filmin başlangıcında hayatı, geçmişi hakkında hiçbir şey bilmeden başrolü metronun içinde görürüz. o an için bize sebepsizce gelen bir şekilde trenin raylarına atlar, biz her şeye yabancıyızdır. fakat adamın bir bunalım hâli yaşadığını fark ederiz, sebebini çözmek ise filmin devamına kalır. gözlerini açtığında bizim eskisini bilmediğimiz ama yenisi görebileceğimiz hayatına onunla birlikte adapte oluruz. karakter hayatının iyi olmasından mütevellit, ancak iyiyi karşılaştırmalı olarak betimleyemeyiz; çünkü içine geldiği hayattan öncesine dair bir bilgimiz yok, olanlara aldırmadan yaşamaya devam eder. her şey güzeldir, insanlar kibar ve yaşam standartları oldukça iyidir. ancak mükemmel iyiyi öldürür derler, başka bir deyişle de rahat batması olabilir.
kendisine çizilen sınırları fark ettiğinde bunun dışına çıkmanın merağı içini sarar. insanların rutinini bozmak ister, dayatılanı kabul etmeme huyu etrafını sarar. ancak baş kaldırmanın büyük bir bedeli vardır. bu sabeple yine kendisini tren raylarının üzerinde görürüz. kendisini yine o raylara atar, ancak anlık olarak kalkmaya çalışır. bu anlık tepki her birimizde vardır. elindekileri kaybetmekten korkan bir tavır içindedir ama zaman affetmez, tren ona çarpar. sabaha kadar oradan oraya sürüklenir, acı çeker ama bu asla son bulmaz. değişim acımasızdır ve konak olduğu yerde büyük etkiler bırakır. bunu fark ettiğinde artık kendine bir yol çizer: kurtulmak.
kurtuluş belki de değişimin bir getirdiği olsa da ondan daha acı vericidir. çünkü varlığı belirsizdir. kurtuluşa doğru adımlamak her zaman onu ayağına getirmez. andreas da bununla baş etmek zorundadır.
doktora ilk başvurduğumda (geçen sene eylül ayına denk geliyor) sınava gireceğim için bu ilacı kullanmamın sakıncalı olduğunu söyledi. tetradoxla birlikte sivilce kurutucu ve kapatıcı krem yazıp gönderdi. her ay tetradox alımı yapmam ve değerlerimi kontrol etmem için yanına uğramamı söyledi ama o zamanlar herhangi bir eylemde bulunmadım. ilacı kullanırken yaz mevsiminde olmanın dezavantajlı bir durum olduğunu bilsem de sonunda başladım.
sabah 10 mg, akşam 20 mg olmak üzere toplamda 30 mg ilaç alıyorum. ilk kullanmaya başladığım 5-6 gün hiçbir etkisini görmedim ama sonradan dudaklarım çatlamaya, deri dökmeye başladı. üzerindeki ölü derileri yumuşak bir fırçayla hafifçe ovalayarak çıkarıyorum. ve günde 6-7 kez yeniliyor olsam da hametol adlı krem çok işe yaradı açıkçası. doktor yüzümdeki kuruluk için de hametan verdi, çok yağlı bir yapısı olduğu için ince bir tabaka sürmek daha faydalı. cildiniz kurudukça yenilersiniz ama gerek olduğunu düşünmüyorum. ayrıca doktor yüzümü herhangi kimyasal bir yıkama jeli/suyu veya sabunla yıkamamamı söyledi. zaten şu sıralar makyaj yapmıyorum ama cildiniz hakkında gerçekten sıkıntı yaşıyorsanız fondöten içerikli güneş kremlerini tercih ederek lekeleri/ sivilceleri elinizden geldiğince kapatabilirsiniz. yine de normal güneş kremlerini kullanmak her zaman daha iyidir diye düşünüyorum.
vücut kuruluğu için doktor vazelin önerdi ama şu an tedavinin çok başında olduğum için acayip bir kuruluk yaşamıyorum. keselenmek, ağda yapmak gibi şeyler tabii ki bu dönemde ekstrem olaylar sayılıyor. deriniz direkt dökülür ve incelir, kılcal damarlarınızın belirginleşmesini sağlarsınız. ayrıca söylememe gerek var mı bilmiyorum ama doktorunuzun tavsiye ettiği ve uygun bulduğu 50+ faktör, iyi bir güneş kremini vücudunuz için de kullanmanız fena olmaz; sonuçta güneş de cilde ciddi zararlar veriyor. bir de böyle bir ilaçla birlikte güneşe maruz kaldığınızda neler olacağını siz düşünün.
biraz da ilacın yan etkilerine değineyim: hafiften bir iştahsızlık, ciltle birlikte saç derisinde kaşıntı ve kuruluk, sivilcelerin bastırması, derinin hassaslaştığını hissetmeniz, basit çiziklerin bile kanaması, öfkeli ve sinirli hallerin bastırmaya başlaması, sırt ağrıları gibi şeyleri sayabilirim sanırım. henüz çok başındayım, tedavinin ne kadar sürebileceği hakkında bir bilgim yok ama 7-8 aydır kullananlar da var, 3-4 ay da kullanan da var. en sağlıklı şekilde sürmesini ve bitmesini bekliyorum. değişiklik oldukça ekleme yapacağım.
insanı dumura uğratır, hatta kendi eliyle yazma isteği uyandırır ama bir farkındalık da yaşatır; zaten bilgi edinmek için girdiğin bir başlıktır. üzgün bir şekilde başka sözlüklere veya platformlara sormaya gidilir.
ölülerle konuşmanın püf noktaları şarkısı bana kaotik bir ninniyi dinliyormuş gibi hissettiriyor nedense. en sevdiğim şeydir aslında, bunun basit ama etkili bir söyleme yöntemi olduğunu düşünüyorum.
en hüzünlü şarkıyı söylese bile sesine hep bir gülümse konduruyormuş gibi gelen şarkıcı. şarkılarının hepsi insanı içine çekiyor sahiden. ama hakan taşıyan ile düet yaptığı şarkısını ayrı bir güzel buluyorum. hele sonunda taşıyan'ın pes sesinin devreye girmesi işleri başka bir noktaya çekiyor. yavaş da olsa gündeme gelerek büyük kitlelere ulaşacak gibi.
tony gatlif'in yönetmenliğini yaptığı, 2017 yapımı fransız, yunan ve türk ortak yapımıdır.
başroller daphne patakia ve maryne cayon'dur. film, djam adlı genç kızımızın yola çıkmasını gerektirecek bir sebep ile başlar. aslında işin başı da sonu geçim sıkıntısıdır. daha çok yaşam sıkıntısı. djam, üvey babasının talimatları ile istanbul'a gelir ve orada dilediği gibi takılır. djam'ı oynarken görmek, melike şahin'in bu film için yaptığı şarkısını aklıma getirir:
aman arap kızı
aşkımın yıldızı
yanakların pek kırmızı
sensin canımın yıldızı.
içindeki coşkulu hâli bir an bile yiritmez. üzgünken de, sinirliyken de, mutluyken de hep uçlarda yaşar duygularını. onu yolda görseniz elini uzatıp size yardım edeceğine dair bir his dolar içinize. zira öyle de yapar. karşısına yardıma muhtaç kim çıkarsa yanına alır, onu anlamaya çalışır. yoluna çıkan avril ve pano bunun örneklerindendir.
avril, suriyeli mültecilere yardım etmek için gelmiş ancak erkek arkadaşı tarafından dolandırılmış birisidir. djam ile yoka koyulur, başlarına onlarca şey gelir ama djam'ın duygularından hiçbir zaman soyutlanmadığına şahit olur. pano'nun kendisi içim mezar kazmasını izledikten sonra djam'ın elini tutmasından anlarız bunu. elbette daha sonra yolları yine kesişir, ardından herkes kendi çizdiği yoldan ilerler.
djam, avril ile üvey babasının evine döner. her şeyin daha iyi olacağını düşünürler ama evlerine haciz gelir ve buna rağmen üvey babası tüm bunlar karşısında, "sadece izleyeceğiz, boynumuzu eğmeyeceğiz." der. daha sonra gerçekten de kimseye boyun eğmeden gemilerine binerler ve şarkılar eşliğinde yola koyulurlar.
bunları yazmamın çok da bir anlamı yok, biliyorum. yarın uyandığımda yine bir tekrar döngüsünün içinde olacağım ama bunu fark etmekten uzak duracağım, bunu da biliyorum. ama her zaman bir anlam ifade etmesi için yazıyor olmam. hatta genellikle kendimle olan iletişimimi geliştirmek adına yazarım. yine bunun için buradayım ve hayatımda geçirdiğim en güzel başlangıcı yaşadım diyebilirim. mutluyum ve bunun her zaman devamlılığını sürdürecek bir duygu olmayacağını bilsem de tamamıyla etrafımı kaplamış durumda. nispet yapmak değil amacım, ama paylaşmak istediğim nadir anlardan birini yaşıyorum ve sizden beni mazur görmenizi istiyorum.
eskiden olsa cinli filmler derdim de sanırım büyüdükçe o da etkisini yitiriyor çünkü hayatta daha gerçek korkular var. hele ki türkiye'de olmak bu korkuların ne kadar ciddi olabileceğini gösteriyor. demek istediğim, sanırım katil temalı gore* filmleri daha ciddi ve korkutucu geliyor. bu ülkede zaten elini sallasan illâki bir husumete bulaşmış birine değiyorsun. bu yüzden katil filmlerindeki psikolojik gerilim gerçekçi bir şekilde işlendiğinde oldukça korkutucu olabiliyor. hatta buna örneklerden bir tane verecek olursam 2004 yapımı creep filmi olabilir.
denis villeneuve'un taze çıkmış, frank herbert'in dune adlı kitabının serisinden uyarlama filmidir. açıkcası filmin atmosferini yakalayabilmek, müziklerini iyi dinleyebilmek ve daha bir çok avantajı yakalayabilmek için sinemada izlemek daha iyi bir seçenektir. ama tabii ki bilet fiyatları uçmuş, o ayrı konu. ha, bir de kitabı okumamış olsanız bile izlenebilecek bir filmdir kendisi. tabii ki kitabı okumak her zaman önceliğiniz olsun.
paul'u oynayan genç arkadaşımız timothee chalamet, gerçekten baktığınızda ergenlik ile yetişkin olmak arasında kalmış, bu durumdan zorlanan bir karateri iyi oynuyor. ama bu rolü canlandırırken, öyle ortalığı kırıp döken ergenlerden değil, sonuçta kendisi bir baronun oğlu ve hareketlerinin sorumluluğunu alması gereken bir durumda. yani durgun bir yapıda ama bazen içindeki o hâli göstermekten de çekinmiyor. babası leto'yu oynayan oscar ısaac ise otoriter fakat gerektiğinde de oğlunun ihtiyacı duyduğu yakınlığı verebilecek biri. hatta kendisinden daha otoriter olan paul'un annesine baktığımızda(rebecca ferguson), onun daha duygusal olduğunu görebiliriz. belki kitaptaki çizgisinden çıkarak bu karakteri böyle sunmaları uygun olmasa da, benim çok tuhafıma gitmedi. hatta en beğendiğim karakterlerden biri oldu. tabii başka bir hayal kırıklığı da, çok göz önüne sokulan zendaya'nın sadece paul'un rüyalarında ve filmin sonunda, kısa bir an içim gösterilmesi oldu. yani çok bir beklentim yoktu ama bunu beklemediğim açıktı. her neyse, film başlaması gerektiği yerde bittiği için ikincisinin geleceği zaten açıktı. ama ikinci partta umarım film bir bütünlük oluşturur. benim için birçok şey yerindeydi filmi izlerken ama eksik bir şeyler vardı, hikaye kesik kesik ilerliyordu. filmde o yönden bir bütünlük bulamadım. ama şu an için güncel sinemada izlemeye değer tek film olduğunu düşünerek tavsiye ediyorum.
*christopher smith'in yönetmen koltuğunda oturduğu 2009 yapımı korku/gerilim filmidir. başrol melissa george iken liam hemsworth, michael dorman, rachel carpani, emma lung ve henry nixon başrole eşlik eder.
jess isimli başrolümüz, tommy adındaki engelli oğluyla birlikte yaşamaktadır. pek kolay bir hayatı yoktur ancak arkadaşlarıyla birlikte çıkacağı bir tekne gezisi onun zor günleri için kendisine iyi gelecektir. victor, greg, sally, downey ve heather'ın bulunduğu arkadaş grubuyla birlikte denize açılırlar. ancak aralarından victor, jess'de bir gariplik olduğunu sezer. tabii ki jess ile diğerlerine kıyasla daha yakın olan greg bu durumu umursamaz. tekne gezintilerine sakince devam ettikleri sırada, birden bire rüzgârın kesildiğini fark ederler. motoru da durdurdukları için tekne denizin ortasında öylece kalır. ancak ileriden gelen gri bulutlar bir fırtınanın habercisidir. tam o sırada telsizden bir çağrı alırlar. bu çağrı,bir kadın tarafından istenilen yardım çağrısıdır. ancak ses kesildiği için bir şey anlaşılmamıştır. zaten bu arkadaş grubu yaşanan fırtına ile birlikte bunu düşüncek değildir.
fırtına, gemiyi alabora etmiştir ve heather hariç tüm arkadaş grubu öylece ortalıkta kalmıştır. tam o anda, ileriden yardımlarına yetişen büyük bir gemi yaklaşır. yardım istediklerini belirterek gemiye girerler ancak içeride kimse yoktur. bir süre öylece bakınırlar. aynı zamanda heather'ın da burada olabileceğini düşünürler fakat heather'ı bırak, tek bir insan bile görünmez. tüm bunların tuhaf olduğunun farkında olan aslında jess'dir. buraya daha önce gelmiş gibi hissettiğinden bahseder ama bu greg için mantıklı değildir. tam tartıştıkları sırada bir tablo görürler. bu, sisyphos'un tablosudur.
sisyphos, sonsuza kadar bir kayayı tepeden yuvarlamakla cezalandırılmıştır. bu kayayı tepeye tam çıkaracakken kaya ile birlikte aşağı doğru sürüklenecektir. bu bir döngüdür ve sisyphos'un cezasıdır. bu tablo ve hikâye arkadaş grubunun dikkatini çekse de oyalanmamaları gerektiğini düşünerek yollarına devam ederler. artık olaylar sarpa sarmaktadır. herkes ayrı bir yere ayrılır ve jess gemide birinin olduğunu fark eder. ancak kimseyi bulamadığı gibi arkadaş grubundan victor yara alır, greg öldürülür. tüm gözler jess'e döner çünkü greg ölmeden önce kendisini vuranın jess olduğunu söyler. o andan sonra geriye kalan downey, sally ve jess de peşlerindeki silahlı biri yüzünden kaçmak zorunda kalır. ancak ne sally ne de downey hayatta kalmayı başarabilir.
jess tek başına kaldıktan sonra silahla teknede gezinen kişinin peşinden geldiğini fark eder. onunla bir arbede yaşadıktan sonra kendisini kurtarır ancak bu kişi ölmeden önce jess'e, "eve gitmek için onları öldürmek zorundasın." der. bunun üzerine jess hiçbir şey anlayamaz ama tam o anda, tıpkı biraz önce kendisinin arkadaşlarıyla bu gemiden yardım istediği gibi ileriden gelen arkadaşlarını ve kendisini görür. arkadaşları gemiye bindikten sonra onları uyarmaya çalışır ama kimse ona kulak asmaz. aynı şeyler bir döngü olarak yeniden yaşandığında, jess arkadaşlarını öldürmeye çalışananın kendisi olduğunu anlar. kendini bu durumdan kurtarmak için arkadaşlarını korumaya çalışır ancak yaptığı tek şey döngünün içindeki küçük bölümleri değiştirmektir. yaşanan şeyin sonucu değişmeyeceğini anladıktan sonra, sonuca varmak için arkadaşlarını öldürür. kendisi ile bir arbede yaşayıp denizden atıldıktan sonra kendini evinde bulur. eve girmeden önce içeriden gördüğü manzara, kendisinin çocuğunu azarladığını ve bağırdığı bir andan ibarettir. jess kendini tutamayarak evdeki kendisini öldürür ve oğluyla birlikte evinden kaçar. ancak yolda bir kaza yapar ve öldürdüğü benliğini ve oğlunu yerde ölü halde görürken öylece izler. arkasından bir taksi sürücüsü yaklaşır ve hiçbir şeyi değiştiremeyeceğini, ama onu istediği yere götürebileceğini söyler. fakat jess hiçbir şeyi değiştiremeyeceğini anlayamamıştır, tıpkı sisyphos'un kayayı tepeye çıkarmaya çalışması gibi; kendini ve oğlunu kurtarmak adına taksiciyle birlikte sahile, arkadaşlarının planladığı tekne gezintisine katılır.
sanırım bu aralar bu tarz dizilere çok takıldım. ama eve geldikten sonra böyle sıcak bir olay örgüsü olan diziyi izlemek iyi geliyor. geçen sene, yani 2020 senesinde çıkmış, 12 bölümlük dizidir. jung ha-in ve chae soo bin başrollerindeki çifti canlandırıyor. klasik bir romantizm gibi görünse de bu insanların arasında ilişkinin betimlenmesi ve olayların örgüsü çok tutarlı anlatılıyor.
seo woo isimli kadın karakterimiz bir ses mühendisidir ve müzisyenlerin kayıtlarını yapar. sisli bir günde aldığı haber üzerine kayıt stüdyosunu kapatmak zorunda kalmıştır ancak o gün hayatını değiştirecek biri ile tanışır. o günden sonra o kişinin hayatına bilmeden dahil olur. bu kişi ha won'dur.
ha won, yapay zeka yazılımcısıdır. yaptığı son yazılım ürünü ise insanların sesini ve kişiliğini kopyalayan bir cihazdır. bununla asıl amacı hayatındaki ailesi olarak gördüğü tek kişi olan ji soo adlı kadını bu cihaza aktarmaktır. ji soo, ha won ile birlikte oslo'da büyümüş ancak sonradan başkasıyla evlenmesiyle aralarına mesafe girmiştir. on seneye yakın bir zamandır görüşmeden hayatlarını idame ettiriyorlardır ancak ikisinin de hatırası birbirlerinde unutulmamak üzere zihinlerine kazılıdır.
yaşanan olaylar ve kahramanların duyguları sonucu olayın çıktığı yokuşlar başta mantıksız ve can sıkıcı görünse de empati yaptığınızda gerçekten anlayabiliyorsunuz. diziyi izlerken her duygu halini kendi içimde anlamlandırabildim ve nedense bu bana çok tuhaf geldi. belki çerezlik bir dizi sayılabilir ancak benim için öyle değildi. insanların birbirleri ile olan bağı ve buna olan sadakatleri, bakış açıları beni oldukça etkiledi. yaşanan her duygu değişiminin kendi içinde bir sebebi ve bu sebebin yadırganmaması gerektiğini gösterdi.
müziklerini çok sevmeme rağmen izlememek konusunda sıkı sıkıya direndiğim müzikal filmdir. emma stone ve ryan gosling başrollerde ekrana çıkar. açıkcası film hakkında çok fazla şey duyduğum için ve müziklerinden de ne anlattığını az çok çözdüğüm için sanırım hiç izlemeyeceğim. ama kolay kolay müziklerinden de vazgeçmeyeceğim.
bu şarkıyı günün en güneşli ve göğün en mavi olduğu bir zaman diliminde olduğu gibi gece yarısına doğru, ayın parlamaya başladığı ve silikleşen yıldızları izlemeye eşlik ederken dinleyebiliyorum. zira çıkış noktaları ne kadar dinlersem dinleyeyim hep tüylerimi diken diken ediyor. artık çok dinlemekten korkuyorum etkisini yitirir diye.
sanırım bu müzik filmin ana tema müziği ancak bu halini bir ayrı seviyorum. klasik piyano ya da çello ile çalınan hali güzel olsa da bu hali bir başka. sanki kulağıma bir masal doluşuyor. biri sözcüklerle anlatsa bu kadar etkili olmaz bu masal, bunu hissedebiliyorum.
bunlar da dinlemek içim şanş verilmesi gereken diğer müzikler. enerji seviyenizi neredeyse fulleyecek ve sizi daha soft bir ruh haline sürükleyecektir.
2018 yapımı 16 bölümlük dizidir kendisi. kendisini anlayışlı ve kibar erkek rollerinde görmeye alışkın olduğum jung ha-in ve son ye-jin başrollerini paylaşıyor. dizinin kendisi günlük hayatta karşılaşabileceğiniz klasik bir romantizmi ve onun yarattığı sorunları ele alıyor. elbette bunu biraz daha güzelleyerek anlatıyor ama gerçekçiliğini kaybetmiyor.
kadın karakterimiz jin-ah otuzlu yaşlarını bitirmeye yakın ve kötü bir ilişkinin sonlarına doğru sürüklenmekte olan bir karakterdir ancak ailesinden gördüğü baskı nedeniyle bu ilişkiye mahkum edilir. ayrıca iş yerinde kendisine yapılan mobinglere ve tacizlere göz yummak zorunda kalmaktadır. bu özellikleri bize jin-ah'ın itaatkar bir tiplemesi olduğunu gösterse de sabırlı bir insan olduğunu da açık eder. zira bu kadar baskıya, diretmeye ve iradesi dışında yaşanan olaylara gösterdiği tepkiler ancak fazlasıyla sabırlı olan bir insanın yapacağı iştir.
joon-hee ise jin-ah'ın en yakın arkadaşının küçük kardeşidir. bu yüzden aralarında bir ilişki başladığında yaş farkından dolayı çok fazla ayıplanacaklarının farkındadırlar. sanırım ha-in daha çok toplumun muhafazakâr kesiminin hoş görmediği ilişkiler içindeki rolleri oynamayı seviyor. aynısı one spring night için de geçerli. o yüzden aktörün bu tavrını seviyorum. bu dizide kendinden büyük biriyle ilişkisindeki tavırları oldukça tutarlı ve birçok erkeğe göre mantıklı. hayatındaki kadının çizdiği sınırların dışına çıkmıyor ve ona gerçekten saygı besliyor. jin-ah'ın verdiği kararlar yanlış olsa bile onun yanında durmaktan vazgeçmiyor. çerezlik bir dizi ancak izlemekten kendinizi alıkoyamayacaksınız.
sokak gitaristlerinin çaldığı akorların adını bile bilmediğini düşünüyorum. oldukça kötü çalıyorlar ve sesleri genellikle iyi olmadığı için gitarı ön planda kullanıyorlar. bu tarz çalgıcıları dinleyip ön yargı oluşturmak oldukça saçma. zaten gitar klavyesinde notaların yerini öğrenen herkes gitaristim diyor. bunları dinlemek yerine nitelikli bir sürü gitarist var, onları dinlemenin bu düşünceyi değiştirecektir diye düşünüyorum. ve bu sadece gitar için değil, tüm enstrümanlar için geçerli.
bunlar hala tartışılıyor mu dedirten başlıktır. şiiri gerçekten tek bir cinsiyette mi mal edildiğini sanıyorsunuz yoksa anlayamıyor musunuz? oturup burada kadın yazarların veya şairlerin geçmişten beri yazmaya çalışırken erkeklerden daha fazla çabaladıklarını anlatmaya gerek yok. nasıl olsa burada boş boş tanım yazanlar anlamayacak. ancak neyseki şair kadınlar kendini anlatmaya devam edecekler.
yakın zamanda çıkmış ve epey ses etmiş güney kore dizisi, 10 bölümden oluşuyor. klasik bir romantizmden konusunu alıyor sanarak izlemeye başlamıştım ama sonunda sinir olarak kapattım. nabi karakterini izlerken defalarca kafamdan gerizekalı olup olmadığını geçirdim. eski sevgilisi olsun, yeni bir "ilişkiye' yelken açtığı jae eon olsun hepsi tarafından açık açık kullanıldığını nasıl fark etmez diye düşünmekten kafayı yedim. jae eon tam anlamıyla her şekilde istediğini yapan erkek tiplemesini oynuyor benim gözümde. övülecek bir tarafını göremiyorum kendi açımdan, sanki nabi ile olan tuhaf ilişkisinde her zaman "ben bir şey yapmadım, bunu sen de istiyorsun." diyerek işin içinden çıkıyordu. yaşadıkları açık ilişki sebebiyle jae eon'un haklı olduğunu düşünenler olacaktır ancak nabi'nin hayatına olan saygısızlığı, kadının üzerinde tahakküm kurmaya çalışması ve tüm bunların ardından hiçbir şey yokmuş gibi davranması hiçbir ilişkinin hak etmediği tavırları barındırıyor. ama nabi'nin de kendisine saygısı olmayan bir karakter olduğu görülüyor. açıkça kullanıldığı bir ilişkiden sonra jae eon ile yeniliğe adım atması, geçmişinden hiçbir şey öğrenmediğini gösteriyor. ayrıca duygularını karşı koyamıyor, annesi gibi olmayacağını söylüyor ama tercih ettiği erkekler, annesinin hayatında bulunanlardan farklı değil. böyle bir ikiliyi izlemek beni oldukça sinir etti. yan karakterlerin onlardan daha çekilir bir hikayesi vardı. bitna adlı karakter en azından sevgilisi için çabalayıp ilişkiyi eline almaya çalışıyordu, fark etmediği şeyleri öğrenip gelişimini bize gösteriyordu. lezbiyen karakterlerin bile gitgelleri daha çekilirdi. sanırım bu kadar gündeme gelmesinin sebebi, muhafazakar bir toplum olan güney kore için sınırlarını zorlayan bir dizi olması. belki nabi ve jae eon karakterlerinin ilişkisi bu kadar romantize edilmeden, objektif bir şekilde çekilse daha anlamlı bir yapım olacaktı.
normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz.
Daha detaylı bilgi için çerez ve
gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.
online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.