bir canlının davranışlarını, organizmanın ihtiyaçlarına ve dış dünyadan aldığı sinyallere göre ayarlayan mekanizmaya zihin deriz. her canlı ise kendisine göre karmaşık ya da basit denilebilecek bir zihne sahiptir. tüm canlılar hayatta kalmak için adaptasyon geçirir yani bulundukları ortama uyum sağlarlar. bu da her canlının, kendi algı dünyasında, çevresinin bilincinde olduğunu gösterir bize. böylelikle canlılar çevrelerini algılar ve hayatta kalmak için çevrelerine uyum sağlarlar. insanların ise diğer hayvanlardan farklı bir yanı vardır. o da çevresinin bilincinde olduğu bilincidir. insanların bilincinde olduğu bilinci iradesini oluşturur. insana eylem yapma, kendi içgüdülerini ve çevre uyaranlarını yönetme yetisi verir.
insanlardaki zihin aynı zamanda dil yetisini doğurmuştur. dil sadece karşımızdaki kişiyle iletişime geçme ve yapacağımız eylemleri bildirme değil aynı zamanda kendi içimizde muhakeme yapabilme ve düşünebilme imkanını da sunar bize. kişi, içinde ya da dışında kurduğu muhakeme ile konular üzerinde belirli hükümler verir. aynı zamanda, zamanla bu verdiği hükümleri yine kendisi eleştirip değiştirebilir. bu da kişinin eylemlerine yön verir. ayrıca bu dil yetisinin kazandırdığı bir başka şey ise vicdan kavramıdır. kişinin düşüncelerini belirli sembollerle sıraya koyup kendi içerisinde yaptığı muhakeme, kişiyi kendisini sorgulama yoluna iter. yani önce sembollerle aklında oluşan fikri düzene sokar ve biçim verir. ardından da bunu sorgulamaya başlar.
doğada her şey bir neden-sonuç ilişkisiyle birbirine bağlıdır ve her olay farklı bir olayı doğurur.
kaos teoremi de bunu ifade etmektedir. dilin ortaya çıkardığı bu muhakeme ve kendini sorgulama ilkesi ardından vicdan ve ahlak kavramlarını; vicdan ve ahlaki sorumluluk ise soyut kavramları yaratmıştır.” iyi-kötü”, “doğru-yanlış”, “güzel-çirkin” vb… insanlar önce düşünmüş, ardından düşündüklerini sembollerle yani dille ifade etmişler; bunun sonucunda düşüncelerini sorgulama ve yeni düşünce yolları geliştirme yetisini kazanmışlardır. bu yeti ise vicdan ve ahlak kavramlarını doğurmuş, vicdan ve ahlak kavramı ise eylemleri ya da somut olayları insan zihninde soyutlaştırarak kategorize etmesini sağlamıştır.
insanlar yukarıda saydığım özellikler karşısında sürekli bir kavramla mücadele ederler: belirsizlik. insan belirsizlikten her zaman çekinmiştir. bu insan zihninin yarattığı kavramlardan sadece biridir. karanlık, gelecek, ölüm ve hatta delilik… belirsizlik insanlarda huzursuzluğu ve mutsuzluğu doğurur. bu yüzden de insanlar bu huzursuzluğu ortadan kaldırmanın yollarını var olduklarından beri aramaktadırlar.
dinlerin doğuşu ise tam bu noktada gerçekleşir. insanlar belirsiz şeyleri ortadan kaldırmak için dinleri yaratmıştır. ilk çağlarda astronomiden habersiz olan insanlar gökyüzünde olan olayları tanrıların yaptığını savunmuşlardır. deprem olduğunda tanrıları kızdırdıklarını düşünmeleri gibi. ahiret inancını da bu örneklerden biri olarak kabul edersek sanıyorum ki yanlış bir kanıya varmış olmayız. bu sayede kültür ve zaman değiştikçe dinler, tanrılar ve kurallar da insanlıkla birlikte değişmiştir.
saymış olduğumuz zihinsel özelliklere sahip olmanın yanında insanlara, biyolojik bir organizma olmanın da getirdiği belirli içgüdüler vardır. bunlar ise üreme ve hayatta kalma içgüdüleridir. aslında zihnimizin geliştirmiş olduğu bu özellikler ışığında ”irade sahibi olduğumuz kadar insanız” hipotezini ortaya atabiliriz.
tüm hayvanlarda olan bu hayatta kalma içgüdüsü, insanlarda belirsizlikle buluşunca medeniyetler içerisinde yeni kavramlar ortaya çıkmıştır. güçlü olma kompleksi, özel mülkiyet, dinler, ahiret inancı, ihtiyacından fazla yiyecek depolama gibi birçok örnek verebiliriz buna. diğer hayvanlara karşın insanlar gelecekle yani belirsizlikle savaştığından, kendilerini garanti altına almaya çabalarlar.
tüm bu eylemlerin ise medeniyetlere büyük etkileri olmuştur. insanlar hayatta kalmak ve belirsizlikten kurtulmak adına dinleri, ahlaki değerleri, iyiyi ve kötüyü yaratmışlardır. her medeniyet de yarattığı kavramlar kadar ilerleyip gelişebilmiştir. mesela asurlar, tanrılarının idamdan, savaştan ve acımasızlıktan hoşlandığını düşünerek acımasız, savaşçı ve güce tapan bir toplum haline gelmiştir. asurlar savaşçı bir toplum haline gelmiş; tıp, bilim, astroloji gibi alanlara ise pek önem vermemişlerdir. yani tanrılarını kendi eğilim ve isteklerine göre tasarlamış ve yapmak istediklerini meşrulaştırmışlardır. bu örneklerden yola çıkarak toplumun ve dinin birbirini desteklediğini söyleyebiliriz.
devamını gör...