tepelerin kocakarisi yazar profili

tepelerin kocakarisi kapak fotoğrafı
tepelerin kocakarisi profil fotoğrafı
rozet
karma: 9279 tanım: 411 başlık: 102 takipçi: 78
i shall wear midnight

son tanımları | başucu eserleri


yazarların yaşadığı en utanç verici anı

elbette en utanç verici anımı anlatmayacağım zira kendisi yurtdışındaki bir bankanın kiralık kasasında ben ölene dek güven içinde saklanacaktır.

o kadar lezzetli olmasa da yine çipetpet olan biraz daha az utandırıcı anım ise ilkokul yıllarıma ait. ilkokuldayken sınıfın en ufak tefek çocuğu olmamdan mütevellit öğretmen masasının dibindeki en ön sıranın demirbaşı idim. aynı zamanda dışarıdan oldukça uslu sanılan ve akıllı da bir çocuk olduğumdan öğretmenimiz sınıfın en haşarısı olan oğlunu nedense benim dengeleyebileceğimi düşünmüş olmalı ki büyük itirazlarımı kulak arkası ederek yanıma oturtmuştu. tabii yan yana oturmaya başladıktan bir süre sonra kendisinden hoşlanmaya başlamıştım çünkü some serseri boy problems ben daha okuma yazma bile öğrenmeden alnıma yazılmıştı. ama bu utanç verici anılar sevgili sıra arkadaşım emrah ile değil, müstakbel kayınpederim sınıf öğretmenimiz ile alakalı.

elbette öğretmenimi çok seviyor onun da beni sadece öğrencisi olarak değil gelecekteki kızı olarak da görmesini istiyordum*. yaklaşan öğretmenler günü ise bunun için bir fırsat olabilirdi; alacağım hediye ile kalbine giden yolu kazanabilirim diye düşündüm. ancak başımda beni kendi ayakları üzerinde durabilen bir birey olarak yetiştirme konusunda takıntılı ponçik annemin kendime güvenebilmem adına verdiği sorumluluklar bazen biraz gereksiz sonuçlara yol açabiliyordu, ki bu hediye de bunlardan sadece birisidir.
öğretmenler günü gelip çattığında annem bana şimdinin yüz lirası gibi bir para vererek öğretmenim için kendi istediğim hediyeyi seçmem, satın almam, paket yaptırmam ve öğretmenime vermem için beni okul saatinden bir iki saat önce hazırlayıp uğurladı. elbette sadece sekiz yaşında olmam dışında bunda bir sıkıntı yok.
dükkanları gezerken beğendiğim hiçbir şey bulamıyor ve okul saati yaklaştıkça paniklemeye başlıyordum. en sonunda öğretmenimi gözümün önüne getirerek nelerden hoşlanabileceğini hayal etmeye çalıştım ve gözümün önüne bulduğu her boşlukta sigarasına sarılması geldi.
allahım bunu neden daha önce düşünememiştim ki! uygun hediyeyi bulmanın mutluluğu ile bir tekel bayii’ye girip satılan en ucuz sigarayı alıp paket yaptırdım. hayır o zamanlar gerçekten tüm yetişkinlerde çocuklara karşı aşırı bir güven varmış herhalde ki durumla ilgili hiçbir sorgulama yapmadan satışı gerçekleştirdi. hoplaya zıplaya okula koşup büyük bir heyecanla öğretmenimin verdiğim hediyeyi açtığındaki yüz ifadesini görünce bir şeylerin ters olduğunu anlamıştım ama ne olduğunu idrak edememiştim. akşam eve gittiğimde para üzerini anneme verdiğimde elbette bu kadar fazla olmasına şaşırarak ne aldığımı sordular ve anlattığımda sadece uzunca bir süre babamla aralarında gülmekle yetindiler. sigaranın markasını öğrendiğinde babam biraz daha güldü.

ertesi sene elbette biraz daha büyümüş ve olgunlaşmıştım. neredeyse dokuz yaşıma gelmiştim! akşamları ailemin izlediği haberlerde uğur mumcu’nun öldürüldüğünü duymuş ve bunun üzerine kendi aralarında gerçekleşen konuşmalara kulak misafiri olmuştum. her gün okula giderken önünden geçtiğim dükkanın vitrininde ise uğur mumcu’nun fotoğrafı ile iki kıtalık şiirin basılı olduğu bir seramik vardı. şiiri her geçerken okur ve tam anlayamasam da içimi bir hüzün kaplardı. evet bu sefer hediyemi haftalar öncesinden belirlemiştim bile. artık peter pan okumak yerine siyasetle ilgileniyor ve sigaradan daha kalıcı bir şey alarak öğretmenimin dikkatini çekmek istiyordum. öğretmenler günü geldiğinde büyük bir heyecanla hediyemi paketlettirip öğretmenime verdiğinde ne kadar beğeneceğinden başka bir şey düşünemiyordum. ama müstakbel kayınpederimin paketi açması ile hediyeyi kimse görmesin diye bir yerlere tıkıştırması bir oldu. akşam eve gittiğimde aldığım hediyeyi anlattım ve bizimkilere yine oldukça eğlenceli bir akşam yaşattım… sanıyorum o dönem için siyasi konjonktüre pek uygun bir hediye değilmiş.

neyse öğretmenim sonunda emrah'ı öğretmenler gününde güzel süveterler getiren nazlı'nın yanına yerleştirdi.

okuldan çıkınca çubuk krakerden bir efkar sigarası yakıp içimden vurulduk ey halkım şiirini okuya okuya eve döndüm.
devamını gör...

nişantaşı'nda adres sormak

allah düşmanımın başına vermesin. ben uzun zamandır böyle eziyet görmedim. yemin ederim sanki bütün semt birleşmiş sizinle taşak geçiyor çok afedersiniz. hayır bir de bunu kibar kibar yaptıkları için sizi tavşan gibi bir aşağı bir yukarı koşturan insanlara teşekkür ederim diyebiliyorsunuz sadece.

şimdi şöyle anlatayım. okumalara doymayan biri olarak (kafama sıçayım) bir gün aklıma dahiyane! bir fikir geldi ve "neden ikinci üniversite kapsamında açık öğretimden bir bölüm daha okumuyorum ki üstelik öğrenci metrobüs kartı ve sıpotifay üyeliği de cabası" diyerek hevesle gidip kaydımı yaptırdım. yaptırmaz olaydım. her sınav ayrı bir macera. bu seferkini evime yakın bulmuşlar ki nişantaşı'na vermişler sağ olsunlar. sınava cep telefonu alınmadığı için cep telefonumu bir güzel evde bıraktım (çünkü henüz taksiti bitmemiş telefonu hiç tanımadığım birine emanet olarak bırakamiycim) ve sınavdan bir saat önce yollara düştüm. neyse taksiye bindim, amca okulu biliyor ama trafik çok. sınava geç kalıcam dedi ki "istersen sen in, yürüyerek şuradan dümdüz gidersen hemen aşağıda." burada kilit kelime "hemen aşağıda".
iyi dedim öyle yapayım. dümdüz yürüyorum yürüyorum yok, yürüyorum yürüyorum yok. ulan birine sorayım diyorum her taraf ya sanat galerisi ya tasarım butik ya da garsonları havalı coffee shoplar. zaten sınava gidicem diye kot-yağmurluk çıkmışım, herkes bana newyorktaki bir ingilişmenmişim gibi bakışlar atıyor. anasını satayım bi tane normal büfe yok adres soracak.
neyse sonunda birini buldum sordum "ha dedi hemen şurada yukarıda". dedim herhalde görmedim. yukarı doğru hızlandım çünküm sınava da az kaldı. e git git okul yok. başka birine daha sordum "hemen aşağıda" diye cevap verdi. ulan koskoca okulu gözden kaçırıyor olamam diyorum. bu sefer aşağı doğru koşmaya başladım çünkü sınav saatinin gelmesinin üzerine bir de sınav giriş belgesi çıkarmam gerekiyor. koş allah koş yok. birkaç polis buldum onlara sordum nefes nefese, dediler ki "hemen şu aşağıda". "o" dedim "aşağısı" dedim "sizin..." dedim sonra derin bir nefes aldım. "tam olarak nasıl bir aşağıdan bahsediyoruz burada?" diye kibarca sordum. dediler "soldan ilk sokağa gir, sağda."

böylece nişantaşı'na zorla "sol" ve "sağ" kavramlarını sokmuş oldum. neyse tavşan gibi bir aşağı bir yukarı koştuğum nişantaşı'nda çilem bitti mi? tabii ki hayır. çünkü bir de kırtasiye bulmam gerekiyor. dediler ki "okulun hemen karşısında var." okulun hemen karşısına bakıyorum kırtasiye ile yakından uzaktan alakalı bir yer yok. bu sefer alacağım cevabı önceden tahmin ettiğim için okulun aşağısına ve yukarısına biraz koşuyorum, hala yok. bir adet bakkal bulup kırtasiyeyi soruyorum "yukarıda" diyor. amcanın suratına on saniye dik dik baktıktan sonra kibarca "yukarıdan" diyorum "kastınız neresi tam olarak?" "sağa dönün o sokakta" diyor. sağa dönüp koşuyorum kırtasiye yok. geri dönüyorum manava soruyorum diyor ki "hemen aşağıda." domates kasasını yola fırlatmamak için derin bir nefes aldıktan sonra "tam olarak" diyorum "aşağıdan kastınız neresi?" "emlakçının üstü, girişi şu taraftan" diyip gösteriyor parmağıyla.

sonuç olarak sınava tam 15 dakika geç kalıyorum.

tüm yönleri "aşağı" ve "yukarı" olarak tarif eden nişantaşı. allah belanı versin nişantaşı. yolunu kaybet de bulama nişantaşı. sonsuz tasarım butikleri arasında kaybol nişantaşı. aynı sokaklarda dönüp dönüp çıkışı bulama nişantaşı. yol sorduğun herkes sana "hemen aşağıda" ve "hemen yukarıda" diye cevap versin nişantaşı.
devamını gör...

küçükken doğru bildiğimiz yanlışlar

ben dört yaşındayken annem kardeşime hamile kaldı. bana da sürekli kardeşin olacak diyorlar. mahalledeki bütün arkadaşlarımın da ya ablası ya da abisi var. sanırım o yaşıma kadar da hiç bebek görmemişim. o yüzden kardeşim doğunca ablam/abim olacak sanıyorum.

neyse büyük hevesle bekliyorum hastaneden gelmelerini. bir geldiler kundakta küçücük zırlayan bir şey. altına da yapmış kokuyor. resmen hayal kırıklığı! gerçekten çok sinirlenmiştim. günlerce trip attım anneme.

bir de gelirken bana oyuncak almışlar "bak kardeşin sana hediye getirdi diye";
tekerlekli bir ördek. ipi var çektikçe peşinden dolanıyor. hayır şimdi yeni oyuncak oynamasan olmaz. ama bi taraftan da kıllanıyorum bu kundaktaki garip şey almış sonuçta. bahçede hunharca sürükleyerek hıncımı zavallı ördekten çıkartmıştım.

üzgünüm ördek.
devamını gör...

normal sözlük yazarlarının favori yara izleri

sağ kaşımın hemen altında olandır.

ben yaklaşık 4-5 yaşlarındayken bahçeli eski bir müstakil evde oturuyorduk. evi, bahçeyi, mahalledeki tüm bahçeleri, inşaatları, kiremit fabrikasını, sebze halini ve bir kaç karakolu henüz bu yaşımda tek başıma keşfetmiştim, bu yüzden elbette annem bir gün mutfaktaki kilimi kaldırıp orada daha önce fark etmediğim bir kapağı kaldırıp da aşağıya inince içimdeki keşif perileri resmen halay çekmeye başladılar.

elbette haftada en az iki kez kaybolmayı başaran bir velet olarak evin altına inen bir kapı beni kara delik gibi kendisine çekiyordu. annem yaklaşmamam için sıkı sıkı tembihledi ama zaten tembihleri dinleyen bir çocuk olsam her hafta beni şehrin başka bir köşesinden toplamazlardı.

tabi ben kıyın kıyın yaklaştıkça annem aşağıdan sesleniyor sakın yaklaşma diye. sonunda açık olan kapağın kenarına vardım ancak aşağısı gözükmüyor, karanlık. ben aşağıyı görmeye çalıştıkça eğiliyorum, ben eğildikçe garip anam bağırıyor... en sonunda tabii annemin çığlığı ile kendimi yerde buldum. yaklaşık bir buçuk katlık mesafeden aşağıdaki kömürlerin üzerine uçmuşum.

tabii kafayı gözü yardık ama sonuç olarak amacıma ulaştım! aşağıda ne varmış görmüş oldum. kömürler de şöyle miyazaki karakteri olaydı tam süper olacaktı ama yapacak bir şey yok.

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
devamını gör...

ödünç verilen kitabın defolu gelmesi

normalde öyle şeylere pek takılmam. yani elbette kitabın bütünlüğünün bozulmaması gerekiyor*. ama sayfaların katlanması, kapağın kırılması falan beni rahatsız etmez. çünkü benim için kitap bir metadır. ortadan ayrık halde kanepeye de bırakırım, çantama da tıkıştırırım, kaynak kitapların altını çizip kenarına not alır, karalamalar da yaparım.

bunları baştan anlattım ki aslında makul bir insan olduğumu anlayın.

şimdi asıl olaya geçebiliriz.

efenim üniversite yıllarımın henüz başında genç ve toy olduğum o masumiyet döneminde* o zamanki erkek arkadaşım gombrich'in sanatın öyküsü kitabımı ödünç istedi. şimdi bilenler bilir, alanla alakalı en baba kitapların belki de başında gelen böyle kuşe baskı, tuğla gibi bir kitap.

oldukça da pahalı tabii;
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

ben de öğrenci halimle yememden içmemden, kıyafetimden, eğlencemden feragat edip bu kitabı almışım manit beye de ödünç vermişim okusun diye*. kendisi de hiç kafasına tasla vurula vurula leğende çitilenmemişçesine bu kitabı küvette uzanırken okumaya karar vermiş! evet! küvette! su dolu bir küvette hem de! ulan ağzına ıslak banyo terliği ile daldığımını küvette okunacak kitap mı bu!

tabii sen kitabı elinden düşür, çoot diye suya kapaklansın, sayfaları ıslanıp bir güzel kabarsın. bi de kuruyunca düzelir diye düşünmüş sağolsun.

kitapla adam yaralamaktan ufak bir sabıkam var ama büyük jüri mahkemede kitabın halini görünce ağır tahrik kabul ederek denetimli serbestlik verdi.
devamını gör...

normal sözlük yazarlarının favori yara izleri

efendim daha önce favori yara izimi anlatmıştım. bu ikinci favorim ve aynı zamanda da aldığım en kötü iltifatın sebebidir.

zaman; lisans eğitimimin yine çılgın geçen bir vize haftasının son teslimi. tüm çalışmalar bitmiş sadece paspartusunu yapıp eve gidip bayılacağım.

-şimdi bundan sonrası kan görünce içi bir tuhaf olanlar için sakıncalı olabilir baştan söyleyeyim-

kağıdın kenarında pütürcükler kalmaması için falçatayı tek seferde ve hızlı şekilde çekmek gerekiyor ki kağıt jilet gibi olsun. amma ve lakin benim t cetvelim metal değil pleksi olduğu için ve daha öncesinde fark etmediğim minik bir çentik açıldığı için maket bıçağı o yola girip cetvelin ve benim sol başparmağımın üzerinden büyük bir hızla geçti. parmağımın ve tırnağımın ortadan ikiye ayrılmasına rağmen benim tek derdimin günlerdir uğraştığım çalışmanın kan lekesi olması olduğunu itiraf etmem gerekiyor ancak bu daha çok bu tarz şeyler kendi başıma geldiğinde inanılmaz bir sakinlikle karşılamamdan. yoksa ruhastası değilim. valla. neyse efendim yere iri bir ceviz büyüklüğünde kan damlalarının çok hızlı bir şekilde arka arakaya damlamasından mütevellit arkadaşlarımdan birisi koca resim kağıdını parmağıma sardı (ki bunun için daha sonrasında hemşirelerden güzel bir azar işittim) ve beni hastaneye götürmek için sürüklemeye başladı. ben parmağımda 35x50 santim bir kağıtla hastaneye sürüklenirken bir kaç metre sonra kan kaybının tahminimden fazla olduğunu hissettim çünkü gözlerim kararmaya ve kulaklarım uğuldamaya başlamıştı. daha önce bir kaç kere bayıldığım ve kafamı betona çok sağlam çarptığım için (eheh bu yüzden mi böylesin esprisi yapanın kalbini kırarım) bir de o anda pekmezi akıtmamak için yanımdaki arkadaşıma sakince birazdan bayılacağımı haber verdim. tabi kendisi bunu "sakın bayılma!" diyerek bertaraf etmeye çalıştı. ki bence de çok makul bir talep ancak yine kendisine oldukça sakin bir şekilde bunun kontrol edebileceğim bir şey olmadığını anlatmaya başladım. zaten o noktada görme yetimi tamamen kaybetmiştim. neyse sağ olsun beni kucaklayıp hastaneye kadar taşıdığı için buradan kendisine bir şey demek istemiyorum çünkü oldukça ufak tefek de olsam o kadar merdiveni kucağında birisi ile tırmanmanın hoş bir deneyim olmadığını tahmin ediyorum.

acile vardığımızda hemşireler tarafından devasa resim kağıdından söylenile söylenile kurtarıldım, sedyeye yatırıldım ayaklarım havaya kaldırıldı falan, dikiş atılması gerekli hazırlıklar yapılırken doktor bey geldi. o arada ben görme yetime tekrar kavuştuğum için büyük bir merakla neler yaptıklarını izlemeye başladım tabii. doktor sürekli "kafanı diğer tarafa çevir!" dese de ben merakıma yenik düşüp milim milim operasyonun yapıldığı tarafa dönüyordum. vallahi mazoşist değilim ya! bir daha ne zaman nasıl dikiş atıldığını bu kadar yakından izleme şansına sahip olabilirim belli değildi sonuçta! neyse sonunda doktor bey benden yılıp iki tane hemşireyi bir örtüyü önümde perde gibi tutmaları için görevlendirerek biraz beni küstürdü.

sonra sanıyorum gönlümü almak istedi ki "daha önce ellerinin çok güzel olduğunu söyleyen olmuş muydu?" diye bir soru yöneltti. operasyon esnasında beni merak edip beş dakikada bir endişe ile giren erkek arkadaşlarımı kovalayıp "benden daha popülersin haa" dediği halde bana yürümediğinden eminim ve bu tarz bir durumda iltifat beklemediğim için bi on saniye mavi ekran verdim. sonrasında erörüm devam ediyor olsa gerek ki "eeeeeöööö evet?" diyebildim sadece. "ama benim kadar emin olarak söyleyen olmamıştır çünkü ben hem dışını hem içini gördüm eheh" dedi*.

ellerin de çok güzelmiş, normal dikiş yerine estetik dikiş atalım diye beni mi yedin bilmiyorum çünkü yara izi kabak gibi görünüyor. seni unutmayayım diye yaptıysan vallahi espri yeterliydi. şimdiye kadar daha kötüsünü yapan olmadı çünkü. sevgili doktor amca yara izine baktıkça seni anıyorum.
devamını gör...

480p görmek

neredeyse hayatım boyunca yaşadığımdır. zaten boyum kısa olduğu için hep en ön sıraya oturtulurdum bu yüzden tahtayı görememe gibi bir sorunum olmuyordu. e çocukken bir noktada birileri gözünüzün bozuk olduğunu fark edip doktora götürmediyse de herkes dünyayı sizin gibi görüyor zannediyorsunuz. çok uzaktaki yazıları okumakla şov yapan arkadaşları da cinli deyip geçiyorsunuz.

şimdi nasıl 1080'e terfi ettiğimi anlatayım.

bende miyop artı astigmat olduğu için otobüs numaralarını okuyamıyorum. lisedeyken de çok merkezi bir duraktan biniyorum, bizim okulun formasını giyen otuz öğrencinin akın ettiği otobüse biniyorum hiç numarayı falan sormadan. neyse bir gün bu durum ilk iki dersi kaçırmamla değişti. okula geç gideceğim için durakta bizim okulun formasını giyen sadece 1 kişi (yazıyla bir) var. neyse otobüs geldi ben bunun peşinden atladım. sonra kitap mı okuyorum napıyorum hiç yola, sağıma soluma bakmıyorum. otobüs durdu kız inmek için kalktı ben de bunun peşinden otobüsten atladım. atladım ama çok afedersin allahın unuttuğu bir yerde hiç bilmediğim bir tarlanın ortasındayım. ben ne olduğunu, nerede olduğumu, neden okulun önünde olmadığımı anlamlandırmaya çalışırken kız basmış gitmis yoluna. kaldım mı tek başıma. o panikle birden insanların otobüslere bu yolla biniyor olamayacağı ve gözlerimin bozuk olabileceği düşüncesi ile aydınlandım.
neyse efendim kısa keseyim sonunda bir doktora gidip muayene olup, numaralar yazılıp, optiğe gidilip gözlük seçilip, hazırlanma aşaması bittikten sonra gözlüklerime kavuştum ve tüm dünyayı full hd kalitesinde izlemeye başladım. başladım ancak bi kere dünyayı böyle görmeye alışmamışsanız birden herşey samanyolu kanalı tarafından çekilmiş gibi oluyor: no filter no blur no post prodakşın cayır cayır stüdyo layt.

sonuç olarak hafif blurlu her şey daha bi güzel. alt yazı falan okumayacaksam da genellikle gözlükleri takmıyorum. 480 devam.
devamını gör...

pazarda kaybolan çocuğunu bulunca döven anne

adeta insanların sınırlarını zorlamaya yemin etmiş olmamın üzerine, bir haftada en az iki kere üç-dört tane yetişkinin ortasından kaybolmayı başarabilen başına buyruk bir veled olmama rağmen annemden* toplamda iki kere dayak yemeyi başardım.

bunlardan bir tanesi ise henüz beş yaşındayken, tüm mahallenin seferber olup beni bulamaması sonucunda iki üç polis karakoluna haber verilmesinin ve yarım günün ardından şehrin başka bir ucundan çıktığım enfes kayboluşlarımdan birinin cezasıydı.

bunun öncesinde annem beni insan evladı yerine koyup* karşısına almış ve defalarca yerimden ayrılmamam, onu göremezsem birisi beni bulana kadar yerimden kıpırdamamam, habersiz bahçeden çıkmamam konusunda uyarmış ve kaybolmam halinde başıma neler gelebileceğini uygun bir dille anlatmıştı.
amma ve lakin ben denizin laftan anlamayan bir tazmanya canavarı olmasından mütevellit her hafta beni inşaatlardan, fabrikalardan, meyve sebze halinden, karakollardan ve tanımadığımız bilumum insanın bahçelerinden toplamaları bitmedi.

neyse en sonunda nush ile uslanmayanı etmeli tekdir tekdirle uslanmayanın hakkı kötektir uygulamasına geçildi ve vallahi akıllandım resmen, bu kadar mı fark eder?

evet dayaktan sonra bir daha kaybolmadım.

goygoy bir yana, o dayak sayesinde tecavüze uğrayıp öldürülüp bir kenara atılmamış olmam yüksek ihtimal. tisikkuler anne.
devamını gör...

ilk bilgisayar kullanımında yapılan mallıklar

sene 99. matrix filmi yeni çıkmış. herkes çılgın atıyor filmle ilgili. tüm okul bundan bahsediyor.
ben tabii daha hipsterlık icat edilmeden hipsterlığın temsili olabilecek uyuz bi tipim o zamanlar. dolayısıyla filme gitmedim.

neyse bi tane de arkadaşım var, sürekli filmden bahsediyor ve izlemem için bana baskı yapıyor. en sonunda sırf bunun çenesinden kurtulmak için lanet olsun diyip sinemaya gittim. ancak ve ancak film vizyondan kalkmış. o zamanlar tabii hdfilmcehennemi falan yok. öyle girip bir tıkla karşınıza tüm filmler, diziler serilmiyor. gittim bir şekilde filmin cdsini buldum kiraladım. evde emektar bir masaüstü bilgisayarım var 20 cm tüplü ekranda izleyeceğim. izleyeceğim ama bir türlü oynatamadım dosyayı. neyse bu işlerden az buçuk anlayan üst komşumuzun oğlunu çağırdım. işte bir o cdyi takıyor bir bu cdyi takıyor, çıkarıyor bir şeyler yapıyor falan (çok da anlamıyormuş demek ki) tam artık ümidi kesmişken çat diye film açıldı. hah dedim tamam, ellemiyim hiç bozulmasın. başladım izlemeye.

filmle ilgili de bir sürü felsefi tartışmalar dönüyor, arkadaşım sürekli diyor ki ilk başta hiç bir şey anlaşılmıyor, sonunda anlıyorsun falan fıstık. ben de bi taraftan izliyorum bi taraftan düşünüyorum ulan neyini anlamamışlar ki her şey bariz işte diye. kendimi çok zeki falan buluyorum derken birden cast akmaya başladı...

meğer ikinci cd'yi izlemişim...

sonra uslu uslu ilk cd'yi izledim.
devamını gör...

kurgusal iştah

sevgili insanolunbiraz tanımını gayet güzel yapmış, ben konu ile ilgili yaşadığım ilk anıdan bahsedeceğim.

ilkokulumuzun minik kütüphanesinin kapıları bana ilk açıldığında 9 yaşında idim ve o an gerçekten ölüp de cennete gittiğime yemin edebilirdim. üstelik kısa sürede kütüphane kolunun tek ve adanmış neferi olarak bu cennetin anahtarları da tarafıma teslim edildi. evet benden başka hemen hiç kimse kullanmadığı için bütün boş vakitlerimi bu bana ait cennette yeni kitaplar keşfederek geçiriyordum ki o gün elime beyaz diş kitabı geçti.

kurt yavrumuzun ilk defa tek başına doğaya çıktığı, keşifler yaptığı ve bir kuş yavrusunu yediği bölüm ise başlığımızın konusunu oluşturuyor. efendim elbette ben de isterdim canım çikolatalı pizza yanında da koca bir bardak süt çeksin, amma ve lakin cenabı rabbül alemin ufacık tefecik sakin bir kız çocuğu görünümünün altında aslında beni vahşi bir kurt yavrusu olarak yarattığı için ben ağız dolusu kan için şiddetli bir arzu duydum. evet.

kuşun incecik kemiklerinin kırılması ve ılık taze kanın kurdumuzun ağzına dolması o kadar cezbedici bir şekilde anlatılmıştı ki, her şeyi bırakıp apar topar eve koştum. kendimi banyoya kilitledikten sonra babamın jiletlerini buldum, önce elime ufak bir çizik atıp çıkan kanı emdim ama kitaptaki sahneden oldukça uzak bir deneyimdi ve kurgusal iştahımı gidermedi. ardından gözümü karartıp derin bir kesik daha attım ancak bu sefer de ayarlamayıp biraz fazla derin kesmişim. sonuç olarak kanamayı durduramayıp anneme yine ufak bir kalp krizi geçirttiğim doğrudur.

ayrıca hayır psikopat değilim, sadece jack london çok iyi bir yazar.

siz yine de kanınızı içmek için kendinizi kesmeyin. çikolatalı pizza iyidir bak, dominos'tan çokominos falan sipariş edin.
devamını gör...

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim