri yeniden yazmaya gerek kalmayabilir.
oturduğum yerden kalktım. bugünkü çekimler yeterliydi. elimde harika sahneler birikmişti. kurgu masasında (odamdaki masam) hepsini birleştirecektim. kantinden çıkarken beren’in masasına son bir bakış attım. sarışın çocukla hala gülüşüyorlardı. beren’in performansı bugün gerçekten harikaydı. oscar’a aday gösterileceği şimdiden belli.
not: beren'in o figüran arkadaşı, filmin finalinde ölecek karakterler için isim hafızamı yormuyorum. kural bu.
not 2: sarışın çocuğun kim olduğunu öğrenmem lazım. eğer rolünün hakkını veremeyecek biriyse, senaryodan acımasızca çıkarılacaktır. benim filmimde yeteneksizlere yer yok.
not 3: bıyıklı güvenlik görevlisi kesin rektörün adamı. prodüksiyonu sabote etmek için özel olarak gönderilmiş. yarın onun mesai saatlerini ve devriye rotasını çıkarmam gerekiyor. her büyük yönetmen, düşmanını iyi tanır.
devamını gör...
2.
kantinden çıkıp fakülteye doğru yürürken zihnimdeki kurgu masası çoktan çalışmaya başlamıştı. bugün çektiğimiz sahneler ham halde bile o kadar iyiydi ki... beren'in o anlık arkasına bakışı, bıyıklı'nın ciddiyeti, sarışın çocuk'un senaryoya plansız ama etkili girişi... bunların hepsi ustaca birleştirilmeliydi.
yol boyunca birkaç tane daha figüranla karşılaştım. banklarda oturan, ders notlarına gömülmüş, telefonla konuşan onlarca isimsiz yüz... onlara şöyle bir göz gezdirdim. hiçbirinde bir yıldız ışığı yoktu. arka planı doldurmak için fena sayılmazlardı ama asla yakın plana giremezlerdi. böyle keskin bir oyuncu seçimi yeteneğim vardır. bir bakışta kimin başrol, kimin yan rol, kimin de sadece kadrajı dolduran bir bulanıklık olacağını anlarım.
odam... yani stüdyom... yani kurgu süitim... kapıyı açtığımda beni o tanıdık, yaratıcılık kokan atmosfer karşıladı. duvarımın neredeyse tamamını kaplayan mantar panom, benim savaş odamdı. üzerinde filmin tüm yapısını gösteren renkli kağıtlar, ipler ve raptiyeler vardı. her renk bir karakteri temsil ediyordu: beren için açık mavi, masumiyeti ve derinliği simgeliyordu. bıyıklı güvenlik için gri, çünkü ruhsuz bir bürokrattı. yeni karakterimiz sarışın çocuk için ise şimdilik bir soru işareti yapıştırdığım sarı bir kağıt vardı.
hemen bugünkü sahneleri eklemeye koyuldum. "kantin - tanışma sekansı" başlığıyla yeni bir bölüm açtım. beren'in mavi kağıdından, sarışın çocuk'un sarı kağıdına kırmızı bir ip çektim. bu, aralarındaki gerilimi ve potansiyel romantik bağı simgeliyordu. bıyıklı'nın gri kağıdını ise panonun en dışına, sanki tüm bu olayları uzaktan izliyormuş gibi bir konuma iğneledim. bu, onun "gözetleyici" rolünü pekiştiriyordu.
tam sarışın çocuk'un karakter analizini yazmaya başlamıştım ki kapı açıldı. gelen, oda arkadaşım can'dı. can, filmin en zayıf halkasıydı. ne bir figüran kadar silik ne de bir yan karakter kadar ilginçti. o, daha çok yapım şirketinin "bu çocuk da filmde oynasın" diye dayattığı, torpilli ama yeteneksiz bir oyuncu gibiydi.
"ooo, yine başlamışsın," dedi mantar panomu göstererek.
"kurgu, can. filmin en önemli aşamasıdır," dedim gözümü panodan ayırmadan. "ritmi burada buluruz."
"abi sen ne okuyordun?" diye sordu. bu onun klasik bir lafıydı. benim dehamı ve okuduğum bölümün (sosyoloji) bu sanatsal vizyonla olan çelişkisini aklınca sorguluyordu. cevap vermedim. büyük sanatçılar, küçük insanların sorularıyla enerjilerini tüketmezler.
can, masasına geçip bilgisayarından bir müzik açtı. metal. gürültülü, ritimsiz, kaba bir müzik. o an kurguladığım sahnenin tüm duygusal atmosferi bir anda bıçak gibi kesildi. beren'in o masum bakışlarıyla bu gitar gürültüsü senkron tutmuyordu.
"can," dedim olabildiğince sakin bir sesle. "setimde izinsiz müzik yayını yapamazsın."
"ne seti abi, oda burası," dedi.
"şu an hassas bir sahnenin ses miksajı üzerindeyim," diye açıkladım. "karakterin iç sesini duymaya çalışıyorum. bu gürültü, frekansı bozuyor."
anlamadı tabii. gözlerini devirip müziğin sesini biraz kıstı ama kapatmadı. yapacak bir şey yoktu. bazen yönetmen, stüdyonun dayattığı bütçe kesintileri gibi istenmeyen durumlarla çalışmak zorunda kalırdı. bu da benim sınavımdı.
panoya geri döndüm. sarışın çocuk'un motivasyonunu çözmem gerekiyordu. amacı neydi? beren'i gerçekten etkilemek mi, yoksa bıyıklı tarafından benim dikkatimi dağıtmak için tutulmuş bir yem miydi? ikinci seçenek daha dramatikti. sarı kağıdın üzerine kurşun kalemle "yem olabilir!" diye yazdım.
bu sırada can, "akşam bizimkilerle halı sahaya gidiyoruz, gelsene," dedi.
düşündüm. halı saha... bolca figüran, kontrolsüz hareketler, plansız aksiyon... belgesel sineması için iyi bir malzeme olabilirdi. belki de beren'in filmi için değil ama ileride çekeceğim "varoşların estetiği" projem için birkaç sahne yakalayabilirdim.
"değerlendireceğim," dedim gizemli bir tavırla. "oyuncu kadrosuna bağlı."
can yine o anlamsız bakışlarından birini atıp omuz silkti. o, benim dünyamın karmaşıklığını asla anlayamayacaktı.
not: can'in bu filmdeki rolünü hala çözemedim. belki de o, başrolün hayatındaki "normal" ve "sıkıcı" olan her şeyi temsil eden sembolik bir karakterdir. evet, bu daha mantıklı. adını senaryoda "sıradanlık" olarak değiştireceğim.
not 2: yarınki çekim planım hazır. beren'i kütüphanede "çalışma" sahnesinde çekeceğim. sarışın çocuk da orada olacak mı? işte bu, filmin tansiyonunu belirleyecek. eğer gelirse, aralarındaki bağ güçleniyor demektir. gelmezse, o sadece tek sahnelik bir misafir oyuncuydu. heyecanlı.
yol boyunca birkaç tane daha figüranla karşılaştım. banklarda oturan, ders notlarına gömülmüş, telefonla konuşan onlarca isimsiz yüz... onlara şöyle bir göz gezdirdim. hiçbirinde bir yıldız ışığı yoktu. arka planı doldurmak için fena sayılmazlardı ama asla yakın plana giremezlerdi. böyle keskin bir oyuncu seçimi yeteneğim vardır. bir bakışta kimin başrol, kimin yan rol, kimin de sadece kadrajı dolduran bir bulanıklık olacağını anlarım.
odam... yani stüdyom... yani kurgu süitim... kapıyı açtığımda beni o tanıdık, yaratıcılık kokan atmosfer karşıladı. duvarımın neredeyse tamamını kaplayan mantar panom, benim savaş odamdı. üzerinde filmin tüm yapısını gösteren renkli kağıtlar, ipler ve raptiyeler vardı. her renk bir karakteri temsil ediyordu: beren için açık mavi, masumiyeti ve derinliği simgeliyordu. bıyıklı güvenlik için gri, çünkü ruhsuz bir bürokrattı. yeni karakterimiz sarışın çocuk için ise şimdilik bir soru işareti yapıştırdığım sarı bir kağıt vardı.
hemen bugünkü sahneleri eklemeye koyuldum. "kantin - tanışma sekansı" başlığıyla yeni bir bölüm açtım. beren'in mavi kağıdından, sarışın çocuk'un sarı kağıdına kırmızı bir ip çektim. bu, aralarındaki gerilimi ve potansiyel romantik bağı simgeliyordu. bıyıklı'nın gri kağıdını ise panonun en dışına, sanki tüm bu olayları uzaktan izliyormuş gibi bir konuma iğneledim. bu, onun "gözetleyici" rolünü pekiştiriyordu.
tam sarışın çocuk'un karakter analizini yazmaya başlamıştım ki kapı açıldı. gelen, oda arkadaşım can'dı. can, filmin en zayıf halkasıydı. ne bir figüran kadar silik ne de bir yan karakter kadar ilginçti. o, daha çok yapım şirketinin "bu çocuk da filmde oynasın" diye dayattığı, torpilli ama yeteneksiz bir oyuncu gibiydi.
"ooo, yine başlamışsın," dedi mantar panomu göstererek.
"kurgu, can. filmin en önemli aşamasıdır," dedim gözümü panodan ayırmadan. "ritmi burada buluruz."
"abi sen ne okuyordun?" diye sordu. bu onun klasik bir lafıydı. benim dehamı ve okuduğum bölümün (sosyoloji) bu sanatsal vizyonla olan çelişkisini aklınca sorguluyordu. cevap vermedim. büyük sanatçılar, küçük insanların sorularıyla enerjilerini tüketmezler.
can, masasına geçip bilgisayarından bir müzik açtı. metal. gürültülü, ritimsiz, kaba bir müzik. o an kurguladığım sahnenin tüm duygusal atmosferi bir anda bıçak gibi kesildi. beren'in o masum bakışlarıyla bu gitar gürültüsü senkron tutmuyordu.
"can," dedim olabildiğince sakin bir sesle. "setimde izinsiz müzik yayını yapamazsın."
"ne seti abi, oda burası," dedi.
"şu an hassas bir sahnenin ses miksajı üzerindeyim," diye açıkladım. "karakterin iç sesini duymaya çalışıyorum. bu gürültü, frekansı bozuyor."
anlamadı tabii. gözlerini devirip müziğin sesini biraz kıstı ama kapatmadı. yapacak bir şey yoktu. bazen yönetmen, stüdyonun dayattığı bütçe kesintileri gibi istenmeyen durumlarla çalışmak zorunda kalırdı. bu da benim sınavımdı.
panoya geri döndüm. sarışın çocuk'un motivasyonunu çözmem gerekiyordu. amacı neydi? beren'i gerçekten etkilemek mi, yoksa bıyıklı tarafından benim dikkatimi dağıtmak için tutulmuş bir yem miydi? ikinci seçenek daha dramatikti. sarı kağıdın üzerine kurşun kalemle "yem olabilir!" diye yazdım.
bu sırada can, "akşam bizimkilerle halı sahaya gidiyoruz, gelsene," dedi.
düşündüm. halı saha... bolca figüran, kontrolsüz hareketler, plansız aksiyon... belgesel sineması için iyi bir malzeme olabilirdi. belki de beren'in filmi için değil ama ileride çekeceğim "varoşların estetiği" projem için birkaç sahne yakalayabilirdim.
"değerlendireceğim," dedim gizemli bir tavırla. "oyuncu kadrosuna bağlı."
can yine o anlamsız bakışlarından birini atıp omuz silkti. o, benim dünyamın karmaşıklığını asla anlayamayacaktı.
not: can'in bu filmdeki rolünü hala çözemedim. belki de o, başrolün hayatındaki "normal" ve "sıkıcı" olan her şeyi temsil eden sembolik bir karakterdir. evet, bu daha mantıklı. adını senaryoda "sıradanlık" olarak değiştireceğim.
not 2: yarınki çekim planım hazır. beren'i kütüphanede "çalışma" sahnesinde çekeceğim. sarışın çocuk da orada olacak mı? işte bu, filmin tansiyonunu belirleyecek. eğer gelirse, aralarındaki bağ güçleniyor demektir. gelmezse, o sadece tek sahnelik bir misafir oyuncuydu. heyecanlı.
devamını gör...
3.
senaryodan kasıt hayatın sunduğu seçenekler ise ben gidip kendi seçeneğimi yaratmayı çok severim. (bkz: kendi seçeneklerini yaratmak) ,ama gerçek senaryo ise, oyuncu ya da yönetmen olmadım bilmiyorum ama hayatta bir senaryo olduğundan ilk dediğimi geçerli sayabiliriz bence.
devamını gör...
4.
biraz arabesk kokacak ama, "yazan kalem siyah"sa, kimse sadık kalmak istemez..
devamını gör...
5.
onu öldürürler. yerine de yeni leyla getirirler.
ya sözüne sadık kalacaksın ya yok olacaksın.
ama onlar öldürdü diye kimse ölmez.
o zaman kendi senaryonu yazacaksın.
ya sözüne sadık kalacaksın ya yok olacaksın.
ama onlar öldürdü diye kimse ölmez.
o zaman kendi senaryonu yazacaksın.
devamını gör...
6.
doğaçlama seviyordur.
devamını gör...
7.
yahu o yüzden değil ki, yanlış roldeymiş doğrusuna geçmiş.
devamını gör...
8.
sabah stüdyomda uyandığımda, zihnimde dünkü sahneler dönüyordu. can'ın, yani "sıradanlık" karakterinin o anlamsız metal müziği, kurgumun içine bir ses bombası gibi düşmüştü. neyse ki usta bir yönetmen, post-prodüksiyonda bu tür sorunları çözebilirdi. gerekirse tüm o sahneye alttan hüzünlü bir piyano solosu döşer, o gürültüyü bir "dışavurumcu kaos" anına çevirirdim. böyle anlık kriz yönetimi yeteneklerim vardır. herkes panik yapar, ben ise sanatsal bir çözüm bulurum.
bugünkü çekim mekanımız kütüphaneydi. çok riskli bir setti. ışık fena değil ama ses konusunda tam bir kabus. her yer "sessiz olun" diyen, sanattan anlamayan ve filmin akışını bozmaya hazır potansiyel sabotajcılarla dolu. ayrıca en büyük sorun: kütüphaneye çekirdek sokmak yasak. bir yönetmenin yaratıcılık anında atıştıracağı o kutsal yemişten mahrum kalması, resmen sansürdür. ama ne yapalım, bazen gerilla sineması yapmak gerekir.
kütüphaneye girmeden önce dışarıda bir "mekan analizi" yaptım. hangi masanın en iyi görüş açısına sahip olduğunu, hangi rafın arkasına saklanıp "gizli kamera" çekimi yapabileceğimi hesapladım. c blok, ikinci kat, pencere kenarı. orası benim için mükemmel bir yönetmen koltuğuydu.
içeri süzüldüm ve planladığım masaya oturdum. set hazırdı. şimdi tek gereken, başrol oyuncularımın sahneye girmesiydi. çok beklemedim. önce beren göründü. üzerinde dün senaryo notlarıma eklediğim gibi, karakterinin "bohem ama ciddi" ruhuna uygun bir kıyafet vardı. beni dinliyor, senaryoyu hissediyordu. aramızda böyle telepatik bir bağ vardı.
ve sonra... sarışın çocuk da geldi. hem de beren'le birlikte! demek ki dün kantinde bıraktığımız sahnenin devamını çekiyorlardı. harika! bu, aralarındaki ilişkinin tek gecelik bir olay olmadığını, hikayede kalıcı bir yerleri olacağını gösteriyordu. sarı kağıdın üzerindeki soru işaretini zihnimde sildim ve yerine "rakip aşık" yazdım. ikisi de aynı masaya, tam da benim en iyi görüş açıma oturdular. profesyonellik işte bu.
kitaplarını açtılar. ders çalışma sahnesi başlamıştı. fakat ben, sıradan bir izleyici değilim. ben her detayı görürüm. beren'in kullandığı fosforlu kalem pembe rengindeydi. olmaz. beren karakteri asla pembe kullanmazdı. onun rengi mavi veya belki melankolik bir sarıydı. bu, oyuncunun role kendi kafasına göre bir şeyler katma çabasıydı. şimdilik izin verdim. bazen böyle küçük isyanlar, karakteri daha gerçekçi kılabilirdi.
sarışın çocuk ise tam bir hayal kırıklığıydı. kitabını öyle bir tutuyordu ki, sanki daha önce hiç kitap görmemiş gibiydi. rolüne hiç çalışmamış. sadece yakışıklılığına güveniyor. klasik bir hollywood hatası. beren bir şey söylediğinde, çocuk dinliyormuş gibi yapıp aslında telefonunun ekranına bakıyordu. inanılmaz bir saygısızlık. sadece yönetmene değil, partnerine de saygısızlık. bunu not aldım. bu çocuk, filmin bir noktasında beren'i hayal kırıklığına uğratacak ve seyirci ondan nefret edecekti. bu iyiydi işte. seyircinin duygularıyla böyle oynarım.
tam o sırada, görüş alanımın solundan kadraja süzülen bir tehlike belirdi: bıyıklı güvenlik. ama bu sefer tek değildi. yanında kütüphanenin görevlisi, o gözlüklü, sürekli hışırdayan kıyafetler giyen kadın da vardı. bu yeni bir ittifaktı. bıyıklı, anlaşılan yerel güçlerle birleşip prodüksiyonumu içeriden çökertmeye çalışıyordu. gözlüklü kadın, bıyıklı'ya bir şeyler fısıldadı ve parmağıyla benim olduğum tarafı işaret etti. eyvah! dekoltemi mi fark ettiler? hayır, deşifre olmuştum.
panik yapmadım. hemen b planını devreye soktum. kalkıp ilgisiz bir rafın önüne gittim. felsefe rafı. elime rastgele bir kitap aldım, "varlık ve hiçlik". kapağına bakıp derin derin düşündüm. bu, "ben de sizdenim, entelektüel bir öğrenciyim, burada yönetmenlik falan yapmıyorum" mesajı vermek içindi. böyle anlık kamuflaj yeteneklerim vardır. insanları beynimin labirentlerinde kaybolmaya davet ederim.
bıyıklı ve müttefiki yanımdan geçip gittiler. tehlike şimdilik savuşturulmuştu. masama geri döndüğümde sarışın çocuk'un beren'in not defterine bir şeyler çizdiğini gördüm. bir kalp! olamaz! senaryo bu kadar hızlı ilerlemiyordu! bu sahne için henüz çok erkendi! yönetmen onayı olmadan sette bu kadar önemli bir değişiklik yapılamazdı. müdahale etmem gerekiyordu.
oturduğum yerden hafifçe öksürdüm. anlamadılar. kalemimi masaya ritmik bir şekilde vurdum. s.o.s. mors alfabesiyle "senaryoya dön!" diyordum. tık yok. bu acemiler sanattan zerre kadar anlamıyordu. mecburen son çareye başvurdum. ayağa kalktım, masalarına doğru yürüdüm ve tam yanlarından geçerken ayağım "kaymış" gibi yapıp elimdeki "varlık ve hiçlik" kitabını yere düşürdüm. "güm!"
tüm kütüphane bana döndü. beren ve sarışın çocuk da. bıyıklı'nın gözleri sırtımı deliyordu. ama en korkuncu, gözlüklü kütüphaneci'nin kürsüsünden kalkıp bir t-rex gibi bana doğru yürümesiydi. parmağıyla "dışarı" işaretini yaptı. kovulmuştum. kendi setimden kovulmuştum.
not: bu gözlüklü kütüphaneci kadın, bıyıklı'nın çetesinin bir üyesi çıktı. adını "engizisyoncu" olarak senaryoya ekledim. ona özel bir final sahnesi yazacağım. çok canı yanacak.
not 2: sarışın çocuk'un bu kalp çizme cüreti, karakterinin "fevri ve düşüncesiz" olduğunu kanıtladı. belki de o kötü bir oyuncu değil, sadece rolünü fazla iyi oynayan biridir. bunu bir düşünmem lazım.
not 3: setten kovulmak onurumu kırdı. ama her büyük yönetmen kariyerinde en az bir kere setten atılmıştır. coppola, scorsese, ben... bu da beni onlardan biri yapıyor. aslında bu, kariyerim için olumlu bir gelişme.
bugünkü çekim mekanımız kütüphaneydi. çok riskli bir setti. ışık fena değil ama ses konusunda tam bir kabus. her yer "sessiz olun" diyen, sanattan anlamayan ve filmin akışını bozmaya hazır potansiyel sabotajcılarla dolu. ayrıca en büyük sorun: kütüphaneye çekirdek sokmak yasak. bir yönetmenin yaratıcılık anında atıştıracağı o kutsal yemişten mahrum kalması, resmen sansürdür. ama ne yapalım, bazen gerilla sineması yapmak gerekir.
kütüphaneye girmeden önce dışarıda bir "mekan analizi" yaptım. hangi masanın en iyi görüş açısına sahip olduğunu, hangi rafın arkasına saklanıp "gizli kamera" çekimi yapabileceğimi hesapladım. c blok, ikinci kat, pencere kenarı. orası benim için mükemmel bir yönetmen koltuğuydu.
içeri süzüldüm ve planladığım masaya oturdum. set hazırdı. şimdi tek gereken, başrol oyuncularımın sahneye girmesiydi. çok beklemedim. önce beren göründü. üzerinde dün senaryo notlarıma eklediğim gibi, karakterinin "bohem ama ciddi" ruhuna uygun bir kıyafet vardı. beni dinliyor, senaryoyu hissediyordu. aramızda böyle telepatik bir bağ vardı.
ve sonra... sarışın çocuk da geldi. hem de beren'le birlikte! demek ki dün kantinde bıraktığımız sahnenin devamını çekiyorlardı. harika! bu, aralarındaki ilişkinin tek gecelik bir olay olmadığını, hikayede kalıcı bir yerleri olacağını gösteriyordu. sarı kağıdın üzerindeki soru işaretini zihnimde sildim ve yerine "rakip aşık" yazdım. ikisi de aynı masaya, tam da benim en iyi görüş açıma oturdular. profesyonellik işte bu.
kitaplarını açtılar. ders çalışma sahnesi başlamıştı. fakat ben, sıradan bir izleyici değilim. ben her detayı görürüm. beren'in kullandığı fosforlu kalem pembe rengindeydi. olmaz. beren karakteri asla pembe kullanmazdı. onun rengi mavi veya belki melankolik bir sarıydı. bu, oyuncunun role kendi kafasına göre bir şeyler katma çabasıydı. şimdilik izin verdim. bazen böyle küçük isyanlar, karakteri daha gerçekçi kılabilirdi.
sarışın çocuk ise tam bir hayal kırıklığıydı. kitabını öyle bir tutuyordu ki, sanki daha önce hiç kitap görmemiş gibiydi. rolüne hiç çalışmamış. sadece yakışıklılığına güveniyor. klasik bir hollywood hatası. beren bir şey söylediğinde, çocuk dinliyormuş gibi yapıp aslında telefonunun ekranına bakıyordu. inanılmaz bir saygısızlık. sadece yönetmene değil, partnerine de saygısızlık. bunu not aldım. bu çocuk, filmin bir noktasında beren'i hayal kırıklığına uğratacak ve seyirci ondan nefret edecekti. bu iyiydi işte. seyircinin duygularıyla böyle oynarım.
tam o sırada, görüş alanımın solundan kadraja süzülen bir tehlike belirdi: bıyıklı güvenlik. ama bu sefer tek değildi. yanında kütüphanenin görevlisi, o gözlüklü, sürekli hışırdayan kıyafetler giyen kadın da vardı. bu yeni bir ittifaktı. bıyıklı, anlaşılan yerel güçlerle birleşip prodüksiyonumu içeriden çökertmeye çalışıyordu. gözlüklü kadın, bıyıklı'ya bir şeyler fısıldadı ve parmağıyla benim olduğum tarafı işaret etti. eyvah! dekoltemi mi fark ettiler? hayır, deşifre olmuştum.
panik yapmadım. hemen b planını devreye soktum. kalkıp ilgisiz bir rafın önüne gittim. felsefe rafı. elime rastgele bir kitap aldım, "varlık ve hiçlik". kapağına bakıp derin derin düşündüm. bu, "ben de sizdenim, entelektüel bir öğrenciyim, burada yönetmenlik falan yapmıyorum" mesajı vermek içindi. böyle anlık kamuflaj yeteneklerim vardır. insanları beynimin labirentlerinde kaybolmaya davet ederim.
bıyıklı ve müttefiki yanımdan geçip gittiler. tehlike şimdilik savuşturulmuştu. masama geri döndüğümde sarışın çocuk'un beren'in not defterine bir şeyler çizdiğini gördüm. bir kalp! olamaz! senaryo bu kadar hızlı ilerlemiyordu! bu sahne için henüz çok erkendi! yönetmen onayı olmadan sette bu kadar önemli bir değişiklik yapılamazdı. müdahale etmem gerekiyordu.
oturduğum yerden hafifçe öksürdüm. anlamadılar. kalemimi masaya ritmik bir şekilde vurdum. s.o.s. mors alfabesiyle "senaryoya dön!" diyordum. tık yok. bu acemiler sanattan zerre kadar anlamıyordu. mecburen son çareye başvurdum. ayağa kalktım, masalarına doğru yürüdüm ve tam yanlarından geçerken ayağım "kaymış" gibi yapıp elimdeki "varlık ve hiçlik" kitabını yere düşürdüm. "güm!"
tüm kütüphane bana döndü. beren ve sarışın çocuk da. bıyıklı'nın gözleri sırtımı deliyordu. ama en korkuncu, gözlüklü kütüphaneci'nin kürsüsünden kalkıp bir t-rex gibi bana doğru yürümesiydi. parmağıyla "dışarı" işaretini yaptı. kovulmuştum. kendi setimden kovulmuştum.
not: bu gözlüklü kütüphaneci kadın, bıyıklı'nın çetesinin bir üyesi çıktı. adını "engizisyoncu" olarak senaryoya ekledim. ona özel bir final sahnesi yazacağım. çok canı yanacak.
not 2: sarışın çocuk'un bu kalp çizme cüreti, karakterinin "fevri ve düşüncesiz" olduğunu kanıtladı. belki de o kötü bir oyuncu değil, sadece rolünü fazla iyi oynayan biridir. bunu bir düşünmem lazım.
not 3: setten kovulmak onurumu kırdı. ama her büyük yönetmen kariyerinde en az bir kere setten atılmıştır. coppola, scorsese, ben... bu da beni onlardan biri yapıyor. aslında bu, kariyerim için olumlu bir gelişme.
devamını gör...
9.
kütüphaneden atılmam... pardon, setten uzaklaştırılmam, prodüksiyonun selameti için verilmiş taktiksel bir karardı. bıyıklı ve yeni müttefiki engizisyoncu, üzerime geldiklerini fark ettiğimde, en iyi hamlenin geri çekilip onlara sahte bir zafer hissi yaşatmak olduğunu anladım. bazen bir yönetmen, ordusunu daha büyük bir savaş için dinlendirmelidir. savaş alanını onlara bırakmış gibi görünsem de aslında zihnindeki kurgu masasında onları çoktan yenmiştim. seyircinin duygularıyla böyle oynarım işte. onlara önce umut veririm, sonra o umudu ellerinden alırım.
kampüsün ana meydanındaki banklardan birine oturdum. burası "genel plan" çekimleri için idealdi. etrafımdaki yüzlerce figüran, kendi anlamsız hayatlarına devam ederken ben, filmin gidişatını düşünüyordum. kütüphane sahnesi, evet, biraz kaotikti. ama kaos, sinemada her zaman iş yapar. oradaki o gerilim, o ani sessizlik ve patlayan kitabın sesi... seyirci o sahnede yerinde duramayacak. tabii benim dehamı anlayan bir seyirciyse.
cebimden bir avuç çekirdek çıkardım. stresli anlarda beynimin daha iyi çalışmasını sağlıyor. her bir çekirdek tanesi, zihnimdeki bir fikir kıvılcımı gibidir. çıt sesi ise, "evet, bu harika bir fikir!" demenin evrensel kodudur.
tam o sırada, görüş alanıma "sıradanlık" karakteri, yani oda arkadaşım can girdi. yanında bir kız vardı. can, kıza bir şeyler anlatmaya çalışıyordu ama vücut dili baştan aşağı yanlıştı. elleri ceplerinde, omuzları düşük... bu, "ben kendime güvenmiyorum, anlattığım hikaye de muhtemelen sıkıcı" duruşudur. kıza acıdım. böyle yeteneksiz bir başrolle aynı sahnede olmak zorunda kalmıştı.
can bir an sustu. işte o an, o "es" anı... orada kıza derin bir bakış atması, belki elini hafifçe omzuna koyması gerekiyordu. sessizlik, en güçlü diyalogdur. ama o ne yaptı? gidip oturdukları bankın ayağını tekmeledi. inanılmaz. bir oyuncu, bir sahneyi ancak bu kadar katledebilirdi. içimden notumu aldım: can'in sahneleri ya azaltılacak ya da sadece arkadan, bulanık bir şekilde çekilecek. seyirciyi bu eziyete maruz bırakamam.
can ve kızın o felaket sahnesini izlerken, bıyıklı güvenlik'in devriye gezdiğini fark ettim. yine o kendinden emin, anlamsız yürüyüşüyle... kütüphanedeki zaferinin (!) sarhoşuydu belli ki. bana doğru yaklaşıyordu. bu bir tesadüf olamazdı. beni takip ediyordu. bu sefer hazırlıklıydım.
ayağa kalktım. aramızda yaklaşık on metre vardı. gözlerimi doğrudan ona diktim. ama gözlerine değil, bıyıklarına. evet, bıyıklarına. bir oyuncunun en zayıf noktası, en çok güvendiği aksesuarıdır. bıyıklarına odaklanarak, aslında onun tüm karizmasını, tüm sahte otoritesini hedef aldığımı ona hissettirdim. iki saniye boyunca net bir şekilde sadece bıyıklarına baktım. sonra, sanki orada hiç yokmuş gibi, yavaşça başımı çevirip ufka baktım.
bu, bir düelloydu. kelimelerin kullanılmadığı, sadece bakışların ve niyetlerin konuştuğu bir sanat düellosu. bıyıklı, bir an duraksadı. mesajı almıştı. "senin oyununu biliyorum ve senden korkmuyorum," demiştim ona. o da bana "bu iş burada bitmedi" der gibi baktı ve yoluna devam etti. titrediğini hissettim. evet, evet kesinlikle bir an sendeledi. bir yönetmen, tek bir bakışla bile setin hakiminin kim olduğunu hatırlatabilir. insanları beynimin labirentlerinde kaybolmaya davet ederim. onlar çıkışı ararken ben çoktan yeni filmimin galasını yapmış olurum.
not: can'in yanındaki kızın potansiyeli var. belki onu sarışın çocuk'la beren'in arasına girecek üçüncü bir kişi olarak senaryoya dahil edebilirim. bir "femme fatale"... ama önce can'den kurtulması lazım.
not 2: bıyıklı'nın bıyıklarının bir tarafı diğerinden daha gür. bu, karakterinin içindeki dengesizliği ve asimetrik ruh halini simgeliyor. bu detayı ileride kesinlikle kullanacağım. belki de bir gün o bıyıkları kesmek zorunda kalır. işte o gün, onun yıkıldığı gün olacak.
not 3: kantine gidip duble çay söylemem lazım. çekirdek ve çay... bir yönetmenin en temel iki ihtiyacı. bu ikisi olmadan bir filmin bitmesi mümkün değildir. bu, sinemanın yazılı olmayan bir kuralıdır.
kampüsün ana meydanındaki banklardan birine oturdum. burası "genel plan" çekimleri için idealdi. etrafımdaki yüzlerce figüran, kendi anlamsız hayatlarına devam ederken ben, filmin gidişatını düşünüyordum. kütüphane sahnesi, evet, biraz kaotikti. ama kaos, sinemada her zaman iş yapar. oradaki o gerilim, o ani sessizlik ve patlayan kitabın sesi... seyirci o sahnede yerinde duramayacak. tabii benim dehamı anlayan bir seyirciyse.
cebimden bir avuç çekirdek çıkardım. stresli anlarda beynimin daha iyi çalışmasını sağlıyor. her bir çekirdek tanesi, zihnimdeki bir fikir kıvılcımı gibidir. çıt sesi ise, "evet, bu harika bir fikir!" demenin evrensel kodudur.
tam o sırada, görüş alanıma "sıradanlık" karakteri, yani oda arkadaşım can girdi. yanında bir kız vardı. can, kıza bir şeyler anlatmaya çalışıyordu ama vücut dili baştan aşağı yanlıştı. elleri ceplerinde, omuzları düşük... bu, "ben kendime güvenmiyorum, anlattığım hikaye de muhtemelen sıkıcı" duruşudur. kıza acıdım. böyle yeteneksiz bir başrolle aynı sahnede olmak zorunda kalmıştı.
can bir an sustu. işte o an, o "es" anı... orada kıza derin bir bakış atması, belki elini hafifçe omzuna koyması gerekiyordu. sessizlik, en güçlü diyalogdur. ama o ne yaptı? gidip oturdukları bankın ayağını tekmeledi. inanılmaz. bir oyuncu, bir sahneyi ancak bu kadar katledebilirdi. içimden notumu aldım: can'in sahneleri ya azaltılacak ya da sadece arkadan, bulanık bir şekilde çekilecek. seyirciyi bu eziyete maruz bırakamam.
can ve kızın o felaket sahnesini izlerken, bıyıklı güvenlik'in devriye gezdiğini fark ettim. yine o kendinden emin, anlamsız yürüyüşüyle... kütüphanedeki zaferinin (!) sarhoşuydu belli ki. bana doğru yaklaşıyordu. bu bir tesadüf olamazdı. beni takip ediyordu. bu sefer hazırlıklıydım.
ayağa kalktım. aramızda yaklaşık on metre vardı. gözlerimi doğrudan ona diktim. ama gözlerine değil, bıyıklarına. evet, bıyıklarına. bir oyuncunun en zayıf noktası, en çok güvendiği aksesuarıdır. bıyıklarına odaklanarak, aslında onun tüm karizmasını, tüm sahte otoritesini hedef aldığımı ona hissettirdim. iki saniye boyunca net bir şekilde sadece bıyıklarına baktım. sonra, sanki orada hiç yokmuş gibi, yavaşça başımı çevirip ufka baktım.
bu, bir düelloydu. kelimelerin kullanılmadığı, sadece bakışların ve niyetlerin konuştuğu bir sanat düellosu. bıyıklı, bir an duraksadı. mesajı almıştı. "senin oyununu biliyorum ve senden korkmuyorum," demiştim ona. o da bana "bu iş burada bitmedi" der gibi baktı ve yoluna devam etti. titrediğini hissettim. evet, evet kesinlikle bir an sendeledi. bir yönetmen, tek bir bakışla bile setin hakiminin kim olduğunu hatırlatabilir. insanları beynimin labirentlerinde kaybolmaya davet ederim. onlar çıkışı ararken ben çoktan yeni filmimin galasını yapmış olurum.
not: can'in yanındaki kızın potansiyeli var. belki onu sarışın çocuk'la beren'in arasına girecek üçüncü bir kişi olarak senaryoya dahil edebilirim. bir "femme fatale"... ama önce can'den kurtulması lazım.
not 2: bıyıklı'nın bıyıklarının bir tarafı diğerinden daha gür. bu, karakterinin içindeki dengesizliği ve asimetrik ruh halini simgeliyor. bu detayı ileride kesinlikle kullanacağım. belki de bir gün o bıyıkları kesmek zorunda kalır. işte o gün, onun yıkıldığı gün olacak.
not 3: kantine gidip duble çay söylemem lazım. çekirdek ve çay... bir yönetmenin en temel iki ihtiyacı. bu ikisi olmadan bir filmin bitmesi mümkün değildir. bu, sinemanın yazılı olmayan bir kuralıdır.
devamını gör...
10.
devamını gör...
11.
selam.
dahil olduğum grup.
ahahahahshshs.
bazen olması gereken gözünüzün önündeyken diretmiyor musunuz olmaması gerekenler için.
hiç hoş değil.
çok uykum var. hala yollardayım.
dahil olduğum grup.
ahahahahshshs.
bazen olması gereken gözünüzün önündeyken diretmiyor musunuz olmaması gerekenler için.
hiç hoş değil.
çok uykum var. hala yollardayım.
devamını gör...
12.
doğaçlama seviyorlardır. bazen doğaçlarına cevap alamayabilirler ama kalıplardan kurtulmanın en iyi yolunu bulmuşlardır.
devamını gör...
13.
yavşaktır…
devamını gör...
14.
bıyıklı'yla aramızdaki o sessiz ama gerilim dolu düellodan sonra, sanatsal enerjimi yeniden toplamak için ana mekanıma, yani kantine doğru yürüdüm. bir yönetmenin vizyonu, midesi guruldadığında bulanıklaşabilir. bu yüzden prodüksiyonun en önemli departmanı yemekhane ve kantindir. bunu bilmeyen yapımcılar hep film batırır.
tezgahın arkasında duran kantinciye doğru ilerledim. adamın yüzü, yıllardır hiçbir duygusal dalgalanma yaşamamış bir göl yüzeyi gibiydi. bu, ya derin bir bilgeliğin ya da tam bir ruhsuzluğun işaretiydi. ona "usta," dedim. bu kelime bir saygı ifadesiydi ama aynı zamanda "seninle benim aramda bir hiyerarşi var ve ben üstteyim" anlamına da geliyordu. "bana bir çay ver. rengi, umudunu yitirmemiş bir devrimcinin gözleri gibi olsun. bir de yanına zaferin tadını taşıyan bir paket çekirdek."
adam bana baktı. gözlerinde ne bir anlama ne de bir anlamsızlık ifadesi vardı. boşluk. tam bir "deadpan" komedi oyuncusu. parayı uzattım, o da bana standart bir çay ve bir paket çekirdek verdi. sanatsal direktiflerimi anlamamıştı. olsun. herkes dehasal dokunuşları anlayacak diye bir kaide yok. zaten benim sinemam kitleler için değil, anlayan, seçkin bir zümre içindir.
çayımı ve çekirdeklerimi alıp stratejik masama oturdum. buradan kantinin neredeyse tamamını görebiliyordum. gözlem, bir yönetmenin en güçlü silahıdır. o sırada gözüme bir masa takıldı. dört öğrenci okey oynuyordu. dışarıdan bakınca basit bir oyundu. ama benim gözümde, bu bir "soygun filmi" sahnesiydi. herkesin yüzünde bir poker ifadesi, her atılan taş bir blöf, her "bittim" diyen oyuncu kasayı soyan bir hırsız... masadaki o sessiz gerilim, o el altından yapılan işaretler... gerçek drama, söylenenlerde değil, söylenmeyenlerde gizlidir. ben o sessizliği filme çekerim.
taşları atan esmer çocuğun hareketleri çok keskindi. o, ekibin lideriydi belli ki. karşısındaki gözlüklü olan ise "teknik eleman"dı, her şeyi hesaplıyordu. ama masadaki asıl olay, yan yana oturan iki kızdı. birbirlerine "çifte gidiyor" gibi görünüp aslında birbirlerinin taşlarını çalıyorlardı. bu ihanet, bu gizli rekabet... muhteşem! bu sahneyi bir gün mutlaka kullanacağım. bir masanın etrafındaki dört kişi, aslında tüm insanlık durumunun bir mikrokozmosudur: ihanet, ittifak, blöf ve kader. benim kameram, işte bu kozmosu yakalar.
tam bu derin düşünceler içindeyken, okey masasındaki dramdan daha büyük bir dram kapımda belirdi. oda arkadaşım can, yani "sıradanlık", kantine girdi. ama yalnız değildi. yanında... sarışın çocuk vardı!
duraksadım. çekirdeği ağzıma götüren elim havada asılı kaldı. bu... bu imkansızdı. sıradanlık ve rakip aşık... aynı karede. hem de gülüşerek yürüyorlardı. zihnimdeki tüm ipler, tüm renkli kağıtlar bir anda yerinden oynadı. mavi (beren), sarı (rakip aşık) ve gri (bıyıklı) arasındaki o hassas denge... şimdi bu denkleme bir de can'ın o renksiz, o sıkıcı karakteri mi dahil olmuştu?
beynim bir anda on farklı senaryo olasılığı üretti.
* can, aslında sıradanlık falan değildi. o, sarışın çocuk'un beren'e ulaşmak için kullandığı bir "içeriden" adamıydı.
* sarışın çocuk, can'ı kullanarak benim hakkımda bilgi topluyordu.
* en kötüsü: can ve sarışın çocuk, bıyıklı'nın tuttuğu iki farklı ajandı ve şimdi güçlerini birleştiriyorlardı.
sinemada tesadüf yoktur; sadece iyi gizlenmiş nedensellik vardır. onların tanışıyor olması, filmin gidişatını tamamen değiştiriyordu. can, benim stüdyoma, en mahrem alanıma girebilen tek kişiydi. mantar panomdaki tüm planlarımı görme potansiyeli vardı. o bir truva atı'ydı! bugüne kadar onu nasıl bu kadar hafife alabilmiştim? usta bir yönetmen bile bazen en yakınındaki tehdidi göremez. bu da benim karakterimin trajik hatası olacaktı. ama merak etmeyin, her trajik kahraman gibi ben de filmin sonunda küllerimden yeniden doğardım.
not: kantinci kesinlikle bir muhbir. bıyıklı'ya benim çayımı nasıl istediğimi anlatıp sanatsal vizyonumla dalga geçecek. ama olsun, bırakalım küçük zaferleriyle sevinsinler. finalde gülen ben olacağım.
not 2: can'in karakter kağıdının rengini değiştirmeye karar verdim. artık o renksiz değil. o, bir bukalemun gibi renk değiştiren, ne olduğu belli olmayan tehlikeli bir "çift taraflı ajan". rengi, "ihanet yeşili" olacak.
not 3: her şey birbirine bağlanıyor. komplo, sandığımdan çok daha büyük. bıyıklı, engizisyoncu, sarışın çocuk ve şimdi de can... hepsi beren'in etrafında bir ağ örüyor. ama bilmedikleri bir şey var: o ağın merkezindeki örümcek benim. ve ben, kendi ördüğüm ağda avlanmam.
tezgahın arkasında duran kantinciye doğru ilerledim. adamın yüzü, yıllardır hiçbir duygusal dalgalanma yaşamamış bir göl yüzeyi gibiydi. bu, ya derin bir bilgeliğin ya da tam bir ruhsuzluğun işaretiydi. ona "usta," dedim. bu kelime bir saygı ifadesiydi ama aynı zamanda "seninle benim aramda bir hiyerarşi var ve ben üstteyim" anlamına da geliyordu. "bana bir çay ver. rengi, umudunu yitirmemiş bir devrimcinin gözleri gibi olsun. bir de yanına zaferin tadını taşıyan bir paket çekirdek."
adam bana baktı. gözlerinde ne bir anlama ne de bir anlamsızlık ifadesi vardı. boşluk. tam bir "deadpan" komedi oyuncusu. parayı uzattım, o da bana standart bir çay ve bir paket çekirdek verdi. sanatsal direktiflerimi anlamamıştı. olsun. herkes dehasal dokunuşları anlayacak diye bir kaide yok. zaten benim sinemam kitleler için değil, anlayan, seçkin bir zümre içindir.
çayımı ve çekirdeklerimi alıp stratejik masama oturdum. buradan kantinin neredeyse tamamını görebiliyordum. gözlem, bir yönetmenin en güçlü silahıdır. o sırada gözüme bir masa takıldı. dört öğrenci okey oynuyordu. dışarıdan bakınca basit bir oyundu. ama benim gözümde, bu bir "soygun filmi" sahnesiydi. herkesin yüzünde bir poker ifadesi, her atılan taş bir blöf, her "bittim" diyen oyuncu kasayı soyan bir hırsız... masadaki o sessiz gerilim, o el altından yapılan işaretler... gerçek drama, söylenenlerde değil, söylenmeyenlerde gizlidir. ben o sessizliği filme çekerim.
taşları atan esmer çocuğun hareketleri çok keskindi. o, ekibin lideriydi belli ki. karşısındaki gözlüklü olan ise "teknik eleman"dı, her şeyi hesaplıyordu. ama masadaki asıl olay, yan yana oturan iki kızdı. birbirlerine "çifte gidiyor" gibi görünüp aslında birbirlerinin taşlarını çalıyorlardı. bu ihanet, bu gizli rekabet... muhteşem! bu sahneyi bir gün mutlaka kullanacağım. bir masanın etrafındaki dört kişi, aslında tüm insanlık durumunun bir mikrokozmosudur: ihanet, ittifak, blöf ve kader. benim kameram, işte bu kozmosu yakalar.
tam bu derin düşünceler içindeyken, okey masasındaki dramdan daha büyük bir dram kapımda belirdi. oda arkadaşım can, yani "sıradanlık", kantine girdi. ama yalnız değildi. yanında... sarışın çocuk vardı!
duraksadım. çekirdeği ağzıma götüren elim havada asılı kaldı. bu... bu imkansızdı. sıradanlık ve rakip aşık... aynı karede. hem de gülüşerek yürüyorlardı. zihnimdeki tüm ipler, tüm renkli kağıtlar bir anda yerinden oynadı. mavi (beren), sarı (rakip aşık) ve gri (bıyıklı) arasındaki o hassas denge... şimdi bu denkleme bir de can'ın o renksiz, o sıkıcı karakteri mi dahil olmuştu?
beynim bir anda on farklı senaryo olasılığı üretti.
* can, aslında sıradanlık falan değildi. o, sarışın çocuk'un beren'e ulaşmak için kullandığı bir "içeriden" adamıydı.
* sarışın çocuk, can'ı kullanarak benim hakkımda bilgi topluyordu.
* en kötüsü: can ve sarışın çocuk, bıyıklı'nın tuttuğu iki farklı ajandı ve şimdi güçlerini birleştiriyorlardı.
sinemada tesadüf yoktur; sadece iyi gizlenmiş nedensellik vardır. onların tanışıyor olması, filmin gidişatını tamamen değiştiriyordu. can, benim stüdyoma, en mahrem alanıma girebilen tek kişiydi. mantar panomdaki tüm planlarımı görme potansiyeli vardı. o bir truva atı'ydı! bugüne kadar onu nasıl bu kadar hafife alabilmiştim? usta bir yönetmen bile bazen en yakınındaki tehdidi göremez. bu da benim karakterimin trajik hatası olacaktı. ama merak etmeyin, her trajik kahraman gibi ben de filmin sonunda küllerimden yeniden doğardım.
not: kantinci kesinlikle bir muhbir. bıyıklı'ya benim çayımı nasıl istediğimi anlatıp sanatsal vizyonumla dalga geçecek. ama olsun, bırakalım küçük zaferleriyle sevinsinler. finalde gülen ben olacağım.
not 2: can'in karakter kağıdının rengini değiştirmeye karar verdim. artık o renksiz değil. o, bir bukalemun gibi renk değiştiren, ne olduğu belli olmayan tehlikeli bir "çift taraflı ajan". rengi, "ihanet yeşili" olacak.
not 3: her şey birbirine bağlanıyor. komplo, sandığımdan çok daha büyük. bıyıklı, engizisyoncu, sarışın çocuk ve şimdi de can... hepsi beren'in etrafında bir ağ örüyor. ama bilmedikleri bir şey var: o ağın merkezindeki örümcek benim. ve ben, kendi ördüğüm ağda avlanmam.
devamını gör...
15.
zihnimdeki o fırtınalı birkaç saniyenin ardından, yüzüme profesyonel bir ifade yerleştirdim. soğukkanlı, mesafeli ve her şeyi kontrolü altında tutan bir yönetmen ifadesi. onlar, yani "ihanet yeşili" can ve "rakip aşık" sarışın çocuk, benim bu ani aydınlanmamı fark etmemeliydiler. bir aktör, yönetmenin ne düşündüğünü asla tam olarak bilmemelidir. bu, performansını olumsuz etkiler. onlar benim piyonlarımdı ve piyonlar, satranç ustasının bir sonraki hamlesini tahmin edemezler.
oturduğum yerden kalkmadım. aksine, daha da rahat bir pozisyon aldım. çekirdek paketimi yavaşça açtım ve bir tanesini daha ağzıma attım. bu, "evet, her şeyi gördüm ve zerre kadar şaşırmadım, çünkü ben zaten her şeyi bilirim" mesajı taşıyan, sanatsal bir eylemdi. onları izlemeye başladım. artık sıradan bir kantin sahnesi izlemiyordum; bir casus filminin ihanet dolu buluşma sahnesini izliyordum.
can'ın gülüşü... o kadar sahteydi ki. belli ki gerginliğini gizlemeye çalışıyordu. sarışın çocuk ise daha rahattı; muhtemelen operasyondaki rütbesi daha yüksekti. aralarında konuştukları konu önemsizdi. belki bir dersten, belki bir maçtan bahsediyorlardı. ama ben kelimelerin arkasını duyan biriyim. o kelimelerin altındaki gizli pazarlıkları, imaları, şifreli mesajları... hepsini zihnimin kurgu masasında deşifre ediyordum. bir yönetmen olarak görevim, sadece görüneni değil, görünmeyeni de filme çekmektir. ben, ruhların röntgenini çekerim.
bu pasif gözlem yeterli değildi. onları biraz sarsmam, dengelerini bozmam gerekiyordu. çay bardağımı elime aldım ve ayağa kalktım. çay tazeleme bahanesiyle masalarına doğru yürüdüm. her adımım hesaplıydı. yürüyüşümde, "ben sizin ne haltlar karıştırdığınızı biliyorum" özgüveni vardı.
tam masalarının yanından geçerken, sanki yeni fark etmiş gibi durdum.
"aaa, can, naber?" dedim neşeli, ama içinde buz gibi bir tehdit barındıran bir sesle.
can şaşırdı. "iyidir abi, otuyoruz."
gözlerimi sarışın çocuk'a çevirdim. "arkadaşını tanıştırmayacak mısın?"
bu bir sorudan çok, bir meydan okumaydı. can, kekeleyerek tanıştırdı. sarışın çocuk'un adı emre'ymiş. "emre"... ne kadar basit, ne kadar sıradan bir isim. belli ki bu bir kod adıydı. kimse böyle bir operasyonda gerçek adını kullanmazdı.
elimi uzatmadım. sadece başımla hafif bir selam verdim. sonra can'a döndüm. o an, aklıma dehasal bir replik geldi.
"can," dedim. "odaya dönerken markete uğrayıp iki paket 'güven' alır mısın? benimki bitmiş de."
sessizlik.
kantindeki o uğultu bir anlığına durdu sanki. can'ın yüzündeki o anlamsız ifade, emre'nin (yani kod adı emre olanın) hafifçe irkilmesi... işte o an! o an paha biçilmezdi. mesajım, bir füze gibi hedefine kilitlenmişti. anlamamış gibi yaptılar. "ne güveni abi?" dedi can aptal bir gülümsemeyle.
gülümsedim. "boş ver," dedim. "sen anlamazsın." ve arkamı dönüp yavaşça uzaklaştım. bu, sahnenin finaliydi. yönetmen, son sözü söyler ve seti terk eder. geride, kafaları karışmış, planları deşifre olmuş ve korku içindeki oyuncularını bırakır. onlar şimdi kara kara ne yapacaklarını düşüneceklerdi. ben ise çoktan bir sonraki sahnenin hazırlığına başlamıştım.
stüdyoma döndüğümde ilk işim, mantar panoma gitmek oldu. can'ın o renksiz kağıdını yırtıp attım. yerine parlak, zehir yeşili bir kağıt yapıştırdım. üzerine büyük harflerle "can (kod adı: bu-kalem-un)" yazdım. sonra, o yeşil kağıttan hem sarışın çocuk'a hem de bıyıklı'ya giden kalın, siyah bir "ihanet ipi" çektim. artık her şey daha netti. komplo, bir örümcek ağı gibi gözlerimin önünde şekilleniyordu. ve ben, o ağdaki her bir titreşimi hissediyordum.
not: can'in dolabını ve yatağının altını bu gece kesinlikle aramalıyım. bir mikrofon, gizli bir kamera ya da bıyıklı'dan gelen şifreli bir not bulacağıma eminim. bir yönetmen, setindeki her objenin nereden geldiğini bilmek zorundadır.
not 2: emre'nin (sarışın çocuk) aslında beren'le ilgilenmediğini düşünmeye başladım. beren, sadece bir hedef şaşırtmaca. asıl hedefleri benim. benim bu dehasal filmimi, bu başyapıtımı durdurmak istiyorlar. çünkü biliyorlar ki bu film bittiğinde, kampüsteki tüm kirli çamaşırlar ortaya dökülecek.
not 3: düşmanlarım, farkında olmadan sanatımı besliyor. onlar olmasaydı, filmim bu kadar katmanlı, bu kadar derin olmazdı. sıradan bir kampüs hikayesi, şimdi epik bir casusluk-gerilim filmine dönüştü. bir bakıma, onlara minnettarım. benim filmimi bir şahesere çeviriyorlar
oturduğum yerden kalkmadım. aksine, daha da rahat bir pozisyon aldım. çekirdek paketimi yavaşça açtım ve bir tanesini daha ağzıma attım. bu, "evet, her şeyi gördüm ve zerre kadar şaşırmadım, çünkü ben zaten her şeyi bilirim" mesajı taşıyan, sanatsal bir eylemdi. onları izlemeye başladım. artık sıradan bir kantin sahnesi izlemiyordum; bir casus filminin ihanet dolu buluşma sahnesini izliyordum.
can'ın gülüşü... o kadar sahteydi ki. belli ki gerginliğini gizlemeye çalışıyordu. sarışın çocuk ise daha rahattı; muhtemelen operasyondaki rütbesi daha yüksekti. aralarında konuştukları konu önemsizdi. belki bir dersten, belki bir maçtan bahsediyorlardı. ama ben kelimelerin arkasını duyan biriyim. o kelimelerin altındaki gizli pazarlıkları, imaları, şifreli mesajları... hepsini zihnimin kurgu masasında deşifre ediyordum. bir yönetmen olarak görevim, sadece görüneni değil, görünmeyeni de filme çekmektir. ben, ruhların röntgenini çekerim.
bu pasif gözlem yeterli değildi. onları biraz sarsmam, dengelerini bozmam gerekiyordu. çay bardağımı elime aldım ve ayağa kalktım. çay tazeleme bahanesiyle masalarına doğru yürüdüm. her adımım hesaplıydı. yürüyüşümde, "ben sizin ne haltlar karıştırdığınızı biliyorum" özgüveni vardı.
tam masalarının yanından geçerken, sanki yeni fark etmiş gibi durdum.
"aaa, can, naber?" dedim neşeli, ama içinde buz gibi bir tehdit barındıran bir sesle.
can şaşırdı. "iyidir abi, otuyoruz."
gözlerimi sarışın çocuk'a çevirdim. "arkadaşını tanıştırmayacak mısın?"
bu bir sorudan çok, bir meydan okumaydı. can, kekeleyerek tanıştırdı. sarışın çocuk'un adı emre'ymiş. "emre"... ne kadar basit, ne kadar sıradan bir isim. belli ki bu bir kod adıydı. kimse böyle bir operasyonda gerçek adını kullanmazdı.
elimi uzatmadım. sadece başımla hafif bir selam verdim. sonra can'a döndüm. o an, aklıma dehasal bir replik geldi.
"can," dedim. "odaya dönerken markete uğrayıp iki paket 'güven' alır mısın? benimki bitmiş de."
sessizlik.
kantindeki o uğultu bir anlığına durdu sanki. can'ın yüzündeki o anlamsız ifade, emre'nin (yani kod adı emre olanın) hafifçe irkilmesi... işte o an! o an paha biçilmezdi. mesajım, bir füze gibi hedefine kilitlenmişti. anlamamış gibi yaptılar. "ne güveni abi?" dedi can aptal bir gülümsemeyle.
gülümsedim. "boş ver," dedim. "sen anlamazsın." ve arkamı dönüp yavaşça uzaklaştım. bu, sahnenin finaliydi. yönetmen, son sözü söyler ve seti terk eder. geride, kafaları karışmış, planları deşifre olmuş ve korku içindeki oyuncularını bırakır. onlar şimdi kara kara ne yapacaklarını düşüneceklerdi. ben ise çoktan bir sonraki sahnenin hazırlığına başlamıştım.
stüdyoma döndüğümde ilk işim, mantar panoma gitmek oldu. can'ın o renksiz kağıdını yırtıp attım. yerine parlak, zehir yeşili bir kağıt yapıştırdım. üzerine büyük harflerle "can (kod adı: bu-kalem-un)" yazdım. sonra, o yeşil kağıttan hem sarışın çocuk'a hem de bıyıklı'ya giden kalın, siyah bir "ihanet ipi" çektim. artık her şey daha netti. komplo, bir örümcek ağı gibi gözlerimin önünde şekilleniyordu. ve ben, o ağdaki her bir titreşimi hissediyordum.
not: can'in dolabını ve yatağının altını bu gece kesinlikle aramalıyım. bir mikrofon, gizli bir kamera ya da bıyıklı'dan gelen şifreli bir not bulacağıma eminim. bir yönetmen, setindeki her objenin nereden geldiğini bilmek zorundadır.
not 2: emre'nin (sarışın çocuk) aslında beren'le ilgilenmediğini düşünmeye başladım. beren, sadece bir hedef şaşırtmaca. asıl hedefleri benim. benim bu dehasal filmimi, bu başyapıtımı durdurmak istiyorlar. çünkü biliyorlar ki bu film bittiğinde, kampüsteki tüm kirli çamaşırlar ortaya dökülecek.
not 3: düşmanlarım, farkında olmadan sanatımı besliyor. onlar olmasaydı, filmim bu kadar katmanlı, bu kadar derin olmazdı. sıradan bir kampüs hikayesi, şimdi epik bir casusluk-gerilim filmine dönüştü. bir bakıma, onlara minnettarım. benim filmimi bir şahesere çeviriyorlar
devamını gör...
16.
olası bir akp kalkışması sırasında halka kurşun sıkmayacak olan emir erleridir. onlar akpnin 'kanunlaştırdığı' kanunsuzlukları kendi halkına karşı kullanmayacaktır. ingiliz maşası akp, kanunlaştırdığı hainliklerini askerin polisin memurun görevi gereği uygulayacağını düşünüyor ve en çok buna güveniyor. bu konuda da avucunu yalayacak, türk halkı bunların alayını denize dökecek.
devamını gör...