mebus paltosu yazar profili

mebus paltosu kapak fotoğrafı
mebus paltosu profil fotoğrafı
rozet
karma: 5601 tanım: 257 başlık: 269 takipçi: 101

son tanımları


taş tablete zigguratlar kapatılsın yazan sümer solcusu

bundan tam 9 yıl önce sit alanında arkeolojik çalışma yaparken karşılaştığımız sümerli vatandaş.

bilen bilir arkeoloji bölümünde araştırma görevlisiyim ve aynı zamanda erasmus koordinatörüyüm. mısır'da bir sürü lahit açıp mumya dikizlemişliğimiz var. british museum'da platinium plus üyeliğim var ayda en kötü 5-6 kez uçakla gidip notlarımı alıp geliyorum.

neyse efendim bir gün hop diye telefon çaldı. o anda amerikan güreşi izleyerek bira içiyor ve kıllı göbeğimi kaşıyordum. ellerimdeki patates kızartması ve kfc yağlarıyla iğrenç bir hal içerisindeydim. uzaktan, battal gazi filmlerindeki müslüman köyü yağmalayıp, kocaman bir koyun budunu yağlı elleriyle tutan bir bizans komutanı gibi keyif çatıyordum. rahmetli rönesans sanatçısı hieronymus bosh benim bu zebani halimi görse, cehennemi çizerken "ben bu ayıoğlu ayıyı hiçbir tasvirle ifade edemem" der ve o meşhur resmini oracıkta iptal ederdi ve muhtemelen rönesans tarihinde böyle bir üstat ile karşılaşmazdık.

yine her zamanki gibi internet abonelik reklamı sandım ve telefona karşı ağzımdan köpük saçarak "o internet paketini al da... ***" diye sunturlu bir küfür patlattım ve kapattım gitti.

o anda telefona bakınca beynimden vuruldum, sırtımdan akan bir soğuk ter damlası kıçıma hücum etti. "lannn! ne yaptım ben!" diye yerimden sıçradım. anabilim dalı başkanımız serra hanım açmış. kadının sesini telesekreter sandım anasını satim ve tıpkı bir iddia bayiici dayı gibi kalayı bastım kadına. sonra biraz vakit geçtikten sonra hiçbir şey olmamış gibi aradım. kadıncağız bu münasebetsiz halime karşılık profesyonelce davranarak hiçbir tepki vermemişti. böylelikle ben bir kez daha yerin dibine girmiştim. utandım lan kendimden.

kazı alanıyla ilgili gerekli koordinatları verip ekibi hazırlamam için vakit verdi. bu halde gidemezdim. kemal sunal'ın hanzo filmindeki mağara adamı hali gibi saç sakal dağınık halde olduğumu gördüm. aynada kendime bakıp "puhhh" diye bir güzel tükürdükten sonra gidip tıraş oldum.

ekibin tamamı 3. sınıflardan oluşuyordu. uygulamalı ders gereği onların da bu kazıda bulunması gerekiyordu. "hocam n'apıcaz şimdi?" dedi bir tanesi. içlerinden biri, bu soruya karşılık vermek istercesine hayvani içgüdülerini sergilemek istedi. önce ellerine tükürerek ovuşturdu, sonra yerde bulunan kazmanın sapını bir güzel kavradı. havaya kaldırdı, tam yere vuracakken serra hoca "dur yavrum napıyorsun, deli misin sen !?!?" dedi bağırarak. çocuğun elindeki kazmayı aldı. sanki köyde define arıyor eşşoğlu eşşek. o nasıl giriş şekli lan öyle. çeliktepe cengizhan anadolu lisesi arka bahçesi mi lan bura. bu olay üstünden dokuz yıl geçti elbette. gelgelelim onca yılda değişen bir şey oldu mu derseniz, hiçbir şey olmadı bana inanın. bana boşu boşuna mebus dememişler, bizde yalan olmaz. bundan birkaç yıl önce "hocam kazıdan önce dua okuyacak mıyız?" diyen bir tipleme görmüştüm mesela. hee anasını satim horoz da keselim temel atmadan. resmen dalga geçiyorlar eğitim sistemiyle... hocaların işi zor azizim.

tam kazıya başladığımızda çocuklardan biri "hocam bir gelebilir misiniz?" dedi. bizden önce gelen çocuklar, seslenen çocuğun başında toplanmıştı. serra hoca ile birlikte yanına geldik. baktık ki bir tablet. serra hoca zeki ve bilgili bir kadın. beyninde 1 terabaytlık sümerce, urartuca, antik mısırca verilerini bir güzel scanning etti. kafasının üzerinden duman çıkyordu. sonra eline kalem kağıt aldı ve sümerce dilinde yazılan şu cümleleri kaleme aldı: "zigguratlar kapatılsın".

mevzubahis kişinin bıraktığı tabletin geri kalanında, bu zavallı adamcağızın sümer kralı gılgamış'ı epey eleştirdiğini, zigguratlar'da verilen gerici eğitimin gençlerin zihnini yıkadığını falan söylüyordu. ismi enkidu olan bu zavallı adam, böyle giderse kral gılgamış'ın tahttan inmeyeceğini söylüyor ve endişesini dile getiriyordu. sivri dili yüzünden epey işkence görmüş ve zindana atılmıştı. ölmeden önce son anlarında tabletin en alt kısmına dipnot olarak, zindanda makatına gizlice soktuğu sivri uçlu tahta parçası ile bu tableti yazdığını belirterek yazısını bitirmişti.

yıllar yıllar önce öğrendim ki serra hoca, tarihteki ilk radikal solcu örneği olarak zavallı enkidu'yu anlatan bu kazıyı doçentlik tezi olarak sunmuş ve profesör olmuş.

zavallı enkidu, hiçbir şey değişmedi be oğlum enkidu...
devamını gör...

sevgiliye doğum gününde germiyanoğulları beyliği'ni almak

dün akşam saatlerinde yaptığım ve bir sürü tatsızlık çıkmasına neden olmuş eylem, halbuki büyük incelik olduğunu düşünmüştüm sözlük.. değilmiş, kadınlar hediyeden anlamıyor...

dün öğlen saatlerinde evden tam çıkacaktım, anneciğim elime iki gündür evde birikmiş olan çöpleri tutuşturdu. "anne... bu da neyin nesi?" demeye kalmadan: "hadi hadi bak çöpçü gidiyoo" lafıyla ağzıma tıkandı lafım. neyse sabrediyom. çünkü annem, emekli maaşının bir beygir tarafından son ayakta hiç edildiğini öğrendiğinde ne tepki verecek bilmiyorum. onu fazla sinirlendirmemem lazım şimdiden. geçen ay emeklinin tamamını bastığım kuponum son ayakta yatınca, yolda kıyafetlerimi yırtıp biraz da yerlerde yuvarlanıp "anne gasp ettiler beni" numarası yapmıştım. yutmuştu moruk. bundan önce birkaç numara daha denemiştim ama elde numara kalmadı, yemez artık...

offff ben neden böyleyim, yani neden normal evin reisleri gibi eve helal para getiremiyorum ve sürekli atlara karşı bir zaafım var?? geçenlerde bu bağımlılığımı yenmek için arkadaşımın kliniğine gitme kararı aldım fakat yolda bir ganyan bayii görüp içeriye girip kupon yapmam kısa sürmedi. kazandım da anasını satim.

neyse evden çıktım esra'mla yani teletubbie'deki güneşimle, hayat kaynağımla buluşmak için yola koyuldum. bilmeyenler için söyleyeyim. esra'm (yani benim yârim) türkiye cumhuriyeti topraklarındaki en güzel hanımdır. hatta "şabanözü'nün en güzel kızı" yazarsanız google'a, ilk sırada benim esra'm çıkacaktır.

yolda giderken bir yandan enver paşa kafkas cephesinde başarılı olsaydı ne olurdu diye acaba diye düşünürken, bir yandan esra'mın kendisine vereceğim hediye karşısında nasıl nutkunun tutulacağını, nasıl bana tekrar tekrar aşık olacağını düşündükçe içim içime sığmıyordu. keyiften direksiyonumu yumrukluyordum.

neyse böyle boğaza nazır bir yere oturduk. etrafındaki mekanlara görece biraz daha kalantor adamların hanımlarını getirdiği lüks bir yer. yaklaşık on dakika boyunca bekleyip denize baktım. bir tane kemancı şopen'in 15. numaralı noktürnünü çaldığını işittim. boğazdan gelen buğulu şehir ışıklarına dalarak önümdeki château de chillon şarabımdan bir yudum aldım. o an düşündüm "ulan az önce mehter dubstep remix dinleyip direksiyon sallıyodum, ne ara buraya geldim anasını satim?"

esra'mın önümde belirmesiyle birlikte şaşkınlığım yerini başka bir hayrete bıraktı. bugün tek parça kırmızı bir kıyafet giymişti. çok şıktı doğrusu. neyse oturdu biraz annesi cevahir teyzeden bahsetti, guatr mı olmuş ne, gram dinledim desem yeridir. "aynen aşkım aynen" yaptım, dinliyormuş gibi. cevahir teyze hep hasta oluyor zaten. geçenlerde de tam esra'mı istemeye gidecektik, rusya-ukrayna savaşı çıktığını duyunca panik atak nöbeti geçirip bayılamıyazmış ne... hep bir şeyi çıkıyor zaten.

neyse tam böyle tatlı tatlı yemeğimizi yiyoruz. o an hediyemi göstermeyi unuttuğumu hatırladım. birden içeriye doğru ıslık çaldım. önce garsonlardan biri ben çağırıyorum sandı fakat sonra arkasındaki 60-70 baş babayiğiti görünce kenara çekildi. içerideki misafirler derhal pılını pırtını toplayıp dışarı çıktı. ellerinde demir gürz, kalkan, baltalar, kılıçlar tutan baştan ayağa zırhlı yüze yakın adam bize doğru yaklaşıyordu. esra kaçacak gibi oldu fakat bileğinden tuttum. "ihsannn noluyor böylee" diyerek minik bir çığlık fırlattı. "bir şey yok, rahat ol" minvalinde kafamı salladım.

sonra içlerinden en gediklisi, saçı sakalı ağarmış bir herif önümüzde durdu:

"germiyanoğulları nam derler bize. hizmetinizdeyiz evelallah..." diyerek eliyle göğsüne vurup kafasını önüne eğerek bir çeşit selamladı bizi.

arakasındaki tımarlı askerler, zırhlılar, kargılılar, atlılar vardı onlar da aynı hareket yaptılar.

"eksik olmayın beyler!" dedim. sonra esra'ma dönüp: "doğum günün kutlu olsun aşkların bir tanesiii" dedim alnından öperek.

önündeki beyaz şarabı yüzüme dökerek yanıt verdi ve oracıkta adamların arasından sıyrılarak terk etti...

beylerbeyi: "ağam bizlik bir şey şey yoksa biz yola revan olak?" dedi.
kafamla gidebilirsiniz işareti yaptım. bütün gece içtim. esra telefonlarımın hiçbirine cevap vermedi...

ne olmuş yani. koskoca beylik çeyiz ediliyor devlet kuruluyor. ben parasıyla satın alınca terk ediliyorum. şimdi kız kardeşine yazdım, çaktırma durumlar nasıl falan filan. hala kızgınmış bana tarçınlı çöreğim, hediyeden anlamayan cahil sevgilim...
devamını gör...

baba osurduğunda evdeki ortamın bir anda ciddileşmesi

küçükken neden gerçekleştiğini anlayamadığım bir olgu. büyüyünce anladım.

evde abi,abla ya da küçük kardeş osurduğunda eğer odada 'anne' kişisi varsa goygoyun dibine vuruluyor. mesela bizde bizim evde birisi osurduğunda iade-i cevap olarak başka birisi osururdu "ehuehu" diye gülerdik. ablamla karşılıklı osurarak neredeyse mors alfabesiyle konuşabiliyorduk.

annede durum böyle değil ama. eğer evde baba yoksa anne osuruyor ama "anamm gaçıverdi ehi ehi" diyerek durumu sevimli bir utangaçlık kisvesine sokuyor. bizler de gülüyoruz. benim annem babamın yanında osurmuyor mesela. yanlışlıkla kaçtığı zaman da kimseden bir ses gelmiyor annem utanmasın diye.

fakat baba öyle miii. baba öyle değil. bir keresinde hiç unutmam. bundan yıllar öncesi. peder bey yorgun argın işten eve gelmiş. böyle ayaklarını uzatmış kanepede discovery channel'da hurda yarışları'nı seyrediyor. annem de diğer koltukta oya işi örüyor. babam bir osurdu ama öyle böyle değil 90'larda saddam ırak'ın üzerine öyle gaz bombası yollamamıştır. non-stop 10 saniye falan osurdu. annem gözleriyle mel mel sincap gibi bakakaldı babama. ablam falan telefonla uğraşıyo o da idrak edemedi durumu. herkeste bir sessizlik var. evde sanki bir yakının vefat haberi gelmiş anasını satim. herkes birbirine bakıp birinin bir konu açmasını bekliyordu.

baba fıtrat gereği sessiz osurur. osurmak, toplum nezdinde otoriterlikten uzak, 'ciddiyetsiz' bir eylem olarak görülüyor. babalar da bu yüzden evin içinde osurmuyor. babalar kalenderdir, güçlü olmalıdır bu yüzden evin içinde sesli bir şekilde osurmazlar. siz gecenin bir körü eve gelip çocuğunun üstünü örtüp öpücük bırakan babaların direkt yatak odasına girip yattığını mı düşünüyorsunuz? müsait bir yere gidip osuruyorlar ve öyle yatıyorlar.

bastırılmış duygular patlıyor bir yerlerde...
devamını gör...

hoşlanılan kızı beypazarı içip geğirirken hayal etmek

kızdan gerçekten hoşlanıp hoşlanmadığınızı test etmenizi sağlayan, yıllardır uyguladığım taktik.

bilen bilir, ilişki koçuyum ve normalde insanlara danışmanlık harici tavsiyede bulunmam. az sonra söyleyeceğimi genellikle "bize bir iki taktik versene ya" diyen tanıdıklara bedavadan söylüyorum.

taktik şu. gözlerinizi kapatıyorsunuz. derin derin nefes alıp vererek kendinizi kızla hoş bir restoranda date'e çıktığınızı hayal ediyorsunuz. etraf hoş.. granada ya da ibiza fark etmez. hafif rüzgarlı bir yaz akşamı... kızın da gözleri hoş, şuh bir şekilde size bakıyor. sohbetin en romantik anlarında kızın masada duran bir beypazarı içtiğini hayal ediyorsunuz. adeta hamamdan çıkan dayılar gibi lokur lokur içiyor maden suyunu. sonra "böğüüürssttt" diye tam geğirmek ile yarım açık geğirmek arası (biz ona böğürmek diyelim) bir ses çıkarıyor. sonra bir yudum daha alarak bu sefer nispeten daha nazik bir geğirme biçimi olan "bırrıssst" yapıyor eliyle ağzını hafif kapatarak.

eğer karnınızda uçuşan kelebek popülasyonunda herhangi bir 'düşüş' olduğunu hissederseniz, bu hoşlaşma durumunun ilerlemeyeğini söyleyebilirim. diğer türlüsünde bir sıkıntı yok zaten.
devamını gör...

forrest gump'ın aslında ocağı açık unuttuğu için eve koşması

az önce filmi izlerken aklıma gelen ve detoks suyumu ekrana püskürtmeme neden olan düşünce. hiçkimse fark etmemiş lan herhalde.

bilen bilir senior yazılımcıyım fakat malumunuz enflasyon dijital ortamı da vurdu, işler pek iç açıcı gitmiyor. bu sebeple ek iş olarak haftanın iki günü geneli kadınların geldiği eğitici yoga seansları veriyorum. bugün de müjgan hanım karga pozisyonunun ne kadar zor olduğundan, biraz yavaş ilerlememiz gerektiğinden bahsetti. ulan dört haftadır aynı pozisyonu deniyoruz daha ne kadar yavaş ilerleyeceğiz anasını satim. kadın car car suratıma konuşuyor. o an kadının yüzüne odaklandığımda, suratının izzet altınmeşe'nin suratına ne kadar çok benzediğini gördükçe patlamamak için zor duruyor, adeta g*tüme g*tüme gülüyordum.

neyse bu yorucu günün akşamı salondan çıktım ve eve gittim. bir güzel kahvaltımı yaptım ve duşumu aldım. o an içimden forrest gump'ı izlemek geldi.

açtım izliyorum ama filmi baya unutmuşum. jenny diye bir kız var baya zarar veriyor bizim forrest oğlana. en son bu kafayı kırıyor ve abd'nin meşhur yolu route 66'i koşturuyor. bunu peygamber sanıyolar peşinden koşturuyorlar. hatta öyle ki eline tutuşturulan bir tişörte yüzünü silip veriyor. tişört sahibi "ohaa ananıııı bu ne lan! kanka baksana herif efsane logo yaptııı " diye aydınlanarak kendi markasını üretiyor.

ulan biri de bu saçı sakalı suavi'ye dönmüş adamcağıza demiyor ki "neden koşturuyorsun arkadaşım?"

ben söyleyeyim mi size neden koşturuyor? herif evdeki ocağı açık unutmuş. aynı alıklığı ben de yapıyom çünkü ordan biliyom. işten çıkarken ocağı açık unutuğumu anlattığımda koşa koşa geri geliyom. bu sır da burada çözülmüş oldu teşekküre gerek yok. cevval bir gözlemci olarak çok vaktimi almadığını söyleyebilirim.

bunun bir de "emrah koş..." versiyonu var. onda durum farklı ama. münasip bir vakitte anlatacağım onu da.
devamını gör...

antik yunan'da hiçkimsenin metrobüse binmemiş olduğu gerçeği

birkaç ay önce başıma gelmiş ve benim hayata bakış açımı değiştirmiş gerçek gibi gerçektir.

bilen bilir bir konfeksiyonda ortacı olarak çalışan, iş çıkışı ara sıra tekelci muharrem abiden
château bellevue bordeaux yıllanmış şarabımı (sağ olsun mahzeninde benim için saklar) alıp mezeyle tüketip, netflix'ten film açıp oracıkta sızıp kalan ıssız ve yalnız bir adamım.

mesai saatleri içerisinde makinelerin ayarlamasını yaparken bir yandan podcast'ten antik yunan mitolojisini dinliyor öbür yandan işim ve gücümle uğraşıyorum. tabii gün içinde tjk tv'de günlük hazırladığım 6'lı kuponlarımın tek ayaktan yatışını dinlemeyi de ihmal etmiyorum. konfeksiyonda kendisini kupon yapmaya alıştırdığım kenan abinin kendisini mahçup eden her yarış atı için "bu namussuza o kadar para yatırdım yine yattı, bundan sucuk yapmayan kenan'ı s..k..sinler!" deyişi geliyor ara sıra aklıma... kötü alışkanlıklarını yakınlarına bulaştıran pis insan profili ben oluyorum sanırım. kendimden nefret ediyorum ama ne yapayım? insanda bir kere 'irade' olacak irade...

yine böyle bir gün işteyim. tuvaletimi yapmak için kabine girdim. kabız olduğumu bildiğim için kafamda bir timing hesaplaması yaptım "30 dk s.çsam mola hakkım 20 dk kalır" diye düşündüm. kulaklıklarla girdim tuvalete. mitolojilerle alakalı podcastimi dinlerken konu zeus'un çapkınlık hikayesine denk geldi. herifçioğlu, falanca diyarın kralının erkeklerden korumak için yeraltında odaya kapattığı kızı görüp "challenge accepted" diyerek yağmur damlası olarak giriyor anasını satim. tanrılar aleminin don juan'ı adeta. bir sigara yaktım.

sonra birdenbire aklıma içerisinde 50 türk lirası bakiye bulunan hes kodu tanımlanmış istanbul kartımı ganyan bayiide kupon doldururken masada unuttuğum geldi. "ulan hay anasını avradını..." diyerek auguste rodin'in "düşünen adam" heykelindeki model gibi klozetin üstünde oturarak düşündüm. o anda aklıma bir detay hücum etti:

acaba antik yunan'da hiç metrobüse binen bir atinalı yaşamış mıydı?

derhal ilber ortaylı'nın roma tarihi belgesel serisini açarak hızı x2'ye alarak dinledim. ne var ki bu sonucum çabasız kalmıştı. ilber hoca boyuna "hıağhıağhıağ efeğndim hıağhıağ" diyerek gülüyordu. bahsettiği cümlelerin hiçbirinde ne antik yunanlıların ulaşım imkanlarından ne de metrobüsün atina'daki tarihçesinden bahsediyordu. yorgun bir günün gecesinde aynı kabusları farklı versiyonlarla görmeye benziyor bu his... ilber hoca sürekli farklı fakat süslü cümlelerle "hıağhıağhıağ" diye gülüyor.

kabus! kabus! tek kelimeyle kabus!

bu böyle olmayacak. bu iş tuvalette hacet gidererek çözülebilecek bir mesele değil diyerek donumu giydim ve işim başına döndüm. o gün aklımı kemiren bu takıntılı sorudan dolayı işime odaklanamadım ve ciddi motivasyon kaybı yaşadım. eve gittiğimde roma tarihi ile ilgili en kapsamlı olduğu herkesçe mütabık olunan edward gibbon'ın 8 ciltlik 4300 sayfalık baş eseri "roma imparatorluğu'nun gerileyiş ve çöküş tarihi" eserini baştan sona okudum. tamı tamına 3,5 ay kadar sürdü. ancak metrobüs ile alakalı bir ifadeye rast gelemedim. gözlerim, kahpe bizans askerleri tarafından gözlerine ateşli mil çekilmiş battal gazi gibi oldu anasını satim. komple kör oldum ama sonuç sıfırdı.

istanbul üniversitesi'nde akademisyen olan arkadaşıma akademik camiadan bir hoca ile randevu ayarlamasını söyledim. ismini vermek istemediğim ve hepinizin tanıdığı o meşhur tarihçi ile 10 dk'lık bir sohbet etme imkanı buldum. bu arayış serüvenimden bahsettim. bana şöyle bir bakıp "oğlum seni benimle t.şş.k geç diye mi gönderdiler?" dedi. o anda bozulmuş bir şekilde annemlere gittim haftasonu olduğu için. beynimin içinde bir parazit gibi yerleşmiş bu soru, yememe içmeme, iştahıma bile mani oluyordu. bendeki bu huzursuzluğu sezen annem: "ne oldu yavrım" dedi. anlattım. "guzum metrobüsün o zamanlarda ne işi olur. gafayı mı yidin sen. eki eki ehi" diyerek dalga geçti.

ne var ki önce bir kızmıştım fakat sonradan aklıma metrobüsün tarihçesini araştırmadığım geldi. antik yunanlılar bu kadar gelişmiş bir medeniyetti, bu su götürmez bir gerçek fakat metrobüs teknolojisine erişmiş olmaları ne kadar mümkündü yahu? birdenbire suyun kaldırma kuvvetini bulup hamamdan anadan üryan fırlayan rahmetli arşimet efendi gibi bilgisayarın başına geçtim.

babam bilgisayara şifre koymuştu. şifre için 3 deneme hakkım vardı. kart şifresi ve doğum tarihini denemiştim ancak sonuç vermemişti. son deneme hakkımda biraz düşünmeye karar verdim. birkaç gün önce sherlock'u bitirmiştim. 2. sezon 1. bölümde sherlock holmes kilitli kasanın tuş takımındaki en çok silinen tuşları tespit ederek en olası şifreyi tahmin ediyordu. o anda klavyeye gözlerimle derin bir zoom-in yaparak nefesimi tuttum, sonra "neden nefesimi tutuyorum alüminyum" diyerek geri verdim. sakince tuşlara baktım 1345 tuşlarında bariz parmak lekeleri vardı. sonra "eureka!" diyerek tuşladım.

şifre tabii ki de "1453'tü" bilgisayar açıldı.

hemen metrobüsü vikipedi'den araştırdım. 2007 yılında ilk kez kullanıma açılmış ve dünyada yalnızca türkiye'de faaliyet gösteriyormuş bu hizmet... o an yaşadığım hayal kırıklığı, kafamdaki sorunsalı yok etmemin verdiği rahatlama hissinden daha ağır gelmişti bana.

paulo coelho'nun simyacı romanında olduğu gibi, aradığım hazine aslında en basit detayda gizliymiş ancak ben görememişim.
devamını gör...

hoşlanılan kızı tv'de kuvvet macunu reklamı sunarken görmek

2006 yılında başıma gelen ve halen daha gece rüyalarıma giren durumdur.

bilen bilir dostlarım daha önceki yazılarımda çokça kere bahçevan emeklisi olduğumu söylemiştim. o yıllarda cihangir'in mütevazı sitelerinde çalışıyordum. oldukça keyif aldığım bir meslekti doğrusu. işten 5-6 gibi çıkar geri kalan zamanımı faydalı işler gerçekleştirmeye harcardım.

işe doğru gitmek için uykumdan kalkmıştım. o gün rahmetli yazar franz kafka beyefendinin romanında bahsettiği gregor samsa isimli böcük gibi sersefil uyansaydım diyorum keşke... inanın bu kadar kötü ve huzursuz hissetmezdim. yorucu bir iş gününün ardından gümüşsuyu'ndan bomonti'ye kadar bedava parfüm sıkmak için cadde üzerindeki kozmetik dükkanlarına girip çıktım. daha sonra babaannemim yanına, huzurevine gittim. zavallı kadının bu haline çok üzülürdüm. babaannemin kafası turgut özal zamanında takılı kalmıştı. hani bilgisayar oyunlarında görevi yaparken öldüğünüzde tekrar aynı yerden doğup, aynı yerleri tekrar tekrar geçersiniz ya? babaannemin yanına ne zaman gitsem habire bulgar mübadelesinden bahsedip dururdu zavallı. sovyetlerin çöküşüne henüz gelmemişti bile.

bu sefer yanına benimle son konuşması olduğunu bilmeden gittim. son sözlerinde bana şunları söyledi nur yüzlü ninem:


bak yavrım.. öhö öhö! ben yarın bir gün ahirete göçüp gideceğim. ama korkma. bu dünyada sadece toprağa gideceğim. sonra toprak olacak ve bir sularla bir çiçeğin bedenine yürüyeceğim. sonra o çiçeğe bir arı konacak...öhö öhöhööö"


son nefesini öksürerek verdi zavallı ninem. lafının sonunu getiremedi. kim bilir ne diyecek, nasıl bilgece bir cümle kuracaktı. vasiyetinde de belirttiği üzere köy yerindeki mezarlığa defnettik. cebindeki son parayı da bana verdi. o günün üzüntüsünden midir nedir, hiçbir zaman heves etmediğim ve aklımın ucuna bile gelmeyen bir şeyi yaptım. gördüğüm ilk ganyan bayiine gittim ve altılı kupon oynadım. bazı şeylerin neden olduğunu bilemiyorsunuz. bir eşek şakası yapmak ya da bir tren rayına atlamak da nedensiz olabilir. her şeyde bir mantık aramak da insanı hep yıpratıyor. 10 ytl'lik bir kupon yaptım. ilk ayakta karacabey birinci geldi. sonra gaza gelerek paramın 1/2'sini sütçü beygiri gibi görünen, ayaklarının çelimsizliğinden en azından 45 yaşında olduğunu anladığım "greenhoe" isimli bir ata bastım ve kaybettim. sonra silkenerek "naapıyorum lan ben" dedim. bu yas hali benim kafamı gerçekten meşgul ediyor ve yıpratıyor. ulan ben nereden anlarım iddiayı. kupon görsem kpss optik formu zannederim. neyse, kendimi toparladım. o günün akşamında kız arkadaşımı dışarı çağırdım ve bir şeyler içtik. gelen içki bardakları bir gelip bir gidiyordu. tıpkı heidegger'in dasein'ı gibi o bardakların varlığı o an havada slow motion halde hareket ediyor ve zaman ara sıra duruyordu sanki. ertesi gün işim geç başladığı için öğlene kadar kafayı devirip yattım.

ertesi gün işe gittim. epey tatsız bir gündü. neyse akşam eve geldim. evde üniversiteden yakın arkadaşım haluk vardı. bu herifi de hiç sevmezdim. eve ne zaman girsem hollywood filmindeki psikopat katiller gibi karanlıkta oturuyor, ben ışığı açtığımda tok bir sesle "merhaba" diyordu şerefsiz evladı. bu b.ku sanırım ilk ya da ikinci yapışıydı. o esnada eve doğru hızlı ve emin adımlarla gidiyordum. içeri girdim, ışığı açtım. kafasına eyes wide shut filmindeki korkunç maskelerden takmış, koltukta öylece oturuyordu p.v.nk. çığlık atarak geri kaykıldım. artık çok geçti:

"bahadır ?!?!1#" dedi.
"evet?" dedim.
"ne oldu?" dedi.

sanırım şok halinden dilimin tutulduğunu falan düşünmüştü. o da korkuyordu çünkü:

"yaklaşma!" dedim.
"n'oldu olm. iyi misin? şakaydı lan sadece."
"yaklaşma!"
"niye lan?"
"donuma s.çtım"

o günü yaşanmamış kabul ettik. lanet olsun diyerek banyoya girip bir güzel duş aldım ve kıyafetlerimi tenekeye koyup yaktım. imam efendinin 22 yıl önce kulağına üç kere "haluk!" diye fısıldamış olan bu maymunlar familyasından hayvan evladını evden def ettim ve böyle depresif günler için sakladığım öküz gözü şarabımı açarak tv'nin karşısına oturdum. uydu kanal listesinde 456. sırada olan çayeli tv'yi açtım. burada sürekli eski yeşilçam filmleri yayınlanırdı geceleri bilenler bilir... soruyu bil, para ödülünü kazan temalı dolandırıcı reklamı girmişti. boşluktan istifade midem kazındığı için mutfağa gidip aperatif bir şeyler hazırladım. tam da bu sırada tv'den gelen bir sesle irkildim. önce bir süre bana tanıdık gelen bu sesin ne olduğunu anımsamaya çalıştım:


"evet ekran başındaki beyefendiler. bu .... macunu ile iktidarsızlığa son. tıpkı bir ejderha gibi olacaksınız. taşı sıkıp suyunu çıkaracaksınız. evet!! ilk arayan 5 kişiye 2 kutusu 100 ytl evet yanlış duymadınız! bu fırsat kaçmaz beyler. hanımlar mutlu olmak istiyor 0858546... bu numaradan ulaşabilirsiniz. ilk 5 kişi!! 6. kişi değil!!"


bu sesin kime ait olduğunu anladığım an beynimden kaynar sular dökülmüştü adeta. elimdeki çerez tabağı yere düşmüş ve halıyı berbat etmişti. hemen içeri koştum. koridorda geçen 10 saniyelik an, tıpkı 100 yıl gibi geçmişti. o anda yanılmayı o kadar çok istedim ki! ama yanılmamıştım. oracıkta midem bulandı öğürür gibi oldum. neden böyle bir şeyi benden saklamıştı? neden daha düzgün işler yapmıyor ve insanları cinsellikle kandırıyor hatta dolandırıyordu. onu ertesi gün terk ettim ve bu sefer bir majör bunalıma girdim. her günüm depresif geçmeye başlamıştı.

allah düşmanıma yaşatmasın. zor günlerdi ama atlattık.
devamını gör...

whatsapp'ta sultanla yazışırken sticker gönderen laçka vezir

sultan hazretleri tarafından "bu ne cıvıklıktur paşaa! tez terbiyenü takınasun!" şeklinde bir azar işitmesi muhtemel olan vezirdir. olm biz patron emoji atmazsa iki nokta bir kapa parantezli standart gülücük koyamıyoruz. sen koskoca padişaha gülerken dans eden bebek stickerı gönderiyorsun. bu ne disiplinsizliktir vezir kardeş.??
devamını gör...

ilk buluşmada ben ergenekon'dan beş yıl yattım diyen kız

insanın içini buruk bir hale getiren olay. sanırım bundan daha kötü bir first date deneyimi olmamıştır hiçkimsenin. düşünsene traşını oluyorsun, en güzel takımlarını, aksesuarlarını giyip yakışıklı bir şekilde ilk buluşmana gidiyorsun. kız ergenekon tutuklusu emekli albay olduğunu söylüyor sana... insanın hoşlandığı kız emekli albay olabilir mi lan ! 5 yıl yatmış bir de.. insanın aklı almıyo böyle bir şeyi. hatırladıkça sinirlerim bozuluyor sözlük.....
devamını gör...

yıldızlararası yolculukta bolu dağı tesislerinde durmak

galaksinin en soğuk yerinde mola vermektir. uzay gemisinden çıkıyorsun ve "brrrrr!" diyerek torpidodan jumpsuitini giyiyorsun mecburen.

sanıyorum samanyolu galaksisi'nde pişmaniye, köfter sucuk ve saray helvası bulacağınız tek yer bolu dağı dinlenme tesisleri. düşünsene andromeda'dan buraya geliyorsun ve bolu dağı dinlenme tesislerinde durup köfter yiyorsun, büyük şans.
devamını gör...

saray mutfağının duvarını kırıp balkonla birleştiren padişah

akıllılık eden padişahtır.

saray içerisinde balkon kadar gereksiz bir bölüm yok. hünkar hazretlerinin canı konstantiniye havası almak istiyorsa alır taburesiyle çayını, çıkar saray avlusuna. zaten topkapı'nın avlusu kocaman yer gidenler illa ki görmüştür.

balkonun duvarını kırdırıp mutfağı büyütmesi tartışmasız süper olay.
devamını gör...

kariyer.net'te piramit tasarlayacak mimar arayan firavun

vefatından sonra ebedi istirahatini geçireceği piramidi kariyer.net gibi amatör mimarların cirit attığı kariyer.net'te arayan bir değişik firavundur.

bu mimarları ararlarken genelde şöyle kriter sıralar bir de bu firavun kısmısı:

- lahitim bubi tuzaklarıyla korunacak. kimse yaklaşamayacak.
-çok oda olmasın malum devir tasarruf devri 2 çivili oda - 1 hazine salonu yeter.
- adaylarımızın esnek çalışma saatlerine uyum sağlayabilecek olması gerekmektedir.
- kölelerle mümkün oldukça konuşmaması istenmektedir.
- prezentabıl giyime özen gösterilmelidir.
- iletişimi güçlü olmalıdır.
- maaş beklentiniz (seçiniz) 100 bira / 500 bira / 1000 fıçı bira
devamını gör...

taş gibi kızı sırf terakkiperverci olduğu için reddetmek

bir zamanlar almış olduğum radikal bir karardı. gençken epey partizandım ve siyaset mesleğiyle haşır neşirdim doğrusu.

aynı idadîde okuyorduk o sıralar. bir ahbabım vesilesiyle tanışmıştım. oldukça şuh, alımlı, bakanın bir daha baktığı bir hanımdı.
. ilk buluşma yerine geldiğinde bir şeyler içtik. ortak zevklerimizden, hobilerimizden ve vakıf olduğumuz konulardan konuştuk. hâlbuki her şey çok hoş gidiyordu. ta ki ailesinin siyasi görüşlerinden bahsedene kadar:

"bizim ailemiz full terakkiperver'cidir. babam kazım karabekir paşa'nın yaverliğini yapıyordu bir vakitler..."

o an beynime bir gavur oku yemiş gibi hissettim. binaenaleyh ne yapacağımı bilememiş bir şekilde vakur bakışlarla etrafı inceliyor, sinir ve şok olmakla karışık bir haliyeti ruhiyye ile titreyen ellerimi sabit tutmaya çalışıyordum. sonra:

"bu hususu bana daha evvel neden söylemedin mahidevran! biliyorsun terakkiperver fırkası benim kırmızı çizgim , bunun bir oluru yoktur! kazım karabekir paşayı biz de severiz ama vakit muhalefet yapmak vakti değildir. bir muhalefet yapılacaksa da, kahir ekseriyetle halk fırkası yapıyor zaten..."

cevapladı:
"karşıt görüşlere tahammülünüz yok efendim"

biraz daha muhabbeti sürdürdüm sonra onu arabaya bindirip uzaklaşmasını izledim. redingotumu ve fesimi giyip uzaklaştım oradan. eve gittiğimde validem 'yüzümden düşen bin parça'nın sebebiyetini sordu ancak bir kelime konuşmadım. gelen mektupları da niyetsiz olduğumu belirterek yanıtladım. yılla sonra öğrendim ki, mahidevran bir subay emeklisiyle evlenmiş, iki de çocuğu olmuş.

günler hızlı geçiyor. bazen diyorum eğer toy bir delikanlı olmasaydım ve onunla celb-i muhabbetimi devam ettirseydim, akıbetim ne olurdu diye...
devamını gör...

normal sözlük 1. istanbul zirvesi

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
devamını gör...

4 rebiülahir 1312 normal sözlük konstantiniye zirvesi

üzerinden 126 sene geçmiş olan kutlu zirvedir. yıllar sonra yine aynı günde zirve yapacak olmanın coşkusu var üzerimde... adeta topukları poposuna vura vura teneffüs yapmaya koşan bir mektepli velet gibi neşeli hissediyorum.

hatırlayan olacaktır yine böyle sabahtan bir zemheri soğuğu vardı. akşama doğru yine sıcak oldu da setremizi, fesimizi elimizde götürmek zorunda kalmıştık. güz mevsimini işte bu yüzden sevmiyorum ama yine de faytonuma atlayıp gideceğim yarınki zirveye galiba.
devamını gör...

andromeda galaksisi'nde hiç kimsenin testi kebabı yememesi

üzücü bir gerçektir.

andromeda galaksisi, dünyamıza 2.537.000 ışık yılı uzaklıkta kalıyor. yani ışık hızı ile gitseniz bile 2,5 milyon yıl sürüyor.

yani şöyle söyleyeyim. onlar bizim 2 buçuk milyon yıl sonraki halimizi görüyor. en iyi ihtimalle dünya yaşanmaz bir haldedir, şayet yok olmadıysak farklı galaksilerde ve gezegenlerde kolonileşmişizdir. dolayısıyla testi kebabı ile meşhur ilimiz yozgat da artık eski yozgat değildir.

2 buçuk milyon yıl sonra bulunduğumuz yere gitmek isterlerse, bir 2,5 milyon yıl daha bekleyecekler, sonsuz döngü gibi.

şimdi dünyadan da andromeda'ya testi kebabı gitmez. entropi diye bir durum var, hiçbir nesne o kadar zamana karşı koyamaz. dolayısıyla bizim kebap yalan olur.

tadım tuzum kaçtı sözlük. düşünsene andromeda'lısın ve cağ kebabı yiyemeyeceksin hiçbir zaman. ah ulan be.

not: arkadaşlar hesapladım benim arabayla götürmem ne kadar sürer diye. tofaş doğan slx 1.6 ie ile son sürat giderseniz, ulaşmanız 3 milyar 750 milyon yıl sürüyor.
devamını gör...

antarktika'da şimdiye kadar hiçkimsenin cağ kebabı yememesi

tuhaf bir durum. haydi ana akım medyanın böyle mühim mevzulara değinmeyip, kifayetsiz haberler hazırlamasına alıştık ancak interaktif sözlüklerde de herhangi bir kimse bu konuya değinmemiş, atıf yapmamış, bahsetmemiş bile. akıl alır gibi değil.

bilen bilir. sirkeci - harem vapurunda ikinci zabit olarak görev yapıyorum. gençliğimin hemen hemen %90'ı denizlerde açılarak; gemilerde staj kovalamakla geçmiştir. arktik denizine de gittim, hint'e de, pasifik'e de. bulunmadığım yer hemen hemen yoktur.

herman melville'in de dediği gibi: engin denizler, bilinmeyen, akıl sır erdirilemeyen gizlerle kaplıdır.

ve; bizler o gizi keşfetmek için çabalayan bir grup insanız hepsi bu.

neyse bir yandan 1. kaptan'a rota tarifi veriyorum, bir yandan da gemici çocukları azarlıyorum. iskeleden çözüldük, demiri içeri aldık derken iç kamaradan bir tane çocuk diğerlerine bağırıyor:

"beyler, yemeksepeti'nde joker çıktı ne seçelim?"

öteki bu bilgi cümlesi karşısında neşelenmiş olacak ki, diğer çocuğa dönerek:

"hangi restoran kanka" dedi.

"ya işte dönerci ama cağ kebabı da var işte... yicekseniz..."

o işte o anda dostlarım size tüm içtenliğimle yemin ederim ki gözlerimde bir şimşek çaktı. boğazımda bir düğüm oluştu böyle ama herhangi bir olumsuzluk karşısında birdenbire oturan acı ruh halinden değil. bilakis; yıllardır dümen sallamama rağmen, aklımın ucuna bile gelmemiş olan bir fikre aldığım tavır bu...

nasıl aklıma gelmez? dili lâl olmuş adamlar gibi bağırdım acı acı:

"ah!"

o sırada ellerim boşaldı ve dümeni olanca gücümle çevirdim, sert bir alabanda hareketi yaptık. içerideki tayfa dahil hemen herkes bu beklenmedik ani hareket karşısında, adeta ani fren yapmış iett aracının içindeki zavallı yolcular gibi düşeyazdılar. birinci kaptan, ikinci kaptan, başçarkçı, gemi adamı, makinist, kondüktör ve diğer mürettebat yukarı kaptan köşküne çıktılar.

"kaptan neler oluyor? iceberg'e mi çarptık?"

bu mesnetsiz şaka karşısında öfkelenerek: "geçin içeri, derhal! rıza kaptanım siz bir dakika kalır mısınız?"

rıza kaptan'a durumu ince ince izah ettim. antarktika'ya o da gitmişti. durumun ne kadar tuhaf olduğunu o da anladı haliye:

"antarktika'da bilirsin istasyonlar var. türlü türlü yemekler konserveler gidiyor. cağ kebabı nasıl oraya gitmemiş olabilir. yenmiş olsaydı bilirdik muhakkak."

bana gün içerisinde bu konuyu araştırmam için izin verdi ve eve gittim. o sırada annem akşamdan kalma ağabeyimi ayıltmak için uğraşıyordu. ağabeyimin bu savsak halini oldum olası sevmem. her akşam uyumadan önce cenab-ı rabbimden bu embesil adam için zeka ve hidayet vermesini dua ederim. size yemin dostlar, dünyada benim ağabeyim kadar ahmak bir adam göremezsiniz. maaşının neredeyse tamamını karı-kız müessesine harcamaktan imtina etmez. iddia oynamak -daha doğrusu kazanabilme ihtimalini sevmek- temel hayat motivasyonu herifin... girdiği işlerin içine s.çıp batırması detayını vermeye bile gerek yok. geçen sene "ben üniversite okuyacağım" diyerek ortaya bir laf attı. sınava girip bir yerde metalurji mühendisliği tutturmuş. "ben meteoroloji diye yazmıştım tercihe tüh." diyor. böylesine pırıl pırıl fazla kullanılmamış bir beyne sahip işte.

neyse eve gittim ve atlasları karıştırmaya başladım. antarktika'a yani güney kutbu, türkiye'ye oldukça uzakta. biz sonuç olarak kuzey yarım kürede ve orta kuşakta kalıyoruz.

erzurum'a bir nokta koyduğumuz zaman, antarktika 8.226 deniz mili uzakta kalıyor. kuş uçuşu olarak tabii bu aldığım rakam.

uçakla tek tarifede aktarım mümkün değil tabii. oraya en yakın havaalanı ta cape town'da kalıyor. istanbul havalimanından gitmek istersek, 11 saat aktarmalı olarak uçabiliyoruz. tabii şimdi burada esas nokta, cape town'dan antarktika'ya gemi yolculuğunun olup olmadığı. güney amerika'da patagonya bölgesinden özel turlar düzenleniyormuş. cape town'dan da sanırım 2 saat kadar sürüyor antarktika turları. tabii her zaman bu turlara yetişmek mümkün değil. ayda 1 ya da 2 kez düzenleniyor. cape town uçuşunu takvimden bakıp doğru güne denk getirirsek, 12 saat uçak + 10 saat de konaklama diyelim + 2 saat de antarktika yolculuğu desek 24 saatlik bir yolculuk yapmş olacağız.

şimdi esas soru da şu: cağ kebabını bu kadar yolculukta nasıl sıcak tutacak şekilde muhafaza edeceğiz?

bunu henüz bulamadık. dün akşam arkadaşım batuhan'ı çağırdım. birkaç saat eskilerden muhabbet ettik. sonra hegel'den, kant'tan ve feminist görüşün sinemadaki izdüşümünden bahsederek yıllanmış rochester şarabımızı yudumladık. sonra bu 'antarktika'ya cağ kebabı götürme' fikrimi açtım. ilk başta "instagram'ı kurcaladın mı hiç? belki oraya giden bir türk post atmıştır kebap yerken" dedi. baktım onlara bakmaz olur muyum hiç...

gelgelelim henüz hiç gerçekleşmemiş bu durum. bir türk olarak milletimizi gururlandırmak istiyorum antarktika'ya yurdumun lezzetini götürerek. bu da vatana bir hizmet, yurttaşlık ödevidir sonuçta, öyle değil mi?
devamını gör...

sözlüğe her yazar veda edişinde bir meleğin ölmesi

çoğu kimsenin bilmediği, yalnızca gönül gözüyle görebilen kişilerin vakıf olduğu bir hakikat. her kim ki, kafa sözlük'e veda başlığına bir entry girer, işte o anda semayı kuşatan ve gözlere nur, yüreklere esenlik, ruhlara bahtiyarlık veren gözleri al al bakan, kanatları billur salınan on binlerce melekten birisi, ivedilikle kurumaya başlar, kanatları uçmaz olur, gözlerindeki hareler sararır solarmış. yanındaki melekler bu işe bakarlar da, ne olduğunu idrâk edemezmiş. her kim ki işbu başlığa "sözlükten gitmek istiyorum modlar entrylerimi de silebilir mi acaba" dediğinde yüzyıllık bir kuraklık olur, irem cennet bahçesinde elli yıl elma yetişmez, yalnız acı patlıcan çıkarmış. en kötüsü de nedir bilir misiniz dostlarım. fani mebus paltosu olaraktan bunu sizlere aktarmanın bana ne kadar acı olduğunu, ne kadar elem verdiğini bilemezsiniz. ellerim titriyor. gözlerimden kırk yaş akıp, kırk çayır çimeni besliyor. aziz dostlarım, her ne zaman ki bir hanım yazar, "burada cinsiyetçilik yapılmasından sıkıldım. artık yazmayı bırakma kararı aldım" entrysi girer bu başlığa, işte o gün ölen ve düşen melek için, diğerleri günlerce gökyüzünde yas tutar, ağlamaktan bitap düşerlermiş. ne var ki kalp gözü kapalı faniler, bunu mevsim yağmurları sanırlar... kim bilir ki, ardında böyle bir mâna bıraktığını...
devamını gör...

picasso'nun hiç monami 24'lü pastel boya seti almamış olması

dün akşam saatlerinde aklımı kurcalayan ve beni derin hüzünlere gark eden durumdur.

daha önce bir entrymde bahsetmiştim. bilenler bilir, haftaiçi günde 6 saat taksiye çıkıyorum, haftasonu bir gün de, bireysel direksiyon dersi veriyorum. e haliyle arabada podcasttir, radyo tiyatrosudur dinleyecek çok fazla vaktim oluyor. akşamleyin kumkapı'da bir tane adam bindi taksiye ama nasıl içmiş. iki saat boyunca adamla ücret pazarlığı yaptık. adam elindeki parayı saymayı bile beceremiyor. neyse bunu indirdim bu sefer de başka bir herif bindi. biliyorsunuz dostlar, biz türk halkında hemşeri çıkıp faturayı indirmeye çalışma teşebbüsü bulunmaktadır. tıpkı gözlerini hayata yeni açmış bir süt buzağısının, annesini görür görmez içgüdüsel olarak memesine yapıştığı gibi, karşımızdaki hizmet verenle ahbap-akraba-kanki çıkmaya çalışır ve bir güzellik bekleriz. bereket versin bu işbu hemşericilik olgusu, oldukça işe de yarar. neyse bu herifçioğlu bana soruyor "nerelisin abi?" diye. bir elimle direksiyon sallarken adama dönüp "çorum" dedim. "neresinden?" diye sordu bu sefer. "sungurlu'dayız" dedim. "aa yapma be benim anne tarafı da sungurlu" dedi. gözlerinde zafer kazanmak üzere olan bir roma'lı general parıltısı görünüyordu. boncuk boncuk terledim ama bunu fark ettirmiyordum. çünkü aynı köylü çıkarsak -ki bu sıklıkla başıma geliyordu- ona cüzi bir indirim yapmak zorundaydım. hayatımda çorum'lu olmanın bana bu kadar maliyetli olduğunu bilseydim, gider istanbul'da doğardım anasını satim. tam da bu esnada anneannemin emekli maaşını tek maça yatırmış olup, tek golden yatmanın ezikliği ve kaybetmişliği içinde friedrich engels'in çarlık rusya proleteryası hakkındaki devrimsel düşünceleriyle, hegel'in diyalektiğinin günümüzde işlevselliğinin, geçerliliğinin ne kadar azaldığını düşünüp hayıflandım.

bütün bunlar birkaç saniye içinde olmuştu.

"abi daldın gittin??" dedi hafif sırıtarak. zeki demirkubuz filmi boş bakışı atmıştım önümdeki yola lan. neyse.

"akçındılılar köyündeniz aslanım" dedim.
"harbi mi abi? biz de oradanız. gavurgillerin necip'i tanıyon mu?" diye sordu.
bir süre sessizlik oldu. "iyi adamlı rahmetli" dedim. derin bir nefes vermiştim. adam uzun uzun necip'in köyden kente göçtüğünde yaşadığı zorluklardan bahsetti. ilgimi çekmeyen konuları dinliyormuş gibi yapma huyum vardır. bu muhabbet de ilgimi çekmediği için kulağım kendisindeymiş gibi yaptım. necip'in falanca kişiyi vurup 6 yıl içerde yattığı kısımdan sonrasını dinlemedim. karşındaki kişiye "özet geç p.ç!" de diyemiyorsunuz. ben hayatımda geçen her bir saniyeye değer veriyorum. yavaş konuşan, boş konuşan insanlardan nefret ederim. özellikle mıy mıy mıy konuşan kişilerden... bir keresinde tüyap fuarında ilber ortaylı'yı görmüştüm. adamla ayaküstü iki sohbet ettik. hayatımın en acılı 15 dakikasıydı. yıllarca hep youtube'da 1,75x hızda izlediğim için, ilber hoca'nın gerçek konuşmasını görünce bir şok yaşadım. ceketinin üzerindeki düğmelere basmak istedim belki hızlanır diye.

neyse. adama cüzi bir fiyat indirimi yaptım. yolculuğun son saniyelerinde trt radyo'da picasso'dan bahseden bir sanat konuşması oldu. yanımdaki delikanlı "abi bu picasso da büyük adam hee. biz bu monami pastel boyalarla bir b.k çizemiyoruz afedersin, adam neler neler yapmış yav." dedi gülerek. aynı şekilde "sanki onların zamanında 24'lü pastel boya vardı haha" dedim. sonra vücudum birdenbire kaskatı kesildi ve ani fren yapıp yoldan çıkmamak için e-5'te yana çektim. "abi noldu hayırdır yav?" dedi. yok bir şey dedim derin bir nefes vererek. burada inmen gerekiyor. çocuk oracıkta neye uğradığını şaşırdı. toprakları büsbütün rus çarı tarafından el konulmuş st. petersburg köylüsü gibi suratıma mel mel, hüzünle baktı. para filan istemedim ondan doğruca eve sürdüm. esra'dan bilgisayarımı, sanat tarihi kitaplarımı ve avrupa gezisi notlarımı evin mahzenindeki gizli bölmeye sakladığım yerden çıkarmasını istedim. şifre ne diye sordu whatsapp'tan. "doğru.." diye söylendim içimden. esra'ya hiç kasanın şifresini söylememiştim. sonra ekledi: "tamam buldum 1453'müş". bulmasına şaşırmıştım doğrusu. esra zeki bir kız, o'nu bu yüzden seviyorum.

neyse eve girer girmez üstümü bile çıkarmadan (arabanın anahtarını bile kontakta bırakmışım telaştan, esra almış) direkt olarak bilgisayarın başına geçtim. esra, gözleri parıl parıl bana bakıyordu. üzerindeki hal o kadar kırılgandı ki, bir müddet dönemedim. google'da picasso'nun yaşantısını forumlarda araştırdım.

monami, 1960 yılında kurulmuş bir kırtasiye ürünleri markası.
pablo picasso 1973 yılında ölmüş.
monami güney kore menşeili bir şirket. fakat ne zaman pastel boya ürettiği ile alakalı kesin bir tarih yok. tabii burada dış ticaret yaptığı süre de önemli. picasso yaşamının son yıllarında fransa'da bulunmuş. fransa'da o yıllarda monami boya reklamı ile alakalı herhangi bir veriye ulaşamadım. picasso müzesinin sanal olarak gezdim fakat son yaşlılık dönemindeki kübist çalışmaları dışında herhangi bir veri de yok açıkçası. kafamdaki soru işaretlerini bitirmek için picasso'nun yanındaki asistanı madamoiselle gertrurde'a bir telefon açtım. telefon çalarken, saat farkını hesaplayamadığım için geç bir saatte aramış olduğumu fark ettim. kadın açtı. takma dişlerini taktığını ağzından gelen "locukss" sesiyle anladım. "elloo , qui es-tu?" diye kim olduğumu sordu. "esköze moğa madmozel" diyerek kendimi tanıttım kısa bir konuşma oldu. telefonu kapatırken "mösyö ünal lütfen beni böyle saçma suallerle meşgul etmeyiniz. öyle bir durum olsaydı haberim olurdu. iyi geceler" dedi. o anda cevabını almış ve rahatlamıştım. odaya şöyle bir göz gezdirdiğimde panoda tıpkı dedektiflerin suç ağını kafasına oturtmak için koyduğu birtakım şahıs fotoğrafları ve cümlecikler gibi picasso ve monami kurucusu, madamoiselle gertrude'un fotoğrafları ve birbirleri ile arasındaki ilişki çizgileri vardı. "napıyorum lan ben!!" dedim kendi kendime. bu ben olamazdım. ama kafamdaki bir soru işaretini giderdim. bu soru işareti ile değil uyuyabilmek, bir lokmayı bile rahatlıkla yiyemezdim.

nasıl olur da sanata bu kadar etki etmiş, halen daha imtinayla eserler üretilen kübizm akımının babası olan picasso, yaşamının hiçbir döneminde monami 24'lü boya seti almamış olabilir lan? bu boya hani bir dönem herkeste, bir şekilde vardı? bazı olayları kafamızda kurgulamamalıymışız demek ki, hayatta her şey olabilirmiş.
devamını gör...

bizim rütbesiz yazara verecek kızımız yok diyen adam

müstakbel kayınbabam oluyor sevgili dostlar.

biliyorsunuz esra ile yıllardır süren düzenli bir ilişkimiz var. müstakbel kayınbabam murat bey ve eşi cevahir hanım teyze oldukça pimpirikli bir çift. barış manço'nun işte hendek işte deve şarkısındaki bedbaht damat adayı gibi sürekli farklı koşulları yerine getiremediğimiz için geri dönüyoruz. sürekli hendekler var fakat atlatamıyoruz deveyi. sürekli madlen çikolata götüre götüre boyuna eti'yi ülker'i zengin ettik anasını satim.

neyse işte bugün fabrikada vardiya bitti. yorgun argın eve geldim. akşamleyin esra'mı (yani ay çöreğimi) istemeye gideceğimden içimde hoş bir umut vardı. zaten iyi kötü bir mesleğim var, evim vs. var onlarda sıkıntı yok gül gibi yaşarız. cevahir teyze vegan olduğu için %100 polyesterden yapılmış takım elbisemi giydim. çünkü daha önceden ipek takım elbiseyi gördüğünde kriz geçirmişti. sütlü çikolata getirdiğimiz gün, evine polonyalı yahudi girmiş bir nazi subayı edasıyla sonsuz bir nefret + tiksintiyle karışık bir yüz ifades takınarak bakmıştı. çikolatalar da %100 vegan. tam takım hazırız yani.

babamcağızla, müstakbel kayınpederim arap baharından, türkiye'nin suriye sınırındaki söz hakkından, ali babacan'ın partisinden bahsederken; annemceğiz ile müstakbel kayınvalidem yeni aldıkları koltuklarından bahsedip birbirlerine caka satıyorlardı. oldum olası kadınların böylesine mobilya takıntısı olmasına anlam veremem. mobilya fetişizmi mi desem ne desem... mobilya yenileyip durmak zaten başlı başına saçmalık ötesi değil midir? o esnada chuck palahniuk'un fight club'ından bir aforizma patlattım; ​

"mobilya satın alırsınız. kendinize dersiniz ki, bu hayatım boyunca ihtiyaç duyacağım son kanepe... bir zamanlar sahip olduklarınız artık sizin sahibiniz olur"

bir süre yüzüne özel harekat feneri tutulmuş esenyurt torbacısı gibi mel mel baktılar, sonra:

cevahir teyze: bir şey mi istedin oğlum.
annem: susadın mı guzum?
ben: eheh yok bir şey siz devam edin.

esra'mın yanına gittim sonra. ona arkadan sinsice yaklaştım, az daha kahveyi dökecekti.

ben: aklından bile geçirme seni küçük tatlı şey.
esra: ya furkan ödümü patlattın! neyi geçirmeyeyim, ne diyorsun?
ben: tükürmek ya da tuz katmak gibi köylüce bir âdete teşebbüs etmeyeceksin değil mi söz ver.
esra: tabii ki de hayır furkan! ne alakası var hihi
ben: tamam ben yine de güvenmiyorum. tarkan arkası dönükken, yüzüğündeki zehri kadehe gizlice dolduran viking prensesi gibi iş yapmayasın sonra?
esra: furkan üçe kadar sayıyorum gitmezsen kahveyi suratına atacağım hah hah!
ben: ok... ok... i know i know

murat bey: furkan oğlumuz ne iş yapar?
babam: oğlum?
ben: kafa sözlük'te yazarım efendim.
murat bey: heh daha önce söylemiştin oğlum hatırladım. nasıl durumlar.
ben: çok şükür efendim. daha iyi günlerimiz oldu buna da şükür tabii.
murat bey: olsun olsun maaşallah. hangi rütbeliydin oğlum?

babam söze karıştı:

"aman efendim ne rütbesi... bedelli yaptı geçen sene. bakaya bu"

murat bey: biliyorum efendim onu sormadım. kafa sözlük'te yazıyor oğlumuz maaşallah ne güzel... yazarlık rütbesi neydi diye soruyorum.
ben: rütbe yok bildiğim kadarıyla efendim.
murat bey: var oğlum yeni geldi. hah hah ben senden iyi biliyorum demek ki, işe bak.

"hemen bakıyorum efendim" dedim. elime telefonumu aldım. yanıma sokulmuş telefonumu dikizliyor. arama geçmişi görünüyor orada. çok utandım ve sıkıldım bu duruma... "sagopa ile ceza neden küstü. van gogh neden kulağını kesti, caillou son bölüm, saddam'ın idam edilişi" vs. gibi absürt aramaların hepsini gördü. o an yer yarılsaydı da yerin dibine girseydim dedim. bunu gerçekten istedim dostlarım. allahtan daha ötesini görmedi diye kendimi teselli ediyorum.

bir de baktık ki herkes şövalye, para babası, filozof, ninja vs. diye rütbelenmişken bende bomboş bir ekran çıktı. bir iki saniye odaklanınca o ekranda nah çeken çocuk gifi çıkıyor. o bana baktı ben ona baktım. şaban oğlu şaban filminde kemal sunal ile onun kumandanı şener şen'in birbirlerine mel mel baktığı sahne gibi baktık birbirimize.

murat bey: öhöm.. efendim çocuklar birbirlerini sevmiş lakin onların biraz daha birbirlerini tanıması icap eder diye düşünüyorum. delikanlı henüz çok toy. bizim kız da fakülteyi yeni bitirdi, yeni işe girdi.. biraz bekleyelim isterim.

o anda tamamıyla yıkılmıştım. kafa sözlük yine bize giderayak yaptı yapacağını. sezercik gibi sesim ağlamaklı : "kıyak adammışsın.. helal olsun..." demek istedim o'na o an... yine avucumuzu yalayarak döndük 14. kere ...

bu iş burada bitmeyecek ama. dönüşüm fena olacak ve esra'mı bir romans şövalyesi olup kurtaracağım o derebeyinin evinden!
devamını gör...
devamı...

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim