berkeley yazar profili

berkeley kapak fotoğrafı
berkeley profil fotoğrafı
rozet
karma: 1621 tanım: 35 başlık: 3 takipçi: 43

son tanımları


rte’nin 1 milyar dolar indirdiği iddiası

mayıs'ta kırılacak masalar var.

çok çok çok üzgünüm.
ardı ardına videolar, cenaze marşı ülkemin.
trafikte dur kalklar sanayisi gibi ülkemin.
aşağılık maganda homurdanmalarına karşı, dillerimizde argo küfürler, yüreğimizde nefret tohumları
madrabaz idarenin sultası;
demokrasinin değil, demoklesin kılıcı
soytarı sanatçısı överken istibdatı
çakma padişah uçuyor, uçurmadan köle ettiği tüccarları

çok çok çok üzgünüm
ardı ardına videolar tabutu gibi ülkemin
çatık kaşlar, yaşlı gözler, dolu cepler, kanlı eller, kederi gibi ülkemin
şehirde adımlayan cesetler, mahallede kalburüstü abiler en büyük korkusu ülkemin
taşsız mezarlar, çalınan hayatlar, satılan çadırlar, kapanan kapılar, çağlayan gözyaşları kaderi gibi ülkemin.
doymak bilmez seçilmişler, dillerinde küfürler, ceplerinde alın terleri, yanaklarında pembelik katili gibi ülkemin.

bizim de kırılacak masalarımız, kullanacak oylarımız var. tek umudu ülkemin.
devamını gör...

6 şubat 2023 kahramanmaraş ekinözü depremi

ölüm ardından konuşulması mümkün olmayan bir şey. çünkü kurulan cümleler; ölümün çaldığı geleceğe yönelik olmadığında yakarıştan ibarettir. insanların bırak konuşmasına; yakarmasına ağlamasına, bağırmasina dahi "siyaset yapmayın" diye bayağı ve ilkel bir tutumla tahammül edemeyenler bu yakarışların doğuracağı haklı öfkeden korkan suç ortaklarıdır. yıkıcı travmalar sonrasi toplumsal ve politik sansürün sonuçları, kendini muktedir sananlarin zannettiginin aksine bu hakli öfkeyi daha sarsici ve yüksek bir şekilde ortaya çıkartır. çünkü yaşanmamış acı öfkeye gebedir. ilk günden bu yana; nerelerden ne talimat aldıkları meçhul muhabiri, politikacısı, “sanatçısı” ve bilimum ekran maymununun dediği gibi acı çekmek, hesap sormak, suçluyu aramak, siyaset yapmak demek değildir. velev ki öyle olsun; bu denli büyük bir yıkım zaten kendinde insani ve varoluşsal olduğu kadar politiktir de. yakarmasına dahi saygı duyulmayan, müsade edilmeyen bir halkın sıradan bir ferdi olarak süreçte dayanışan herkese minnettarım. senede bir de olsa gidip; sokaklarını insanlarını tanımaktan gurur duyduğum maraş artık yok. haklı öfkemizin, yaşlı gözlerimizin ve sıkılmış yumruklarımızın hesap günü geldiğinde de dipdiri kalması dileğiyle. hepimize “geçmiş” olsun. çok üzgünüm.
devamını gör...

halim

halim askerdir. niceleri gibi. ismini biliriz ama kim olduğunu bilmeyiz. nerde doğdu, neler yaşadı, niçin asker oldu bilmeyiz. şeceresini bilmeyiz halim’in. nice kahraman gibi; isminden başka bir şey bilmeyiz onun hakkında. askerdir ve adı halim’dir o kadar. halim manastır’daki bir kışlada nöbettedir, yanında da silah arkadaşı abbas. zulmüyle ün salmış, alçak ve ezik rus sefiri rotrovski; halim ve abbas’ın nöbet tuttuğu kışlanın önünden geçmektedir; sivildir. elinde kırbacıyla halim’e niçin kendisini selamlamadığını sorar; “sivilsin tanıyamadım” cevabını alır. sefir, aldığı bu cevap üzerine; haksızlığının ve alçaklığının gereğince hakaretler savurarak kırbacını şaklatır ve halim’i tartaklamaya kalkar. halim askerdir, kimdir necidir bilmeyiz ama dedim ya ismi halim’dir ve askerdir o kadar. elini beline atar halim; silahıyla alçak sefiri oracıkta öldürür. yanında abbas. silah arkadaşı abbas. asker halim oracıkta sıktığı kurşunla bütün bir vatanın izzeti nefsini, şerefini kurtarmış; kendi zamanına kadar sorulmayan tonla alçaklığın hesabını sormuştur adeta. tek bir kurşunla kapatmıştır hesabını. askerdir halim, başkaca da bir şey bilmeyiz hakkında. madalyalar takmadılar halim’e. zamane saray baykuşunun o bet sesiyle verdiği; “üç içinde idam!” hükmü gereğince yargıladılar(!) sivildi tanıyamadım; demesine aldırmadılar, astılar halim’i. nasıl astılar; ne zaman astılar; kuşluk vakti miydi, zifiri karanlık mıydı bilmiyoruz. kim çekti yağlı urganı o hiç eğmediği boynuna bilmiyoruz; yıllar yılı kanla sulanan topraklarda; hangi savaşlarda neler gördü bilmiyoruz. askerdi ve adı halim’di onu biliyoruz. neler dedi halim; nasıl savundu kendini, kim yargıladı onu bilmiyoruz. annesi var mıydı; varsa nasıl feryat etti, kimlere sordu “halim’imi gördünüz mü?” diye bilmiyoruz. babası var mıydı bilmiyoruz. varsa içine içine ağladı mı oğlunun ardından bilmiyoruz. kim haber verdi ailesine halim’inizi astık diye bilmiyoruz. kendisine saldıran alçak bir rus sefirini vurduğu için asılan halim hakkında hiçbir şey bilmiyoruz. askerdi ve adı halim’di onu biliyoruz.
bunca şey arasında bildiklerimiz de var elbet. öldürülen sefir adına “dersaadet”te atılan 5 top ateşini biliyoruz. o mangada kimler vardı biliyoruz. müstebit saray baykuşunun dışarıya çıkmaktan aciz halde; hangi hastalıklı haleti ruhiyede bu idam hükmünü verdiğini biliyoruz. sefirin ailesine verilen 400.000 frankı biliyoruz. kapılarına serilen güllerin rengine kadar biliyoruz ama halim kimdir bilmiyoruz. o bir askerdi ve adı halim’di sadece onu biliyoruz ve hiç unutmayacağız.
devamını gör...

gazi paşa’ya açık mektup

selam ve saygılarımı arz ederek başlamak isterim paşam. son zamanlarda; hayatımla ilgili kaygı ve yol ayrımlarımın tam ortasında olduğum buhranlı zamanlardayım. banisi olduğunuz cumhuriyetin 2023 yılındaki genç kuşaklarının çoğuyla aynı dertlerden muzdaribim elbette. bunları tek tek anlatarak rahatınızı kaçırmak istemem yalnız; fikri buhran ve bunalımlarımın had safhaya ulaştığı evrede; hayatınızla kendi çapımda meşgul olmaya başladım. hakkınızda objektiflikten uzak ve türlü çıkar hesaplarının gölgesinde yazılan tonlarca anı,roman,hatırat mevcuttur. zannımca bu durum da; zatınız gibi insanların en büyük lanetidir. etrafınızda sesi çok çıkan; sinekler, böcekler ve onların yanında arkanızda asil bir suskunla bir abide gibi dikilen kahramanlar karışırlar birbirlerine. ancak maalesef tarihe asil suskunluklar değil;
ahmakça gevezelikler kalır. tarih garip ilimdir paşam; vakurları, suskunları, diğergamları, alçakgönüllüleri, kahramanları pek sevmez. sesi çok çıkan haşereleri ise bağrına basar. ne yazık; böylesi bir ilmin öznesi siz olunca da işler arap saçına döner. oysa ben; hakkınızda edilen ahmakça gevezeliklerden ve aleni iftiralardan arındırılmış bir şekilde hayatınızı bir roman gibi okumayı ne kadar isterdim. size dair yazılan satırları okurken; her satıra eşlik eden sonu gelmez şüphelerim, hakkınızda bir şeyler bilme isteğime de gem vurur hale geldi artık. ben bir çamur deryası içinde pırlantalar aramaktayım ve işimin ne denli zor olduğunun da farkındayım. hakkınızda neler söylendiğini bilseniz; kahrolur ve o sözde müellifler(!) adına da utanırdınız eminim.
sizin ruhunuzla konuştuğunu iddia edecek kadar gözü dönmüş ve tüm hayatı size türlü şekillerde; alçakça ve ahmakça iftiralar atarak yanına topladığı beş kişiye vaaz vermekten ibaret olan sümüklü vaizlerin, ekranlarda; üzerinizden gündem olmak için tuhaf kıyafetleriyle ekran maymunu gibi kanal kanal dolaşan mürtecilerin, güya övmek adına size “hafız” gibi lakaplar yakıştıran siyasi partilerin, sizi bir mezhep kurucusuna benzeterek kitaplar yazıp köşeyi dönen akademisyenlerin, çoğunun kaynağı dahi olmayan sözlerinizi toplayıp, kitap diye millete yutturarak parayı vuran ilkel köşe yazarlarının mantar gibi her yerde türemesi ve devletin sahibi haline gelmesi ile sizin gözlerinizi bir daha açmamak üzere kapatmanız arasında çok çok yıllar yoktur. bizzat bugünün sorunlarından bahsedip rahatınızı kaçırmak istemem ancak; adına türk dediğiniz ve her birine birer şahsiyet üflemek için nice riskler aldığınız bu millet; hediye ettiğiniz demokrasiyi kullanarak ülkeyi tekrar tek adam sultasına ve yukarıda bahsettiğim soytarıların güdümüne sokmuştur.
bütün bunların yanında; yine banisi olduğunuz ve en değerli mirasınız olarak takdim ettiğiniz cumhuriyet halk fırkası; tuhaf bir yapıya bürünmüş; bünyesinde bilimum bölücü ve vaiz barındırır hale gelmiş; türk bayraklarını binasından kaldırır olmuş, hoşgörü adı altında kurucu değerlerle arasına büyük mesafe koymuş absürt bir yapıya dönüşmüştür. böylesi durumlarda; meşhur bursa nutkunuzda; biz gençliğe verdiğiniz biraz da sert tavsiyelere uymak gibi bir niyetim yok paşam; daha doğrusu buna cesaretim yok. böylesi bireysel eylemlerin doğru olduğu kanısında değilim açıkcası. ne yazık bize ki; böyle bir durumda elimizden gelen tek şey sadece izlemek. hayatınızı dahi okumaktan aciz bir şekilde izlemek.
sizin banisi olduğunuz bir devlette doğru ve sistemli bir eleştiriye tabi tutulamıyor olmanızda; bireysel bir suçunuz var mı bilmiyorum; belki zor şartlardan geldiğiniz için idare içindeki bazı sert tedbir ve uygulamalarınız etrafınızdakiler ve onların ardılları içinde bir korku geleneğini başlatmış olabilir. ancak ben 2023 türkiye'sinde böylesi bir korkunun artık size ve hatıranıza bir hakaret olduğu kanısındayım. öyle ki; banisi olduğunuz bir rejimde kanunla korunuyorsunuz; böylesi durumlarda toplumları ikiyüzlü yapar. hakkında konuşamadığı, tartışamadığı özneyi şeytanlaştırmak aslında ilkel ancak aynı zamanda da insani bir reflekstir. lafı uzatmayayım paşam; banisi olduğunuz rejim gün be gün kuşatılırken; kendi bireysel çatışmalarımdan sizin devasa çatışmalarınıza kaçmak bana iyi hissettirdi. her şeye rağmen hakkınızda çamur deryasına dönen literatür içinde pırlanta aramayı sürdüreceğim; orada bir yerlerde var olduğuna eminim… olanca sevgim ve saygılarımla, arz ederim paşam…
devamını gör...

normal sözlük yazarlarının karalama defteri

hem güleç hem plastik imajlar veya postmodern cehennem
etraf çevrili. etraf; üretilen, labaratuvar yapımı gdo’lu reklam yüzleriyle, bürokratik angaryalarla ve bitmek bilmeyen yollarla çevrili. bunca hengame arasında sürüklenen insanı teslim alan karikatürize imajlar tarafından yoğun ve bitmek bilmez bir saldırı altındayız. kaybettiğimiz amaç ve anlam dünyasının yerini dolduran bu plastik imajlarla aramızdaki ilişki artık “tahammül” ilişkisine döndü. buna rağmen hala ordalar ve yaşıyorlar. bu insanlıktan çıkmış plastik imajların, reklam yüzlerinin, ünlülerin; kendilerini bir tüketim malzemesine indirgeyen bütün bir paradigmayla arası her şeye rağmen iyi. kendilerine sağlanan onca maddi imkan adına neyden vazgeçtiklerinin şuurundalar mı bilmiyorum. bizi de ilgilendirmiyor. bunlar imgelemimizde; sırıtan beyaz dişleriyle, golden cinsi köpekleri scotish tarzı kedileriyle, özel günlerde paylaştıkları toplumsal sağduyuya paralel resimlerle ve zaman zaman yazdıkları anlamsız sözlerle yaşıyorlar. insanda, toplumda, tarihte veya doğrudan bütün bir dünya’da onu ilerleten-devindiren ve onu belirli bir yöne akıtan, değişmeyen kendinde bir öz olmadığı ilan edildi edileli kültür tarihinde biz, görüngüler ve imajları temsil ettiklerinden öte bir tarafa taşıdık. artık esas değil, onun nasıl pazarlandığı önemli hale gelir oldu. asıl trajik olan tarih ilerledikçe bu esas git gide flulaştı ve artık biz, temsil olunan esasın yerine bu tarz plastik imajları koyar olduk. temsil eden temsil ettiğini yok etmekle kalmadı onun yerini aldı. böylesi bir paradigmayla evrilen toplumlar hastalanır; gerçek ve imajı ayırt etme yetisini kaybetmekle kalmaz, gerçek sorunlarla boğuşmak yerine ilkel-üretilen sahte sorunlarla meşgul olmaya başlar. kendi gerçekliğinden koparak duyarlılık ve hassasiyetlerini kendisi için üretilen sanal bir gerçekliğe düşürür ve farkında olmadan orada yaşamaya başlar. maruz kalınan plastik imajlar öylesine çoktur ki, toplumsal kutuplaşma(ki düşünsel meselelerde yaşanan kutuplaşma-conflict diyalektik düşüncenin önünü açan toplumları ilerleten bir şey olmasına rağmen) bu tarz sanal imajlar üzerinden yürür ve sonu gelmez tartışmalar başlar. “entelektüelinden” “sanatçısına” bu halaya herkes katılır, bütün topluma mal olmuş meseleler bu plastik imajların ilkel söylemleriyle sulandırılır ve toplum yolu yordamı, usulü-esası, başı-sonu olmayan rastgele söylemler tarafından esir alınır. (-ki bunu yaygın olarak herhangi bir haber kanalındaki herhangi bir tartışma programında doğrudan gözlemleyebilirsiniz)
bütün bunlar neden oldu derseniz; neo liberal piyasa ile postmodern diskurun işbirliği neticesinde derim. çoğunluğun patron olması bu işbirliğinin çıktısıdır. liberal bir dünyada patron piyasadır, piyasanın sözü geçer, böylesi bir dünya’da toplumlar farklı bireylerden oluşan komünlerden ziyade, aynı beyaz dişli golden köpek sahibi sırıtkan ve plastik imajlara maruz kalan, aynı dizileri izleyen, aynı olaylara aynı tepkileri veren, aynı köpükten içerikleri tüketen sürüler olduğu için tüketim alışkanlıkları öngörülebilir hale getirilir. bu öngörülebilirlik bütün bir tektipleştirmeye, bireycilik oynarken bireyi öldürmesine ve zihinleri iğdiş etmesine rağmen liberal dünyanın devamı için hayati önem taşır. post modern diskurun buradaki işlevi ise özü,esası ve ilerlemeyi reddettiğinden ötürü bireyler arası söylemlerdeki hiyerarşiyi öldürmesidir.(-dünya’nın yaşının 6000 yıl olduğu iddiasına sahip ilkel bir kabilenin söylemi ile 4.6 milyar yıllık fosile dayalı olarak yapılan dünyanın yaşı hakkındaki yorum postmodern diskurda 6000 yıl da onların dini paradigması, bilimsel paradigmayla arasında herhangi bir hiyerarşi yok söylemiyle eşitlenir) bu şiddette bir hakikat reddinin ve göreliliğin neticesi olarak hiyerarşi öldüğü için artık kim çoğunluktaysa onun sesi daha gür çıkmaya başlar. hakikat ötelenir ve esas olan güç haline gelir. güç ve hakikat eşitlenir. sesi gür çıkan toplum (liberal dünya için artık piyasa evrilmiş bir toplum) maruz kaldığı tüketim alışkanlıklarını, plastik imajları, politik ve kültürel iklimi eleştiren-eksiklerini vaz eden herhangi bir farklı sesten yoksun kalır ve bu korkunç tablo ortaya çıkar, gücü hakikat sanan, sesi yüksek çıkanı göklere çıkaran hakikat kaygısından azade hastalıklı bir toplum. bunca baskıya rağmen sesini çıkarabilen iyi niyetli birkaç kişi de zaten tüm bu işbirliği neticesi oluşan “linç kültürü” gereği linçlenir ve yokedilir. linç arttıkça da artık kimse suya sabuna da dokunmamaya başlar. linç ve suskunluk arası da karşılıklı böyle bir ilişki mevcuttur.
bütün bunların neticesi olarak patronu piyasa olan postmodern ve liberal bir çağda biz bugün, tuhaf evlilik veya cinayet büro gibi çalışan sabah programlarına, yukarıda bahsettiğim ne tür işlerle meşgul olduğu meçhul labaratuvar malı seri üretim ünlülere(amerika’da kim kardashian için ünlü olmasıyla ünlüdür denilmişti) absürt içeriklere ve üreticilerine, moda ikonlarına gerçekten kopuk gazetecilere, suya sabuna dokunamayan “entelektüellere” vs. maruz kalıyoruz.
ancak benim için asıl trajik olanı yukarıda bahsettiğim devasa çürümenin bize düşünmenin bilimini öğretme iddiası taşıyan bir disiplin olan felsefenin de başına gelmiş olması. tümüyle; “üretilmiş”, zorunlu olmayan(olumsal), kendi içine çökmeye mahkum ve insan varoluşuna dokunmayan, hastalıklı zihinlerce üretilmiş plastik son moda saçmaların altının tuhaf kavram analizleriyle doldurularak, bunun düşünsel bir sorun gibi pazarlanır hale geldiğini gördüm. çağdaş bir takım sonu gelmez absürt tartışmaların maddi hiçbir karşılığı olmayan tuhaf etik meselelerin bu disipline nerden geldiğini ve neyi amaçladığını unutturduğunu gördüm. zorlama kavramlarla ve teknolojiyle süslenerek yapılan ve bilimden-teknolojiden rol çalma derdine düşen felsefi bir takım absürtlükler neticesinde çağdaş tartışmaların çürümenin had safhasını işaret ettiği kanısına vardım. son kale felsefe idi o da çoktan düşmüş durumda. böylesi bir çağda akıl sağlığını korumaya çalışan herkese selam ederim. başımız sağolsun.
’22 çamlık.
devamını gör...

normal sözlük yazarlarının karalama defteri

hazin mesafe veya yabancı
günlerdir evdeydim, yalnızdım, kombiyi kapattım, ışıkları da. zaman yavaşladı, geçmez oldu zaman. düşündükçe zamanı durduğumu hissettim. sonra koltuğun artık kulağıma fonetik gelen gıcırtısı eşliğinde sandalyeme oturdum ve yazmak istedim. ancak bütün girişimlerimin sonu hazin bitti. neden sonra kalktım ve aynada kendime baktım, ifadelerim silik geldi gözüme. yüzümü şekilden şekle sokmaya çalıştım, zorlama oldu. tuhaf durdu. duyarsızlaşmışım. bunun farkındaydım ama aynada uzun uzadıya kendimi seyrettiğimde derinden bir acı duydum. yüzleşmeye hazır değilmişim demek. gözlerim her nereye baksa derin bir boşluğu temaşa ediyormuşçasına ifadesiz bakıyordu, uzun uzadıya seyrettiğim boşluk nihayet beni seyretmeye başlamış diye düşündüm. başımı yataktan kaldırmak ve evi terk etmek için güçlü bir motivasyon ararken zorlanarak da olsa mantomu giydim ve sebepsiz yere dışarı çıktım. yağmur belli belirsiz çiseliyordu ve güzel,yumuşak bir soğuk vardı dışarıda. çıkar çıkmaz ilk duyduğum ses bir motor sesi ve esnaf çığlığı oldu. aşırı derece rahatsız edici bu seslere maalesef henüz duyarsızlaşamamıştım. bu tür yüksek ve rahatsız edici sesleri duyduktan sonra her zaman bir süre seslerden sonra gelen sessizliği dinler, gözlerimi kapatır ve derin nefesler alırım. böylece o gürültü kirliliğini kafamdan siler yoluma daha sakin ve huzurlu devam edeceğimi düşünürüm. tüm bu süreç bana yaklaşık 1 dakikaya mal olur, bu yüzden de zamanımı çalan böylesi absürt/küçük tersliklerden hep nefret etmişimdir. bu ritüeli bitirdikten sonra yürümeye başladım. başlarda amaçsız olarak dışarı çıktığımı zannederken, bir berber görünce neden dışarı çıkma ihtiyacı duyduğumu hatırladım. siyah, bazılarının derilerinin yavaştan soyulmaya başladığı, duvardaki sıvaları muhtemelen rutubetten dökülmeye başlamış mütevazı bir dükkandı. içeri girdim. berber öne doğru çıkmış göbeği, dar omuzları ve geniş alnıyla adeta bir çizgi roman karakterini anımsatıyordu. renkli gözleri canlı bakıyordu, yüzü kilosuna göre etsiz ve çöküktü, elmacık kemikleri çıkmış, yanakları hafif içe doğru büzülmüştü. gözlerindeki ışıkla yüzündeki çökmüş ifadenin oluşturduğu tezat dikkat çekiciydi, öyle ki yüzüne maske taktığında sadece canlı bakan gözleri göründüğünden 15 yaş daha gençleşmişti. bu tuhaf adam selam faslından hemen sonra elinde makasla hiçbir tıraşa dahi başlamadan bana politik bir vaaz vermeye başladı. pek konuşacak kimsesi yok heralde diye düşünerek acımayla karışık bir anlayışla ve zoraki bir gülümsemeyle dinlediğim bu tuhaf adam bir süre sonra elindeki makası bırakmış ve ortamda yarattığı hayali düşmanlarıyla kavga edercesine bağırmaya başlamıştı. sürekli kendisi konuşuyor, konuştukça düşmanlaştırdıklarını hatırlıyor ve hırslanıyor, hırslandıkça bağırıyordu. zamanla yüzümdeki sahte gülümseme, içimdeki acıma ve hoşgörü duygusuyla birlikte yok oldu. yüzüme adeta yalvarır bir ifade takındım. nolur sus ve işini bitir ricasını susarak söylemeye çabaladım. ancak yukarıda da bahsetmiştim, ifadesiz bir suratım var benim artık. içimde öldürdüğüm ideal ve değerlerin bir yan etkisi olsa gerek. zamanında hayata ve insana dair düşünüp yapmaya çalıştıklarımı bugün böylesi –pişmanlıklardan da azade olarak- büyük ve radikal bir kayıtsızlıkla karşılıyor oluşum duygulanım gücümü öldürdüğü gibi yüzümdeki bütün ifadeleri de beraberinde mezara gömdü. bundan dolayı ifadesiz surattan pek bir şey anlamadığı için onu suçlamıyorum. ama şuna eminim, onu dinlemek istemediğimi anlasa dahi sözlerini bitirmek adına bir an bile tereddüt etmeyecek biriydi o. hiçbir zaman aslını bilemeyeceği, yüzeysel söylemleri propaganda için kullanmakta bir an bile tereddüt etmiyordu. ayrıca küçük bir hesapla ve bazen kendisini, söylediklerini umursadığım sanısıyla benden gelecek olası bir itirazı defetmek için yaşına sürekli vurgu yaparak söylemlerini güçlendirdiğini zannediyordu. başta benim kendisini ve bu hamasi/tuhaf düşüncelerini onlara itiraz edecek kadar umursadığım konusunda yanılıyordu. ayrıca geçmişi şimdinin kodlarıyla yargıladığının bilincinde değildi. söylemlerine dayanak yaptığı sloganların “araştırmalarından” süzdüğü veriler olduğunu söyleyerek yalanı da işin içine katmıştı. araştırdım diyerek söze başladığı bütün konularda toplumsal sağduyunun her zamanki gibi hakikatin karşısında olarak üzerinde ittifak ettiği yalan/yanlış bilgileri tekrarlıyordu. bir an içimde bütün varsayımlarında ve benim kendisi karşısındaki konumum hakkında yanılan bu adama karşı yoğun bir acıma duygusu belirdi. o denli kendinden/hayatın gerçeklerinden/içinde bulunduğu toplumsal ve bireysel durumdan uzaktı ki, hiçbir dahlim olmadan monolog şeklinde inatla sürdürdüğü konuşmasında bir şekilde varsaydığı hayali düşmanlarla/imajlarla kavga ediyordu. karşısında somut olarak bir düşman olmamasının ona bahşettiği nimetlerden de faydalanmayı ihmal etmiyordu tabi. örneğin düşmanlarına önceden cevabını hazırladığı şeyleri istediği şekilde söyletiyor ve onları hazır paket cevaplarıyla alt ediyordu. her zafer sonrası da onu onaylamam için gözlerimin içine bakıyor, herhangi bir onay alamadığı zamanlarda şansını “doğru muyum?” diye sorarak deniyordu. bu bakışlarına ve sorularına tepkisiz kalmayı başarmıştım. söylediklerine onay alamadıkça meseleyi uzatma ihtiyacı duyuyor gibiydi. aslında bir bilgin gibi beni aydınlatmaya çalışan bu adam, bir anda benden onay almaya çalışan birine dönüşmüştü. ilişkinin bu denli ani bir şekilde tam tersine döndüğünü fark ettikten sonra gülümsedim. yeri olmadığı halde ufak bir kahakaha attım. ironileri severim. sonra bu gülümsemeden sebep olacak bir ara, vaktin var değil mi gibi bir şey söyledi ancak hiçbir cevap aralığı ve hakkı vermeden sözüne devam etti. belki de şu an ben bunu uyduruyorum. çünkü o sırada böyle bir soru sormasını ne denli çok istediğimi hatırlıyorum. bu soru üzerine uygun cevap vererek elindeki makası kullanmaya başlamasını sağlayabileceğimi düşünmüştüm. ancak o konuşmaya tüm hızıyla devam ediyordu. kendisinin parada gözü olmadığından ve yatağa başını rahat koyduğundan bahislerle süsleyerek anlatmaya başladığı hayat hikayesi, politik bir takım değerlere olan aidiyetinden duyduğu gurur, düşüncelerindeki tutarsız ve sebepsiz onca ön yargıyla bu adam bizim içimizde yürüyen bir tabut gibi yaşıyordu. tıraşı bitirdikten sonra alelacele parasını verdim, çıkarken yine bekleriz demeyi ihmal etmedi. bir daha hiç gitmeyeceğim halde beni maruz bıraktığı onca propaganda sonrasında “kesin gelicem” diyerek onu ilerde hayalkırıklığına uğratıp intikam almayı düşündüm, ancak yıldırım hızıyla gelip geçen çocukça düşünce sonrası kendimi aptal gibi hissetmiştim. cevap vermeden dükkanı terk ettim. derin bir nefes aldım, gözlerimi kapadım. yaklaşık 1 dakika sonra arkamda bıraktığım hafif salaş dükkanın içindeki tuhaf adamla hayatımın kesiştiği bu küçük zaman diliminde kafama hücum eden düşüncelerin tümünden kurtuldum. kendisiyle bir daha karşılaşmayacak olmak bir an tuhaf hissettirdi. hayatlarımızın çoğu böylesi küçük ve bir daha gerçekleşmeyecek rastlantılardan oluşuyor aslında. burada büyük bir trajedi olduğu kadar büyük bir komedi de gizli. her neyse, kendisiyle karşılaşmayacağım halde benimle böylesi bir konuşmaya girişen bu tuhaf adam imgelemimde “hasta bir toplumun hasta ve bir o kadar acınası üyesi” olarak yaşayacak.
saygılar.
devamını gör...

kaymakamın öğretmenden özür dileyerek helalleşmesi

bazen böyle çok küçük bir hareket, bir jest bir mimik laf arasında söylenen bir küçük cümle bir çok şeyin habercisidir. bu küçük hareketlerin tahlili gerçekçi olarak yapıldığında, yapanın sorunları, telaşları, kaygıları açığa çıkıverir. bir kaymakamın yaptığı bu "küçük" fiil sonrası muhtemelen muadillerini mülakatlarda elemesini sağlayan beyaz çoraplı abilerinin tavsiyesiyle öğretmenden özür dilemeye gitmesinde benim aklımın almadığı bir şey yok. zaten bu tarz tiplerin belli konularda sorunlu olması ve bunu bu şekilde kapatma çabası tamamen mekanik bir şekilde yasaya uygun işliyor. benim burada aklımın almadığı ve kabullenemediğim şey bu hakareti yedikten sonra bütün bir halkın desteğine rağmen bu özrü "nazeketle" kabul eden öğretmen. bu öğretmen yaptığı bu hareketle halk tarafından peşine düşülen ve çiğnetilmemeye çalışılan bütün değerleri yok saymıştır. kendisi bu kaymakamın yaptığı alçak eylem sonrası daha da alçakça yapılan bu tiyatroya kayıtsız kalmayıp en azından "nezaketle" kabul etmeyebilir, haklarını hukuki yollarla arayacağını deklare edebilir bir ihtimal türkiye siyasi tarihine güzel bir şekilde geçebilirdi. reddetti. aldı o çiçeği. türkiye gündeminde biraz olsun yer aldığı için mutlu mudur onu bilemem ama, o öğretmen artık zihnimde, ar damarı çatlamış adi bir bürokrata boyun eğen ve verilen bütün desteği de boşa çıkaran bir korkak olarak yaşayacak.
devamını gör...

normal sözlük yazarlarının karalama defteri

kitaptan taşan satırlar veya gözlerimde yaş sesleri

evine girdiğimde ilk duyduğum şey keskin bir rutubet kokusu oldu, karmakarışık eşyalar ve kağıtlar arasında üzerinde benek benek beyaz lekelerle dolu siyah bir defter gözüme çarptı ve okumaya başladım. baş sayfalarında yanlış yazılan bazı kelimeler ve gramer hataları dikkatle ve estetik bir şekilde karalanmışken, ileri sayfalarda yazılar bozulmuş ve yanlış yazılan kelimeler düzeltilmemişti. ayrıca sayfalar arası ilerledikçe yazılar arasındaki bağlantılar zayıflamış, parçalı ve birbirinden kopuk konular ardı ardına ve aceleyle yazılmışcasına çirkinleşmişti. dikkatimi "adanmışlık trajedisi veya sonu olmayan gösteri" başlıklı bir yazı çekti. işte tek bir kelimesine dokunmadan aktarmaya değer bulduğum o satırlar;
duygular düşüncelerden güçlüdür. bunun sebebi insanın düşündükçe içinde olduğu her şeyin anlamını yitirmesi ve bunun sonucu olarak mutlak bir eylemsizliğe sürüklenerek akıl sağlığını yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kalmasıdır. kişinin kendisine koyduğu her türlü anlam-amaç-yaşantısını üzerine kurduğu her türlü düşünce duygularla beslenip desteklenmediği sürece ulaşılabilir olmaktan çıkar. insanın trajedisi de burada başlar, kişi kendini arı-saf gerçeklerle başbaşa bulduğunda mutlak bir suskunluğa bürünür. bunun önüne geçmek için bütün bir hayatını duygularının istismar etmesine, duygularıyla örülü bir gerçeküstüne ulaşması gerekir. toplum nezdinde "başarı" olarak görülen bütün her şey, duyguların yarattığı o ilk yalanın ardından gelir. bir şeye inanmak ve ona adanmak duygular olmadan-ona gereğinden fazla anlam yükleyip, onu olmadığı bir şey haline getirmeden- yani kendini kandırmadan mümkün değildir. düşünce ve gerçeğin ötesine itilmeden kişinin kendi anlamını inşa etmesi imkansız olmakla birlikte, bu gerçeğin kendisine dolayısıyla da insanın kendi kendisine ihaneti değil midir?

insan aslen yaşamak için buradadır. düşünmek yalnızlaştırıp yabancılaşmayı beraberinde getirmekle kalmaz, travmatik bir şekilde insanın; ötelere ısmarlanabilecek bir amaç ve anlam hayalini geri dönüşü olmaksızın elinden alır. düşünmek; duyguları aşındırır. "insani" olarak kategorize edilen bütün erdemleri zedeler. bugün karşılaştığı kurum-gelenek-söylem-devlet gibi kültürel yapıların hepsinin tarihsel olduğunu anlayan ve bunlarla kişisel olarak ilişkisinin maruz kalmaktan ibaret olduğunu, iradesini ve düşün dünyasını bu tarz ilkel çıkar ilişkilerine odaklı işleyen yapıların kurduğunu anlayan "özgür" insanın çaresizliğinden daha büyük ne olabilir?

en büyük dram, insanın kendisini kandırmaksızın yataktan kalkmaya dahi mecal bulamayacak olmasında yatar. bundan daha üstün ve trajik bir varoluş yoktur. eğer insan kendini kandırarak ördüğü bütün bir anlam denizi içinde kaybolup gerçekliğe kendi sahtesini dayatmayı başarırsa acı azalsa da trajedi asla sona ermez. insan içinde her an o koca boşluğu taşır. bazıları ona daha az bakar, bazıları o boşluktan gözünü ayıramaz noktaya gelir.

"boşluğa yeterince uzun bakarsanız, bir süre sonra o da size bakmaya başlar"
devamını gör...

normal sözlük yazarlarının karalama defteri

çekiçle felsefe yapmanın yolları veya dev yıkımın sağır edici ayak sesleri

büyükçe bir masa etrafında yaklaşık 15 kişiydik, bazılarımız yakın arkadaştı ve bu satıları yazmama sebep olan kişi benim için bunlardan biri değildi. kendisine t. diyeceğim. sarı ve dağınık saçlarını toplamış, açık kalan uzunca boynuna gümüş bir kolye takmıştı. hafif çıkık elmacık kemikleri ve iri, ela gözlerinden dolayı mimikleri çok gerçekçiydi. konuşurken kafasını muhatabına doğru uzatıyor ve gözlerini karşısındakinin gözlerine kitliyordu böylece karşısındaki pür dikkat dinlendiğine kani oluyor, lafı uzattıkça uzatıyordu. üstelik bazen böylesi bir dinleme karşıdakine içi boş bir özgüven bahşediyodu. öyle ki çoğu zaman t ile konuşanların bir süre sonra büyük laflar etmeye başladığına şahit oluyor, gülümsüyordum. beni böylesi zamanlarda yakalıyor ve gülümsememem gerektiğini söylemenin bir yolunu buluyordu. birkaç defa, başbaşa kalma fırsatı bulduğum anlarda ailesinden söz açacak oldum, kibar bir şekilde lafı ağzıma tıktı. etrafındakilerin, özenle seçtiği ve herkesin yaptığı gibi yalanlarla veya birkaç sansürle ilgi çekici hale getirmeye çalıştığı "sorunlarını" veya "maceralarını" yeri geldiğinde zevkle, yeri geldiğinde üzülerek dinlerken kendi hayatından en ufak bir ipucu almayı kimse başaramamıştı. açıkcası onun aramıza nasıl dahil olduğundan dahi tam olarak emin değildim. yemekten sonra kendisine evine kadar eşlik etmeyi teklif ettim, kabul etti ancak bunun nezaketen yapılan bir kabul olduğu ihtimali bile bana acı vermeye yetmişti. ancak bu ihtimalin kafamda canlanmasının sebebi kesinlikle teklifimi kabul ederken gösterdiği tereddüt değildi, aksine gayet içten bir ses tonuyla sevindiğini belli ederek kabul etti. kendisinin içtenliği, mutluluğu bazı zamanlar o denli büyük oluyordu ki, insanın böylesi küçük durumlarda bu denli büyük tepkilerin gerçekten verilebileceğine inanası gelmiyor, alaya alındığını veya bir şaka içerisinde olduğunu dahi düşünmeye başlayabiliyordu.
hava henüz aydınlıktı, yan yana yürürken bana hiçbir şey ifade etmeyen ve muhtemelen yüzde yetmişi yalan olan bir çok olay ve kişi için neler hissettiğini anlatıyordu. tüm konuşmamızdaki tek gerçek şeyin hisleri olduğunu, anlatılanların çoğunun palavra olduğunu söylemek istedim ancak anlatırken girip çıktığı ruh halleri ve yükseltip alçattığı ses tonu beni bunu yapmaktan alıkoydu. buna rağmen bir şekilde anlatıklarına ilgisiz kaldığımı anlamış olacak ki, birden sustu. aniden, cümlenin ortasında birden susunca uzun uzun ona bakarak devam etmesini bekledim, etmedi. elini kalbine götürerek öylece durmaya başladı, ben sürekli iyi olup olmadığını soruyor, git gide endişelenmeye başlıyordum. alel acele banka oturttum, elini kalbinden çekmiş yüzü bembeyaz olmuştu. hiçbir soruma cevap vermiyor, öylece gözlerimin içine bakıyor ve gülümsüyordu. endişelenmeye başlayıp, elimi telefona attım ancak bana engel oldu, gözleri dolmuştu, kısık ve yorgun bir sesle yapmamamı söyledi. ona sorularıma cevap vermesi karşılığında telefonu kenara koyacağımı söylesem de, böylesi bir durumda yardım amaçlı dahi olsa şantaj benzeri bir şey yapmak istemedim ve istediğini yaptım. benim de gözlerim dolmuş, ara ara hıçkırmaya başlamıştım. elbisesiyle gözlerimi sildi, aniden neşeli bir ses tonuyla masadaki sessizliğimin sebebini sordu, gülerek ancak ağlamaklı bir ses tonuyla masadakilerin bazılarıyla kavgalı olduğumu, anlattıklarının çoğunun yalan olduğunu bildiğimi ayrıca kendileriyle paylaşacak çok şeyim olmadığını söyledim. gözlerindeki yaşları silerken uzunca ve yüksek sesle kahkaha atmaya başladı. beni anladığını, anlatılan çoğu şeye inanacak kadar saf olmadığını ve bir oyun oynadığını söyledi. "gerçek veya yalan anlatılan her şey, anlatanın gerçeğinden taşar, yalan onu söyleyenin gerçeği hakkında bilgi vermekle kalmaz, onu söyleyenin özlemlerini ve olmak istediği şeyi de açığa çıkarır" dedi. etkilenmiş ve böyle düşünmesinden dolayı mutlu olmuştum. "o halde aslında yalan söyleyenlerden ziyade gerçeği olduğu gibi anlatanlar her şeyi ustalıkla gizliyor öyle mi?" diye sordum. dolan gözlerini kısıp gülerek onayladı. "bir de aramızda hiç konuşmadan, gerçek veya yalan hiçbir şey söylemeden çok şey saklayanlar var, onlara ne yapacağız?" diye sordum. suçluymuş gibi başını eğdi; "çözümü olmayan veya anlatıldığında mutlu etmeyecek hiçbir şey söylenmeye layık değildir, insan ile birlikte mezara gidip orada kaybolması gereken şeyleri başkalarının zihinlerinde yaşatmaya gerek yok" dedi. içime içime ağlamaya başladım. yutkunamıyor, kesik kesik nefes alıyordum sokaktan gelen sesler hem git gide yaklaşıyor hem de kısılıyordu. gözlerimi açtığımda hastanedeydim, herkese beni buraya getirenin nerede olduğunu sordum, cevap alamadım. çıktığımda kendisinden hiçbir şekilde haber alamadım, aylarca ulaşmaya çalıştım, gerçekten kaçıyordum bunu biliyordum ancak kabullenmem uzun zaman aldı. şimdi kimseyi rahatsız etmeden, olabildiğince naif ve mütevazı bir şekilde konup göçen gencecik biri, kendi acı gerçeklerini tarihe kazımadan onlarla birlikte 10 metre derinlikte 2 metrelik bir tahtanın içinde siz bunları okurken çürümeye devam ediyor. hayat da yaşam da budur.
devamını gör...

normal sözlük yazarlarının karalama defteri

berkeley'e adanmış bir yazılama eylemi
saatim her zaman 5 dakika geridir. her sabah kalktığımda ileri almama rağmen gün sonuna kadar yine 5 dakika geri kalır. sanıyorum pilleri değiştirmeliyim. değiştirmedim. çünkü her sabah ilk iş olarak saatimi 5 dakika ileri almaya çok alıştım. ve açıkcası bunu sevdim. bu eylemin zamanla aramdaki ilişkiyi özel kılmaya başladığına inanıyorum. zaten inanacak bir şey bulduğum an mutlu olurum. bu mutluluğuma ket vurmaya da gerek görmüyorum zaten. her neyse uyandığımda saatim 10.55'i gösteriyordu. göğsümde bir ziftle uyandım. dudaklarımı kurutan ve birbirine saatlerce kenetleyip susmama neden olan acı mı acı bir ziftle. böylesi günlerde saatler boyu yürürüm. çoğu zaman -eğer trafik olmazsa- hızlı adımlarla yürürüm, yine eksik kaldı aslı şu; göğsümde bir ziftle uyandığım günlerde çoğu zaman hızlı ve küçük adımlarla uzun yürüyüşler yaparım. şimdi bir şeye benzedi sanırım. yürüyüşlerimde kendi kendime söylenirim, uzun ve kopuk konferanslar veririm, çoğu zaman konu dağılır ama konferansı kendime, kendim için verdiğim için böylesi teknik aksaklıkları hoş görürüm. konferanslarımın dinleyici kitlesi çok değişkendir. yol boyu yürürken yanımdan hızlıca geçen binlerce dinleyicim vardır. yürüdüğüm bütün sokaklar konferans salonu haline dönüşür ben yürürken. yanımdan tesadüfen geçenler, yani dinleyicilerim söylediklerimin tümünü duyamazlar genelde ya bir tek sözcük ya da biraz şansları varsa bir cümle o kadar. bazıları konuşmamı durdurup doğru kavramı düşünürken denk gelir, öldürücü bir sessizlikle geçerim yanlarından ve beni dinleyemedikleri için onlar adına çok üzülürüm. ama bu hüzün çok sürmez. çünkü tesadüflerin ve derin karmaşık iktidar ilişkilerinin kurduğu sosyal yaşamdan adalet beklemek trajik olduğu kadar aptalcadır.
parça parça ve yürürken verdiğim bu konferanslarda yanımdan geçenlerin duyabileceği bir ses tonu kullanmaya dikkat ederim. bazıları peşime takılır genelde ve biraz yüksek sesle deli olduğumu iddia ederler, çoğu zaman bu iddialarına kahkahaları eşlik eder kahkaha benim için düşüncenin eşlik etmediği, duyguların ve bilindışının tüm bilincimizi ele geçirdiği bir eylem olduğu için bana hep gayrıinsanı bir refleks gibi gelir. bundan dolayı kahkahaları duyduğum güruha hayvan mualemesi yapar cebime doldurduğum fıstık ve leblebilerden atarım. ben bunu yapınca daha çok gülmeye başlarlar, kimisi peşimden koşar ve ben kaçarken zabıta ekiplerini ararım. zabıta ekiplerinden gerekeni yapmalarını umarım ve hep hayal kırıklığına uğrarım. bütün bunlar yaşanırken içimdeki zift biraz olsun diner, evin yolunu tutarım. konferansım apartmanımın kapısına geldiğimde sona erer ve izleyicileri onların beni görmediğine emin olduğum bir yerde, apartmanımın önünde selamladıktan sonra konuşmamı sona erdiririm. bu konuşmalarım tarihin karanlıklarında yok olmadan önce dinleyen binlerce kişi tarafından biraraya getirilip kitaplaştırılsa çok sevinirdim. hasbelkader maruz kaldığımız şu varoluş serüveninde geride bir şeyler bıraksak fena mı? çoluk çocuk da yok zaten. saatim şu an yine 10.55'i gösteriyor. 11'e alıp uyayayım diyorum. iyi geceler...
devamını gör...

normal sözlük yazarlarının karalama defteri

ritüelin doğuşu tragedyanın batışı

tez:iletişim imkansızdır. düşünceler ve duygular dile getirildiği an ölür, donar, yanlışlanır ve ilettiğimiz kişide yepyeni bir anlama bürünerek yeniden doğar. bu senaryo sayısız defa tekrarlanır ve bu süreç zannettiğimizden çok daha hızlı olduğundan artık ilk anlamı bulmak imkansızdır. sonuç: "her anlama bir yanlış anlamadır" trajik bir şekilde konuşmaya başlamak ve yanılmaya başlamak her zaman eşzamanlı veya ardıldır. insanın içinde bulunduğu uzay-zamana anlam yüklemek için sakladığı sırları, söylediği yalanları, yaptığı sahte uzlaşıları veya bağırarak ve duygulara saldırarak söylediği bütün büyük sözleri; bunların hepsi söylendiği anda ölür, donar ve yanlışlanır. çünkü değişimin ve mutlak kaosun egemen olduğu gerçeklik söylenen her hakikati söylendiği anda eritir, dağıtır, yok eder. rastgele olandan senfoni doğmaz.
"anlamlı tek bir şey söylemek dahi mümkün değildir"
sınırsız olan içerisinde sınırlı bir varlık olarak insan, konuştuğu anda dilinin matematiğine indirgemek zorunda kaldığı "kendisi dışı" hakkında yanılır. çünkü (doğa-öteki) matematiksel yapılara indirgenemez derecede kaotiktir ve rastgelelik aklın süzgecinden geçtiği anda nedensellikle sarmalanır düzene girer böylece indirgenmiş olur. bu trajedi içinde insan yanıldıkça aldanır, aldandıkça teslim olur ve savaş biter. uğruna ölüme seve seve gidilecek bir amaç yoksa, uğruna yaşanmaya değer bir amaç da yoktur. yaşam ve ölüm kardeştir, zıtlar bir noktada kesişir ve birbirlerine dönüşür. birinin nedeni diğerinin de nedenidir, birinin anlamı diğerinin de anlamıdır.
tam olmak-evinde olmak-bütünü kurmak en temel zihinsel açlık olsa da, bundan kaçamayanlar kaosta yok olurken, kaçabilenler geçici olanda-somut düzlemde yok olur. hayatın olağan akışı içerisinde kendisine verileni doğrudan tüketen ve içinde bulunduğu ortak toplumsal uzlaşı doğrultusunda yapay amaçlarından sahte anlamlar türeten insanların trajedisi, tüm doğayı zihinlerinde kendi yapay dünyalarına sıkıştırmış olmaları ve kişisel simülasyonlarını gerçek zannetmeleridir.
çok trajik değil mi?
devamını gör...

normal sözlük yazarlarının karalama defteri

ergin olamayış durumundan acil çıkış

önce şu meşhur söz; aydınlanma, kişinin kendi suçuyla düştüğü bir ergin olamayış durumundan çıkmasıdır. mealen aktardığım bu sözün arkasında yatan ana fikrin; aydınlanmayı birey olmakla eş tuttuğunu düşünmüşümdür hep. kimsenin umrunda olmadığını bildiğim halde tekrarlamak isterim ki; kişisel tarihimde; sahte ve kurgusal olduğunu bildiğim halde “birey” olma çabasından daha anlamlı herhangi bir şey olduğunu düşünmedim hiç. ancak nedir birey olmak? bunu tanımlamaz isek, tüm söylemeye çalıştıklarımızın içinin oyulacağını biliyorum. ondan dolayı denemek gerekiyor.
kültürle başlayalım, kültür alınan bir şey değildir. maruz kalınan, karşısındaki özneyi edilgen kılıp kendisini ona dayatarak onu şekillendiren genel bir dünya ve insan görüşü diyebiliriz. küçüklüğümüzden bu yana maruz kaldığımız genel kültürel diskur, birey olmayı şeytanlaştırdıkça bizi insanlıktan sıyırdı. bu noktada soru şudur; “içinde doğarak maruz kaldığımız bir dünya görüşünün kodlarıyla yaşamanın, bir hayvanın yaşamından teorik olarak ne farkı vardır?” birey, içinde yaşadığı dünyayı kendi kurduğu ilkeler veya ilkesizlikler üzerinden, dağınık veya düzenli bir şekilde kavramaya çalışan öznedir. veya en azından öyle bir özne olmaya çalışmalıdır. çünkü ancak bu şekilde insan, insan olduğu için sahip olduğu iradesiyle eyleyebilir veya düşünebilir. insan diyerek, kurgusal olarak kategorize ettiğimiz “sapiens”in hayatını anlamlandıracak veya anlamlandırmaya başlayacak yegane şey, iradesini hiçbir otoriteye başvurmaksızın ortaya koyabilme kudretine erişmek değil midir? buradan şöyle bir tez daha çıkarsayabiliriz; “özgürlük” en büyük değerdir. özgürlüğün eşlik etmediği hiçbir irade anlamlı değildir, çünkü öylesi bir irade, iradeyi gösterenin değil, o iradenin arkasında karmaşık bir şekilde varolan çeşitli mikro veya makro otoritelerindir. o yüzden başkası için özne, kendi için özne olmadıkça kaderi trajiktir ve işin komik tarafı bu trajedi görünür değildir. yani ona kimse ağıt yakmaz, kendisi dahil. işte doğu’da kültür, bu anlamda bireyin ve özgürlüğün düşmanıdır. çünkü tek bir düstur üzerine şekillenmiştir: birey olma.
kültürün özgürlüğe kapı araladıkça değerleneceğini, diğer türlü olursa kitlesel ve kölemen bir toplum oluşturmaktan başka hiçbir işe yaramayacağı şüphe götürür mü? içinde bulunduğu kültürle kavga etmemiş ve onu elbise giyer gibi hazır olarak giymiş, mücadeleden, dolayısıyla bizzat kendisinden kaçan bir öznenin birey olması mümkün müdür? böylesi bir özne, kendi iradesini kendi elleriyle genel vasat içerisinde eritmiş ve tarihin üvey evlatlarından bir evlat olarak kalmış olmaz mı?
insan kendi olarak; kültüre, anlatıya veya betimlemeye sıkıştırılamaz. çünkü her attığı adım geleceğe yani hiçliğe yöneliktir. sayısız ihtimaller içerisinde yapılan en ufak seçimin dahi yine sayısız sonucu vardır. bu dağınıklık içerisinde kendisini, kendi iradesiyle inşa etmek, yalnızlaştırıcı olduğu kadar insanidir de. sanıyorum bunu elde etmeye çalışmaktan daha değerli herhangi bir şey yoktur. en azından ben bulamadım. dikkate alınsın. son söz:kültür kendimiz gibi olmayanlarla muhatap oldukça aşınır ve bu iyidir.
devamını gör...

normal sözlük yazarlarının karalama defteri

sınıf kini
gerçek: modern sonrası dönemde "olmayan bir şey" olarak tanımlanmıştır. gerçek yoksa ona yapılacak bir atıf da yoktur. atıf yoksa içerik yoktur. içerik yoksa elde kalan tek şey estetiktir. estetik içerikten bağımsız olarak biraz teknoloji, biraz zanaat, biraz da piyasayı koklayan kurnazlığın birleşimiyle elde edilebilecek bir tasarımdan ibarettir. dünya başa döndü. ortada başıboş olarak gezinen, anlamdan azade olarak estetize edilmiş ürünlerden başka kültürel bir tasarım kalmadı. gelecek nesle bırakılacak bir miras yok. katı kurallara tabi şiirler, rasyonel olarak kurulan kültür mirası ve geleneksel değerler: hepsi çürüdü. ve biz bu çürümüşlüğe tahammül edemiyoruz. balkonsuz, soğuk, rutubetin kabarttığı duvarlarla örülü, nefes almakta zorlandığımız evlerde ölmeyi beklerken; dünya'yı da yanımızda götürmek istiyoruz. anlamdan azade bir şekilde yaşamak, bize içinde bulunduğumuz sınıfın kininden başka hiçbir miras bırakmadı. yıkmak, yakmak, harap etmekten daha güçlü hiçbir güdümüz kalmadı. fotoğraflarından tanıdığımız, gidemediğimiz, deneyimlemediğimiz bütün doğal güzellikleri, kültürleri, yok etmek istiyoruz. sınıf kininin eşlik ettiği bu yıkıcı ve nihilist eylem aşkından başka yataktan başımızı kaldırmamıza değecek hiçbir güç yok. uzun zamandır hissetiğimiz tek duygu temellendirilmiş ve esaslı bir nefret. evden sokağa tek bir adım atar atmaz önce derin nefesimizin rutubet yüzünden hastalanan ciğerlerimize verdiği acıyı duyuyoruz. delik deşik ayakkabılarıma taşlar doluyor, ayaklarımız kanıyor ve biz bu acıdan zevk alarak yürümeye başlıyoruz. sonra birçok küçük insana verilmiş büyük kamusal güç sesleniyor bize. dönüyoruz ve söylüyorlar: kimlik görelim. adım başı 7.65'lik iktidar alanlarını gördükçe midemizdeki bulantı katlanması zor bir yanmaya bırakıyor kendisini. biraz daha yürüyoruz. rant sonucu başlayan inşaatlardan kalkan kumlar midemize doluyor, yanma artıyor ve devam ediyoruz. yürüdükçe toplumlar, binalar, mekanlar değişiyor; işin kötüsü hukuk da değişiyor yürüdükçe. yukarıdan aşağıya, aşağıdan yukarıya delik deşik: hukuk, yanlış sınıfların yanında el pençe divan: hukuk. olsun buna da alışırız. göre-göre, yürüye-yürüye çok şeye alıştık biz. bizim sınıfımız yok. hukukumuz yok. dolayısıyla kaybedecek bir şeyimiz de yok. "yok" kelimesinden daha sık kullandığımız herhangi başka bir kelime de yok.
devamını gör...

normal sözlük yazarlarının karalama defteri

demir leblebi-deneme 1
çok biliyoruz meleğim. çok bilmek geldiğimiz yerin, hiçliğin ahengine zarar veriyor. çok fazla imkanımız var, çok fazla bilgiye çok çeşitli yollardan, çok çeşitli mekanlarda erişim imkanımız var. benliğimin parçalandığını, bu derya içinde bütün zerrelerimin çözüldüğünü hissediyorum. bilgisizliğin ve karanlığın cazibesine karşı koyamıyorum, her şeyi kesinlikle bilmek istemiyorum. bana bir konu anlatırken söze sürekli "biliyo musun?" diye başlayıp, cevap beklemeden abartılı el-kol hareketlerin eşliğinde heyecanla anlattığın onca şeyden sonra bilmek nedir üzerine çok düşündüm. eğer bana anlatacağın şeyleri biliyor olsaydım, onca şeyi bu denli heyecan ve tutkuyla anlatabilir miydin bana? itiraf etmem gerekir, sen anlatırken dinlemiyorum seni, izliyorum. heyecanla anlatmaya başlattığında, kolundaki saatin çıkardığı ses, kolunu yukarı kaldırıp aniden aşağı indirince üzerindeki bol kazağın yukarı sıyrılmış kollarının yere düşmesi ve her seferinde inatla onu yukarı katlaman, saçlarını geriye atman gibi şeyleri uzun uzun gözlemliyorum. tüm bu hareketleri sana yaptıran nedir? sana bu hareketleri yaptıran şeyi gereğinden fazla bilerek bu heyecanını elinden almak istemem. zaten anlattığın şeyleri bilsem dahi, bilmiyormuş gibi yapmakta elime kimse su dökemez. ama bunu yapmak zorunda kalmamak için anlattığın ve ilerde anlatacağın şeyleri bilmemeyi tercih ediyorum. bilmek nedir diye çok düşündüm demiştim, şimdi bilgiden korkmak, cehaletle suçlanmak gibi bütün önyargılardan azade olarak sormak istiyorum; gerçekten bilmek mümkün müdür? biliyorum dediğimiz her anda subjektif ve eksik ve nisbi yargılarımızı(sanılarımızı) mı dayatıyoruz dışımıza? konuştuğumuz her anda değişmez bir yazgımız mıdır yanılmak? varlığa maruz kalan ve bir takım ilkel sosyo-ekonomik şartlardan ötürü daha da edilgenleşen kayıp ve parçalanmış bir özne olarak sormak isterdim; varolanla başa çıkmamız, onu anlamamız ve anlamlandırmamız mümkün mü? bu soru benim bireysel tarihim açısından çok çok hayati ve temel bir soru aslında. çünkü maruz kalıyor, seçmiyorsak bütün geçmişim suni kuruntular, manipülasyonlar ve hayal kırıklıklarından ibaret olacak ve diyeceğim: bana yalan söylediler. ve bu nida da tarihin acımasız ve yalanlarla örülü o karadeliğinde aksini bulmamış ve anlamsız bir gözyaşı olarak kaybolacak. "maruz kalmak" sanıyorum şu sıralar üzerinde düşündüğüm ve bulduğum en trajik fiil. insana insanlığını unutturan ve yer yer başını yastıktan kaldırmasına bile müsade etmeyen bir farkındalık biçimi. hep maruz kalıyorum. sana, aileme, çevreme, sosyo-ekonomik olarak nefes almaya devam etmek için yapmak zorunda olduğum her şeye maruz kalıyorum. varolanı seçim yapmaksızın edilgen olarak kabul ediyorum. red lüksü yok, bize çok yalan söylediler.
devamını gör...

en sevdiğiniz hukuk terimi

mütemmim cüzzzz
devamını gör...

normal sözlük satranç kulübü

trajik bir şekilde yenilgimi önceden kabullenerek dahil olduğum etkinlik. toplaşın buralar değerlenecek
devamını gör...

normal sözlük yazarlarının karalama defteri

-notlama çalışmaları-
kişi kendini nesneleştirip ona dışarıdan bakarak tahlil edebilmeye başlarsa karşılacağı şey korkunçtur. çünkü
"ben bir başkasıdır"
toplumsal yaşamdaki en trajik zorunluluk sürekli bir şekilde personalar ardında gezinme mecburiyetidir. evde-işte-sokakta-okulda-hastanede-kışlada kısacası bütün iktidar alanlarında kişi sahte benlerle, personalarla gezer. hissetmediği, düşünmediği, benimsemediği şekilde davranmak zorunda kalan kayıp bir özneye dönüşen insan; bakışı kendine yöneltemezse bu karmakarışık alanlar arasında kaybolur gider. erir. hastalanır. ölür.
"normal bir kurgudur"
normal, sürekli maruz kaldığımız pratiklerle örülü sahte bir toplumsal uzlaşıdan ibarettir. dışına çıkıldığı anda bir yerlere kapatıldığımız bu uzlaşı, sanıldığı kadar "ulvi" ve "mutlak" olmadığı için tarihseldir. tarih aslında bu normali kıran devler üzerinde ilerleyen bir yüksek mahkeme gibidir. tarihi sırtlanıp ilerletenler toplumsal kurgudan kopmak mecburiyetindedir.
"metnin dışında hiçbir şey yoktur"
çağımızda bütün eşya ve hadiseler bağlamına göre anlamını kazanmaya başlar. "öz" yoktur. özü nesneye insan bağlamına göre kendisi dayatır. "öz" bu anlamda kırılgandır.
örnek: bir muzu müzeye koy. sonra otur ve izle. göreceksin: o gösterge muzluğundan tamamen soyutlanıp bambaşka bir "metin" haline dönüşmeye başlayacak. yorumlanacak. eleştirmenler tarafından okunacak, sonsuza kadar bambaşka zihinlerde bambaşka tedailerle yaşayacak. bu bir zenginlik mi? yoksa çamur deryası mı?
ölçü insandır "ölçüsü" bugün topyekun insanlığın geldiği düşünsel aşamayı özetlemek için kullanabileceğin güzel bir tanım olabilir.
-gerçeküstü patronlar-
maruz kalınan toplumsal kurguların arkasındaki devasa tarihsel gelenek karşısında birey çaresizdir. topyekun tarihsel akış içerisinde birey erir. artık patron piyasadır. piyasanın istediği her şey birey karşısında mutlak birer otoritedir. patron bellidir.
saygılar sunarım
devamını gör...

michel foucault

24 doğumlu fransız filozof. düşüncesi temelde iktidar ilişkilerinin tarihsel arka planı üzerine yükselir. temel derdini şimdi olanın tarihselliğini ortaya çıkararak gerçeği kırılganlaştırmak olarak açıklayan filozof postmodern anlayışın ilk ve en önemli temsilcisidir.
aslında kendisi tarihsel a priori üzerinde yoğunlaşıyor, bunu da soykütük yöntemiyle yapıyor. biraz açalım;
a priori deney öncesi demek yani kantçı anlamda biz aklımızda bir takım a priori kategorilerle dış dünyayı algılıyor, doğaya zihnimizi dayatarak onu büküyoruz. bu da bilginin oluşumunda özneyi etken, nesneyi edilgen kılıyor. kopernik devriminin düşüncedeki karşılığı da budur. zaman ve mekan olmadan algı olmaz, bu iki görü biçimi bizim a priori olarak doğaya dayattığımız zorunlu epistemik koşullardır. zaman ve mekan dışını tasavvur edemeyiz aklımızın yapısı gereği onları doğaya dayatırız, nedensellik gibi. foucault'un kullandığı tarihsel a priori ise epistemenin oluşumundaki tarihsel önkabulleri inceler. çağımızda episteme bize arkasına çok girift bir takım iktidar ilişkilerini alarak ulaşır, burada öze ulaşmak bu "soykütüğü" yöntemiyle mümkün olabilir. aslında çok çok özgün ve devrimci bir bakış açısı bu. ben neye itiraz edildiğini anlamıyorum ancak itirazların arkasında da modernist bir iyiniyet görüyorum ancak yersiz bir iyiniyet bu. yani olan ile olması gereken arasındaki ayrımı dahi egemen söylem(diskur) belirlerken, bir adam doğrudan biraz da kışkırtıcı bir tarzla bu döngüyü yine diskurla mücadele etmenin imkansız olduğunu söyleyecek kadar trajik bir önkabulle deniyor. bence içerikten ziyade bu yöntemin kendisi 20.yy'ın en özgün düşünsel atılımlarından biri. egemen söylem karşıtlarını da içinde eriterek kendisine mal etmeyi becerdiği için zaten mücadele o diskur içerisinden yapılamıyor. burada baudrillard'ın terör kavramına dikkat çekmek gerekiyor. çünkü onun da karamsar bir şekilde işaret ettiği üzere, gerçeğin sahtesi tarafından eritilerek artık taklidin dahi sahteye "imaj"a atıf yapar hale geldiği dünyada bu sürecin başlangıcındaki gerçeğe ulaşmak terörle mümkün olabilir mi? yani egemen söylem terörle kırılıp gerçeğe atıf mümkün hale gelebilir mi?
baudrillard'a göre hayır. çünkü kitle iletişim araçaları diskur'a yapılan her türlü saldırıyı "terörize" edip şeytanlaştırarak bunu yine egemen söylemin gücünü tahkim etmesi için kullanmaya başlar. trajedi de budur. zarar vermek isteyerek gerçeğin peşine düşerken sahteyi beslemek. bu kavramsal ve düşünsel olarak ölüme, absürte, hiçliğe ve mutlak bir yalnızlığa mahkum olan trajik öznenin fenomenler sahasında dahi hasret çektiği hakikatin yollarının kapandığının ilanıdır. bunu foucault bir takım mikro tarihsel incelemelerle yapıyor. küçük bir tarihsel gerçeği, çağı çözümlemek için kullanıyor. delilik-hapishane ve cinsellik gibi kavramların tarihsel a priorilerini ortaya çıkararak. trajik,devrimci ve avangard bir bakış açısı bu. nihayetinde de malumun ilamı denebilir ancak çağın hastalıklarını tespit etmek, tedavi için bir başlangıç nihayetinde. seviyoruz.
devamını gör...

normal sözlük yazarlarının karalama defteri

*yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var mı?
neler öğrenmişim?
kültür başta olmak üzere doğal olan üzerine kurulan her şey birer yapıntıdır. müzeler modern tapınaklar, totaliter iktidar alanlarıdır.
doğa ve insan arası çatışma dramatik olduğu kadar trajiktir de.
postmodernite bir sonuçtur. hayır sonuçtan fazlası, bir farkındalıktır. insan ürünü olan sahte yapıntılarla insanı yüzleştirir, büyük anlatıları yıkar, tanımdan kaçar, olguyu hiçler, yoruma sığınır.
herşeyin subjektif olduğu bir yerde anlam olmaz. kırık dökük bireylerin kurduğu küçük hesaplardan müteşekkil amaçlar insanın özüne içkindir. insan bunlar peşinde çürür, pörsür, küçülür. tüccar yaşamı yaşanmaya değecek bir hayat değildir.
konuşma böyle. anlamsız şeyler söyleme.
söylerim. ama bilirim, dilin matematiksel grameri dağınık-öngörülemez-kaotik olan doğayı, dünyayı ve varlığı tasvire muktedir değildir.
dünya insan arası trajik bir ilişki vardır. hatta ileri gideyim mi?
gitme.
gidicem. insan-insan arası dahi trajik bir ilişki vardır. tam anlamıyla ilişki imkansızdır.
kimse kimseyi anlayamaz. mış gibi yapar. bu da insanı hasta eder. sürekli mış gibi yapmak, rol yapmak sanıldığından daha trajik bir zorunluluktur.
büyük anlatılar yıkıldı, yüzyıllar boyu sahte kurgularla inşa edilen bütün modern kavramlar tarih sahnesinde sınıfta kaldı.
anlamlı tek bir şey söylemek dahi mümkün değildir.
olsun.
evini ara. anlamını ara. bütünlüğü ara. uğrunda yaşamak kadar ölmeyi de göze alabileceğin, duyusallıktan azade tinsel bir anlam ara.
selamını rüşvet değil diye almayanları aramayı bırak.
ha bu arada, leyla ile rastlaştım geçen. mecnun'u çoktan unutmuş. akp'li bir müteahhitle evlenmiş. çocuğunun sünnetine davet etti beni. ardından ekledi: "referans lazımsa numaramı vereyim"
yanakları kızarmış ve kilo almıştı. mecnundan söz açacak oldum bozuldu ve koşarak uzaklaştı.
*yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey yok.
for regards
devamını gör...

normal sözlük yazarlarının karalama defteri

25 yıl yaşadım. hukuk okudum, liseli bir ergenin tepkisel olarak yaptığı bir seçimdi. bölüm şu anda umrumda değil. ruhsatı 1-2 aya alacağım ve hala ne yapacağımı bilmiyorum. kendi hayatımı kendi ellerimle mahvettiğimi düşünür dövünürüm hala, geç büyüdüm biraz. hatrı sayılır güzellikte bir ömrüm olmadı, absürt çelişkiler-engeller-angaryalar arasında sıkışmışlık ve dağınıklık içinde stres dolu bir hayat. huzurla nefes aldığım günler sayılıdır.
çok sonradan farkına vardığım şey ise huzurlu hissettiğim her anın hep bazı katı gerçeklere sırtımı döndüğümde gerçekleşmesiydi. küçümsemeyin, çünkü bu gerçekleri yadsıma meselesi melankolik ve genel olarak depresif bir ruh haline sahip insanlar için paha biçilmez bir psikolojik terapidir. ya da kişisel gelişimci gibi konuşmayı bırakıp şöyle söyleyelim bu çarpıtmanın kendisi bir köle ahlakıdır.
ben, 2 senelik inişli-çıkışlı karşılıklı olarak da çeşitli fedakarlıklarla geçen ilişkimde hiç ummadığım bir anda aldatıldım.
zor bir hazım sürecinden sonra -buraya üç harfle hemencecik yazılan zor kelimesi çok fazla şey taşımaktadır- karşımdaki kişiye kendi zihnimdeki ideal insanı giydirdiğimi, bunun ilişki içerisindeyken karşı tarafı gerçekten tanımayı imkansızlaştırdığını, sürecin benim için kör ve mutlu olarak geçtiğini gördüm. ilişki içerisindeyken görmezden geldiğim veya yüzleşmediğim bir çok şeyi işin dışına çıkıp rasyonel bir şekilde düşündüğümde karşımdaki kişinin karakterine ve mizacına dair onlarca ipucuyla yüzleşmediğimi ve onları görmezden geldiğimi farkettim. manipüle olmuştum ancak bunun farkına, manipüle olduğum sürecin dışına çıkmadan varamazdım. burada sorun ilk baştaydı, yani manipüle olmanın kendisiydi sorun. hatta en son aldatılmama bu kadar şaşırmama şaşırır bir halde buldum kendimi.
bu bireysel ve insan-insana edinilen tecrübeler bir çok teorik aydınlanmadan güçlüdür. doğrudan öznesinin siz olduğu bir süreç sonu gelinen duygu durum değişimlerine kitaplarla gelinmez. bunu eskiler hakk-ul-yakîn/ ayn-ül-yakîn/ilm-ül-yakîn diye ayırmışlar.
bu ayrım kısaca şunu ifade eder; size denizde yüzmenin nasıl olduğunu anlatırım ve yüzmek hakkında bir takım teorik bilgilere sahip olursunuz, sonrasında gelir yüzen insanları kendiniz izler ve bilginizi güçlendirirsiniz. ancak hakk-ul yakin olmak için o denize girmeniz şarttır. girmezseniz, suyun teninize değmesinin nasıl bir şey olduğunu hiçbir zaman öğrenemezsiniz. yani gerçek anlamıyla yüzmek nedir bunu bilmek için teorilerle yetinemezsiniz. bundan dolayı insanı asıl dönüştüren şey tecrübeleridir, düşünceler sonradan gelir.
kişi yapıp ettiklerinin çoğunu düşünceleri ile değil, duyguları -veya buraya güdüleri de yazabilirdim aynı şey- ile yapar. ki bilindiği gibi 2500 senedir sanılanın aksine insan irrasyonel bir varlıktır. bu gerçeklerin farkında olduğum için saç-baş yolmadım tabiki. ilk başta kendime kızsam da bunun yersiz olduğunu anlamam için insan doğası üzerine biraz kafa yormam yeterli oldu. çünkü kadın-erkek ilişkilerinde belirleyici olan şey güdüler ve duygulardır. karşı cins işin içine girdiğinde denklemde hep fazladan bir bilinmeyen daha olur. bu tür doğal güdülerin ve duyguların işlerlik kazandığı her türlü ilişkide akıl karardığı için kişi manipüle olmaya açık hale gelir. gördüğünüz gibi çok zor bir denklem değil bu. tabiki denklem dıştan bakarken zor değil, ilişkinin içindeyken denklemi dahi göremezsiniz ki bir de çözeceksiniz. imkansızdır. tüm bunlardan dolayı da; süreç sonunda "bunların nasıl farkına varamadım", "ne salakmışım" tarzı gereksiz yakınmaların hiçbir anlamı yoktur. çünkü ilişki içerisinde iken burada anlattığım gibi teorik ve rasyonel süreçler yoktur. benim birçok şeyi gözardı etmem bilinçli olarak yaptığım bir şey değildi. orada schopenhaur'ın "irade" dediği ve kör bir bilinci oturttuğu güç hakimdi. aklı kapatan duygu durumlarının içerisindeyken hiçbir zaman rasyonel olarak kendinizi çözümleyemezsiniz. o yüzdendir ki vaizler her zaman felsefecileri yenerler. duyguya oynayan her zaman kazanır. kimse heidegger'in teorik-soyut-anlaşılmaz dilini cübbeli ahmet hoca'nın esprilerine tercih etmez. çünkü insan esas itibariyle doğal bir varlıktır ve onu bükerek-çarpıtarak yani düşünerek kültürü inşa etmiştir. bu sahte yapıntılar içinde insan sadece duygulara-inançlara ihtiyaç duyar. hiçbir zaman "düşünce" bir ihtiyaç olmamıştır. çünkü düşünce yalnızlaştırır, belirli ortak gelenek-inanç ve duygulara dayalı olarak oluşan toplum, bunların tümünü düşünerek yadsıyan tek başına bir adamdan doğal olarak nefret edecektir.
aciz bir varlık olan insanın aklının kusurlu yapısı rasyonel olarak çalışmaz. hayatta kalmak için ötelerden gelen bir anlama- amaca ihtiyacı vardır. bu amacın etrafında kümelenenler işbirliği içinde yaşayabilir, düzen kurabilir, gelenekler icat edebilir ve birbirlerine güvenebilirler. bu sahteliklerin kurulmasının yegane amacı budur. hayatta kalmak için doğayı gerek teorik gerekse pratik bunca çarpıtmaya karşın gerçekliğin kendisi dolaysız olarak romantize edilecek veya anlamlandırabilecek bir şey değildir. gerçeği çarpıtmanın benim yaşadıklarım gibi ağır bedelleri vardır, ilk başta düşünmek yalnızlaştırsa da, kişi kendi hayatının öznesi olmayı ve nasıl olduğunu bilmediğimiz ve fırlatıldığımız bu varoluşu en gerçekçi kavrayışı düşünerek kazanır.
insan bilmediği şeye arzu duyamaz. hiç somon füme yemeyen birinin canı balık çekemez. düşünmek de böyledir, düşünmenin ve sağduyuyu yıkmanın hazzı onu tatmadan, başlangıçta birçok bedeli göze alarak yola çıkıp düşünmeden bilinemez. gerçeği olana indirgeyen ve kavramı tanımayan hiçkimse kendi hayatının öznesi olamaz. edilgenleşir ve içinde bulunduğu popülist akışın müşterisi olarak kalır. müşteri olarak kalmak bütün içerisinde birey olarak erimek demektir ve bu anlamsız ve yaşanmaya değmeyen bir varoluş tecrübesidir. neyi niçin yaptığını düşünsel olarak temellendiren kişi, önceden ona verili ve kurulmuş hiçbir hakikati ve kültürü kabullenmediği kendi ahlakını ve dünya görüşünü kendisi düşünerek inşa ettiği için "kendisi için varlık" olabilir. bütün bunlardan dolayı düşünmek ilk başta yıkıcı bir faaliyettir ve yıkmak gerçek anlamda özne olmanın tek şartıdır. işte bu tecrübe gerçekle temas etme şansını doğurur.
dil, görüntü veya yazı ile kurulan anlatıların hepsi gerçeği, öyle veya böyle indirger, gerçeği kendisi imal eder ve bu sahtedir. çoğu psikolojik-sosyolojik krizin de muhtemel sebepleri bu anlatıların gereğinden fazla topluma mal olması ve gerçekle ilişkinin imal edilmiş-üretilmiş şeyler üzerinden kurulmaya çalışılmasıdır. bu durum tüm topluma sirayet ettikçe hastalık da kolektif bir salgına dönüşmektedir. bu salgının dışında kalmak yukarıda dediğim düşünsel bir süreçle mümkündür.
bu süreçte edinilenlerin doğru-yanlış olması önemli değildir. önemli olan sağduyudan kaçınabilmek, yanlış da olsa öznenin ve kurucu ögenin insan olmasıdır. aristo'da yanıldı. biz bugün yerçekimini biliyoruz yani aristo'nun iddia ettiği gibi maddenin hareketinde bir erek yok, mesele kütleçekim. ama öyle güzel yanılmıştır ki aristo, o yanlışlardan bugün medeniyet dediğimiz şey doğmuştur.
leyla ile mecnun hiç yaşamadı. yaşadılarsa bile leyla şu an akp'li bir müteahhitle evli. rant konuşulan yemeklerde eşinin yanında gururla boy gösteriyor, instagrama yeni boyattığı evini atıp çevresine nispet yapıyor. lost dizisindeki gibi bir ada yok. hiçbir zaman da olmadı. insanlık hiçbir zaman doğa kanunlarının öyle veya böyle kesintiye uğradığına şahit olmadı. zamanda yolculuk diye bir şey yok. şehir ve medeniyet dediğimiz şeyin temelleri savaş ve sömürüye dayalı. hayat koca bir lars von trier filmi gibi. hiçbir zaman adil bir dünya kurmak mümkün olmadı. ötelerden insanlığa haber getiren, uçan kaçan herkes sahtekar, deli veya hasta. bilimin katı yasaları ve felsefenin teorik kavramlarıyla kurulu bir kültür ve medeniyet var. ve bu medeniyet tamamen sahte. doğal değil, ancak çok güzel. insan ne kadar çarpıtmaya ihtiyaç duysa da gerçek, hiçbir zaman bizim içimizdeki çocuğu, sevgi kelebeğini, filmlerde etkilendiğimiz hikayeleri onaylamayacak. gerçek tüm ihtişamıyla ortada. tek otorite doğa. öyleki onunla veya ona rağmen her şeyi kuruyor ve yapıyoruz.
insan olmanın en temel şartı özgürlüktür. kölelik kalkalı 150 sene oluyor daha. biz insanlık tarihinin çok çok ilkel bir aşamasındayız. bundan böyle her şey hızla gelişecek, değişecek ve mekanize olacak. bu kulağa hoş gelmiyor, ancak böyle. tüm bunlara rağmen bir şekilde evimizi arıyoruz. bir anlam olsun, varlığımız anlam kazansın istiyoruz. otorite ve büyük anlatılar uyduruyoruz. en temel insani ihtiyacımız ironik bir şekilde özgürlüğü devrecek bir otorite bulmak. ama yok. hala arıyoruz.
devamı gelecek.
devamını gör...
devamı...

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim