bekletenimiz çok çok on beş-yirmi dakika gecikince ağzımızdan, "ağaç olmak" deyimi ne kadar da kolayca dökülüverir. on beş-yirmi dakika veya daha fazla, -daha az da olabilir- bekletilmeyi yeğnileştirdiğim sanılmasın; bekletilmeyi kim sever ki? belki trafiğe takıldı, hadi tramvayı kaçırdı, vapura yetişemedi, otobüse sığışamadı... makul bir bahaneye sahip olduğu sürece, beklediğimiz yerde kök salacak kadar da bizim için kıymetliyse, yeter ki sağ salim gelsin. gerçi telefonumla gülümseyerek göz göze geldim de, handiyse eski kafayla yazıyorum...

"ağaç olmak" deyimini ilk kullanan insanı hep merak etmişimdir; zeyrek de bir kişi olsa gerek. ona, son kertede bu deyimi kullanacak, ne kadar süre bekletilmiştir? bekletenin mahcubiyetini bu sözcükler ne kadar ağırlaştırmıştır? bekleten eğer düpedüz alıksa bu sözcükler karşısında belki gülüp geçmiştir. bekleyen de hafif alık ki -ağacın ihtiras ve öfkeyle toprağı sahiplenmişliğine, suya ve minerale olan düşkünlüğüne, toprağın altındaki azgınlığına, hırçınlığına ve bozgunculuğuna şahit olmadan, gerek de görmeden- sadece kök salmışlık usuna gelir.

anaç kuşun sindirdiği besini kendi ağzına kusması için yarışa tutuşan, aynı yuva içindeki yavru kuşlar gibi gökyüzünde yükselen ve yayılan kardeş dalların, esarete bekindiğini görmek için gözlemcinin titizinden, ayığından olunmalı. ağacın da kabahati yok değil hani. dalları da en az kök uçları kadar hırslı ve inatçı; özgürlüğe öykündükçe yücelmiş ve genişlemiş. sade suya inadından insan gibi de yüzü kızaracak değil ya, yaprak yaprak yeşermiş.

beyhude inadının ayırdında, yüzü kızaran insanla, yeşeren ağaç arasındaki ortak sıkılganlığa ve farkındalığa da açıklık getirelim. şimdilik ağacın kabusu oduncuyu konu dışına itelim; ağaç oduncuya karşı çaresiz; oduncunun ağaca karşı duyduğu mahcubiyet -varsa eğer- zaten faydasız. umsun ki yetenekli bir sanatçının, ustanın ellerinde oyulsun, bir esere bürünsün; en çok da, kıymetini bilecek bir yazarın, kaleminin altında ölümsüzlüğe kavuşsun. yeter ki ahşaba susamış bir ateş parçasına yem olmasın.

bir de ormancı var ki ağacı istim üstünde tutan; her ilkyaz onu yeşerten. ormancı baltayı köküne en yakın yere vurmadıkça ağacın içi rahat; isyankar dal yavrucaklar arada budansa da olur. hem ormancının elinden onlara hadlerinin bildirilmesinde ziyan da yok. ne de olsa seneye gene yeşerecek; gövdeye bağlı, ayaklarına dolanık prangalarla onları gökyüzüne tekrar salacak. ta ki yavrucaklar yorulup da, inadından cayana kadar.

ağacın gövdesine çekilen işaretin hep aynı seviyede kaldığını, inatçı olanın anaç gövde değil de dallar olduğunu, ormancı da, ağacın kendisi de bilir. dal yavrucaklara özgürlüğe olan isyankar umudu aşılayan o; kabahatinin de farkında; ağacın sıkılganlığı da bundandır. bekletilmeyi ağaç olmaya tansıyan gözlemciye hafif alık dedik ya, ağacın kendisi de az alık değil hani. onu diri tutan, dallarının özgürlüğe özlemi midir, köklerinin suya düşkünlüğü müdür, yoksa gövdesinin ormancıdan korkusu mudur kendi de bilmez. ama bilir ki, bir kere caydı mı, ormanın kurumuş ot ve sararmış yapraklarla harman toprağına devrilecek...

öykümüzde yılları yitik, alık bir karakterimiz daha var. gerçi onun, alıklığından ötürü çok da suçlanmaması lazım. bunca yıldır ağaçla henüz tanışmamış ki hiç! nereden bilebilirdi bir ağaç hayatını değiştirecek, onu özgürlüğe kavuşturacak. kuş olsa uçardı, istediğinde göçerdi. ama insan bu, ne uçar, ne de istediğinde göçer, vardır onun da prangaları... bir ağaç insanı özgürlüğe nasıl kavuşturabilir diye de şaşırmayın. insanlar aynı ağaca baktıklarında çeşit çeşit şeyler görürler. aynısını görseler de, başka başka dile gelirler. bu ağaç da öyle sıradan bir ağaç değil hani.

elinde kahvesi, sigara içmek için balkonuna çıktığında, karşısındaki manzarada büyükçe bir alan kaplayan, on süremdir gözlemlediği bir ağaç bu. ne ağacı olduğunu -ben de bilmiyorum ya- bilmese de, çınar veya meşe olmadığından emin. gerçi bu zamana kadar ağaca yabancı bir insanın, baktığının ne ağacı olduğunu bilmesinde kime ne fayda? bu ağaç, rahmetli ünlü jönün de mezun olduğu okulun bahçesinde, çocuk çığırışları eşliğinde gökyüzüne yükselen ve yükseldikçe de etrafındaki boşluğu kuşatarak genişleyen heybetli bir ağaç...

türü gibi, özeğine her sene kaç halka eklediğini de bilmediğimiz bu ulu ağaç, şimdilerde dört katlı bir evin çatısıyla boy ölçüşebilecek kadar ağdıysa, 1880'li yılların sonunda bir fransız karakolu olarak kullanılan tarihi binanın bahçesinde çok çok önceden kendisini toprağın yüzeyine atmış, filizlenmiş ve saltık güneşle sevişmiş olmalı. bahçe duvarı sınırlarının çiziminde, dar caddelerin döşenmesinde, etrafında kümelenen evlerin şekillenmesinde, kentleşmeye ufak dokunuşlar yaptığını gözlemlediğimiz bu ağaç, öteden beri saygınlığını kazanmış, şehir planlamacılarını bile boyunduruğu altına almıştı.

ağacımız heybetli olduğu gibi tılsımlı da bir ağaç. ona bakana huzur verdiği gibi, bakmayı bilenin de çevrenini açar, onu kucaklar, kuş gibi yüreğini yeğnileştirir. şimdiye o balkondan ona kaç kişiler bakmıştır, ağacın ışıltısını kimler görmüştür bilemem. ama ağaç da yüz yıllardır sanki bizimkini beklemiş. hele, elini uzatsa, dalını tutacak kadar kime sokulmuş? besbelli ki ağaç da onu en iyi anlayacak kişiyle karşı karşıyadır; ondan ilhamını esirgemez.

altı sürem sonunda bir ilkyazda -ağacımız güzelce yeşermiş- bizimki ağacın kıymetine ayıkır. onda, başkalarının göremediklerini görür, başlar bir masal yazmaya. daha doğrusu ağaç yazdırır, o ayırdında olmasa bile. bizim masalcının masalı pek bir beğenilir, övgülerle el üstünde tutulur. hayal gücü ne kadar zengin, kalemi ne de güçlüdür masalcının! sözcüklere, kelebek gibi yorulana dek dans ettirir, betimlemeleri ışıltılar saçar.

kibrinden midir, alıklığından mıdır bilmem, masalcı bakmayı da görmeyi de bilir ama derindeki hakikate eremez. bilmez ki her sözcük yaprak yaprak dalların ucundan sarkar; ihtiyacı olan betimleme dalından düşer de kelebek gibi uçuşarak avcuna konar! sanır ki yeteneğindendir, cevheri doğuştandır. ağaç, olsa olsa o cevhere açılan kapının yerini bellemekte yedendir. hele insanı balkona çıkmaktan bile ilendirecek zemheri bir gelsin, ağaç da kökünden üryan soyunsun, o zaman anlayacak, hakikate erecek...

yeşermiş ağaç cömerttir, görmeyi bilenden esinini, dalına konandan tohumunu esirgemez. kimisi de çiçek açan, meyve veren, polen polen uçuşan bu alçak gönüllülüğün kendisini bencillik bilir. özgürlüğe giden yol ağacın dallarının ucunda değil de tohumunun içindedir. çok azımızın anlamlandırabildiği yüce özgürlük kavramını ve umudu, küçücük bir tohuma sıkıştırabilmek, saygı duyulası bir çırpınış değil midir? rüzgara kapılıp giden polenden, hangi kelebek daha zarif, hangi kırlangıç daha hürdür?

masalcı artık cömertliği, bencilliği ve de özgürlüğü daha iyi anlamaktadır, zemheriye girerken çıplaklığı da... zenginliğinde her şeyini sunan ağaç, şimdi tüm yalınlığıyla, süzgünlüğüyle karşısında durmaktadır. varlığı betimlemek kolay da, peki ya yokluğu, hiçliği? oysa bu çıplaklık, sadece güneşin bir demet ışığına susayan, dallarıyla daha daha yücelere ağdıkça ona erişeceği yanılgısına sarılan ağacın, tüm kederini gözler önüne sermez mi?

sararmış son yapraklarını rüzgara teslim ederken ağaç yine de vefalıdır. yapraklar, ortasından ikiye ayrılır; kırılgan, zarif kanatlara evrilir; küçük çevrilere tutunur; müjde beklenen güz kelebekleri gibi uçuşur; masalcının avuç içlerine konar...

-son-

belki ışıltıya bir önsöz, ama çok çok bilge karasu'ya minnet
devamını gör...

bu başlığa tanım girmek için olabilirsiniz.

zaten üye iseniz giriş yapabilirsiniz.

"ağaçtan el alan" ile benzer başlıklar

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim