amcamla, misafir oldugumuz bir ev içi kırsal bir bolgede kahvaltılık almaya çıkmışiz ama iki saat boyunca doğru dürüst bir mandira bulamadık, başımızdan surreal bir yığın olay geçti. freud buna bir sey yapsın.
devamını gör...
atlar konuşuyordu. yere düştüm güldüler bana. kahkaha attılar falan.
devamını gör...
amerikada otobandayız.
üstü açık bir spor araçtayım arka koltuktayım
arabayı melih gökçek sürüyor. yanında karısı.
melih gökçek "bu yollarda ne bozuk, türkiyenin ki daha güzel" minvalinde bişeyler dedi.
bunu amerikan polisi duyuyor, peşimize düşüyorlar.
bütün rüya boyunca ben, melih ve karısı amerikan polislerinden kaçtık.
devamını gör...
istanbul kartıma hes kodu yüklemediğim için ailemle otobüs turuna gidemediğim rüyadır.
gidip eski sevgilimle takılmaya karar vermişim onlar dönene kadar.
fakat sonra vazgeçip hes yüklemek için büfe aramıştım.
yeterince absürd bence.
devamını gör...
araba kullanıyordum. yokuşa geldiğimde "araba bu yokuşu çıkamaz" diyerek bağladığım halatla arabayı yokuştan yukarı çekmiştim. herkül gibiymişim mübarek.
devamını gör...
bu gece gördüğüm saçma rüyadır.

haluk levent bana ehliyet dersi veriyordu ve drift çekiyorduk.
devamını gör...
biraz uzun bir yazı olacak, çünkü çok katmanlı bir rüyaydı. okuyacaklar için şimdiden özür dilerim...

ilkokul arkadaşlarımla beraber 6. sınıfa tekrar başlıyorum. yanımda olan arkadaşlarım da durumun farkında, hepimiz aslında rüyada olduğumuzun farkındayız. dikkat ederseniz hepimiz diyorum, çünkü arkadaşlarımın gerçekten orada olduğunu sanıyorum. aslında bir rüya şirketinin deneyinin parçası olduğumuzu düşünüyoruz.

başlarda her şey güzel gidiyor, ortama ayak uyduruyoruz. okulda normal davranıyoruz, normal tarih akışını bozmamaya çalışıyoruz. fakat bir gün tarihin akışını yanlışlıkla değiştirdiğimizi fark ediyoruz ufak bir hareketle. bu noktadan sonra işler biraz sarpa sarıyor ve etrafta anomaliler oluşmaya başlıyor. bir gün 23 nisan törenini kutlarken rüyada olduklarını bilen diğer arkadaşlarımla konuyu tartışıyoruz ve rüyadan artık ayrılmak istediğimize karar veriyoruz. biz konuşmayı yaparken bir anda etrafta herkesin bizi dinlediğini fark ediyoruz, tüm tören durmuş, öğrenciler ve öğretmenler garip bakışlarla bizleri izliyor. hemen normal davranmaya başlıyoruz ve ortalık normale dönüyor. bir yandan da plan yapıyoruz ve törenin en gürültülü anında okuldan kaçıyoruz. okuldaki yüzlerce öğrenci ve öğretmen peşimizden koşuyor bizi yakalamak için. arkadaşlarımın tek tek yakalandığını görüyorum. ben tek başıma okuldan uzaklaşmayı başarıyorum ve derin bir nefes alıyorum.

tam o anda kollarımdan sıkıca tutuluyorum, meğer sokaktaki insanlar da peşimden gelmişler. beni zor kullanan polisler gibi yere yatırıyorlar ve o esnada yanıma üniformalı sarışın bir hanımefendi yaklaşıyor. "rüya sınırlarını ihlal ettiniz. zor kullanmaya mecburduk." diyor. ben arkadaşlarımı soruyorum hemen. kadın onların hiç varolmadığını ve hepsinin "arttırılmış rüya gerçekliği yansıması" olduğunu söylüyor. ben başlangıçta inanmayı reddediyorum fakat kafamı arkadaşlarımın olduğu tarafa çevirince onların birer birer yok olduğunu görüyorum.
"peki o zaman, ben de rüyadan ayrılmak istiyorum" diyorum. "şirketinizden bıktım" diye de ekliyorum.

kadın "hangi şirket?" diyor gülerek. gülüşünde benim bilmediğim bir şeyleri biliyor olduğu hazzı var. o an birdenbire farkına varıyorum, şirket aslında yok, hepsi benim rüyam ve benim uydurduğum gerçeklikler. kadın zihnimi okumuş gibi "bravo, sonunda başardınız" diyor. o an uyanıyorum.

uyandığımda annem sesleniyor. kanada'dan bir arkadaşım beni ziyarete gelmiş. onunla yemek için abur cubur dolu bir kase hazırlıyorum ve salona geçiyoruz. salonda atıştırmalıkları yerken arkadaşıma biraz önce gördüğüm garip rüyayı anlatıyorum, onun da çok ilgisini çekiyor. sonra birden aklıma bir soru takılıyor: "kanada'dan arkadaşım sadece beni ziyaret etmek için o kadar yolu niye tepsin?" anlıyorum ki yine rüyadayım, arkadaşıma çaktırmadan gofretimi yemeye devam ediyorum.

uyanıyorum. umarım bu sefer asıl gerçeklikteyimdir.
devamını gör...
czn burak bizi evine akşam yemeğine çağırmış ben de zahmet verdik adama diye mahcup hissedip bulaşık makinesi, çamaşır makinesi çalıştırıyorum evinde.
devamını gör...
3 arkadaş bütün evreni kurtarmak için fizik çalıştığımız rüyadır, 2 gün önce gördüm.
devamını gör...
nuri alço kılığına girmiş bir horoz tarafından kovalandım. horozun elinde bir şişe gazoz vardı... karabasan falan hikaye böyle rüya olmaz olsun.
devamını gör...
rüya kuru otlarla kaplı bir alana düşmemle başlıyor. refleks olarak kolumu öne çıkarıp kafam yere değmeden sağ kolumun üzerinde kalıyorum. o sırada otları yarıp zıplayarak kulağımın içine yaklaşık 5 cm civarı bir böcek giriyor. panikle kalkıyorum ki hooop eski iş yerimdeyim... masamda şahsi eşyalarımı topluyorum, ayrılacağım. işveren tepeme dikiliyor, şimdi gitme o işi de sen yap sonra git, diyor. biraz ona çıkışıyorum, halimi görmüyor musun, kulağımda içlere ilerleyen daha önce hiç görmediğim bir böcek var, diye. biraz orada tartışma oyalanma görüntüleri giriyor. sonra hooop birden ailemle birlikte bir hastane girişindeyiz. doktor geliyor alelacele "artık ilerleyişini hissetmiyorum ama galiba kulağıma girdi." diyorum. acele etmeliyiz, ilerliyor demektir, yakalayamazsak kötü diyor. ayakta kulağıma yakın bir noktadan yanağımı kesiyor. ve çekiştire çekiştire hayvanı bütün olarak çıkarıyor. bu arada doktor da mucize doktor'dan ferman. o haldeyken şu adamla bu şekilde mi karşılaşacaktım diye iç geçirip onur tuna'nın gerçekte de ne kadar yakışıklı olduğu düşünüyorum. sonra güzel bir animasyon ve grafiklerle bana böceğin nereden nereye ilerlediğini, hangi noktada yakalayıp nasıl çıkardığını anlatıyor. korku, tiksinme, öke ve minnet duygularıyla uyandım.
devamını gör...
sayesinde bir aksiyon filmi izlemiş kadar olduğum düştür. yine uzun ve karmaşık bir yazı olacak, ayrıca bazı kısımları kanlı ve şiddet dolu, baştan uyarayım.

rüyamda turistik bir köye, akrabalarımı ziyarete gidiyorum. köyde kaldığım sürede bir gün dışarı çıkıp eşsiz bir manzarası ve tarihi geçmişi olan bir çay bahçesine oturmaya gidiyorum. çayımı yudumlarken yan masadan gelen ingilizce konuşmalar dikkatimi çekiyor ve merakla kulak kabartıyorum. konuşanlardan biri abd için yıllardır çalışmış olan bir ajan olduğundan bahsederek söze başlıyor. yıllardır önemli hizmetler vermesine rağmen asla rütbesi yükselmemiş. gereken önemi ona göstermedikleri için amerikadan intikam almak ve daha fazla para kazanmak amacıyla elindeki önemli bir sırrı kuzey kore'ye satmak istiyor. kuzey kore tarafındaki takım elbiseliler iştahla dinliyor konuşmayı.

sır şöyle: abd, önemli operasyon bilgilerini bir algoritma vasıtasıyla netflix dizilerinin içine yerleştiriyor. dizi içerisindeki konuşmalarda geçen kelimeler, karakterlerin yaptığı hareketler ve 25. kare tekniğiyle yerleştirilmiş bazı fotoğraflar sayesinde elinde gerekli algoritma olan bir saha ajanı istediği yerden bir tıkla netflix dizisi seyrederek operasyon bilgilerine ulaşabiliyor. abd ajanı, işte bu muazzam algoritmayı yüklü bir para ve yeni bir kimlik karşılığında kuzey kore'ye vermeyi vaat ediyor. takas yeri için hong kong'daki bir eğlence merkezini seçen taraflar, yüzlerinde mutlu gülümsemelerle çay bahçesinden ayrılıyorlar.

ilginç bir konuşmaya tanık olduğumu düşünerek ben de eve gidiyorum, ama meseleyi çok düşünmüyorum. zira ben basit bir insanım, bu duyduklarımı anlattığım hiç kimse bana inanmaz. akşam uyumak için yatağa gitmek üzereyken evin hemen önünden gelen silah sesleri duyuyorum. aklıma hemen bugün dinlediğim inanması güç ajan hikayesi geliyor ve pencereden bakıp olayın ne olduğunu görmeye çalışıyorum, hatta bir an benim onları dinlediğimi fark edip beni öldürmeye gelmeleri ihtimalinden korkuyorum.

bugün görmüş olduğum abd ajanı, dört kişilik ilk kez gördüğüm bir grupla tek başına çatışıyor. ama konuşmasında anlattığı gibi yetenekli olduğu için üçünü de zorlanmadan kafalarına birer kurşun isabet ettirerek öldürüyor. geriye kalan son kişiyi ise sol bacağından iki kez vuruyor. sonuncu adam bacağını tutarak yere düşüyor ve yere düştüğünde bir an penceresinden olayları izleyen beni görüyor. gözlerinde yardım isteği var. ne yapacağımı bilemiyorum bir süre. köy evinde, duvarda asılı duran tüfeğe bakıyorum ve kararımı veriyorum. tüfeği alıp aniden kapıdan çıkıyorum ve tüfeği burun buruna geldiğimiz abd ajanının şaşkınlıkla bakan yüzüne doğrultarak hiç düşünmeden tetiği çekiyorum. hayatımda ilk kez bir silahı ateşlediğim için geri tepmeye alışkın değilim, o yüzden tetiği çekmemle beraber ben de yere düşüyorum. yerde biraz kendime gelebilmek için vakit geçirdikten sonra kalkıp yaralı adamın yanına gidiyorum.

yaralı adam öncelikle bana çok minnettar olduğunu söylüyor. sonra da olaylara bir anlam veremeyen bana gerçekleri anlatıyor. dört kişilik grup, özgürlük kartalları adını verdikleri bir oluşumun parçası. bu oluşum, teknolojiye karşı kötü hisler besliyor ve kendilerine ruhani önder olarak unabomber'ı seçmişler; aynı zamanda da kişisel özgürlüklerin korunması konusunda da pek hassaslar. ajanı başka bir nedenden dolayı takip ederlerken tesadüfen takastan haberdar oluyorlar ve ajanı öldürüp onun yerine geçmeyi planlıyorlar, ancak işler pek yolunda gitmiyor. planlarına göre sahte algoritma yüklenmiş bir telefonu karşı tarafa verecekler, böylece hem para, hem de algoritma bizim elimizde olacak. takas iki gün sonra gerçekleşecek ve adamın üç arkadaşı ölmüş durumda, kendisi de yaralı. o nedenle bu görevi bana teklif ediyor, bu fırsatın tekrar ele geçmeyeceğini belirtiyor.

benim kafam karışık, hayatımda elime ilk kez silah aldığımdan ve özel yeteneklerim olmadığından bahsediyorum. adam beni susturuyor ve "senin gözlerinde kararlılığı gördüm, bu yeterli. silah konusuna gelirsek, gözlerinle değil kalbinle nişan alırsan her mermi hedefini bulur. beni anlıyorsun ya?" diyor. "üstelik," diye de konuşmasını sürdürüyor, "sana yardımcı olmak için mutlaka oraya gelmeye çalışacağım, kendini asla yalnız hissetme." sahte algoritma yüklenmiş telefonu elime tutuşturuyor ve "haydi git şimdi" diyor.

adama teşekkür ediyorum güzel sözleri için ve teklifini kabul ederek ölen abd ajanının kan gölü içindeki cesedinin yanına gidiyorum. kafatası parçalanmış ve yüzü tanınmayacak halde, mide bulantımı zorlukla bastırıyorum. cesedin ceplerinden telefonunu, susturucusunu, cüzdanını, pasaportunu ve uçak biletini alıyorum. elindeki susturucu takılmamış silahı alıyor ve belime sokuyorum. aldığım pasaportun isim kısmına bakıyorum: "david calcy". kendi kendime ismi tekrar ediyorum ve kendi kimliğimi cesedin cebine bırakıyorum. artık ben david calcy'yim.

ertesi gün yola çıkmadan önce david calcy'nin telefonundan onun gibi kirlenmiş birkaç ajan arkadaşıyla konuşuyorum, sesimi duydukları için şaşkın gibiler, ama bunun sebebini anlayamıyorum. algoritma onların ellerinde ve gece hong kong'taki bir striptiz kulübünde buluşmak üzere anlaşıyoruz. konuşma esnasında daha önce beni hiç yüzyüze görmediklerini öğreniyorum ve rahatlıyorum, david calcy olmadığımı fark etmeyebilirler belki. telefonu kapatıyorum ve uçağa biniyorum. uçakta kendi kendime düşünüyorum, neden özgürlük kartalları'na yardım ediyorum ki, sadece bir macera arayışı mı? kuzey kore'ye gerçek algoritmayı verip parayı alabilir ve bundan sonraki hayatımı lüks içinde geçirebilirim. sadece biraz dikkatli davranmam gerekecek ama o kadar parayla her şey kolayca halledilebilir. açıkçası ne yapmam gerektiği konusunda emin değilim.

hong kong'a güneş battıktan sonra varıyorum ancak. gece ışıl ışıl bir şehir. buluşmak üzere anlaştığımız striptiz kulübünü buluyorum ve içeridekilere göz gezdiriyorum. tavırlarından oldukça tetikte oldukları anlaşılan takım elbiseli ve güneş gözlüklü üç kişi viskilerini yudumluyor bir masada, david calcy'nin arkadaşlarının onlar olduklarına karar veriyorum ve masalarına gidiyorum. kendimi onlara tanıttıktan sonra beni sanki kırk yıllık arkadaşmışız gibi çok içten karşılıyorlar. benim ünümü hep duydularını ve sonunda tanışabilmiş olmanın bir şeref olduğundan falan bahsediyorlar. ayrıca konuşma esnasında öğreniyorum ki para dörde bölünecekmiş ve takasa yalnızca ben gidecekmişim. bu durum açıkçası beni biraz rahatsız ediyor, paranın bölüneceğinden haberim yoktu. ama kafama çok takmıyorum ve bol bol içki içerek kulüpte eğleniyorum. bu arkadaşların tavrında tüm samimiyete rağmen beni rahatsız eden bir şey var ve ne olduğunu çözemiyorum.

arkadaşlardan biri lavaboya gitmek üzere yanımızdan ayrılıyor ve ben de o esnada çok içki içtiğimden dolayı tuvaletim geldiğini fark ediyorum, izinlerini isteyerek ben de lavaboya gidiyorum. mekandaki müzik sesi çok yüksek ve başımı ağrıtıyor. erkekler tuvaletine giriyorum ve bir ıssızlık dikkatimi çekiyor, içeride kimse yok sanıyorum başta ama kapalı bir tuvalet kabini kapısı görünce rahatlıyorum. ben de pisuvara geçiyorum ve işimi hallediyorum. o sırada aynadaki yansıma dikkatimi çekiyor, arkamdaki tuvalet kapısı çok yavaş bir şekilde aralanıyor. istifimi bozmadan işemeye devam ediyorum, bir yandan da yan gözle yansımayı izliyorum. kapı gittikçe aralanıyor ve arkadaşım dediğim kişi elinde bıçakla arkamdan hamle ediyor. tam zamanında kendimi yana çekiyorum ve kafasını duvara çarpıyor. sersemlemiş halinden faydalanarak kafasını tutup pisuvara vuruyorum, pisuvar parçalanıyor. adam bir köşeye yığılıyor, suratından su, kan ve idrar akıyor yere... işi bitti diye seviniyorum ancak bir anda gözlerini açıyor ve tekrar üzerime hamle yapmaya hazırlanıyor. yerinden kalkamadan belimdeki silahı çıkarıyorum ve onu kalbinden tek kurşunla vuruyorum, artık sonsuza kadar yerinde kalacak.

tuvalette silah sesi yankılanıyor ve damarlarımda kan yerine adrenalin dolaşıyormuş gibi hissediyorum. umarım müzik sesi silah sesini bastırmıştır diye dua ediyorum içimden, bir yandan da susturucuyu takmadığım için kendime küfrediyorum. elimde silahla arkamı dönüyorum ve tuvaletin çıkışına yöneliyorum. o esnada içeriye diğer iki arkadaş giriyor. hiç düşünmeden art arda iki kez tetiği çekiyorum. ilk mermi birinin kafasına isabet ediyor ve bir çöp poşeti gibi yere yığılıyor. ikinci mermi ise ne yazık ki istediğim yere gitmiyor, diğerinin sadece kolunu sıyırıyor. sağlam koluyla cebinden bıçağını çıkararak üzerime koşmaya başlıyor. tetiği tekrar çekiyorum ama silah tutukluk yapıyor, kahretsin. sağlam bir tekme savurup mesafeyi korumaya çalışıyorum, tekmem karnına isabet ediyor ve nefesini kesiyor, bir anda iki büklüm oluyor. fırsattan istifade ederek elimdeki silahın kabzasıyla başına vuruyorum, tok bir ses çıkıyor. ardından kafasını tutup aynaya çarpıyorum, ayna çatlıyor; sonrasında da kafasını hızla lavaboya indiriyorum. lavabo kırılıyor ve büyük bir parça yere düşüyor. adamı bıraktığımda yere yığılıp kalıyor, elime kırık lavabo parçasını alıp adamı dövmeye devam ediyorum ve bir yandan da adama soruyorum: "neden?"

yerde yatan adam kırık çenesiyle ve patlamış dudaklarıyla zorlukla konuşuyor ve bana hiç bilmediğim yeni şeyler anlatıyor. kuzey kore temsilcileriyle anlaşmayı sağladıktan sonra david calcy'i öldürmeyi planlamışlar, çünkü böylece para dört yerine üçe bölünecekmiş. david calcy'yi öldürmek için de özgürlük kartalları oluşumunu kullanmışlar, david calcy'nin yerini onlara bu arkadaşlar sızdırmışlar. ama benim ölmediğimi görünce plan yapıp bu akşam işi halletmeye karar vermişler. adamın anlattıklarını dinledikten sonra "neyse ki para artık bölünmeyecek" diyorum ve elimdeki kırık lavabo parçasını büyük bir hızla adamın başına indiriyorum, adam sessiz ve hareketsiz kalıyor.

üzerime sıçramış kan lekelerine bakıyorum ve yarın buluşmadan önce yeni bir takım elbise almam gerektiğine karar veriyorum. ölen arkadaşların ceplerini arıyorum ve algoritma yüklü telefonu buluyorum. işler gittikçe karmaşıklaşmaya başladı ve "umarım yarın bir sorun çıkmaz" diye düşünüyorum. bu arada ne yapacağıma hala karar verebilmiş değilim.

ertesi gün hayatımdaki en zorlu günlerden birini yaşayacağımdan habersiz bir şekilde uyanıyorum. yeni bir takım elbise aldıktan sonra takasın gerçekleşeceği eğlence merkezine gidiyorum. giriş çıkışlar bir avm aracılığıyla sağlanıyor ve tek çıkış olması benim biraz moralimi bozuyor. işler ters giderse kaçma şansım düşük. alışveriş merkezinde ve eğlence merkezinde çok fazla ajan olduğu dikkatimi çekiyor. içimde bunların tamamının kuzey kore ajanı olmadığına dair garip bir his var. telefondan çay bahçesindeki temsilcilerle görüşüyorum ve buluşacağımız odayı öğreniyorum, çatı katında gizli bir oda, asarsörde özel şifreyi girerek ulaşılıyor. şifreyi not ediyorum ve temsilcilerin orada olmayacaklarını, başka bir üst düzey yönetici tarafından karşılanacağımı öğreniyorum ve yine rahatlıyorum. eğer temsilciler orada olsaydı benim foyamı çok rahat bir şekilde ortaya çıkarabilirlerdi.

telefonu kapatıp buluşma yerine doğru gidiyorum. üzerimde beni her an izleyen bakışlar var ve kendimi çok rahatsız hissediyorum. asansöre binip şifreyi tuşladığımda derin bir oh çekiyorum. buluşma odasında beni çok güzel karşılıyorlar. üst düzey yönetici biraz yaşlı biri ve oldukça kibar. benimle daha sonra da işbirliğinde bulunmak istediğini söylüyor. ben biraz tatil yapacağımı ve belki o sırada bu konuyu düşünebileceğimi söylüyorum, anlayışla karşılıyor. sıra takasa geliyor, benim için hazırlanmış para dolu bir çantayı getiriyorlar. ben ise o sırada hala hangi telefonu vermem gerektiğini düşünüyorum; sağ cebimde gerçek algoritma, sol cebimde ise sahte algoritma var. en sonunda özgürlük kartalları'nın canı cehenneme diye düşünüp elimi sağ cebime götürmüşken beklenmedik bir şey oluyor.

bir silah sesi duyuluyor ve karşımda oturan yaşlı yöneticinin kanı üzerime sıçrıyor. korumalar hemen silahlarına davranıyorlar, ne olduğunu anlayabilmiş değilim. o sırada içeriye sis bombaları atılıyor ve çatı katının camlarından içeri özel ekipmanlı kişiler giriyor. ben hemen yere yatıp bir koltuğun arkasına saklanıyorum, içeri girenlerin konuşmalarından çinli oldukları anlaşılıyor ve çin hükümetinin de takastan haberi olduğunu düşünüyorum, saklandığım koltuğun altında bulduğum dinleme cihazı bu düşüncemi kanıtlıyor. korumalar ve çinli özel tim çatışırken ben sürünerek odadan kaçmaya çabalıyorum, ama maalesef para dolu çantayı geride bırakmak zorunda kalıyorum. çünkü çanta çok açık bir yerde ve tam ortada, kurşun yeme şansım çok yüksek.

odadan sürünerek kaçtıktan sonra bile arkamda çatışma seslerini hala duyabiliyorum. güç bela aynı kattaki güvenlik odasını buluyorum fakat içeri girdiğimde şok oluyorum, çünkü güvenlik amiri ve odadaki personellerin tamamı öldürülmüş. güvenlik kameralarına bakınca ayrı bir şok geçiriyorum çünkü tek çıkış yerim olan alışveriş merkezinin içi cehenneme dönmüş. çinliler, kuzey koreliler, hatta amerikalılar ve mağazanın güvenlik timi çatışıyor. "acaba takastan haberi olmayan var mıydı?" diye düşünüp sinirleniyorum. ortalıkta her türden silah görmek mümkün. katanalarla uzuvlar doğranıyor, nunçakularla kafalar yarılıyor, otomatik tüfekler insan bedenini sünger gibi delik deşik ediyor... ortalık tam bir kan gölü...

ölü personellerden birinin hafif makineli tüfeğini alıyorum ve önüme kim çıkarsa tetiğe basacağıma yemin ediyorum küfürler savurarak. alışveriş merkezinin içinde bir sürü çatışma yaşıyorum ve bir şekilde sağ kalıyorum ancak çok hırpalanmış duruma geliyorum. bir kurşun omzumu sıyırmış, bir kurşun kalçama isabet etmiş, güçlükle yürüyorum. tam bu esnada önüme garip biri çıkıyor. tıraşlanmış kafası dahil tüm vücudu dövmelerle kaplı ve elinde silah olarak sadece uzun bir zincir bulunan bir adam, bakışları oldukça sert... "seni öldüreceğim" diyor ve ben önce onun ellerindeki zincire, ardından benim tuttuğum hafif makineli tüfeğe bakıp gülüyorum.

nişan alıp ateş etmeye çalıştığımda ise gülmeye başlayan o oluyor. silahımın mermileri bitmiş ve yanıma yedek mermi almamıştım. "mermilerini saydım" diyor dudaklarını yalayarak. "bu gerçeği unutmamalıydın. mermiler sayılıdır, tıpkı aldığın nefesler gibi..." silahımın askısını boynumdan çıkarıp silahı bir kenara fırlatıyorum ve yakın dövüş pozisyonu alıyorum. "nefeslerimi de saydın mı o****u ç****u!" diye haykırıyorum ve ona doğru koşmaya başlıyorum. ama yüzümde soğuk bir alev gibi şaklayan zincir beni yan tarafımda bulunan raflara yapıştırıyor. dengemi kaybedip yere düşüyorum. zincir darbeleri ardı ardına bedenime iniyor, kemiklerim kırılıyor, dişlerim dökülüyor, her tarafım acıyor... "hayat... ve ölüm... bir zincirin iki ucudur..." diyor ve zinciri son kez savuruyor. boynuma dolanan zincir nefesimi kesiyor, boğulacağım ve acı içinde öleceğim...

gözlerim kararmaya başlamışken bir anda zincir gevşiyor, dövüştüğüm adam kafasına baltayla bir darbe almış... anlayamıyorum, kim bana yardım etmek ister ki? ardından bir balta darbesi daha iniyor kafasına ve kafatasından çıtırtı sesleri geliyor. zincir iyice gevşiyor, boynumdan çıkarıyorum, ucundan tutarak hızla çekiyorum ve zincir adamın elinden kurtuluyor. kalan son gücümle zinciri savuruyorum ve adamın ayağına dolanıyor ve onu yere düşürüyor ve bu esnada bana yardım eden kişi de baltayı adamın boynuna indiriyor, kafa kopuyor ve yanıma kadar yuvarlanıyor. bana yardım eden kişinin yüzüne bakıyorum, aman tanrım, bu o adam. köy evinin önünde hayatını kurtardığım özgürlük kartalları üyesi. gülümseyerek ve topallayarak yanıma geliyor ve beni kaldırıyor, kolumu onun omzuna atıyorum ve ona dayanarak yavaş yavaş çıkışa doğru ilerliyorum...
devamını gör...
80 yaşını aşmış, hafıza ve bunama sorunları yaşayan epeydir görmediğim mükremin amca'nın kafa sözlük yazarı olduğunu görmem. burada hayranlık uyandıran yazıları meğersem gizli gizli bunama sorunu yaşayan mükremin amca yazıyormuş, ömrüm olursa böyle çok absürtlük göreceğim inşallah.
devamını gör...
lise zamanlarındayım.ajdar okulumuza müzik öğretmeni olarak atanıyordu. ilk başta çok sevinmiştik. kabak tadı vermeye başladı sonra. dersler sırasında hoparlörden bir anda şarkı söylemeye başlıyordu. bir sınavın en kritik noktasında abuk subuk bir kostümle derse dalıp "hadi çocuklar bahçeye" diyerek bahçede bize çember oluşturtuyor ortada dans edip çığlık atıyor biz de alkışlıyorduk. okulu bu şekilde yavaşça ele geçirdi. duvarda ajdar fotoğrafı asılıydı ve ajdar sınavı vardı. düşük not alanı bırakmazdı ama bağırıp çağırır nasıl bilmezsin hyperstarın şu şarkısını diye trip atardı. ajdar hocam kusura bakmayın bir dahakine çalışıcam diyince " hadi canıım haddii" diye karşılık verirdi. eğlenceli görülebilir ama okulda saçma sapan bir kostümle her şeye trip atıp şarkı söyleyen bir ajdar olmaması daha iyi.
devamını gör...
dün gece ahmet hamdi tanpınar ile, onun evinde rakı masasındaydık. arkada bi plak çalıyo. biri daha var ama hatırlamıyorum o kimdi. 3 kişiyiz. tanpınar yaşlı baya. düşünüyorum bi yandan, ne kadar sade, klasik ve hoş bi evi var diye. apartman dairesinde oturuyo. şıkır şıkır basma perdeleri var. anlatmaya başlıyo. kimseye yaranamadığından bahsediyo. ama aslında modern ve cumhuriyet değerlerine bağlı bi insan olduğunu söylüyo. şaşırarak dinledim bi çok şeyi. zaten rakı içmesine de şaşırdım rüyada. sonra başka bi yere ışınlandım zaten.
devamını gör...
bu gün gördüm. diyetteyim şekeri bıraktım ya, bir tepsi karışık tatlı gördüm. baklavadan magnolia'ya her şey vardı. rüyaya bak.
devamını gör...
rüyamda tavuk dürüm yiyordum ve uyandığımda doymuş bir şekilde uyandım.galiba böyle kilo verebiliriz...
devamını gör...
kamyon devirmek
devamını gör...
normal bir düşümüz yok ki alayı absürt.
devamını gör...
bir rüya gördüm. küçük bir yüzeyi dışında gövdesinin çoğu batmış bir geminin, suyun yüzeyinde kalan o on metrekarelik yüzeyindeyiz ben ve bir arkadaşım. arkadaşım da erkan can. nasıl olmuşsa bu gemi enkazı bu şekilde, kıyıya yakın, bir ileri bir geri sürükleniyormuş. kıyıya iyice yaklaştığında üzerine çıkmışız nasılsa. şimdi biraz açıkta. etrafında bir köpekbalığı yüzüp duruyor. hava kapalı ve rüzgarlı, deniz de dalgalı biraz, sonbahar filmindeki karadeniz görüntüsü gibi. sular gemiye çarptıkça damlalar düşüyor üzerimize. konuşuyoruz arkadaşımla, erkan can'la yani. bilge mi bilge, derin derin soluyarak yorumluyor her derdimi. hani müslüm'deki limoncu ali karakterindeki tavrı var ya, ha işte o. ama bu defa daha bir dünyevi, daha bir varoluşçu. arada köpekbalığına bakıyoruz. gözümden aşağı iki damla yaş süzülüyor ona anlatırken bir şeyleri, sessiz sessiz. yaşların gözümün içinden mi geldiğini, yoksa denizin sıçrattıklarından bir çift damlacık mı olduğunu anlamaya uğraşmıyorum. fark etmeyecek çünkü, biliyorum; nasıl olsa aynı şey, diyorum. konuştukça farkına varıyorum, ona anlattığım dertlerim de içinde bulunduğumuz durumdan ayrı değil. yani tamamı batamayan bir gemi enkazında dertleşmek, yani sonunda kıyıya çıkacağını ummak ve bu umudu, bir köpekbalığının kemirmesine seyirci kalmak. çıkarız diyor arkadaşım, dert etme; sen derdini dök. var olan dertlerini dök, yenisini ekleme, demek istediğini düşünüyorum. çıkarız çıkmasına da, diye ekliyor, orası buradan farklı mı sanki. bir gemi enkazından bir başkasına geçince kurtulmaz insan. hem biz seçtik burada olmayı. kendi ayaklarımızla çıktık buraya. haklı olduğunu biliyorum, ama hak vermiyorum ona. zira o dediği anı anımsamıyorum, sanki evvelden beri bu enkazın üzerindeymişim gibi. çömelip ıslak metal yüzeye dokunuyorum. şimdi de ben, bir yılmaz güney görüntüsüne benziyorum. galiba fırat karakterine. yok, değil mi, diyorum, bu gemilerin yüzeye çıkmasının bir yolu. yok, diyor o. o diyor ya da deniz, bilmiyorum. dert etme, diyor, sen dert etme, bak köpekbalığı da görünmüyor ortalıkta, birazdan karaya oturur bu koca ölü, öldüğü halde yaşadığını sanan bu koskoca ceset.
uyanıyorum. yastığım ıslak. ama, tek bir bölgesi değil, tamamına dağılmış bir ıslaklık. sanki dalgalar sıçratmış gibi.
devamını gör...

bu başlığa tanım girmek için olabilirsiniz.

zaten üye iseniz giriş yapabilirsiniz.

"yazarların gördüğü son absürt düş" ile benzer başlıklar

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim