henüz daha sözünü bitirmediğini göstermek ve araya kaynamak için fırsat kollayan diğer kişileri egale etmek isteyen insan olabilir. şaka bir yana çok sevdiğim bir hocamın böyle bir problemi vardı. ben yine kendimi anlattıklarına verebiliyordum ancak çoğu kişi hoca çok bilgili olmasına rağmen bilgisinde yararlanamamıştı. normal insanlar için problem olmasa da topluluğa konuşan kişilerin mutlaka özen gösterip böyle bir problemleri varsa düzeltmeye çabalamaları gerektiğini düşünüyorum.
insanlar doğal olarak bulundukları ortama göre karakterlerindeki farklı alanlar daha ağır basmaya başlar. kişinin eşiyle olan ilişkisindeki kendisi ile, baba/anne konumunda çocuklarına karşı takındığı tavır ya da öğretmen statüsüyle bulunduğu sınıfa karşı tutumu başkadır. bu o kişiyi iki yüzlü, sahtekar, bir şeylerin peşinde olduğu için kendini farklı gösteren biri yapmaz. örneğin çocukluk arkadaşımı getirip burada yazdıklarımı okutsanız kafama bir tane patlatarak, "bak hele bak başımıza yazar olmuş allah'ın ibibiği" der. bu yönümü bilmez çünkü onla başka şeyler üzerine konuşuyoruz ve kendisinin yazdığım mevzulara karşı pek ilgisi yok.
aynı şekilde iş ortamımdan birisi beni, oyun oynadığım ekiple olduğum ortamda görse onda oluşturacağım intiba bambaşka olur. sözlüklerde de bana kalırsa kişi normal hayatında en çok neyin eksikliğini çekiyorsa o minvalde davranış sergiliyor ki bu gayet olması gereken bir şey. yanında rahatça saçmalayacağı arkadaşı olmayan burada coşuyor olabilir ya da benim gibi ilgi duyduğu konuları konuşabileceği birinin olmamasını buralarda yazarak ve okuyarak gideriyor olabilir. gerçek olana kadar taklit et düsturunu da uyguluyor olabilir. üstelik bunlar sürekli değişiyor da olabilir bu yüzden çetelesini tutmaya çalışmak da ayrı tuhaf olacaktır.
her ne olursa olsun ben çok içtenim ve hata yapmaktan çekinmiyorum, ağzıma geleni söylüyorum diye takılan insanların kendileri gibi olmayanları görünce, onların kasıntı ve mükemmel olmaya çalıştığı sanrısının da tutarlı bir tarafı yok. senin süzgeçten geçirmeden ortaya çıkarttığın fikirlerin, seni doğal ve kasıntı olmayan yapmıyor maalesef. yazı yazmak, yazan kişiyi tekrar düşünmeye iten tarafı da olan bir eylemdir. buna rağmen yazdıklarının düşünceden yoksun oluşu, bir de seni konuşurken görsek başka nelerden daha yoksun olduğunu düşündürtüyor insana.
felsefede bolca düşünce deneyi dediğimiz varsayımsal anlatımlar vardır. bir düşünce deneyindeki amaç sezdirilmek istenen duyguyu karşıdakinde oluşturabilmektir. bunu başarmak için de bazı değişmez şartlar oluşturulur, kulağa çok saçma gelse dahi dinleyicinin bir süre öyle varsayması beklenir vs.
dönüşümü okuduğumda ise çok detaylı ve edebi şekilde yazılmış bir düşünce deneyi gibi hissettirdi. bu minvalde okuduğum için de benim çıkardığım sonuç, beni ben yapan esas şeyin ne olduğu üzerine bir düşünme serüveni olarak gördüm. bazı büyük ameliyatlar oluyor vücudunun yüzde sekseni yanmış insanlara yeni ölmüş bir insanın derisi ve yüzü aktarılıyor. esas itibariyle bakıldığında sadece bir yüz ve deri renk tonu değişimi gibi görünse de uzun vadede o kişinin büyük oranda kişiliğinin değiştiğini gözlemleyen araştırmalar var. örneğin yüz donörünün ailesiyle tanışıp, o kişinin nasıl bir karakteri olduğunun hikayesini öğrenip ister istemez alışkanlıklarını değiştirmesi gibi.
aynı şekilde gregor da başlarda içsel anlamda tamamen kendisidir. dışarıdan kendisine yönelen davranışları anlamlandıramaz ancak gerçeği öğrenip içine sıkıştığı böceğin iç güdülerine teslim oldukça, kendi olmaklığının temelini de kaybetmeye başlar. bunun da bana göre en büyük sebebi kendimiz dediğimiz şeyin sabit ve belirli olmayışı.
ailesi tarafından bakarsak eğer iletişimin ve anlaşmanın bizler açısından ne kadar önemli olduğunu görüyoruz. hikayeyi esas acı yapan şey ise çirkin bir böcek olması ve ailesinin onu artık istememesi değil, derdini anlatamıyor, anlaşılamıyor ve iletişime geçemiyor oluşudur. iletişimin mümkün olduğu bir versiyonu düşünüldüğünde bir anda dönüştüğü şeyin şokunu paylaşabileceği, yaşadığı acıyı konuşabileceği birilerinin olması hikayeyi acı olmaktan çıkartıp komik bir absürtlüğe bile götürebilirdi.
son olarak o hep sorulan, solucan olsaydım da beni hala sever miydin sorusunun cevabını tokat gibi vermiş bir eser.
büyük güç, beraberinde büyük sorumluluk getirir. boks, krav maga, jiu jitsu vb alanlarla uğraşmış kişiler, normal bir vatandaşın kendilerine karşı hiçbir şansı olmadığını bilirler. bu nedenle saldıran boksörün kesinlikle suçlu olduğunu düşünüyorum. tek yumrukla da bayıltabilecekken vahşice girişmesi duygusal kontrolünün çok zayıf olduğunu gösteriyor. memleketinde falan bu işi profesyonel olarak yapıyorsa eğer, elindeki lisansa el koymaları lazım.
her bireyin sahip olması gereken, kişiye parayı nasıl yönetmesi gerektiğini öğreten, hayat açısından çok mühim bir edinimdir. bu yazım hiçbir türlü paraya kafa yormayanlar içindir. finansal okuryazarlıktan kastım borsaları takip edip hangi hissenin ne zaman nerede batacağını falan analiz etmek değil. herkesin finans profesörü olması gerektiğini söylemiyorum elbette burada anlatmak istediğim şey basit düzeyde dahi olsa bir finansal okuryazarlığa sahip olmanın sandığınızdan çok daha fazla getirileri olduğunu göstermek.
toplumda para konuşmanın ayıp olduğu, gelir ve gider tablosu yapılmadan rastgele ve tamamen duygulara göre harcanmalar yapılmasının normal ve olması gereken olarak kabul edildiği bir sistemdeyiz.
bu tarz kazanımlar okullarda öğretilmez, çünkü okul denen sistemin amacı (çok klişe gelecek belki ama bu böyledir) toplumsallık bilinci aşılamak, itaat kültürünü yerleştirmek, sürekli yapılacak her şeyde bir otorite arayışını benimsetmek, belli başlı kuralların mantıklı ya da mantıksız olmasına bakılmaksızın uyulmasını sağlamak gibi özelliklere sahip örnek vatandaş yetiştirmektir. bu örnek vatandaş elbette sermaye sahiplerinin istediği türden, itaat eden işçiler ordusu içindir.
eminim çoğumuz kredi kartlarıyla daha parayı kazanmadan harcayıp, ardından kazandıkça sadece asgarisini yatırarak işi ertelemeyi marifet gördüğümüz zamanlar olmuştur belki hala o dönemdeyiz. dışarıda gördüğü her insana kredi kartı kakalamaya çalışan birilerine denk gelmişsinizdir. borçlanarak harcadığınız kredi kartı bakiyenizi bir değere dönüştürmediğiniz için, faiziyle beraber ödeyerek harcadığınızdan çok daha fazlasını ödemekle yükümlü hale gelirsiniz. zaten paranız yokken, paranız olduğu zamandaki harcayacağınız kazanımdan çok daha azıyla yetinmek zorunda kalırsınız. kredi kartı aşırı kötü bir şey değildir, o parayla zaman nezdinde değer yaratabilenler için bir zenginleşme aracı olurken, sizler için fakirleşme ve köleleşme aracıdır.
kölelik diyorum çünkü en kolay zapt edilen kişi borcu olan kişidir. işsizse eğer muhtaç olduğu her halinden belli şekilde işlere başvurur ve düşük ücretlerle çalışmak zorunda kalır. hali hazırda işi varsa eğer her türlü mobbing'e, parası ödenmeden kalınmaya zorlanılan mesailere, zamanında maaşını alamasa bile ses çıkaramamaya itilir. öte yandan borcu olmayan üstelik bir de kendisini 6 ay idame ettirebilecek kadar para biriktirmiş birisi çok daha az stresli ve düzgün kararlar alabilen bir konumda olacaktır.
finansal okuryazarlık içerisinde bilinmesi gereken konseptler var bunların hepsini burada açıklama imkanım yok, bu yazının amacı kişide kıvılcım yaratmak ve araştırmaya sevk etmektir. bilinen en büyük yanlışlardan birisi tasarruf yaparak biriktirilen paranın sadece o kadar olacağını sanmaktır. yıllar içinde düzgün yatırım araçlarıyla yaptığınız birikim, toplamda koyduğunuz para 50 bin liraysa eğer paranın büyümesiyle beraber ortalama enflasyon hariç yüzde onluk bir getiriyle 350 bin lira olmaması için pek bir sebep yok. kaybınız biriktiremediğiniz 50 bin lira değil paranın zaman değeriyle beraber çığ gibi büyüyerek geleceği o hayal miktar kadardır. enflasyondan dolayı parayı dümdüz kumbarada ya da mevduatsız hesapta biriktirmek enayilik olacaktır.
mesele çok uzadığı için kısaca, paranın zaman değerini, bileşik getirinin gücünü, enflasyonun neden gizli vergi olarak adlandırıldığını, niçin acil para fonu oluşturulması gerektiğini, iyi borçlanmanın ne olduğunu, neden kötü borçlanma yapmamamız gerektiğini, temettünün ne anlama geldiğini ve uzun vadeli yatırım araçlarının ne olduğunu araştırarak başlayacağınız finansal okuryazarlık yolunda ben şimdiye kadar nasıl bunları öğrenmemişim diye hayıflanacağınıza eminim. mutlu olmanın önünde en büyük engellerden birisi de finansal açıdan kötü durumda olmaktır. bu engeli kaldırın.
sanatı ele alırken, temelde ne anlama geldiğini ya da tarih boyunca insanların neye sanat denilip neye demedikleri incelenerek genel bir sanat çerçevesi çizilebilir. örneğin platon zamanında sanat hor görülen bir şeydi çünkü taklitten ibaretti. platonun varlık anlayışına göre dış dünya'da gördüğümüz ne varsa gerçek olan ideaların birer yansımasıydı. dış dünya'ya bakarak sanat yapan birisinin eseri yansımanın da yansıması olacağı için vasat bir davranış olarak görülüyordu. başka paradigmalarla taklit etmenin çok güzel sanatsal ürünler çıkarttığını da gördük ancak kameranın çıkmasıyla gerçekçi olarak çizilmeye uğraşılan bir anın daha da gerçek olamayacak şekilde fotoğraf olarak çekilmesiyle anlam kaybetti. tabi bir insanın aşırı gerçekçi şekilde bir şeyi çizebiliyor olma durumunun kendisi ele alınırsa hala sanatsal bir şeyler bulunabilir. yıllar geçtikçe sanat olan değişmiş onu ele alış biçimlerimiz ve değişen paradigmayla onu şekillendirmemiz farklılaşmıştır. tüm bunlar yığıldıkça çok farklı alanlardan farklı şeyler sanat olarak önümüze gelmiş ve bizler bunlar arasındaki bağı göremez olmuşuz.
bir şeye bakış açımız onu hayatın içerisinde görmemiz olarak farklıyken, onu bir çerçeveye alıp bu bir sanattır önermesiyle karşımıza gelişinden sonra değerlendirmemiz çok farklı olacaktır. yemek yediğimiz bir mekanda bir çift düşünelim, karşılıklı birbirlerine aşkla bakıyorlar yemeklerine dokunmamışlar bile öyle güzel anlar yaşıyorlar ki yıllarca aşk şiirlerinde geçen duyguların bir karışımı gibi. normal hayatın akışında bu çifti fark etmeyebiliriz. baksak bile, mutlu bir çift der geçeriz ancak bu durumu sanat kisvesi altında bize gösteren marina abromoviç, başka şekillerde bakmamıza çanak tutar.
uzun lafın kısası, bir şey sanat mı değil mi nasıl karar vereceğiz normal vatandaşlar olarak diye sorarsanız döneminizin sanatla ilgilenen büyük bir güruhu bu şey sanattır diyorsa büyük ihtimalle sanattır. bize iyi gelen çok farklı duygular uyandıran şeyler sanattır onlar değil denilebilir sanat biraz toplumsal bir olay olduğu için ve buna karar verecek olanlar da sanatla ilgili aydın kimselerin ortak kararı oluyor.
bireysel anlamda ne nedir kararını elbette herkes kendi verebilir. yolda giderken rastgele dökülmüş bir çöp yığını insana eskiden yaşadığı bir şeyleri anımsatıp orada çok farklı duygular hissettirebilir. öyle şeyler yaşarsın ki o çöp yığını sana, en büyük sanat eserlerinin bile yaşatamadığı bir an yaşatabilir. o nedenle bireysel olanda farklılık gösterse de toplumsal olarak sanatın neliği o dönemin aydınlarının ağzına bakar. hakim olan sanatsal paradigma neyse o minvalde bir eleştiriye tabi tutularak, bir şeyin sanat olup olmadığı konusunda bir fikir birliğine varılır.
müdahil olmayan tanrı konseptini anlatmak için kullanılan kavram. deizm inancına sahip insanlar genelde tanrı'nın yaratıcı sıfatının bir şeyler yaratılmadan var olamayacağı, bu nedenle tanrı, tanrı olmaklığından dolayı zorunlu olarak evreni meydana getirdiğini düşünürler. böyle bir zorunlulukla birlikte açığa çıkan şeyi de kontrol edip kurcalamayacağı için müdahil olmayan tanrı tasvirine tutunmuşlardır.
yanlış anlaşıldığında bir yanlışın peşinden koşarak hayatı insanlara çok kolay bir şekilde zehir edebilecek bir kavramdır o yüzden derinlemesine irdelenmesi çok önemli. irdelemediğinizde, mutluluk anlayışınız size dizilerde, filmlerde ya da okuduğunuz kitaplarda aşırı romantize edilmiş bir biçimde olur ki bu mutluluktan farklı şeylerdir.
antik yunanda mükemmelliğe ulaşmış tanrıların daire biçiminde ve hareketsiz olduğuna inanılırdı. ay üstü evren ve ay altı evren diye ayrılan ontolojik görüşleri, gezegenleri durağan ve tanrısal olarak tanımlamaya itti onları. neden tanrısal çünkü tanrı hiçbir şekilde bir şeye ihtiyacı olmayan tamamlanmış bir varlıktır. tamamlanmış olan bir şey harekete de ihtiyaç duymaz. çünkü hareket erekseldir yani bir nedene bağlı, bir ihtiyacı gidermeye yöneliktir. tanrı bunlardan yoksun olduğu için ve geometrik olarak en yüce şeklin daire olduğuna inandıkları için tanrı dairesel ve hareketsizdir diye düşünürler. bunu anlatmamın sebebi, canlı tanımımızda hareketin önemli bir yeri vardır. eksik varlıklar olarak sürekli hareket etmemiz gerekir.
bu nedenle de hep bir şeyleri tamamlamak için yolda olmamız, bu çilenin ölene kadar bitmeyeceği anlamına gelir. mutluluk, bizler için tamamen her şeyi tamamlamış olmaya işarettir. bu nedenle de hiçbir zaman o istediğimiz kesintisiz mutluluğa ulaşamayız. ulaştığımız zaman hareketin bir anlamı kalmayacaktır. mutluluğu tamamlanmış olmak değil de bu süreç içerisine yayılmış, huzur veren küçük anlar olarak görmeye başlarsak eğer bu anların da kıymetini bilerek mutlu bir hayat yaşadım diye gönül rahatlığıyla diyebiliriz. çoğumuzun mutluluk anlayışı tamamlanmış olmaktır ve bunun asla gerçekleşmeyeceğini bilmez.
her filozof damdan düşer gibi direkt okunmaz. analitik felsefeye yakın filozoflar belki okunabilir çünkü onlar anlaşılmayı ön planda tutarlar ve öne sürdükleri her kavram, oldukça açık bir şekilde söz konusu kitap içerisinde geçer. örneğin bertrand russell'ın hayata dair çok derin olmayan kitapları kolayca herkes tarafından okunabilecek şekilde kaleme alınmıştır. nietzsche, hegel, lacan, derrida vb düşünürlerin yazdıkları öncesinde herhangi bir felsefe alt yapısı olmadan okunmaya kalkıldığında pek bir şey anlaşılmadan bırakılacak kitaplardır. sebebi şudur, bu tarz düşünürler yıllarca süre gelen bir düşünce sisteminin sorunlarına gönderme yapar, onu eleştirir, kendi felsefelerini daha önceki düşünceler ve sonuçları etrafında gezinerek şekillendirirler. daha önceki düşünceleri, karşı çıktığı argümanları bilmeden okumanın sonucu epey eksik ve yanlış anlaşılmayla sonuçlanır.
yahu bir nietzsche okuyacağım diye tüm felsefe literatürünü bilmem mi gerekiyor diye haklı bir çıkış olabilir. hayır gerekmez, günümüzde çok değerli hocalarımızın artık youtube'da bulunabilecek sempozyumları var. orada o filozofun derdini, öncesinde kimleri okuduğunu, neyi savunduğunu anlaşılır bir dille açıklıyorlar. bunları öğrenmeden okumanız, hiç okumamış olmaya eş değer gibi bir şeydir boşa zaman kaybetmeyin diye yazıyorum. bir de özellikle nietzsche, felsefesinde çok fazla aforizma ve imgelem kullanan biridir, bunların gönderimlerine hakim olmayış, tamamen uydurma anlaşılmalarla sonuçlanır.
somut örnekler vermem gerekirse eğer nietzsche'nin "ne çok gülmüşümdür keskin pençeleri olmadığı halde kendisini iyi zanneden zavallılara" sözünü ele alalım. burada aslında çok derinlere işleyen acınacak halde olanın otomatik olarak iyi olduğu algısına bir gönderme vardır. bu algının sebebi de hristiyan ahlakıdır ve nietzsche bu aptalca ahlak yüzünden güç denen şeyi istemenin utanç verici bir şey olduğunu, güçlü olanın utanması gerektiğinin empoze edildiğini düşünür. oysa iyi olmanın temeli, iyi ya da kötü arasında seçim yapabilmekten gelir. seçim yapabilmek için aciz olmamak, kötülüğü dahi seçebilecek kadar güçlü olmak gereklidir. o halde aciz olan, acizliğinden dolayı kötülüğe yeltenmediği için iyi adledilemez. iyi sıfatını alabilmek için güçlü olmak şarttır, o da aforizmada pençe olarak geçer. pençesi olmayanın kendine iyi demesi gülünçtür der kısaca. çok sevdiğim ve derin bir filozoftur nietzsche ancak nedense topluma çok mal olmuş ve bu sebeple de aşırı yanlış anlaşılmış bir filozoftur. örneğin çoğu kişi kendisinin nihilist olduğunu sanıyor halbuki alakası yok, nietzsche sadece nihilizm denen illeti haber veren ve bunu aşmanın yollarını göstermeye çalışan biridir.
daha önceki sevilmelerinin de bir çıkara dayalı olduğunu bilmeyen kişi söylemidir. kendi sevginizi irdelediğinizde de orada bir sürü çıkar bulacağınıza eminim. çıkar olması kötü bir şey değildir çıkar denilen şey sevmenin sebebidir aslında. iyi görünüşüne aşık olduğunuz bir kişinden iyi görünüşünü çekip alsak, o kişiyi sevmeye devam edemezsiniz. çıkarsız sevgiye örnek olarak anne sevgisi çok kullanılıyor ancak o da tamamen hormonlarla ve toplum baskısıyla iç içe çıkarların gözetildiği bir ilişki. bencillik, çıkar gözetmek kötü şeyler değildir canlı olmanın temelini bunlar oluşturuyor. kimsenin sevgisi çıkarsız değildir. çıkar olmasını kabul ediyor ancak bazı çıkar türlerini kendinize sindiremiyorsanız orası ayrı bir konu.
örneğin merhametli ve anlayışlı oluşunuzu seven birisini tuhaf bulmazken, kişinin sizin sağladığınız maddi imkanlardan dolayı sizi seviyor oluşunu iğrenç bulabilirsiniz. burada da şu sorun ortaya çıkıyor, hangi özelliklerimiz bize içkin, bizden kaynaklı, bizim tarafımızdan yapılmış ve hangileri sunni, dışardan gelmiş, her an gidebilecek şeyler. babadan kalma para sayesinde sevilen birisinin, bu sevgiyi kendine yediremiyor oluşu anlaşılabilir dururken, kendi emeğiyle bir şeyler başarmış ve ailesine her türlü imkanı sağlayan bir erkeğin o tutumunu seven bir kadın için daha anlaşılır bir noktada olabiliyor. halbuki ikisi de sağlayıcılık kısmını tamamlamış bir erkeği sebep olarak seviyorlar. bu tartışma çok zor çünkü kimse bir kişiyi tek bir özelliği dolayısıyla da sevemez. sevgi zamanla ve emek harcayarak oluşan bir durum. bu sayılan her çıkar, aslında halatı oluşturan bir iplik olarak geçer ancak. manyak gibi hiçbir koşul olmaksızın sevilme hayallerine kapılmamak lazım öyle bir dünya yok.
bu çok fazla karıştırılan ve anlaşılamayan bir durum. bir erkeğin bir kadını seviyor oluşu, başka kadınları da güzel ya da çekici bulamayacağı anlamına gelmiyor. tam tersi, estetik açıdan çok daha güzel olduğunu düşündüğün bir kadına rast gelmek olasıdır ve dönemin güzellik şartları ya da o kişinin kriterlerine göre çok daha fazla güzel olduğunu gayet düşünebilir. demek ki yeterince sevmiyormuş, sevse öyle bulmazdı demek doğanın nasıl işlediğini bilmemek anlamına gelir. olur da bu eşle işler iyi gitmezse, dışarıda hala üreyebileceğin başka bireylerde varın sinyalini verir vücut. bu bilinç düzeyinde durdurulabilecek bir şey değildir ancak gerçek sevgi bu dürtünün üstesinden çok rahat gelebilir.
çok daha kısa anlatabilmek adına küçük prens kitabında geçen gül mevzusunu düşünelim. küçük prens dünya'ya geldiğinde bir sürü gül olduğunu ve gül denilen şeyin, öyle çok da değerli ve eşsiz olmadığı görür ve üzülür. oysa kendi gezegeninde beslediği gül biriciktir ama dünya'da binlercesi bir arada bulunuyor. tilkinin de yardımıyla kendi gülünün neden hala biricik olduğunu anlar çünkü o gülü kendisi özenle fanusa koymuştur, sulamıştır, böceklerden korumuştur, yeterli ışık alması için çaba göstermiş, karşısında durup saatlerce sohbet etmiştir. başkası onu diğer güllerden ayıramasa bile, kendisi değerinin bilincindedir. bu emek sevgiyi oluşturur, aşırı klişe olan sevgi neydi emekti sözü esasında böyle bir yere dayanıyor.
eskiden insanlar çok sosyallerse hayatları boyunca en fazla bin potansiyel partnerle karşılaşabiliyorlardı. günümüzde sadece instagram üzerinden yeterince zamanınız varsa bin kişiyi katalogdan seçer gibi bakabilirsiniz. bu da bir sürü gül var illüzyonuna neden olur. en ufak bir sorunda dönüp gitmeyi, eldekini korumaktan ziyade dışarıda kaçırılacak daha iyileri var hissiyatıyla emek verilmeden uzamaya sebep oluyor. bu mentalde birisi emek veremediği için sevgiye de ulaşamıyor, sadece hayvani iç güdülerini besleyebiliyor.
uzun lafın kısası sana dünya'nın en sevilecek kadını olarak görünür sevilen kadın, dışarıda daha güzelleri olsa bile, bu benim sevdiğim kişi diyebilmek daha önemlidir. öteki durumda henüz daha güzeliyle karşılaşmamış anlamına gelir ki bu da karşılaştığındaki sadakatini sorgulatır.
özgürlük girift bir kavramdır, bu nedenle her insan özgürlük denildiğinde farklı bir şey anlayabilir. genelde çok güzel ve istenilen bir şey olarak görülse de özgürlük, beraberinde sorumlulukla gelir. bu sorumluluk duygusu da özgürlüğü kısıtlayan bir yapıdadır ancak gereklidir. kant'ın ergin olma hali dediği duruma geçen birey ancak kendisini özgür olarak adletmeye başlayabilir. bu erginlik hali, edimlerinizi hangi fikirlerden yola çıkarak gerçekleştirdiğinizin sorgulamasını yapmış, bu nedenle de bu yolda başınıza gelebilecek kötü şeylerden etkilenmiyor oluşunuzu simgeler.
varoluşçu felsefeye göre ve özellikle sartre'a göre insan özgür olmak zorundadır çünkü hiçbir şekilde onu yönlendiren yüce bir güç yoktur. o yaptığı her şeyin sorumluluğunu almak ve kendini gerçekleştirmekle yükümlüdür. dünya'ya atılmış bir haldedir. başka çaresi yoktur. yaptığı her eylemde sorumluluk alıp özgürlüğünü gerçekleştirmelidir. başkalarının dediklerini yapıp, sorumluluğu onlara yükleyenler de aslında bir seçim yapmışlardır sartre'a göre. diyojen'e göre de özgürlük için iki şart vardır. birincisi kendine yetebilmek. ikincisi ise istediğini söyleyebilmek. rousseau'ya göre de özgürlük, kişinin istemediği şeyi yapmama seçeneğinin olmasıdır. tüm bu özgürlük yaklaşımlarında değişmeyen bir şey varsa, o da iradeyi yadsımamak ve seçimler sonucunda başa gelebilecek şeylere göğüs gerebilme düsturudur. özgür olmak yapılan her eylemi didik didik etmeyi gerektirir. oldukça yorucudur. her bünye kaldıramaz. platon ve aristoteles bu nedenle köle ruhlular diye bir grup olduğunu düşünür. bunlar düşünmeyi başkalarına bırakmışlardır, kötü şeyler başına gelince sızlanmak hoşlarına gider ve mağduru oynarlar. kendi kararlarını verecek cesaretleri yoktur.
herhangi bir konuda herhangi bir şeyi bilmeyen insana cahil denmez. öyle bir kullanım, hepimiz her şeyi bilemeyeceğimizden dolayı tanım gereği herkesin cahil olmasını ön görür ki bu da bir kesime değil de herkese denildiği için bir anlam ifade etmezdi. bazı insanlar, her konuda değil de bazı bariz konularda bir şeyi bilmemek bile, direkt cahil olarak yaftalamaya yettiğini düşünebilir. örneğin klasik yazarlardan dostoyevskiyi hiç duymamış birisine cahil denilebilir. bazı konularda bilgiler o kadar göz önündedir ki, o kişinin o bilgiye erişmemesinin tek bir nedeni olabilir, o da hiç o alanda uğraşmamış olmasıdır. bu kişiye bana kalırsa yine cahil diyemeyiz, en fazla o alanı bilmiyor denilebilir.
o halde cahil diye kime diyebiliriz? temel mantıki çıkarımlardan yoksun olan, kendi söylemlerinin mantıksal açıdan gideceği noktayı anlayamayan, bu açıkça ifade edilse dahi inkar eden, karşı tarafın söylemlerine karşı çıkarken bir argüman ortaya koyamayan, bunun eksikliğini hiçbir şekilde hissetmeyen ve kendinden çokça emin birisi tam olarak cahildir. cahillik bilgi durumundan ziyade, bir davranış durumudur. bilginin ya da ona ulaşma yöntemlerinin kendisine saygı duymaz, o an işine gelen sonuca onu ulaştıracak ne varsa kabul edip, karşı tarafın ne söylemi varsa reddetmeye and içmiş olan kişidir cahil. kesinlikle bir saniye bile fazla vakit kaybetmeyin bu tarz kişilerle, sizi kışkırtarak tartışmaya çekmeye çalışacak, pasif kalışınızı tribünlere oynayarak kazanma naraları atacak olabilir. şu unutulmamalıdır ki dışarıdan bakan birisi kimin cahil olup kimin olmadığına kafa yormaz, en fazla retoriğe başvurana kapılır. tartışma kültürüne sahip, etik değerleri olan birisi de basit retorik taktiklerle üste çıkmaya çalışmayacağından dolayı bir bakmışsınız ki cahil olan siz ilan edilmişsiniz.
öğütün değerini bilmelerinden dolayı, keşke zamanında bunu bilseydim de şunu yapsaydım pişmanlığının bir yansıması olarak yorumluyorum bu durumu. ben de son zamanlarda çok fazla öğüt vermeye başladığımı fark ettim.
öğüt kadar güzel bir şey yoktur, zamanda yolculuk yapmaya en yakın şeydir öğüt almak. geçmişe dönüp bir şeyleri değiştiremezsiniz ancak hali hazırda yaşamış ve size anlatan birilerinden, şu anı değiştirme gücüne sahipsiniz.
bir şeyler yaşanmış ve akabinde bir sonuca ulaşılmış, sizin yerinize acılar çekilmiş ve sonrasında sonucun size verilmiş olmasıdır öğüt. başkalarının tecrübelerinden yararlanmanın ehemmiyetini anladığım yaş 25 civarıydı. öncesinde söylenen her şey salakça geliyordu ki çoğu da salakçaydı açıkcası. ben 25 yaşında kayda değer öğütle değmeyen zırvayı ayırt etmeyi öğrenmiştim sadece. çok büyük bir yetenektir, onca saçmalığın içinden işe yarar şeyi alabilmek. hayatında kadın eli tutmamış adam kadınlar hakkında tüyo verir, spora başlayalı bir ay olmuş eleman sporun nasıl olması gerektiğini anlatır vs vs, pek çok örnek gördüm nedense herkes birilerine bir şeyler anlatma derdinde, hal böyle olunca da altın değerindeki tecrübeler de bu saçmalıkların arasında kaynayıp gidiyor.
her ne kadar ana düsturum, birileri sormadıkça fikir beyan etmemek olsa da bazen dayanamayıp ben de bu kervana katılıyorum. 2 senedir parasını dolarda tutan birisini duyduğumda hemen atıldım dolar yatırım aracı değildir enflasyonda eziliyor diye ufacık parasal bilgisi olan birisi, bunu bilir zaten ama tüm o finansal anlatımlarıma rağmen, kişi doları o kadar tuttum, tam artacağı sırada bırakamam diye konuyu kapattı. üstelik bir de kötü hissetti kendisini, tabi bunu hissettiren ben olduğum için de kötü oldum.
demeye çalıştığım şey, öğüt verilen bir şey değildir, alınması gereken bir şeydir ve bunu almak için de filtreleriniz olmalı, bu da zamanla oturacak bir durum. bazılarında hiç oturmuyor orası ayrı.
yapılan iyilik bir süre sonra olması gereken ya da hali hazırda olmakta olan normal bir şey olarak görülmeye başlanıyor o nedenle arada bir ortaya çıkan, nadir olan şey iyilik olarak görüldüğü için, kişilerden o nadirlik bekleniyor. hayır demekten çekinmeyen birisine sorduğunuz bir şeyde evet demesiyle, her şeye her durumda evet diyen birisine sorduğunuz bir şeyde evet cevabı duymanız bünyede aynı hissi yaratmayacaktır. o hayır diyebilen daha değerlidir. toplamda her şeye evet diyenin yararı belki daha çok olmuştur ancak nadir olarak alınan bir evetin verdiği mutluluk ve değerli görülmesi maalesef daha çok oluyor.
ayrıca iyilik yapanların da aslında melek olmadığını anlamaları gerekiyor. bir insan kendini hiçe sayıyor, başkaları için presiplerinden vazgeçiyor, onu mutlu etmek uğruna kendi isteklerini hiçe sayıyorsa eğer bu durum iyilik meleği olmasından değil, içten içe başkalarının onu olduğu gibi sevmeyeceğine olan inançlarından kaynaklıdır. o yüzden hep bir verme, kendini kabul ettirme peşindedirler. hal böyle olunca büyük fedakarlıklarla gerçekleştirdikleri eylemler bile artık değersiz görülmeye başlanabilir. dikkat etmek, adı üstünde iyilik denilen şeyin iyilik olarak kalması için biraz nadir olmasını sağlamak gerekiyor.
sokak hayvanlarını beslemek, yere düşmüş birine yardım etmek vb olaylar iyilik değil, olması gereken olarak konumlandırıldığında, iyiliği neden nadir bir şey olarak tanımladığım da anlaşılacaktır.
kurulan yanlış neden-sonuç ilişkisinden dolayı, sonuca değil de yapılan işe odaklanılır bu nedenle de çok çalışmak abartılmış bir eylemdir. uzak bir köyden su getirilmesi gerekiyorsa eğer, her gün saatlerce yürüyerek litrelerce bidonu taşıyan ve gık çıkarmayan bir insan mı daha işe yarar yoksa hergün o yol yürünmez diye düşünen çok tembel birisinin dört aylık bir çalışması sonucunda döşediği birkaç boruyla suyu ayağına getirmesi mi işe yarar?
bu örnekte de görüldüğü üzere çalışmaya bakıldığında hayatı boyunca her gün üşenmeden o litrelerce suyu taşımayı göze alan insan çok daha çalışkandır. bakacağımız şey çok çalışmaktan ziyade, sonuç olarak ne istediğimiz ve en kısa sürece ve en efektif şekilde ona nasıl ulaşacağımızdır.
ileri okuma için russell'ın aylaklığa övgü kitabına bakılabilir. aynı şekilde kitapta da sonuç odaklı olunması gerektiğini söyler.
anlaması kolay gibi görünse de değildir. maaş veren bir patron çalışanının mabadından ter akana kadar çalışmasını ister. oysa siz patrona gidip günde 10 paket çıkartıyorum 6 gün çalışıyorum toplam 60 paket eder. bundan sonra sadece 3 gün işe geleyim ama günde 30 paket çıkartayım dediğinizde, toplam verimliliğiniz 60 paketten 90 pakete çıksa dahi, size bunun iznini vermez. sonuca bakmaz size maksimum verebildiği sıkıntıya bakar. bir de üstüne, günde 30 paket çıkartabiliyorsun madem niye çıkartmıyorsun diye azar işitirsiniz.
kadın aldattıysa eğer, çoktan kafasında bitirdiği için yapar bunu, eğer hali hazırda bir şeyinizden çok fazla yararlanmıyorsa, bağlayıcı büyük bir sebep yoksa (ailelerin çok iç içe geçmiş bir tanışıklığı olmasından kolayca ayrılmanın zorluğu vs), aldatma sürecini uzatmaz sizden ayrılır. erkek ise aldatmaya başladıysa ve yakalanmazsa yıllar boyunca bunu sürdürebilir. ikisi de aynı yanlışı işler ancak doğaları gereği, birisi uzun sürdürmez hemen ilişkiyi bitirir, diğeri olabildiğince sürdürmeye çabalar. bu illa aldatma da olması gerekmez kadın için, kafasında başka bir aday vardır, o aday güçlenir ve sizden soğumaya başlar, o adayla direkt olarak bir şey yaşamasa bile, her şeyi kafasında halleder ve ayrılık gelir çatar. soğumadan kaynaklı batan şeyler, göze daha da belirgin görünür, ayrılık sebebi bu zannedilir ancak arkaplanda çok daha farklı şeyler olmuştur. çoğu durumda kadın bile farkında değildir bunun, soğudum, artık sevmiyorum diye yorumlar oysa kafasına başkası girmiştir bile. belki de kendine itiraf etmek istemez.
evet doğmuş, ölmüş ve henüz doğmamış milyarlarca erkek ve kadın hakkında genellememi de yaptığıma göre günü huzurla kapatabilirim.
yaşamsal nihilizmin pençesine düşen düşünürleri bir doğru üzerinde gösterecek olsaydık, sol tarafın başına kendisini yazmak zorunda kalırdık. hemen yanına belki peter wessel zapffe'i. kitabında yoğun bir duygusallığı ve yaşamanın bizzat kendisine nefretini hissedersiniz. yaşamın kutsal bir şey olduğunu ben de düşünmüyorum ancak bu denli açık sözlülükle ve bastırarak ele alındığını ilk kez gördüm.
okuduğum kadarıyla temel savı, şu anki düzenin hiçbir yere varamayacağı ve doğan her çocuğun, bu deliliğe katkı sağlayan zincirleme, durdurulamaz bir saçmalık olduğunu söyler. sürekli varolan düzeni kastederek savurduğu lanetler, acaba kafasında daha iyi bir düzenle yaşamı olumlayabileceği bir varyasyon olabilir mi diye sorduruyor. düzen içerisinde sadece bürokratik, işte beton binalar içindeki kravatlılar olarak gösterdiği küme dışında, tüm erdem olarak görülen, davranışları, ahlak tanımlamalarını da kastediyor.
kısaca şu anda bizi kurtaracak hiçbir şeyi göremediğiniz, evrensel olarak çoğumuzun mütabık olduğu ahlak kuralları da dahil bir çıkış yolu olmadığını söylüyor. zaten sonrasında, yaptığı eylemle de bunu kanıtlıyor. okunması gereken ancak fazla da anlam yükleyip, kafanın kırılmaması gereken birisi. ben daha çok nietzsche'ciyim çünkü hem nihilizmin acımasız pençesiyle bizi yüzleştiriyor hem de bundan kaçmayıp savaşmamız gerektiğini söylüyor.
normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz.
Daha detaylı bilgi için çerez ve
gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.
online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.