uzun süre kesişilen kızı neyzen tevfik gibi söverken görmek
başlık "mebus paltosu" tarafından 06.06.2021 22:50 tarihinde açılmıştır.
1.
mutsuzluğun tanımı, etle kemik olduğu halidir herhalde. allah hasmıma nasip etmesin, evlerden ırak olsun..
bundan sanırım 13 ya da 14 yıl öncesinde gerçekleşiyor bu durum. o zamanlar harvard'ta phd'mi "history of art and architecture" üzerine yapıyorum ikinci yılım. babam da bir yandan parasal yönden sıkışık olduğumuzdan, beni okutmak için mandırasındaki hayvanları satıp bana para gönderiyor. zavallı çilekeş adam, maddi sorunlarla boğuştukça kendini sigaraya mı vurdu nedir, ne zaman memlekete dönsem onu yeşilçam filmlerindeki tabanca efekti gibi öksürürken görüyordum. hakkı bende büyüktür bu büyük adamın.
neyse konuya dönüyorum. okul tarafından, doktorant programıyla 5 kişi louvre müzesine davet edildik, orada gözlem yapmamız ve analizlerimizi tez konumuza dahil etmemiz gerekiyordu. lisansta 4 yıldır kesiştiğim mariya da var. kıza bunca senedir bir kez olsun açılıp ona en derin hislerimden bahsedemedim. en son ona açılmaya kalktığımda, heyecandan midem bulanmış ve olduğum yere öylece kusmuştum. ardından utancımdan mı, ezikliğimden mi yoksa gerçekten midemin bozulduğundan mı bayılmıştım hatırlamıyorum. tek hatırladığım mariya'nın klinikte gözlerimi araladığımda "korkma cemal ben buradayım" dediğini hatırlıyorum. dünya üzerinde bir kıza açılırken hastanelik olan tek avarel ben olabilirim. ilişkiler konusunda da çekingenim o sıralar tabii bunun da etkisi var.
mariya süryani olduğu için türkçeyi biliyor ama kırık bir türkçesi var tabii... bazen dilimizi unutmamak için kendi aramızda konuşuyoruz. akşamları kampüsün içindeki chicknrose isimli bir mekana girip içiyoruz ve ondan bundan muhabbet açıyoruz. uçağa binmemizden bir gün evvel yine aynı mekana içmek için gittik. kıza "ee sizinkiler ne alemde?" dedim. ailesini tanımak istiyordum işte klasik sorular maksat sormuş olayım. babası iran halısı işindeymiş karun kadar zenginlermiş, aslında kendisinin çalışmasına gerek yokmuş ama yine de kendini akademik anlamda geliştirmek ve boş boş baba parası yemek istemiyormuş. böyle kızları gördükçe öfkeleniyormuş. bütün bunlardan bahsederken gözlerime utangaç bir şekilde tıpkı bir anime kızı gibi bakıyordu. ben de ona gülümsüyordum fakat kafam bambaşka yerdeydi. allah kahretsin ya kahretsin! o anda kafamdan geçenler, mariya'nın babası lütfü amcanın halı başına kaç dolar (ya da) euro kâr ettiğiydi. kapalıçarşı'da ve bahariye'de ikişer dükkanı varmış. dükkanların hava parası 150 milyar etse, halı başına 50 bin dolar kazansalar günlük cirodan iyi para.. karısı salma hanım da diş hekimi, o da kazanıyordur birkaç milyar.. evde para sayma makinesi lazım anasını s.atim.
sonra sordu: "neden bu kadar düşüncelisin cem". gülerek cevapladım, "yarınki projemizi düşünüyordum dalmışım." of ya of.. türk esnafı gibi hesap yapıyorum işte hala bu huyumdan kurtulamadım. huyum kurusun.
ertesi gün uçağa doğru gidiyoruz. airportta check-in yaptık. arkamızdan tez hocamız jessica hanım da geldi bizi yolcu etmeye. sonra bindik ben cam kenarında oturuyordum o da yanımda. önümüzde oscar ve angelina var. onun önünde de tek başına sap gibi giancarlo oturuyor. bir anda aklıma bu uçak düşerse n'olur sorusu geldi. o sıralar lost revaçta bir diziydi. hatırlarsınız ilk bölümde uçak düşüyor ve okyanusya'da bir adaya düşüyorlardı. acaba bu uçak düşerse bizim ekibe ne olur diye düşündüm. giancarlo ilk ölen olurdu muhtemelen. kendisi elinde devamlı nintendo wii'siyle oynayan ve sürekli espri yapmaya çalışan geek bir tip. bu tiple yaşama şansı oldukça düşük. angelina desen böyle süslü püslü paris hilton olmak için bir taraflarını yırtan bir kız. elinde moda dergisi var ve ağzında bir sakız, pofur pofur patlatıyor. ilk öleceklerden biri o da. oscar'a gelirsek. allah için iyi çocuk. ama gözlüklü ve siyahi olduğu için onun da uzun süreli yaşaması mümkün değil. kaldı ki angelina'ya devamlı asılır halde olduğu için onun peşinden gider ve muhtemelen "the others" tarafından öldürülürdü. mariya ve ben akıllı olan bir çiftiz. tıpkı jack ve kate gibi... amerikan gençlik filmlerinde sona kalan kadın ve erkek karakter öpüşürler ya hani, onun düşünü kuruyorum bulutlara bakarak ... belki o an bir şeyler filizlenir aramızda ve deliler gibi birbirimize yapışırız.
***
akşam olmuş ve herkes uyuyakalmıştı. birdenbire tuvaletim geldi fakat ışıklar kapalı ve tuvalet kabinin önünü anca görüyorum. mariya da uyuyor. en önden giancarlo'nun horultusu geliyordu. mohaç meydan muharebesinde şanlı mehter takımımız bu kadar gümbürtü çıkarmamıştır anasını satim. önlerden bir alman amca mırıldanıyordu, a1 seviye anadolu lisesi almancamla "bir yetişkin domuz gibi bağırıyor" dediğini anlayabildim. neyse tuvalete gittim. bir yandan işimi görürken, bir yandan kilitli olmasına rağmen kapıyı elimle tutuyordum. bu bende küçüklükten kalma bir travma. okuduğum ilkahırda (evet ilkokul demeye dilim varmıyor) tuvaletlerde kilit yoktu ve babası belli olmayan bazı afacanlar, kapıyı öylesine zorlarlardı ki, bağcılar'da torbacıların evine şafak operasyonu düzenleyen narkotik bile bunların yanında kibar kalır anasını sayim. kapıya omuz atar - en iyi ihtimalle- tekme atıp kaçardı ve bunu herkese yaparlardı. okulun öğretmenleri ve öğrenci profili o kadar kötüydü ki, babama yıllarca yalvardım başka bir okula göndermesi için lakin köye en yakın okul olduğu için servisle buraya gitmek zorundaydım. annem her sabah önlüğümü giydirirken, bu pislik çukuruna lanet eder ve bir gün yerle bir olmasını en içten yürekle dilerdim. bu tuvalet fobisi bende küçüklükten kaldı. hatta yıllar sonra hipnoterapide, terapistim böyle bir sorunumdan dolayı özgüven eksikliği yaşadığımı söyledi. umberto eco'nun dediği gibi, "deliler ve çocuklar yalan söylemezler" terapistim
beni depresyondan kurtulmam için yardım etmişti, bu takıntım gitmedi ama.
neyse çıktım tuvaletten bu böyle uyanmış, uyku sersemi bir hâlde düşük bir ses tonuyla telefonunu telefonunu açmış bir şeyler mırıldanıyor. telefonla konuşmak uçakta yasak olduğu için hosteslerden birisi yanına gelerek "m'am i'm sorry but... it's not allowed in the plane. please turn off.." kadıncağız konuşmasını bitirmeden bu açtı ağzını yumdu gözünü ve
"senin ben izzet-i ikramını, nefs-i cevvalini s...yim be a... . k... karısı seni! getirdiğin iki domates suyu!" dedi. ağzında köpük vardı sanki göremiyordum.
"please m'am only you have to do..."
"s.... lan k...şe! senin ben olmayan beynini .. bre merzifon eşeğinden doğma tahta kafalı seni! zaten sinirlerim bozuk! almıym ayağımın altına!"
o anda elimde çantamı düşürmüştüm ve 200 euro'ya amsterdam'dan aldığım tom ford parfümümü sertçe yere düştüğü için kırılmıştı, o anda başımdan kaynar sular dökülmüştü sanki, ruhum ellerimden mi çıkıyordu.. peki bu karıncalanmalar da neyin nesi. hayal kırıklığı mı vardı üstümde, yoksa korku mu? anlam veremediğim kötü bir his vardı üstümde, az daha bayılayazacaktım. daha sonradan bu iğrenç durumun beni birkaç ay boyunca depresyona sokacağını bilmiyordum.
"m-mariya?..." diyebildim kekeleyerek.
"cemal ben.. yani gördüğün... benim.." dedi o da aynı şekilde.
"senin böyle olduğunu..."
"açıklayabilirim."
"mariya neyi açıklayacaksın! resmen aruz vezni ile sövüyorsun karşındaki kişiye!"
"çok sinirlenmiştim amaa"
"karşındaki emekçi bir kadın! kim olursa olsun! ne kadar pis bir ağzın var şu hale bak!"
içinde bulunduğu duruma karşın ne yapacağını bilememiş ve aklını yitirmişti adeta. sonra birdenbire delirmiş gibi kahkaha atmaya başladı.
"hah hah haa! bay çok bilmiş kibar cemal bey! senin böyle efendi erkek gibi davranarak aslında bana asıldığını ve beni yatağa atmak için uğraştığını bilmiyorum sanki! ha!! ne dersin? yoksa yalanlayacak mısın!"
o anda beynimden vurulmuşa döndüm. bir adım geri atarak sendeledim ve yan koltuğa tutundum. birkaç yolcu hariç kabindeki yolcuların tamamı uykusundan uyanmıştı. oscar, angelina pür dikkat, korkuyla bize bakıyordu. giancarlo kulaklığını çıkararak. "what the hell is going on guys?" demişti. sonra angelina ona sus işareti yaptı. "alright then" diyerek kulaklığını umursamaz bir şekilde takmıştı.
"ne biliyor musun cemal! ben butch ile daha önceden beraberdim. bunu bilmeni istemiyordum ama sen sürekli iyilik timsali gibi görünerek bana asıldın ve beni kullanmak istediğini düşünüyorum artık!!"
öfkeyle bağırdım "butch'ın canı cehenneme!" derin bir nefes aldım. "bunlar umrumda mı sanıyorsun ha! seninle belki bir geleceğimiz olabilirdi ama sen... sen böyle davranarak her şeyin içine ettin. senin komplekslerinle uğraşamayacağım artık ne halin varsa gör!"
bu cevabımı beklememişti. nitekim birdenbire patlamıştı. onun bu kadar dolmasına neyin neden olduğunu bilmiyorum. başka ailevi sorunlar mı onu bu hale getirmişti bilmiyorum. proje çok tatsız geçmişti. onunla ne müzede ne de paris'te bir iki kelime etmemiştik. yıllar sonra oscar ile konuşurken öğrendim butch ile nişanlanmış ancak butch bir motorsiklet kazasında can verince majör depresyona girmiş sonra babası onun artık amerika'da yaşamaması gerektiğini düşünerek türkiye'ye getirtmiş. birkaç gün önce bir avm'de yeni kocası ve iki çocuğuyla görünce yine aklıma geldi. biraz kilo almış ve sigaradan dolayı cildi epey kurumuş ama hala güzel. çocuklarını azarlıyordu. kocası da telefon görüşmesi yapıyordu. güneş gözlüklerim ve ağarmış saçlarımdan tanıyamadı muhtemelen, fark etmedi bile. ama ben geçmiş günleri hatırlamış oldum birkaç saniye içerisinde.
bundan sanırım 13 ya da 14 yıl öncesinde gerçekleşiyor bu durum. o zamanlar harvard'ta phd'mi "history of art and architecture" üzerine yapıyorum ikinci yılım. babam da bir yandan parasal yönden sıkışık olduğumuzdan, beni okutmak için mandırasındaki hayvanları satıp bana para gönderiyor. zavallı çilekeş adam, maddi sorunlarla boğuştukça kendini sigaraya mı vurdu nedir, ne zaman memlekete dönsem onu yeşilçam filmlerindeki tabanca efekti gibi öksürürken görüyordum. hakkı bende büyüktür bu büyük adamın.
neyse konuya dönüyorum. okul tarafından, doktorant programıyla 5 kişi louvre müzesine davet edildik, orada gözlem yapmamız ve analizlerimizi tez konumuza dahil etmemiz gerekiyordu. lisansta 4 yıldır kesiştiğim mariya da var. kıza bunca senedir bir kez olsun açılıp ona en derin hislerimden bahsedemedim. en son ona açılmaya kalktığımda, heyecandan midem bulanmış ve olduğum yere öylece kusmuştum. ardından utancımdan mı, ezikliğimden mi yoksa gerçekten midemin bozulduğundan mı bayılmıştım hatırlamıyorum. tek hatırladığım mariya'nın klinikte gözlerimi araladığımda "korkma cemal ben buradayım" dediğini hatırlıyorum. dünya üzerinde bir kıza açılırken hastanelik olan tek avarel ben olabilirim. ilişkiler konusunda da çekingenim o sıralar tabii bunun da etkisi var.
mariya süryani olduğu için türkçeyi biliyor ama kırık bir türkçesi var tabii... bazen dilimizi unutmamak için kendi aramızda konuşuyoruz. akşamları kampüsün içindeki chicknrose isimli bir mekana girip içiyoruz ve ondan bundan muhabbet açıyoruz. uçağa binmemizden bir gün evvel yine aynı mekana içmek için gittik. kıza "ee sizinkiler ne alemde?" dedim. ailesini tanımak istiyordum işte klasik sorular maksat sormuş olayım. babası iran halısı işindeymiş karun kadar zenginlermiş, aslında kendisinin çalışmasına gerek yokmuş ama yine de kendini akademik anlamda geliştirmek ve boş boş baba parası yemek istemiyormuş. böyle kızları gördükçe öfkeleniyormuş. bütün bunlardan bahsederken gözlerime utangaç bir şekilde tıpkı bir anime kızı gibi bakıyordu. ben de ona gülümsüyordum fakat kafam bambaşka yerdeydi. allah kahretsin ya kahretsin! o anda kafamdan geçenler, mariya'nın babası lütfü amcanın halı başına kaç dolar (ya da) euro kâr ettiğiydi. kapalıçarşı'da ve bahariye'de ikişer dükkanı varmış. dükkanların hava parası 150 milyar etse, halı başına 50 bin dolar kazansalar günlük cirodan iyi para.. karısı salma hanım da diş hekimi, o da kazanıyordur birkaç milyar.. evde para sayma makinesi lazım anasını s.atim.
sonra sordu: "neden bu kadar düşüncelisin cem". gülerek cevapladım, "yarınki projemizi düşünüyordum dalmışım." of ya of.. türk esnafı gibi hesap yapıyorum işte hala bu huyumdan kurtulamadım. huyum kurusun.
ertesi gün uçağa doğru gidiyoruz. airportta check-in yaptık. arkamızdan tez hocamız jessica hanım da geldi bizi yolcu etmeye. sonra bindik ben cam kenarında oturuyordum o da yanımda. önümüzde oscar ve angelina var. onun önünde de tek başına sap gibi giancarlo oturuyor. bir anda aklıma bu uçak düşerse n'olur sorusu geldi. o sıralar lost revaçta bir diziydi. hatırlarsınız ilk bölümde uçak düşüyor ve okyanusya'da bir adaya düşüyorlardı. acaba bu uçak düşerse bizim ekibe ne olur diye düşündüm. giancarlo ilk ölen olurdu muhtemelen. kendisi elinde devamlı nintendo wii'siyle oynayan ve sürekli espri yapmaya çalışan geek bir tip. bu tiple yaşama şansı oldukça düşük. angelina desen böyle süslü püslü paris hilton olmak için bir taraflarını yırtan bir kız. elinde moda dergisi var ve ağzında bir sakız, pofur pofur patlatıyor. ilk öleceklerden biri o da. oscar'a gelirsek. allah için iyi çocuk. ama gözlüklü ve siyahi olduğu için onun da uzun süreli yaşaması mümkün değil. kaldı ki angelina'ya devamlı asılır halde olduğu için onun peşinden gider ve muhtemelen "the others" tarafından öldürülürdü. mariya ve ben akıllı olan bir çiftiz. tıpkı jack ve kate gibi... amerikan gençlik filmlerinde sona kalan kadın ve erkek karakter öpüşürler ya hani, onun düşünü kuruyorum bulutlara bakarak ... belki o an bir şeyler filizlenir aramızda ve deliler gibi birbirimize yapışırız.
***
akşam olmuş ve herkes uyuyakalmıştı. birdenbire tuvaletim geldi fakat ışıklar kapalı ve tuvalet kabinin önünü anca görüyorum. mariya da uyuyor. en önden giancarlo'nun horultusu geliyordu. mohaç meydan muharebesinde şanlı mehter takımımız bu kadar gümbürtü çıkarmamıştır anasını satim. önlerden bir alman amca mırıldanıyordu, a1 seviye anadolu lisesi almancamla "bir yetişkin domuz gibi bağırıyor" dediğini anlayabildim. neyse tuvalete gittim. bir yandan işimi görürken, bir yandan kilitli olmasına rağmen kapıyı elimle tutuyordum. bu bende küçüklükten kalma bir travma. okuduğum ilkahırda (evet ilkokul demeye dilim varmıyor) tuvaletlerde kilit yoktu ve babası belli olmayan bazı afacanlar, kapıyı öylesine zorlarlardı ki, bağcılar'da torbacıların evine şafak operasyonu düzenleyen narkotik bile bunların yanında kibar kalır anasını sayim. kapıya omuz atar - en iyi ihtimalle- tekme atıp kaçardı ve bunu herkese yaparlardı. okulun öğretmenleri ve öğrenci profili o kadar kötüydü ki, babama yıllarca yalvardım başka bir okula göndermesi için lakin köye en yakın okul olduğu için servisle buraya gitmek zorundaydım. annem her sabah önlüğümü giydirirken, bu pislik çukuruna lanet eder ve bir gün yerle bir olmasını en içten yürekle dilerdim. bu tuvalet fobisi bende küçüklükten kaldı. hatta yıllar sonra hipnoterapide, terapistim böyle bir sorunumdan dolayı özgüven eksikliği yaşadığımı söyledi. umberto eco'nun dediği gibi, "deliler ve çocuklar yalan söylemezler" terapistim
beni depresyondan kurtulmam için yardım etmişti, bu takıntım gitmedi ama.
neyse çıktım tuvaletten bu böyle uyanmış, uyku sersemi bir hâlde düşük bir ses tonuyla telefonunu telefonunu açmış bir şeyler mırıldanıyor. telefonla konuşmak uçakta yasak olduğu için hosteslerden birisi yanına gelerek "m'am i'm sorry but... it's not allowed in the plane. please turn off.." kadıncağız konuşmasını bitirmeden bu açtı ağzını yumdu gözünü ve
"senin ben izzet-i ikramını, nefs-i cevvalini s...yim be a... . k... karısı seni! getirdiğin iki domates suyu!" dedi. ağzında köpük vardı sanki göremiyordum.
"please m'am only you have to do..."
"s.... lan k...şe! senin ben olmayan beynini .. bre merzifon eşeğinden doğma tahta kafalı seni! zaten sinirlerim bozuk! almıym ayağımın altına!"
o anda elimde çantamı düşürmüştüm ve 200 euro'ya amsterdam'dan aldığım tom ford parfümümü sertçe yere düştüğü için kırılmıştı, o anda başımdan kaynar sular dökülmüştü sanki, ruhum ellerimden mi çıkıyordu.. peki bu karıncalanmalar da neyin nesi. hayal kırıklığı mı vardı üstümde, yoksa korku mu? anlam veremediğim kötü bir his vardı üstümde, az daha bayılayazacaktım. daha sonradan bu iğrenç durumun beni birkaç ay boyunca depresyona sokacağını bilmiyordum.
"m-mariya?..." diyebildim kekeleyerek.
"cemal ben.. yani gördüğün... benim.." dedi o da aynı şekilde.
"senin böyle olduğunu..."
"açıklayabilirim."
"mariya neyi açıklayacaksın! resmen aruz vezni ile sövüyorsun karşındaki kişiye!"
"çok sinirlenmiştim amaa"
"karşındaki emekçi bir kadın! kim olursa olsun! ne kadar pis bir ağzın var şu hale bak!"
içinde bulunduğu duruma karşın ne yapacağını bilememiş ve aklını yitirmişti adeta. sonra birdenbire delirmiş gibi kahkaha atmaya başladı.
"hah hah haa! bay çok bilmiş kibar cemal bey! senin böyle efendi erkek gibi davranarak aslında bana asıldığını ve beni yatağa atmak için uğraştığını bilmiyorum sanki! ha!! ne dersin? yoksa yalanlayacak mısın!"
o anda beynimden vurulmuşa döndüm. bir adım geri atarak sendeledim ve yan koltuğa tutundum. birkaç yolcu hariç kabindeki yolcuların tamamı uykusundan uyanmıştı. oscar, angelina pür dikkat, korkuyla bize bakıyordu. giancarlo kulaklığını çıkararak. "what the hell is going on guys?" demişti. sonra angelina ona sus işareti yaptı. "alright then" diyerek kulaklığını umursamaz bir şekilde takmıştı.
"ne biliyor musun cemal! ben butch ile daha önceden beraberdim. bunu bilmeni istemiyordum ama sen sürekli iyilik timsali gibi görünerek bana asıldın ve beni kullanmak istediğini düşünüyorum artık!!"
öfkeyle bağırdım "butch'ın canı cehenneme!" derin bir nefes aldım. "bunlar umrumda mı sanıyorsun ha! seninle belki bir geleceğimiz olabilirdi ama sen... sen böyle davranarak her şeyin içine ettin. senin komplekslerinle uğraşamayacağım artık ne halin varsa gör!"
bu cevabımı beklememişti. nitekim birdenbire patlamıştı. onun bu kadar dolmasına neyin neden olduğunu bilmiyorum. başka ailevi sorunlar mı onu bu hale getirmişti bilmiyorum. proje çok tatsız geçmişti. onunla ne müzede ne de paris'te bir iki kelime etmemiştik. yıllar sonra oscar ile konuşurken öğrendim butch ile nişanlanmış ancak butch bir motorsiklet kazasında can verince majör depresyona girmiş sonra babası onun artık amerika'da yaşamaması gerektiğini düşünerek türkiye'ye getirtmiş. birkaç gün önce bir avm'de yeni kocası ve iki çocuğuyla görünce yine aklıma geldi. biraz kilo almış ve sigaradan dolayı cildi epey kurumuş ama hala güzel. çocuklarını azarlıyordu. kocası da telefon görüşmesi yapıyordu. güneş gözlüklerim ve ağarmış saçlarımdan tanıyamadı muhtemelen, fark etmedi bile. ama ben geçmiş günleri hatırlamış oldum birkaç saniye içerisinde.
devamını gör...
2.
sevdanın son kurşunudur, ama şiirsel sövmüşse şapka çıkartıp yola gitmek farzdır.
devamını gör...
3.
siz bence iyi bir kontrol edin onu. halı sahada 10 numara giyiyor, 5 tane kırmızı tuborg içiyor hatta rus karıya bile gidiyor olabilir. benden söylemesi.
devamını gör...