frannyglass yazar profili

frannyglass kapak fotoğrafı
frannyglass profil fotoğrafı
rozet
karma: 757 tanım: 15 başlık: 3 takipçi: 35

son tanımları


sokak köpeği

sokak köpeği tartışmaları ile şunu çok net anladım ki insanlar asla birbirlerini dinlemiyor, anlamıyorlar. hayvanseverlerin, köpeklerin sokaklarda yaşamalarını istediklerini düşünüyolar. gerçekten hayvanları seven insanlar, onların, açlıkla, soğukla, tecavüzle karşı karşıya kaldıkları, tehlikelerle dolu sokaklarda yaşamalarını istemiyor zaten. ama barınakların çoğunun durumu o kadar kötü ki. resmen eziyet ediliyor hayvanlara. eğer bilseler ki oralarda bir canlıya yakışır şekilde yaşayacaklar, mualeme görecekler neden istemesinler ki?

yanlış anlaşılan en önemli nokta da sanki o küçücük yavrunun veya zarar gören diğer insanların başına gelenlere üzülmediklerinin, umurunda olmadıklarının düşünülmesi. böyle bir şey olabilir mi? içlerinde gerçek anlamda iyilik olan her insan, tüm canlıların zarar görmeden, iyi koşullarda yaşamasını ister ve bunu savunur. aksini düşünmek kötü niyettir.

bir de derdini başkalarına hakaret etmeden, aşağılamadan, küfür etmeden anlatamayanlar var. çoğunlukla köpektapar, ittapar gibi kelimeler kullanıyolar. onların istedikleri çözüm değil, canlılara duydukları nefret ve öfke. onların çocuklukları ile ilgili bambaşka sorunları veya travmaları olduğunu düşünüyorum.
devamını gör...

gerekirse simit yiyeceğiz bu günleri atlatacağız

hülya avşar, tipik bir türk insanıdır daha doğrusu tipik deyince aklımıza gelen ilk kesime ait türk insanıdır. her konuyu bilir ama uzmanlık derecesinde bilir! her konuda yorum yapma yetkisine sahiptir. yeteneği kısıtlı olsa da sanki varmış gibi lanse eder ve gerçekten yeteneği olanların çok çok üstünde bir noktaya gelmiştir. kendisini çok akıllı sanır, görülmeyeni görür, olayların arkasını, bilinmeyeni bilir. çok da şaşırmamak, sinirlenmemek lazım yaptığı yorumlara o yüzden.
devamını gör...

çernobil turu

eylül 2019'da katıldığım tur. hep aklımdaydı ancak (bkz: chernobyl) dizisini izledikten sonra kesin karar verdim. tabii çok çekincelerim vardı, sonuçta hala radyasyonlu bir bölge, sağlığa zarar verebilme olasılığı çok yüksek.

tüm bu tereddütlerime rağmen get your guide sitesinden 1 günlük grup turlardan satın aldım. 3 günlük olan turlar da var ancak kalmaya hiç gerek yok bence. turlar genelde 100 dolar civarında. tabii o zamanlar dolar 5,5 tl'ydi. sanki çok uzun zamandan bahsediyormuşum gibi oldu ama sadece 2 sene öncesi, neyse...

çernobil'e bireysel olarak gidermiyorsunuz çünkü o bölgeye girebilmek için izinler alınması gerekiyor ve sadece tur şirketleri alabiliyor o izinleri. bölgeye girerken de askerler, belgeleri ve pasaportları kontrol ediyorlar, sıkı bir denetim var.

kıyafetlerle ilgili dikkat edilmesi gereken hususlar var hatta tur içeriklerinde de yazıyor; uzun kollu üst giyilmesi ve bacakların da tamamen kapalı olması gerekiyor. ayakkabı olarak da kapalı, kalın tabanlı sneakers ya da bot giymek gerekli. ayakkabıda kalın taban istenmesinin radyasyon dışında bir sebebi var; pripyat terk edilmiş bir bölge ve çok fazla cam kırığı ya da parçalar var. ayaklara batma olasılığı çok yüksek. ben, tur sonrasında ayakkabım da dahil tüm kıyafetlerimi çöpe attım. n'olur n'olmaz.

eğer isterseniz tur boyunca kullanabileceğiniz radyasyon seviyesini ölçen dosimeter kiralayabilirsiniz. radyasyon seviyesi, normalin üzerine çıktığında cihaz sürekli ötüyor. özellikle 4 no'lu reaktöre yani patlayan reaktöre yaklaştığımızda cihazlar deli gibi ötmeye başladı. bu kısım sinir bozucuydu cidden. bir de şöyle bir bilgi öğrendim; radyasyon belirli bölgelerde toplanabiliyor. yani durduğunuz yerde cihazı toprağa yaklaştırdığınızda 0.0020 iken, 2 adım atınca 0.00050 olabiliyor. (radyasyon ölçü birimi sievert) ya da bazı nesnelerde daha fazla olabiliyor. ama en çok topraklı bölgelerdeymiş.

tur kapsamında pripyat şehrini ziyaret ediyorsunuz. çok üzücü manzaralar var. yarım kalmış hayatlar ne demek anlayabiliyorsunuz şehirde. her şey terk edilmiş, yarım bırakılmış. kasvetli ve hüzünlü.
bir binaya ve eve girme şansımız oldu; neredeyse yıkılmış, dökülmüş bir odada tuşları kırık, çürümüş bir piyano vardı. en çok etkileyen manzaralardan biriydi.

turu alırken öğlen yemeği seçeneği olan turu almanızı tavsiye ederim. hala işleyen bir merkez var ve sanki orada çalışıyormuş da öğlen yemeği yiyormuşsunuz, sovyet zamanında yaşayan bir vatandaşmışsınız gibi garip bir his veriyor. sanırım ortamın, tabak, bardak ve çatalların 80'lerden kalmasından dolayı.

çok ilginç bir deneyimdi. tereddütlerim olsa da iyi ki katılmışım, gidip görmüşüm diyorum. (ve tabii iyi ki dolar 5 tl'yken gidebilmişim)
devamını gör...

sevgilin ya da eşin tarafından aldatılsan affeder misin sorunsalı

yapılan bir araştırma sonucunu okumuştum, tam rakamları hatırlayamıyorum ama şöyle bir şeydi;

ınsanlara "aldatılırsanız affeder misiniz?" diye soruyorlar ve %80'e yakın "affetmem" cevabını veriyor. ama gerçekten aldatılanların ise sadece %30'u affetmiyor.

bir durumu, başımıza gelmeden yorumlamak kolay olandır her zaman. hiçkimsenin nasıl geçmiş deneyimler yaşadığını, hangi duygulardan yoksun olduğunu veya zaafı olduğunu bilemeyiz. aynı şekilde kendimizi bile tahmin edemeyiz.

ayrıca şöyle bir konu da var; aldatılmak başka, ayrılmak bambaşka bir sorun. ıkisi birbirinden farklı acılar ve herkes, ikisini birden kaldırabilecek güce sahip değil. bunu yargılamak anlamında söylemiyorum, bir gerçek olarak var. aldatılırsınız, ihanetin acısı zaten çok büyüktür, kalbiniz kırılır ama yine de onsuz bu süreci atlatmak istemezsiniz. bir de üstüne ayrılık acısına katlanacak gücü bulamayabilirsiniz çünkü büyük ihtimalle hala çok seviyorsunuzdur.
tüm bunlar çok doğal ve çok insanca. o yüzden hayatta hiçbir zaman hiçbir şey için keskin yargılar verilmemeli. hele ki hiç başınıza gelmeyen durumlar için.
devamını gör...

bisküviyi çaya batırıp yemek

food factory programının mcvitie's digestive bisküvi fabrikası bölümünde, bisküviyi çaya banarak ve banmadan yemek arasındaki tat farkı araştırmalarından bahsettiler. -evet bunun için araştırma yapmışlar- nottingham üniversitesinde, burundaki havayı binlerce parçacığa ayırabilen bir robot sayesinde "en iyi tadı bisküviyi çaya banarak mı yoksa banmadan mı alıyoruz?" sorusunun cevabını veriyorlar.

denek, her iki durumdaki bisküviyi yerken burnuna robotun bir parçası yerleştiriliyor. robot, her iki durumda alınan tat oranını raporluyor.
araştırmanın sonucunda; bisküviyi çaya bandığımızda daha fazla tat aldığımız ortaya çıktı. bisküvinin tadında bir değişiklik olmuyormuş sadece aroması çok daha hızlı ve daha fazla yayılıyormuş.

bir de çaya banma ve bardaktan ağıza dağılmadan götürmek için en ideal süreyi belirleseler işte o zaman bu araştırma tam anlamıyla sonuçlanır diyebiliriz.
devamını gör...

güne bir gastronomi bilgisi bırak

bu bilgiyi yemek kursunda öğrenmiştim, her sos için geçerli mi bilmiyorum baştan belirtmek isterim.

bir sos hazırlarken kesilirse (kesilmek, yağın emilmemesi, pürüzsüz değil, parça parça görünmesi) içine birkaç damla soğuk su atarsanız, sos kendine gelir, baştan yapmak zorunda kalmazsınız.
devamını gör...

mein ende dein anfang

iksv'nin çevrimiçi film gösterimlerinden "kino 2020: alman filmleri türkiye'de" gösterimi kapsamında yayınlanan film.

türkçe adı: "benim sonun senin başlangıcın".

2019 alman sinema yazarları derneği en iyi ilk film, en iyi senaryo 2020 riviera en iyi film 2019 biberacher izleyici ödülü 2019 lünen en iyi kadın oyuncu (saskia rosendahl) 2019 braunschweig alman-fransız gençlik ödülü 2019 ahrenshooper izleyici ödülü 2019 exground (wiesbaden) en iyi alman yapımı film ödüllerini almış.

bazen başlangıçlara sebep olması için sonların yaşanması gerektiğini ve sonla başlangıcın, başlangıçla sonun birbirleriyle bağlantısını vurguluyor. her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğu aslında hiçbir şeyin tesadüf olmadığı anlatılıyor.

filmin özeti şu diyalog bence;


-tesadüf.
-ben tesadüflere inanmam.
-neden?
-bilgi aktarımdaki eksiklik alt tarafı.
devamını gör...

charles aznavour

charles aznavour'u iksv'nin çevrimiçi gösterimlerinde yayınladığı "le regard de charles", "charles'ın bakışı" filmi ile tanıdım. bu film, (bkz: edith piaf) 'ın 1948 yılında charles aznavour'a kamera hediye etmesiyle ortaya çıkıyor aslında. her gittiği yere kamerasını da götürüyor ve hayatı boyunca çektiği tüm kayıtları da saklıyor. 2018 yılında marc di domenico'dan kayıtları filme çevirmesini istiyor.

charles aznavour hakkında türk düşmanı gibi yorumlar yapılıyor ancak bu kimliklerin dışında bir ozan, bir düşünür olarak izlemek, dinlemek gerek bence. odaklandığı kareler, onları yorumlayışı, algılayışı, fikirleri hayranlık uyandırıcı. özellikle 1950'li yılların newyork, paris, hong kong görüntüleri muhteşem.

ama en çok etkileyen sevdiği kadınlar hakkında söyledikleri oldu.

ikinci eşi evelyne plessis ile ayrılma noktasına geldiği dönemi şöyle ifade ediyor;


kamera elimdeyken, yolun sonunun şimdiki zamana dönüşmesini sonra da geride kalmasını hissediyorum.
seni, bu ufalanıp giden şimdide seviyorum. ama seni o gün sevmek, seni sevmelerin sonbaharı şimdiden.


üçüncü ve son eşi ulla thorsell hakkında ise;


sen benim aynadaki aksimsin. benim sarışın yanımsın. benim zıttımsın ama beni tamamlıyorsun, dengimsin.
ben vezüv gibi kaynarken, sen bir iskandinav gölü gibi sakinsin.
ulla ve ben her yerde kök salmışız, her yerde köksüzüz. yabancı bir diyarda iki yabancıyız. işte kar beyazı teniyle tüm şehri aydınlatıyor.
ulla, izin ver uzanayım hayatına, sen de uzan benim hayatıma.
devamını gör...

nemrut dağı

8 yıl önce, güneşin doğuşunu karşılamak ve tarihi kalıntılarda dolaşmak için çıkmıştım nemrut dağına. gece 3 gibi adıyaman'da kaldığımız otelden çıktık. dağa doğru yaklaştığımızda gökyüzü inanılmazdı. yıldızlar sanki üstümüze düşecek gibiydi. mezopotamya medeniyetlerinin gökyüzü cisimlerini neden bu kadar kutsal saydıklarını anlayabiliyorsunuz.
dağa tırmanıp, seyir terasında yerimizi aldık ve beklemeye koyulduk. önce her yer turuncu, sarı renge boyandı. sonra birden bire güneş kırmızı bir top halinde göründü. hem atmosfer hem de manzara o kadar muhteşemdi ki hiç unutamıcam deneyimlerim arasındadır.

bütün bu anılar iskender pala'nın abumrabum kitabını okurken zihnimde canlandı. kitapta 17. yüzyılda yazılmış bir hikaye yer alıyor. doğu masallarını da seven biri olarak çok hoşuma gitti.


o hikayede, milattan önce otuzlu yılların başında, çivi yazılı metinlerde kummuh diye anılan kommagene krallığı'nın ihtişamlı hükümdarı antiokhos tarafından yaptırılmış abidevi bir kümbet yani bir anıtmezardan bahsedilmektedir.

babil, pers ve yunan soyundan gelen bu kral, rivayete göre, söz konusu anıtmezarı hükmettiği ortak medeniyetin görkemli bir sembolü olmak ve tanrılara minnettarlığını göstermek için yaptırmış. güneşin doğuşunu izlemeyi çok sevdiği için gündoğumunun ihtişamını gösterecek yükseklikte olmasını şart koşmuş. "sonsuz uykuma dalacağım mekan öyle bir yer olsun ki" diyormuş, "tıpkı bir saray gibi, çevresine teraslar yapılabilsin, bu teraslarda tanrılarım ve atalarımın dev heykelleri bana eşlik etsin, zenginliklerim benimle edebiyete akarken adım çağlar boyu anılsın ve çevremde insanlar eğleşsin." dünyanın neresinde bir ünlü mimar varsa abideyi yapmak üzere krala müracaat etmişler. nihayet sin-ammar adlı iyi kalpli, temiz, dürüst bir mimarın projesi beğenilmiş..



sin-ammar önce abidenin yerini seçmek gerektiğini düşünmüş.. seçtiği tepe gün doğumu ile gün batımının fevkalade güzel seyredilebildiği bir yer, 2150 metrelik bir yüksekliğin zirvesiymiş. oraya her tırmanışta gördüğü ihtişamdan sarhoş olmuş ve başını göklere çevirip iştar'ı (jüpiter), sin'i (ay) ve şamas'ı(güneş) günlerce ve gecelerce izlemiş. bir yandan da taşlar yontuluyor, harçlar karılıyormuş.

günler haftaları, haftalar ayları, aylar mevsimleri kovalamış ve iki senede kah dağı yontarak, kah yontulan taşlardan inşa ederek dört katlı geniş ve muhteşem bir abide ortaya çıkarmış. saray gibi yüksek, saray misali geniş. mermer ve kumtaşından odaları, terasları, şahnişinleri olan görkemli bir bina. doğusunda ve batısında envai çeşit bitkilerle bezenmiş iki tenezzüh terası...
inşaat tamamlandığında sin-ammar krala haber salmış. kral da adamlarıyla birlikte abidesini görmek için gelmişler. karşılarındaki binanın uzaktan görünüşünü bile göz kamaştırıcı buluyorlarmış. yakınına vardıkça güzelliklerini birer birer keşfedip hayran kaldıkları bir yapı. güzel çiçek kokuları arasında bahçe ve terasları gezdikleri sırada kral hemen emrini vermiş:
"ülkemin bütün yontucuları seferber olsun, bu teraslara atalarımın ve tanrılarımızın heykelleri dikilsin. batı terasına batılı tanrı ve atalarımın, doğu terasına doğulu tanrı ve atalarımın... devasa heykeller olsun, her biri on beş, yirmi arşın; ta ki sin-ammar'ın ihtişamlı mimarisine yakışabilsinler."



akşam herkes eğlenip, coşmuş. şölenler, şenlikler... kral gecenin yarısına doğru sin-ammar'a kendisi için hazırladığı mezarın yerini ve hazine odasını sormuş. ikisi birlikte ellerinde meşaleler, mahzene ilerlemişler. yanlarına kimseyi almadan elbette. dehlizler, yollar ve labirentler. sin-ammar yolu şaşırmasın diye kralına küçük işaretler gösteriyor, o sırada söylediği kelimelerin bazılarını rakamsal karşılıkları ile telaffuz ediyormuş; bir şifre gibi:

"şu eşikten temiz kalplilikle geçiniz, şu taşı dosdoğru atlayınız, bu köşeden sola dönerken sabırlı davranınız, sağa dönerken dilinizi kötülüklerden korumanız, sonraki üç basamakta hosgörüyü düşünmeniz gerekiyor. ardından merhamet hissiyle ilerlemek, şu kayaya asla sarhoşken gelmemek, şuraya da pak ve berrak bir zihinle dokunmak ve şu keskin kulpa haddi aşmadan yapışmak gerekiyor majesteleri. ve sonraaa.. işte size zenginlikler ve hazineler dünyanız!"

kral, bu sekiz erdemi, temiz kalplilik, doğruluk, sabır, dilini korumak, hoşgörü, merhamet, pak zihin ve haddi aşmamak (hanif) olarak aklına kazımış hatta bunların babil'deki rakamsal karşılıklarını da ezberlemiş: 401, 110, 167, vs...

hazine odasına geldiklerinde kral şaşırmış, bomboş bir oda. "bu nedir bre ustam! abidemin bunca güzelliği yanında hazinemi koyacağım oda böyle mi olmalıydı!"



"asla yüce kralım. işte şu disk... kelimelerin ve resimlerin en güzeli ile süslendi. yuvasına yerleştirdiğinizde size hazineniz için çekmeceler, sergenler sunacak."

sin-ammar el ayası kadara bir diski krala sunmuş. sonra da ona şifre kelimeleri sırasıyla söylemesini rica etmiş; yüksek sesle.. ardından kendisi bağırmış: "kulluk tek ilah'adır, o'na karşı gelme!" ses önce birkaç kez yankılanmış, sonra odanın akustik düzeneği devreye girmiş ve duvarda, kol boyunca dikdörtgen bir taş yerinden oynayıp öne doğru çıkmış. sonra da ikişer karış olacak şekilde ortadan ikiye ayrılmış. meğer taşın altında diskin yerleşeceği bir yuva gizliymiş. kral diski yuvaya oturttuğunda bir araba tekeri döner gibi gıcırtılar eşliğinde bütün duvarlar ve zemin sandık sandık açılıvermiş.

"yüce kralım, labirentlerde rakamları, hazine odasında kelimeleri, kapıyı açmak için de diski kullanacağınızı size arz etmiş oldum."

"üç kademeli şifre koyman hoşuma gitti değerli mimar; zekanı takdir ettim."



"şimdi size dördüncü kademeden bahsetmeliyim yüce kralım. bu kademe yalnızca sizin için... buraya koyduğunuz hiçbir şeyi, siz istemezseniz başkaları görmeyecek, bu odayı bulanlar hazinenizi bulamayacaktır.
bu adımda, şu diski yuvasına her koyuşunuzda diskin hazinesinden iki avuç kum boşalmış olacaktır, yerine iki avuç kum doldurmanız gerekir."

kral, sin-ammar'ın dediğini yapıp da diski tekrar gediğine yerleştirdiğinde bütün oda tekrar düz duvara dönüşüvermiş.

"eğer bunu yapmazsanız, sizin için cennete açılan bu kapı, bedenliler tarafından bir daha asla açılamayacaktır. sizin asil naaşınız şuraya konulduğu vakit kimse bu kumları yerine koyamayacağı için mekanizma kendiliğinden kurulacak ve ölümden sonraki hayata huzurla gitmiş olacaksınız."

sim-ammar beşinci adımdan, bütün abideyi kapsayan yepyeni bir şifreden ve doldurulmak yerine boşaltılması gereken bambaşka bir kumdan bahsetmeye hazırlanırken, antiochos'un yüzüne bakınca artık çok yorulduğunu anlamış ve müsaade istemiş.
kral ertesi sabah terasta güneşi beraber izlemek ve ardından kahvaltı yapmak üzere mimara yol vermiş. sin-ammar'dan ayrılınca öncelikle bu alçak gönüllü mimara karşı nasıl bir cömertlik yapacağını düşünmüş. yaptığı abidenin dünyada adını ilelebet yaşatacağından memnuniyet duyuyormuş. ve çok geçmeden bu görkem kendisine kibir getirmiş; "ya sin-ammar, aynı görkemli binayı veya daha güzelini bir başkası için de yaparsa!"



ertesi sabah sin-ammar terasa ilerlerken önce krala beşinci kademe şifreyi ve şifreli taşın yerini söyleyip boşaltılması gereken kumu anlatmakmış niyeti. meğer zeki mimar; antiochos'un bu abideden daha iyisini yaptırmak yahut fikrini değiştirip başka yere gömülmek isterse diye bütün binayı bir anda yıkıp yumurta yumurta taş yığınına döndürecek bir mekanizma daha düzenlemiş. antiochos mezara gömüldükten sonraki sekizinci gün devreye girecek bu mekanizmaya göre temiz kalp eşiğine gizlediği taşın çıkarılıp haznesinde biriken kumun boşaltılması, sonra da her kırk yedi yılda bir bu işlemin tekrarlanması gerekecekmiş. sin-ammar, şamas, sin ve iştar'ın, yani güneş, ay ve jüpiter'in gökte aynı dizilimde buluştukları kırk yedinci yıllarda, biriken bu kum torbalarının boşaltılmasını bir vasiyet olarak hanedanına tembihlemesini de isteyecekmiş. çünkü eğer o taşın haznesinde biriken kum boşaltılmazsa ilk kırk yedinci yılın sonunda saray kendiliğinden çöküp çakıl yığınına dönecek ve zamanla kralın mezarı üstünde yumurta taşların yığıldığı devasa bir tümülüs yahut kümbet görünümünü alacakmış.

sin-ammar krala bütün bunları söylemek için yanına varmış. o sırada şafağın kızıllığı ufku hareketlendirmekteymiş. dağların sırtından güneş yüzünü gösterdi gösterecek...ne çare kral güneşin o muhteşem doğumunu izlemek yerine sahte bir tebessümle sin-ammar'ın koluna girip teras burcundaki mazgallara kadar götürmüş ve muhafızların yardımıyla aşağı ittirivermiş. sin-ammar çırpınarak mermer terasa doğru düşerken haykırmış:
"diğer taş kralım, kumu boşaltılacak diğer taş!.. beşinci adım!"
devamını gör...

iskenderiye dörtlüsü

(bkz: lawrence durrell) tarafından yazılmış bu eser, aynı dönemde ve aynı kişiler etrafında dönen olayların aslında her kişinin bakış açısına göre değiştiğini gözler önüne seriyor. kitapların isimleri ve dönemleri sırasıyla; justine (1957), balthazar (1958), mountolive (1958) ve clea (1960). bu eserle ilgili ilginç olan kısım ise kitapları sırasıyla okumanın gerekmemesi. hangi sıradan başlarsanız başlayın bir puzzle gibi tamamlanıyor ve bence okuyucunun da bakış açısı da hangi kitaptan başladığına göre değişiyor.

bununla ilgili olarak da kitap kapağında şöyle bir yazı var; "bu dörtlü, roman kurgusu olarak birbirini izleyen bir süreci yansıtmaz. aynı roman kahramanlarının, aynı zaman diliminde yaşadıkları olayları, kendi bakış açılarından, kendi yorumlarına göre farklı biçimde dile getirilmeleri ile biçimlenir. durrell'in amacı, bakış açıları değişince, olayların ve kişilerin görünümlerinin de değişik anlamlar aldığını vurgulamaktır. "

benim okuma sıram ise mountolive, justine, clea ve balthazar oldu. kitaplara göre değişen bakış açılarını şöyle özetleyeceğim; mountolive'de justine ve darley arasında olan ilişkiden sadece bir cümle ile bahsediliyor ve okuyucu da aynı şekilde umursamıyor bu ilişkiyi. ama justine'de bu ilişkinin aslında ne kadar derin olduğu, her iki taraf için ifade ettiği anlamlar ortaya çıkıyor. sonra balthazar'da bir görüyoruz ki o ilişkinin perde arkasında aslında bambaşka bir gerçek ve hatta kişi varmış.

ya da justine'nin nessim ile olan ilişkisi her kitapta farklı bir boyuta ulaşması. bir kitapta birbirlerini seviyorlarmış gibi dururken, diğer kitapta sadece bir tasarı ilişkisi olduğu izlenimine kapılıyorsunuz.

dört kitap için ana karakterler aslında bu dörtlü gibi gözükse de asıl ana karakter pursewaden. pursewaden ile ilgili her kitapta aynı olay anlatılıyor neredeyse ama yazar nasıl başarmışsa her birinde farklı bir yönünü görüyorsunuz.
yazarın iskenderiye'ye ilişkin gözlemlerini her karakterin ağzından duyuyorsunuz. kimi zaman rengarenk, eğlenceli kimi zaman ise kötü kokulu, karmaşık bir şehir çiziliyor.

okuma zevki yüksek ve merak uyandıran bir eser. ayrıca lawrence durrell'in de gözlem yeteneği yüksek, farklı fikirleri aynı bünyede barındıran, dünya, insanlar, şehirler, ilişkiler üzerine sınırsız gözlemleri ve görüşleri olan bir yazar olduğu da anlaşılıyor.
devamını gör...

neden yazar oldunuz sorusu

içe dönük biriyim. (bunu tam anlamıyla yeni yeni kabullendim, önceden anormal olduğumu düşünüyordum) insanlara çok rahat açılamam, kendimi çok huzursuz hissederim. küçüklüğümden beri, defterlere, kağıtlara yazar, günlük tutardım.
son zamanlarda ise sözlük platformlarına yazmaya başladım ve iyi hissettirdi. benzer düşüncelere ve hislere sahip insanları görmek, bazen onlardan destek görmek, biraz dışa açılmak rahatlatıcı geldi. tabii, anonim olmanın da katkısı çok büyük.
devamını gör...

yetenekli dr. pol

orijinal adı "the incredible dr. pol" olan harika program. önceden nat geo people kanalındaydı ama kanal kapanınca (digiturk'te artık yok) nat geo wild'da yayınlanmaya başladı.

dr jan harm pol, hollandalı bir veteriner. amerika'nın michigan eyaletinde bir kliniği var. ilerlemiş yaşına ve sorunlu bacağına rağmen o kadar hareketli ve çalışkan bir adam ki klinikteki hiçbir veteriner onun hızına yetişemiyor. izlerken yoruluyorsunuz.
her çesit hayvanı tedavi ediyor hatta bir keresinde tavuğa serum takmıştı çok ilginç bir sahneydi; hafızamda serumlu tavuk görseli var .

bir bakışta hayvanın nesi var hemen anlıyor. hatta en çok şasırdığım şey; ineklere hamilelik kontrolü yaparken kaç aylık değil, kaç gündür hamile olduklarını bile söyleyebiliyor. bazen çok yaratıcı tedaviler uyguluyor. yöntemleri biraz eski ama kitap gibi resmen. bir bölümde hollanda'ya kendi mezun olduğu üniversiteye gidince efsane gibi karşılanmıştı. yaşadığı yerde de aynı şekilde.

programda aynı zamanda çiftliklerdeki yaşam tarzlarını da gösteriyor. en çok dikkatimi çeken ise çocuklara çok küçük yaşlardan itibaren bir hayvanı en iyi şekilde besleme, yetiştirme sorumluluğunun verilmesi.

dr pol sayesinde bir ineği doğurtabilecek kadar bilgi sahibi oldum. gerçi bu bilgiyi nerede kullanırım bilmiyorum ama hayat bu belli de olmaz.
devamını gör...

insanların sanata ihtiyaç duymalarının sebebi

psikanaliz, bireyi katmanlara ayırmaktadır. dış etkenler sebebiyle (toplumsal kurallar, ahlaki değerler...) olmak durumunda kaldığı ve dış dünyaya yansıttığı "ben" bir de içerideki temel istekler; "içgüdüler" -ki çoğu yaşadıgımız toplum kurallarının dışındadır.

birey olarak bizler bu iki farklı "ben"i bir noktada buluşturmaya çalışırız ancak çoğu zaman içerideki istekleri bastırırız. işte sanat, o gizli istekleri dışa yansıtmanın yollarından biridir.

bu konu ile ilgili otto rank in sanat ve sanatçı tanımlamaları bulunuyor;


sanat, giderilmemiş isteklerin doyurulmasını amaçlayan bir etkinliktir.

sanat, isteklerden doyumu esirgeyen gerçek dünyayla isteklerin gerçekleşebildiği hayal dünyası ortasında bir ara belde, ilkel insanların her şeye gücü yeterlilik inançlarının adeta varlığını sürdürdüğü bir ülkedir.

sanatçı, kendini her şeyden önce özgür kılmaya uğraşan insandır ve eserini, kendi dışında bulunup kendisi gibi doyumdan yoksun bırakılmış, isteklerin rahatsızlığını yaşayan daha başka kişilere sunarak onların da böyle bir özgürlüğe kavuşmasını sağlar.
devamını gör...

mağara alegorisi

(bkz: jose saramago) tarafından yazılan ve türkçe ismi mağara olan kitabın son 30 sayfasına geldiğimde kendimi çok aptal hissettim. okuyorum okuyorum ama hayır anlamıyorum. kaçırdığım ne var diyorum tekrar tekrar okuyorum ama yok.
küçük bir araştırma ile kendimi yeniden normal zekalı hissettim neyse ki.

kitabı anlamak için bilinmesi gereken bir teori varmış: mağara alegorisi.

lawrence krauss'n "şimdiye kadar anlatılmış en iyi hikaye" kitabında mağara alegorisini şöyle anlatıyor;


platon bu alegorisinde gerçeklikle olan deneyimimizi, tüm hayatlarını bir mağarada tutsak halde ve boş bir duvara bakarak geçiren bir grup bireyinkine benzetiyor. gerçek dünyaya ait tek gördükleri şey, arkalarında yakılmış bir ateşle aydınlanmış olan o duvar ve duvarın üstünde yalnızca gölgelerin hareketini görüyorlar. gölgeler, ateşle onların arasında kalan nesnelerin duvara yansımasıyla oluşuyor.

platon diyor ki; tutsaklar, gölgeleri gerçeklik olarak görecekler ve hatta onlara isim vereceklerdir. bu saçma değil ve yakında göreceğimiz gibi, bir bakıma, gerçekliğin ne olduğuna dair çok modern bir görüş: gerçeklik doğrudan ölçebildiğimiz şeydir. benim gerçekliğe dair favori tanımım ise, bilim kurgu yazarı philip k. dick tarafından verilen tanım. philip k. dick diyor ki; 'gerçeklik öyle bir şeydir ki, ona inanmayı bıraktığınızda kaybolmaz.' tutsaklar için gölgeler onların yegane gördükleri. muhtemelen tek duydukları da arkalarından gelen seslerin duvara çarpıp yansıması.

platon bir felsefeciyi bu mağaradan, esaretten, neredeyse istediği dışında kurtulan ve sadece ateşe bakan değil, onun da ötesine giden ve gün ışığına çıkan bir tutsağa benzetiyor. ilk başta perişan haldeki tutsak, ateşin ve ötesinden gelen güneş ışığının parıltısının gözlerini yakmasıyla ızdırap çekecek. gölgelerine hiç benzemeyen nesneler tamamen yabancı görünecekler. platon yeni özgürleşmiş tutsağın, alışmış olduğu gölgelerin, o gölgeleri yaratan nesnelere nazaran daha gerçek temsiller olduğunu düşünebilir diyor.

eğer birey zorla gün ışığına çekilirse, tüm bu kafa karışıklığı ve acı kat ve kat artacaktır. ancak sonunda gerçek dünyaya alışacak, yıldızları, ayı ve gökyüzünü görecek, ruhu ve zihni daha önce hayatını kontrol eden yanılsamalardan kurtulacaktır.

planton'a göre eğer bu birey mağaraya dönerse iki şey gerçekleşir. birincisi, gözleri artık ışığa alıştığı için, karanlık mağaraya girdiğinde gölgeleri daha zor seçecek. ikincisi, eski toplumun zavallı ve miyop önceliklerini ya da gölgeleri en iyi okuyanlara, geleceği görenlere verilen onuru saygıya değer bulmayacak.

platon, insanların büyük bir çoğunluğunun bütün hayatlarını bir yanılsama içerisinde yaşadığını savunuyordu.
sonrasında ise alegori; yukarı, ışığa doğru çıkan yolculuğun, ruhun entelektüel dünyaya çıkışı olduğunu ifade eder.
devamını gör...

freud sürçmesi

"psikanalize giriş - hatalı eylemler" kitabında dil sürçmesi de dahil olmak üzere yapılan bazı hatalı eylemlerin aslında bilinçsizce olmadığı freud'un öğrencilere aktardığı ders notlarından derlenerek anlatılmıştır.

(bkz: sigmund freud) öncelikle hatalı eylemleri tanımlıyor;


"bir insan, söylemek ya da yazmak istediği bir sözcükten başka bir sözcüğü, farkında olarak ya da olmayarak telaffuz ettiği ya da yazdığında (laplus: dil sürçmesi); basılı ya da elle yazılmış metinde, gerçekte basılı ya da yazılı olan bir sözcüğün yerine başka sözcük okunduğunda (hatalı okuma), ya da duyma organına bağlı olmayan bir bozukluk olmaksızın kendisine söylenenden başka bir şey duyduğunda (hatalı işitme) bir hatalı eylem gerçekleştirmiş kabul ediliyor."


bu kavramlara unutkanlık, kaybetme eylemlerini de ekliyor.

yanlış söylediğimiz, duyduğumuz kelimelerin ya da unuttuğumuz, kaybettiğimiz şeylerin aslında bilinçsizce olmayabileceği, asıl söylemek ya da yapmak istediklerimizi dışa vurduğumuzu yani bunun bilinçsizce bilinçli bir eylem olduğunu belirtiyor.

kitapta tüm eylemlerle ilgili bolca örnek ve çözümleme bulunuyor. insanları biraz olsun çözmek için gayet kullanılabilir bir yöntem. bazen gülüp geçtiğimiz ya da önemsemediğimiz hataların aslında arka tarafında bambaşka şeyler olduğunun farkına varmayı sağlıyor.
devamını gör...

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim