yine bol ödüllü deniz seviyesi'nin de yönetmeni nisan dağ'ın kaleme alıp yönettiği yeni filmi.
adana film festival'inden en iyi yönetmen ve en iyi senaryo dahil tam 6 ödülle dönen filmin başrollerindeyse hayal köseoğlu ve eren çiğdem var.
şehrin arka sokakları ve hiphop alt kültürü zemini üzerinde sapasağlam duran film, müziğin içinde ve yanında alevlenen bir aşk hikayesini anlatıyor.
devamını gör...

80li yılların ortalarında çizer jamie hewlett ve yazar alan martin ortaklığıyla yaratılmış çizgi roman evreninden aynı adla uyarlamış, 1995 yapımı, yönetmenliğini rachel talalay'ın, başrolleriniyse lori patty, naomi watts ve ice-t'nin üstlendiği, post-apokaliptik film.

2023 yılında dünyaya çarpan bir meteor su kaynaklarının ve dolayısıyla tüm yaşamsal kaynakların neredeyse tükenmesine neden olur. dünyanın bu hali yetmiyor gibi başına bir de, az kalan su kaynaklarını ele geçirmeye çalışan bir "kötü adam" gelir.
rachel talalay'ın uyarladığı bu çizgi roman evreninin çekimleri avustralya'da gerçekleştirilir. bu ön hikaye kurgusu dönemin çok benzer post-apokaliptik film serisi yine avustralyalı bir yapım olan mad max'le benzerlikler gösterir.
her iki filmi de detaylı izlemiş sevmiş olanlar fark etmiştir, 25 yıl sonra yapılmış mad max fury road filmindeki furiosa karakteriyle de tank girl'e selam çakıldığını gösteren çok fazla an bulunabilir filmde.
tank girl filmi, eleştirmenler ve çizgi romanın yaratıcıları tarafından başarısız bir uyarlama olarak görülse de benim kişisel tarihimde önemli yere sahip. ingiliz punk anarşist bir hatunu amerikan aksanlı bir pop imajıyla giydirmişler gibi görünse de dönemin şartları düşünüldüğünde bağımsız olmayan ve düşük bütçeli bir film olarak değerlendirildiğinde hayli cesur olduğu görülecektir.
filmin müzikleriyse dönemin önemli rock hitlerini, önemli gruplarını içeriyor. esasında çok yönlü bir kültürel tarih sunması açısından kült diye anılsa yeridir, amma ve lakin ki öyle değildir.

tank girl cephesinden birkaç yıl önce gelen haberler çok çok iç açıcı yönde olsa da pandemi nedeniyle duraksama dönemi söz konusu.
margot robbie'nin yapımcılığını ve -umarım- başrolünü de üstleneceği yeni bir tank girl filmi bekleniyor. çekimler şimdilik askıya alınmış olsa da henüz iptal ibareli yeni bir haber gelmemiş olması oldukça ümit verici.
devamını gör...

richard curtis ve hugh grant ayrılmaz ikilisini hayatımıza kazandıran, 1994 yapımı, içinden gerçekten de 4 düğün ve 1 cenaze geçen, kült bir ingiliz romantik komedisi.
kimi eleştirmenlerce sinema tarihinin yapı taşlarından biri olduğu söylenen* film, çeşitli yaş aralıklarından bir grup ingiliz arkadaşın -ve özellikle içlerinden biri olan iflah olmaz romantik bir adamın- hayatından bir kesiti, farklı dönemlerde hep birlikte katıldıkları bu 5 önemli sosyal hadise üzerinden anlatır. biz fonda eğlenir gülerken charles ve diğerleri bir düğünden başka bir düğüne, düğünden cenazeye koşturup gerçek aşkı, romantizmi, yaşamı, birlikteliği, anı paylaşmayı hem arayıp hem de sorgulamaya devam ederler.

dünya sinema tarihine tüm zamanların en iyi gişe yapan ingiliz filmi olarak geçen yapımın yönetmen koltuğundaysa mike newell var. bütçesi hatrı sayılır düzeyde düşük olan filmin çekimleriyse sadece 35 gün sürmüş.
ilk izlediğimde -ki ne zamandı gerçekten hatırlamıyorum, ama çocuktum diyelim-, ve sonraki her izlediğimde de -ki sayısını hatırlamıyorum ama iki basamaklı sayılardan bahsettiğimiz aşikar- kamera arkasında sanki kazara bir araya gelmiş, eğlenirken zamanın nasıl geçtiğini anlamayan bir arkadaş grubu varmışcasına samimi bir diyalog içinde hissetmiştim kendimi. ingiliz kültürü ve hugh grant seviciliğimin bu hissiyat üstünde etkisi büyük olsa da filmin, uyuya kaldıkları için 13 kez f*ck diyen karakterlerle açılıyor olması da önemli bir yere sahip bu hayranlığımda. her izlediğimde yeniden kahkaha atarak giriyorum filme.
hugh grant'i o zamana kadar yine richard curtis'le birlikte çalıştığı notting hill ve love actually'de izlemiş sevmişliğim de vardı. her nedense ikilinin en kült ve ilk filmi -ve bence en iyisi- olan four weddings and a funeral hayatıma girmekte gecikmiş.

pek çokları hugh grant'in sonraki filmlerinde de hep aynı adamı oynadığını söyler.* fakat "o adam"a olan sevgim bu konuda objektif davranmamı ve hugh grant'a kötü oyuncu dememi engelliyor okur ne yalan söyliyeyim. notting hill'in yönetmeni roger michell'de verdiği bir röportajında bu tuhaf sinematografik ilişkiden bahsederken "richard'ın yazdıklarını en iyi oynayan hugh, hugh'u da en iyi yazan richard" diye bahsetmiş. adam haklı! göz var izan var.
devamını gör...

gezi kitapları sattığı küçük dükkanında sade bir hayat süren ingiliz kitapçı ve onun büyük hayranlık duyduğu dünyaca ünlü hollywood yıldızının londra'da portakal suyundan bir kazayla tanışıp aşık olmasını konu alan kült bir ingiliz romantik komedisi. kült romantik komedilerin yazarı richard curtis'in yazdığı ve roger michell'in yönettiği, başrollerini de julia roberts ve hugh grant'in paylaştığı filmin müzikleri ayrıca bir şölen tadında.
devamını gör...

ingilizlerin sözde nefret ettikleri ve her noel zamanı gizli gizli izlediği, richard curtis'in yazıp yönettiği, müzikleriyle de mutluluk yaratan, 2003 yapımı, kült bir romantik komedi christmas filmi.
devamını gör...

jack barth ve richard curtis'in birlikte yazdığı 2019 yapımı danny boyle filmi. himesh patel ve lily james'in başrollerini paylaştığı film, beatles'ın unutulduğu küresel bir hafıza kaybını ve onları da şarkılarını da hatırlayan bir müzisyenin bu yoklukla nasıl baş ettiğini romantik komedi bir dille anlatıyor. şahsen, kendi yellow submarine'ine özlem duyan, beatles'ın olmadığı bir dünya dendiğinde dehşetten eli ayağı birbirine giren benim bile güle güle izlediği bu olaylar zinciri ve ambiyans görülmeye değer. açın açın huzurla dinleyin izleyin derim.

the beatles efsanesinden türetilebilecek malzeme hiç biter mi bilemiyorum*, fakat yarattıkları evren üzerine kurulan hiçbir iskelet eğreti durmadı bu güne kadar, o adamların omuzları üzerinde yükselen hiçbir yapı üzerimize çökmedi. bu tesadüf değil belli ki, yüz yılın en sağlam yaratıcılarıydılar, bıraktıkları çöp bile yeni evrenler yaratabilecek kadar reaktif bir etkiye sahip. çok çok çok şanslı hissediyorum. gerçekten ya var olmasalardı?
devamını gör...

azra kohen'in roman üçlemesi fi pi çi'den uyarlama olarak tasarlanan, fakat sonradan bu romanlardaki derinliği sürdüremeyerek azalarak biten dizi.
altıncı bölümden sonrasında karşımıza çıkan kurgusal ve teknik hatalar, karakter davranışlarındaki yüzeysel tutarsızlıklar bana şunu hissettirdi. edebi değerini tartışmaya açık bulmakla birlikte, bu güzelim hikayeyi en çok eleştirdiği şeye kurban etmişler, "televizyon" uğruna harcamışlar adeta. keşke yapmasalardı, bu kadar bağlamından koparmasalardı.
ben diziyi yayınlandığı dönem izlerken altıncı bölümde zirvede bırakmıştım. bu hafta kendimi zorlayıp tamamladım. serenay sarıkaya'ya olan sevgimden caymadım ama serenay sarıkaya zehirlenmesi yaşıyor olabilirim.*
devamını gör...

başrollerini jane birkin, mathieu demy ve charlotte gainsbourg'un paylaştığı, aile ve anne-kız ilişkisinde rol değişimi üzerine provokatif bir dille kurgulanmış naif bir aşk hikayesi anlatan, 1988 yapımı, muhteşem agnes varda filmi.
devamını gör...

iki otoban polisinin maceralarını ve suçlularla kovalamacalarını konu alan, ilk kez 96 yılında yayınlanmaya başlanmış, ilk birkaç sezonu ülkemizde de gösterilmiş olan alman polisiye aksiyon dizisi.
devamını gör...

sir arthur conan doyle'ın roman karakteri antikahraman danışman dedektif sherlock holmes'ün maceralarını günümüze uyarlayarak anlatan, başrollerini benedict cumberbatch ve martin freeman'ın üstlendiği efsanevi bbc dizisi. sevenleri varsa doctor who'dan da aşina olduğumuz ikili mark gatiss ve steven moffat'ın yaratıcı yazarlığını yaptığı 4 sezonluk dizinin 15 bölümü de ayrı ayrı birer film tadında izlenebilir cinsten.
yayınlanmaya başladığı günden itibaren hem edebiyat hem de film otoritelerinden övgüler toplayan yapımın bafta, batca ve emmys başta olmak üzere pek çok platformdan ödülü de bulunuyor.

gelelim benim obsesyonuma...

yıl 2013. gezi direnişini bırakıp, çocukluk hayallerimi süsleyen kente, londra'ya dilimi daha da geliştirmek ve köylü kurnazlığı yapıp sertifikamı ingiltere'den alarak meziyetimi parlatmak için birkaç ay süren bir eğitim tatiline gittim. aklım istanbul'da. arkadaşlarım, ailem, herkes devrimin orta yerindeyken ben londra'ya fink atmaya gidiyorum. çok ayıptı ama olsundu, bu seyahat aylar öncesinden planlanmış okula bir sürü para sayılmıştı, biletler alınmıştı. çocukluğu boyunca devrim hayalleri kurmuş bir genç kadın olarak, uykusuz gecelerimi ve devrimi kendi akışına bırakıp, kulağımda babamın sesinden nazım şiirleriyle bir diğer çocukluk hayalime yol almalı, kendimi gerçekleştirmek için yeni ve sağlam adımlar atmaya başlamalıydım.
en büyük idealim, tek tutkum aktörlükten vazgeçmiştim, kendime bir ödül ve zaman verip yeni planlar yapmalı ve adımın öğüdüne uyup biraz akışına bırakmalıydım. tek başıma kalıp düşünecek bol bol vaktim, yürüye yürüye sokaklarında kaybolacağım yeni bir şehrim olacaktı. gittim.
gittim ve aşık oldum. aaah benjamin!*
benjamin tam bir sherlock obsesifiydi. ingilizce yazmayı denediğim hikayelerime esans olsun diye minik hafıza oyunları kurgulardı. hepsinin izlemediğimi bildiği sherlock dizisinden alıntılar içerdiğini ben çok sonra keşfettim tabii. ısrarla izlememi önerirdi. o da, aynı zamanda yazdıklarımı büyük zevkle okuyan hocam john da... ama ben popüler kültüre karşı önyargılı biri olduğum için -miko bilir- hep ötelerdim. benjamin bir dur allasen, şimdi şu ara çok meşhur, her yerde maruz kalıyorum, büyüsü yok, beklentim tavan, yapamam, bu dev beklentiyle izleyemem hayal kırıklığı olur...vesaire... o güne kadar sherlock holmes okumamış ve sevmeyen biri değildim, hatta aksine detaycılığımı ve bulmaca ve oyun seviciliğimi sorgulamama sebep olmuştu ergenliğimde okuduğum hikayeler. iştahla beklentimin yükselmesi de ondandı belki.
izletemedi. izlemedim. iyi ki izlememişim. zaten londra'da geçireceğim dişimin kovuğuna yetmeyen vaktimi topyekün bu diziye vakfetme tehlikesinden kurtarmışım kendimi. aferin bana alkış! azıcık vaktimi brixton'daki odama kapanıp dizi izleyerek harcayamazdım. onun yerine çılgınlar gibi eğlendim, çılgınlar gibi yolumu kaybedip kaybedip kendimi ve bulmak istediğim her şeyi uzun uğraşlarla yürüye yürüye buldum. peter pan'in evi, alice'in evi... ve daha neler neler ama o kısım başka başlığın yazısı olsun.

londra'dan döndüğümde yağmurlar başlamış, hava soğumuş, gezi'de olaylar bir nebze durulmuş, hatrı sayılır bir kalabalık eve dönmüştü. ben ne kadar parkta olmak istesem de annem kalorifer borularına kelepçeliyordu beni gitmeyeyim diye. ilk bir iki hafta adaptasyon süreciyle geçti, pek bir şey anlamadım. sonra yoksunluk başladı. her sabah uykuyla uyanıklık arasında londra'daki odamda olduğum hissiyle geriniyor ve hemen sonraki an gözümü açar açmaz kendi odamda buluyordum kendimi. bu ikiliğin beni ve sabahlarımı sürüklediği hezeyanı, yeni gerinmiş kaslarımın her sabah yaşadığı farkındalık ve hayal kırıklığıyla kasım kasım yeniden kasılışını, o anı kelimelerle anlatamam okur, anlatamam!
bu yoksunluğu gidermek için john'a benjamin'e londra çingenesi selin'e bir dolu mailler attım. selin ve john cevap veriyordu, benjamin'dense ses soluk yok. bir de aşk acısı bindi mi üstüme, buyrun cenaze namazına. beni köyüm*ün yağmurlarında yıkasınlaaar yıkasınlar!
açtım ve sherlock izlemeye başladım. sherlock'un londrası kazan ben ve benjamin kepçe. bizim karakterleri olduğumuz maladaptive daydreaming episodelarına sürüklendim bir aralık. sonra benjamini öldürdüm hayalimde, selin geldi aramıza 221b'ye yerleşti o da falan... bir dizi bir insanın içindeki her yaraya nasıl tuz basabilir bilemiyorum, belki benim iyileşmek arzum öyle buyurdu ve olaylar gelişti.

izledikçe çekildim, çekildikçe izledim. epi topu 6 bölüm vardı elimde, ezberledim. aylarca izlediğim başka şeylerin arasına birer yarımşar bölüm sıkıştırıp tekrar tekrar izledim, vizeye finale çalışırken fonda sesi aksın diye açtım bölümleri dinledim, o dönem bbc yayını vardı kabloluda, ara ara evde yalnızken ses olsun diye açardım kulağımı meşgul etsin pratik olsun diye. saçma sapan bir zamanda sherlock'a denk gelince işi gücü bırakır ekrana kilitlenirdim. laptopta basıp oynattığım versiyondan farkı ne bilmiyorum ama hissi şöyle tanımlayabilirim. çok sevdiğiniz şarkı el altında yüklü duran bir playlistten çaldığında rutin bir hava olur ama radyoda zamansız rastlaştığınızda şarkı rüzgar gibi esip geçer ya içinizden, işte tv yayınında denk geldiğim sherlock bölümü de aynı hissi yaratıyordu bende. derken yeni bölümler gelmeye başladı. twitter'da dev bir fan grubu vardı, kısa sürede aralarına katıldım. aynı andalık sihirli bir his gerçekten, pek eğleniyorduk. ben benjamini unuttum, kahve makinası adamı'na aşık oldum falan... dizi bitti, 7 yılda 15 bölüm dizi çekip dünyaca ünlü yaptılar, boşa sevmiyorum ingilizleri gerçekten.
yıllara yayılan tek tük bölümlü sezonlar geçerken benim de hayatımda neler oldu neler bitti neler geçti kişisel tarihimden. birileri çıkıp bir pandemi olacağını söyleseydi "diziyi mark gatiss mi yazdı?" der gülerdim. çok iyi fikir! maaaark beybiliboy! bir kenara yaz bunu istersen!

şimdi o sıklıkta olmasa da diziyi açar açar izlerim. bende yarattığı iyilik halini hala açıklamakta güçlük çeksem de bu diziyi hayatıma soktuğu için benjamin'e teşekkürü borç bilirim. ne çok andım, kulakları çınlasın, ben ona bünyamin der dalga geçerdim.
böyleyken böyle. hadi aç izle okur. afiyet olsun.
devamını gör...

neil cross'un yaratıcı yazarlığını, idris elba ve ruth wilson'ın başrollerini üstlendiği ingiliz polisiye ve psikoloji-suç dizisi. kendi içinde yaşadığı çeşitli politik ve psikolojik çatışmalar nedeniyle adalet dağıtmakta ve işini yapmakta zorlanan antikahraman bir polis dedektifinin hem özel hayatı hem de kariyerinde karşılaştığı zorlukları türlü akıl oyunlarıyla süsleyip sürükleyici bir kurguyla izleyene sunuyor. bir massive attack şarkısı paradise circus'un jenerik olduğu dizinin müzikleriyse hikayeye hizmet ettiği kadar kulak zevkine de epey hitap ediyor.
ben daha ne kadar öveyim okur?
devamını gör...

bireyin içinden geçen ve içinden geçtiği tüm varoluşsal krizleri ve kendini gerçekleştirme sancılarını gülünç metaforlar üzerinden anlatan, terapide kendimi izlermişcesine kanepenin köşesine kısılıp sürece teslim olarak defalarca izlediğim, izlemelere doyamadığım netflix bilimkurgusu, uzun film gibi de bir oturuşta izlenebilen mini dizi.
ikinci sezonun çekimlerine geçtiğimiz mart başlandığı haberini okuyup, güncel çekim fotoğraflarını gözlerimle görünce pek sevindim.
devamını gör...

joachim trier'in daha açılış sahnesinde bize yavaş ve temkinli yaklaştığı, daha ilk andan hem kendisinin hem de bizim 116 dakika boyunca ince bir buz tabakası üstünde yürüyeceğimizi söylediği baş yapıt gibi filmi. norveç'in sessiz sakin, beyaz ve huzurlu ama bir o kadar da vahşi ve yeşil soğuk doğası fonda akarken, genç bir kadının kendiyle ve dünyayla tanışıp dönüşmesini anlatan filmin müzikleriyse yine bir güzel norveçli ola fløttum'a ait.
devamını gör...

rıfat ılgaz'ın türk eğitim sistemini eleştirmek için kaleme aldığı, ertem eğilmez tarafından sinemaya uyarlanan hababam sınıfı serisinin 1981 tarihli altıncı ve son filmi.
devamını gör...

rıfat ılgaz'ın türk eğitim sistemini eleştirmek için kaleme aldığı, ertem eğilmez tarafından sinemaya uyarlanan hababam sınıfı serisinin 1978 tarihli beşinci filmi.
devamını gör...

rıfat ılgaz'ın türk eğitim sistemini eleştirmek üzere kaleme aldığı, ertem eğilmez'inse sinemaya uyarladığı hababam sınıfı serisinin 1978 yapımı dördüncü filmi.
devamını gör...

rıfat ılgaz'ın türk eğitim sistemini eleştirmek üzere kaleme aldığı hababam sınıfı serisinin 1987 tarihli dördüncü ve son kitabı.
devamını gör...

rıfat ılgaz'ın türk eğitim sistemini eleştirmek üzere kaleme aldığı hababam sınıfı serisinin 1972 tarihli dördüncü kitabı ve ertem eğilmez tarafından sinemaya uyarlanan serinin 1977 yapımı üçüncü filmi.
devamını gör...

rıfat ılgaz'ın türk eğitim sistemini eleştirmek üzere kaleme aldığı hababam sınıfı serisinin üçüncü kitabı, aynı zamanda ertem eğilmez tarafından sinemaya uyarlanan serinin de ikinci filmi.
devamını gör...

her bir bölümü vampir edebiyatına dair yeni bir rafmışcasına bilgi sağlayan kütüphane gibi dizi. giles karakteri de aslında bence dizinin kendisi olan kütüphanenin kütüphanecisi ve edebiyat öğretmeni, buffy'nin de yokluğunu büyük ölçüde çektiği baba figürü olarak dizinin merkezindedir benim için.
devamını gör...

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim