"sevgili", çok iyi bir arkadaş da olmalıdır aynı zamanda, dolayısıyla her şey yapılabiliyor olmalıdır sevgiliyle.
yeri gelir sen onun için dünya kupasını izliyor"muş" gibi yaparsın bir yandan sözlükte fink atarken, yeri gelir o senin için bayılmadığı yönetmenin filmine gelir seninle. ama elbette en hoşu, birlikte keyif alınan şeyleri yapmaktır. bir sürü olasılık içinden bulur çıkartırsın işte, bir sürü tuhaf tesadüfle bir araya gelmişken çok da zor olmasa gerek bu.
badem unuyla yapılan, az şekerli olduğu için de baymayan en lezzetli atıştırmalıklardan. dışı çıtır çıtır, içi ise yumuşacıktır.
bu kurabiyenin gıda boyası ya da sebze-meyve sularıyla renklendirilerek oldukça ponçikleştirilenlerine ise makaron denir.
makaron, acı badem kurabiyesinin üç-dört katı fiyatına satılır ve rengarenk olması dışında bir olayı da yoktur.
ama fransızlar işi biliyor işte. sahip oldukları her şey gibi bunu da markalaştırarak bütün dünyaya pazarlamayı başarmışlar.
bizdeki bazı uyanıklar ise maliyeti düşürmek için acı badem kurabiyesini yer fıstığıyla yapıp, berbat bir şey sürüyorlar piyasaya. yersen! sonra da vay efendim biz niye böyle olduk! bize az bile. uyanıklar ülkesi.
neyse konu çok dağılmış. acı badem kurabiyesi iyidir, hoştur. kurabiyeler aleminin "bitter sweet symphony"sidir.
yasa dışı faaliyetler sonucu elde edilen para ve taşınır/taşınmaz her türlü mal ve haklar.
kayıt dışı ekonominin unsurlarındandır. mafyanın ve yasa dışı her türlü yapılanmanın gelirlerinin büyük kısmını oluşturur ve de kara para aklama yollarıyla ekonomiye dahil edilir.
ingilizce "suç gelirinin aklanması" anlamında kullanılan kalıp.
bu ifadenin suç gelirinin aklanması olarak kullanılması 1920'lere dayanır. bu yıllarda şikago'daki içki yasağı döneminde al capone çamaşırhane zinciri satın alarak mafya gelirlerini aklamış ve "money laundering" teriminin literatüre geçmesine sebep olmuştur.
breaking bad'de gustavo fring'in sahip olduğu çamaşırhane de(lavandería brillante), sonrasında walter'ın işlettiği araba yıkama şirketi de buna göndermedir.
paracıklarınızı yalnızca virüslerden aklamak için yıkama gereği duyacağınız tertemiz günler dilerim efenim.
daha önce kısa filmleriyle tanıdığımız yönetmen tufan taştan'ın ilk uzun metrajlı filmi "sen ben lenin" (you me lenin). filmin senaryosunu da tufan taştan ve barış bıçakçı birlikte kaleme almışlar.
film, ahşap bir lenin heykelinin kıyıya vurduğu bir sahil kasabasında gelişen olayları konu alan bir kara mizah öyküsü. ki bu yönüyle de ilgimi çeken bir film çünkü sinemamızın kara mizah türüne çok yatkın olduğunu ve bu janra daha çok ağırlık vermemiz gerektiğini düşünenlerdenim. bu topraklar kara mizah yapmaya çok uygun bir zemine sahip ve bu bir lütuf sinemamız açısından.
prömiyerini 40. istanbul film festivali'nde yapan film, dünya prömiyerini ise 43. moskova film festivali'nde yaptı ve son olarak da 32. ankara film festivali'de "onat kutlar en iyi senaryo ödülü"ne değer görüldü.
ben henüz izlemedim filmi. izlediğimde yazımı günceller ve film hakkındaki görüşlerimi paylaşırım sizlerle naçizane.
eserleriyle fantastik gerçekçilik akımının en dikkat çeken isimlerinden biri olan amerikalı ressam ve heykeltraş.
1973 yılında springfield'da dünyaya gelen sanatçı aslında resim eğitimi almış ancak zamanla heykel onun asıl odağı haline gelmiş. çizmektense inşa etmenin onu daha mutlu ettiğini ifade eden sanatçı benzersiz asamblaj (üç boyutlu kolaj) eserleriyle kendisine hayran bırakıyor.
sanatçının işlerinde kullandığı sıradan materyaller, onun müthiş hayal gücü ve yaratım yeteneğiyle sıradışı sanat eserlerine dönüşüyor.
eserlerinde bütünü oluşturan her bir detay, onun yaptığı işe ne kadar tutkuyla bağlı olduğunun kanıtı da aslında. rokoko ve barok dönemlerinden etkilendiğini ifade eden heykeltraşın aylarını, hatta yıllarını alan girift çalışmaları zihinlerde tanımlanması güç kompozisyonlar çiziyor. her zihinde farklı bir lezzet ve etki bırakıyor.
eserler sanatçının popüler kültüre olan tahammülsüzlüğünün de birer yansıması gibi aslında. geçmişe özlem duyan, geçmişe dönük bir ifade biçimi var çalışmalarında.
tanıdığımdan beri çok saygı duyduğum ve özel bir ruh taşıdığına inandığım muazzam bir sanatçı kuksi. 2015 yılında türkiye'ye de uğrayan ve contemporary istanbul'da yer alan "sedation" isimli işi için ise şunları ifade ediyor sanatçı: "sedation, insanlar arasındaki aşk ve düşmanlık gibi sarhoş edici bağlılık duyumlarını işliyor. kadının üzerindeki parçalı ok, duygu ve huzur gibi yapay etkileri hatırlatıyor. bu, artan teknoloji sonucu sahip olduğumuz kısıtlı yüz yüze etkileşimin yer aldığı modern dünyada birbirimizden nasıl etkilendiğimize dair bir fikir sunuyor. unuttuğumuz bu bağlılık duygusunu hatırlamak için neye ihtiyacımız var? sonuçta her birimiz güçsüz yönlerimizi o kadar gizledik ki artık sadece yalnız bir kabuktan ibaretiz. ya da eros’un attığı ok hikayesi bizi birbirimize çeken kimyasallardan başka bir şey değil mi?"
son olarak da sanatçı "disputed kingdoms" isimli satranç setini sınırlı sayıda satışa sunmuş ve çok konuşulmuştu. gerçekten de her satranç severin ve koleksiyonerin sahip olmak isteyeceği türden, çok etkileyici bir set.
yönetmen guillermo del toro ise şöyle tanımlamış ünlü heykeltraşı: "bir post endüstriyel rokoko üstadı".
mitolojiden, tarihten, mimariden, aslında geçmişe dair her şeyden beslenen ve bunu çalışmalarına ilmek ilmek işleyen bu adamın eserlerine bakmanızı öneririm naçizane.
bir köy öğretmeni olan aliye'nin başından geçenleri konu edinen halide edip adıvar romanı.
romanını kurtuluş savaşı döneminde kaleme alan adıvar bize göstermiştir ki son 100 yılda değişen pek bir şey yok aslında. kuva-yı milliyeciler ile kendi çıkarları doğrultusunda hareket eden makyavelist insanların birbirleriyle olan mücadelesini idealist ve vatansever köy öğretmeni aliye üzerinden okura sunan bir roman vurun kahpeye.
bir yanda aşk ve özgürlük mücadelesi diğer yanda da nefret ve erk kavgaları. emperyalizme, bağnazlığa, cehalete ve kötülüğe savaş açmış bir kadının bir asır önce yaşadıklarıyla bugün yaşananlar arasında elbette fark var ama zihniyet ne yazık ki aynı. iyi insanlar istediğiniz yola gelmediklerinde ne kadar da kolaydır çamur atmak, hele ki bir de karşınızdaki kadınsa. kendi yarattığınız namus(!) ölçülerine uymayan kadını hemen çamurla kaplayıverirsiniz...
vurun kahpeye işte tüm bu iyi-kötü, güçlü-güçsüz, ezen-ezilen mücadelesini dönemin şartlarında cesurca ortaya koymuş, kadının toplumdaki yerini ve hukuki varlığını, haklarını kabul ettirmek adına da önemli bir misyon üstlenmiş değerli bir eserdir.
"toprağınız toprağım, eviniz evim; burası için, bu diyarın çocukları için bir ana, bir ışık olacağım ve hiçbir şeyden korkmayacağım; vallahi ve billahi!"
demiş bir öğretmene "vurun kahpeye" diyebilen bir zihniyet! tanıdık geldi mi?
ailemizin kırmızı kafalı, kırmızı keçi sakallı yetenekli bateristi. tabi artık redhead takılmıyor ama burak gürpınar denilince benim aklıma hep o hali geliyor.
yahudilik ve islamiyetin birbirine ne kadar benzediğini, tüm o tuhaf adetlerin, dini ritüellerin aslında ortadoğunun bir gerçeği olduğunu son derece gerçekçi sahneler ve de sağlam bir hikayeyle yansıtan başarılı dizi.
ama beni asıl çeken, sanat aşığı ama bir o kadar da sanattan mahrum bıraktırılmış bir kadının tüm olanaksızlıklara rağmen kendisini bulma yolculuğunda gösterdiği cesaret. bu bir başkaldırı ve mücadele öyküsü aslında. ve bu öyküde müzik hepimizi sarıp sarmalarken bir yandan da diyor ki "asla vazgeçme!".
ancak jim jarmusch gibi bir delinin elinden çıkabilecek muazzam film, her şeyiyle.
belki jarmusch'un en iyi işi değil ama beni en etkileyen filmidir. filmde kullanılan müzikler de filme ayrı bir derinlik katıyor. tanca sokakları ve atmosferi zaten büyülü.
(bkz: streets of tangier)
filmdeki göndermeleri, nakış gibi işlenmiş detayları farketmeyenlerin ise genellikle beğenmediği filmdir kendileri. işte bu yüzden muazzamdır.
iliklerinize kadar aşıksanız izleyin, değilseniz yine izleyin. çünkü yalnızca aşıklar hayatta kalır...
sinema ve yönetmenlik üzerine ders niteliğinde bir filmdir ve bence stanley kubrick'in en iyilerindendir.
peter george'un "red alert" isimli romanından uyarlanmıştır.
film türkçe'ye dr. garipaşk olarak çevrilmiş, 1964 yapımı siyah beyaz bir politik hicivdir. yönetmenin kara mizah unsurlarıyla harmanladığı filmi bolca ironi içerir ki filmin efsane repliği de bunun en net göstergesidir.
"bayım, burada kavga edemezsiniz! burası savaş odası."
("gentlemen, you can't fight in here! this is the war room")
ayrıca peter sellers'in üç rolde döktürdüğü film olarak da hafızalarımıza kazınmıştır.
belçika'da doğup sonra nasıl olduysa ülker bünyesine katılan çikolata markası.
çikolatacılığa ve tarihsel süreçlerine ilgi duyan biri olarak oldukça kaliteli bir marka olduğunu söyleyebilirim ki adının dayandığı efsane de bu markayı benim için daha özel kılmaktadır.
normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz.
Daha detaylı bilgi için çerez ve
gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.
online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.