nicholai rosicky yazar profili

nicholai rosicky kapak fotoğrafı
nicholai rosicky profil fotoğrafı
rozet
karma: 7031 tanım: 72 başlık: 16 takipçi: 123
tepelerinde mor bir kelebek, zarif kağıt kanatları kurmalı bir oyuncak gibi açılıp kapanırken, gökyüzünde görünmeyen basamaklar üzerinde oradan oraya sıçrıyordu...

son tanımları


normal sözlük yazarlarının şiirleri

nerede ışıltı ağacım,
nerede kozalak kozalak orman
hatırladıkça gamlanırım.
biraz üşümüş minik çıvgın,
tviç, sviç, çifçaf çifçaf
duydukça şenlenirim.
azıcık sokulsa kararsız güz güneşi
yalancı bir bahar kopacak
baktıkça nemlenirim.

çocuk aklı telaşlı merak,
issiz kornea mercek
kararır kızıl kraliçe,
çıplak göz, taç küre
içim ürperir, tutulurum
ikindi yaşım, yavaşça ağarırım
hala kefaretini öder, yaşarırım.

tekgöz pencerem ıslandığında
kirpiklerim birbirine dolandığında
hüzme ışık ince ince doğrandığında
renkli zar kanat perde seğirdiğinde
yüzlerce ebemkuşağı yusufçuk,
kanat çırpa çırpa oynaşırım.
yaşarır yaşarır, gün gelir yeşeririm.
devamını gör...

ağaçtan el alan

bekletenimiz çok çok on beş-yirmi dakika gecikince ağzımızdan, "ağaç olmak" deyimi ne kadar da kolayca dökülüverir. on beş-yirmi dakika veya daha fazla, -daha az da olabilir- bekletilmeyi yeğnileştirdiğim sanılmasın; bekletilmeyi kim sever ki? belki trafiğe takıldı, hadi tramvayı kaçırdı, vapura yetişemedi, otobüse sığışamadı... makul bir bahaneye sahip olduğu sürece, beklediğimiz yerde kök salacak kadar da bizim için kıymetliyse, yeter ki sağ salim gelsin. gerçi telefonumla gülümseyerek göz göze geldim de, handiyse eski kafayla yazıyorum...

"ağaç olmak" deyimini ilk kullanan insanı hep merak etmişimdir; zeyrek de bir kişi olsa gerek. ona, son kertede bu deyimi kullanacak, ne kadar süre bekletilmiştir? bekletenin mahcubiyetini bu sözcükler ne kadar ağırlaştırmıştır? bekleten eğer düpedüz alıksa bu sözcükler karşısında belki gülüp geçmiştir. bekleyen de hafif alık ki -ağacın ihtiras ve öfkeyle toprağı sahiplenmişliğine, suya ve minerale olan düşkünlüğüne, toprağın altındaki azgınlığına, hırçınlığına ve bozgunculuğuna şahit olmadan, gerek de görmeden- sadece kök salmışlık usuna gelir.

anaç kuşun sindirdiği besini kendi ağzına kusması için yarışa tutuşan, aynı yuva içindeki yavru kuşlar gibi gökyüzünde yükselen ve yayılan kardeş dalların, esarete bekindiğini görmek için gözlemcinin titizinden, ayığından olunmalı. ağacın da kabahati yok değil hani. dalları da en az kök uçları kadar hırslı ve inatçı; özgürlüğe öykündükçe yücelmiş ve genişlemiş. sade suya inadından insan gibi de yüzü kızaracak değil ya, yaprak yaprak yeşermiş.

beyhude inadının ayırdında, yüzü kızaran insanla, yeşeren ağaç arasındaki ortak sıkılganlığa ve farkındalığa da açıklık getirelim. şimdilik ağacın kabusu oduncuyu konu dışına itelim; ağaç oduncuya karşı çaresiz; oduncunun ağaca karşı duyduğu mahcubiyet -varsa eğer- zaten faydasız. umsun ki yetenekli bir sanatçının, ustanın ellerinde oyulsun, bir esere bürünsün; en çok da, kıymetini bilecek bir yazarın, kaleminin altında ölümsüzlüğe kavuşsun. yeter ki ahşaba susamış bir ateş parçasına yem olmasın.

bir de ormancı var ki ağacı istim üstünde tutan; her ilkyaz onu yeşerten. ormancı baltayı köküne en yakın yere vurmadıkça ağacın içi rahat; isyankar dal yavrucaklar arada budansa da olur. hem ormancının elinden onlara hadlerinin bildirilmesinde ziyan da yok. ne de olsa seneye gene yeşerecek; gövdeye bağlı, ayaklarına dolanık prangalarla onları gökyüzüne tekrar salacak. ta ki yavrucaklar yorulup da, inadından cayana kadar.

ağacın gövdesine çekilen işaretin hep aynı seviyede kaldığını, inatçı olanın anaç gövde değil de dallar olduğunu, ormancı da, ağacın kendisi de bilir. dal yavrucaklara özgürlüğe olan isyankar umudu aşılayan o; kabahatinin de farkında; ağacın sıkılganlığı da bundandır. bekletilmeyi ağaç olmaya tansıyan gözlemciye hafif alık dedik ya, ağacın kendisi de az alık değil hani. onu diri tutan, dallarının özgürlüğe özlemi midir, köklerinin suya düşkünlüğü müdür, yoksa gövdesinin ormancıdan korkusu mudur kendi de bilmez. ama bilir ki, bir kere caydı mı, ormanın kurumuş ot ve sararmış yapraklarla harman toprağına devrilecek...

öykümüzde yılları yitik, alık bir karakterimiz daha var. gerçi onun, alıklığından ötürü çok da suçlanmaması lazım. bunca yıldır ağaçla henüz tanışmamış ki hiç! nereden bilebilirdi bir ağaç hayatını değiştirecek, onu özgürlüğe kavuşturacak. kuş olsa uçardı, istediğinde göçerdi. ama insan bu, ne uçar, ne de istediğinde göçer, vardır onun da prangaları... bir ağaç insanı özgürlüğe nasıl kavuşturabilir diye de şaşırmayın. insanlar aynı ağaca baktıklarında çeşit çeşit şeyler görürler. aynısını görseler de, başka başka dile gelirler. bu ağaç da öyle sıradan bir ağaç değil hani.

elinde kahvesi, sigara içmek için balkonuna çıktığında, karşısındaki manzarada büyükçe bir alan kaplayan, on süremdir gözlemlediği bir ağaç bu. ne ağacı olduğunu -ben de bilmiyorum ya- bilmese de, çınar veya meşe olmadığından emin. gerçi bu zamana kadar ağaca yabancı bir insanın, baktığının ne ağacı olduğunu bilmesinde kime ne fayda? bu ağaç, rahmetli ünlü jönün de mezun olduğu okulun bahçesinde, çocuk çığırışları eşliğinde gökyüzüne yükselen ve yükseldikçe de etrafındaki boşluğu kuşatarak genişleyen heybetli bir ağaç...

türü gibi, özeğine her sene kaç halka eklediğini de bilmediğimiz bu ulu ağaç, şimdilerde dört katlı bir evin çatısıyla boy ölçüşebilecek kadar ağdıysa, 1880'li yılların sonunda bir fransız karakolu olarak kullanılan tarihi binanın bahçesinde çok çok önceden kendisini toprağın yüzeyine atmış, filizlenmiş ve saltık güneşle sevişmiş olmalı. bahçe duvarı sınırlarının çiziminde, dar caddelerin döşenmesinde, etrafında kümelenen evlerin şekillenmesinde, kentleşmeye ufak dokunuşlar yaptığını gözlemlediğimiz bu ağaç, öteden beri saygınlığını kazanmış, şehir planlamacılarını bile boyunduruğu altına almıştı.

ağacımız heybetli olduğu gibi tılsımlı da bir ağaç. ona bakana huzur verdiği gibi, bakmayı bilenin de çevrenini açar, onu kucaklar, kuş gibi yüreğini yeğnileştirir. şimdiye o balkondan ona kaç kişiler bakmıştır, ağacın ışıltısını kimler görmüştür bilemem. ama ağaç da yüz yıllardır sanki bizimkini beklemiş. hele, elini uzatsa, dalını tutacak kadar kime sokulmuş? besbelli ki ağaç da onu en iyi anlayacak kişiyle karşı karşıyadır; ondan ilhamını esirgemez.

altı sürem sonunda bir ilkyazda -ağacımız güzelce yeşermiş- bizimki ağacın kıymetine ayıkır. onda, başkalarının göremediklerini görür, başlar bir masal yazmaya. daha doğrusu ağaç yazdırır, o ayırdında olmasa bile. bizim masalcının masalı pek bir beğenilir, övgülerle el üstünde tutulur. hayal gücü ne kadar zengin, kalemi ne de güçlüdür masalcının! sözcüklere, kelebek gibi yorulana dek dans ettirir, betimlemeleri ışıltılar saçar.

kibrinden midir, alıklığından mıdır bilmem, masalcı bakmayı da görmeyi de bilir ama derindeki hakikate eremez. bilmez ki her sözcük yaprak yaprak dalların ucundan sarkar; ihtiyacı olan betimleme dalından düşer de kelebek gibi uçuşarak avcuna konar! sanır ki yeteneğindendir, cevheri doğuştandır. ağaç, olsa olsa o cevhere açılan kapının yerini bellemekte yedendir. hele insanı balkona çıkmaktan bile ilendirecek zemheri bir gelsin, ağaç da kökünden üryan soyunsun, o zaman anlayacak, hakikate erecek...

yeşermiş ağaç cömerttir, görmeyi bilenden esinini, dalına konandan tohumunu esirgemez. kimisi de çiçek açan, meyve veren, polen polen uçuşan bu alçak gönüllülüğün kendisini bencillik bilir. özgürlüğe giden yol ağacın dallarının ucunda değil de tohumunun içindedir. çok azımızın anlamlandırabildiği yüce özgürlük kavramını ve umudu, küçücük bir tohuma sıkıştırabilmek, saygı duyulası bir çırpınış değil midir? rüzgara kapılıp giden polenden, hangi kelebek daha zarif, hangi kırlangıç daha hürdür?

masalcı artık cömertliği, bencilliği ve de özgürlüğü daha iyi anlamaktadır, zemheriye girerken çıplaklığı da... zenginliğinde her şeyini sunan ağaç, şimdi tüm yalınlığıyla, süzgünlüğüyle karşısında durmaktadır. varlığı betimlemek kolay da, peki ya yokluğu, hiçliği? oysa bu çıplaklık, sadece güneşin bir demet ışığına susayan, dallarıyla daha daha yücelere ağdıkça ona erişeceği yanılgısına sarılan ağacın, tüm kederini gözler önüne sermez mi?

sararmış son yapraklarını rüzgara teslim ederken ağaç yine de vefalıdır. yapraklar, ortasından ikiye ayrılır; kırılgan, zarif kanatlara evrilir; küçük çevrilere tutunur; müjde beklenen güz kelebekleri gibi uçuşur; masalcının avuç içlerine konar...

-son-

belki ışıltıya bir önsöz, ama çok çok bilge karasu'ya minnet
devamını gör...

göçmüş kediler bahçesi

sevgili miteherik'in tavsiyesiyle okuduğum, alışılmışın çok dışında bir öykü kitabıdır göçmüş kediler bahçesi. okuma başlangıcım, kendimin de uzun bir öykü yazdığım, beş-altı aylık bir sürecin ortasından sonralarına denk geldi. miteherik her ne kadar bu kitabı okumadan kendi öykümü bitirmemi istemese de bunu başaramadım. zihnimde kendi öyküm şekillenip genişlerken, başkasının zihnine girip, onun hayal dünyasında kaybolamazdım.

kitaba iki defa adım attım ve geri çekildim. son ve biten okumamla beraber ilk öyküsü "avından el alanı" üç defa okumuş oldum. her defasında da çok farklı duygulara kapıldım ve farklı düşüncelere eriştim. kitaptaki her öyküyü tekrar tekrar okusam yine farklı anlamlara ulaşacağımın da şu an farkındayım. ama emin olduğum tek şey, asla yazarın kendisinin öykülerine yüklediği anlamları, kavramları somut bir şekilde elimde tutamayacak olmam, olmamız.

kimisine göre kedi sahipleri bu kitabı daha iyi anlayacaktır. bir ilişkide eşitliğe duyulan özlemi kedi sahiplerinden daha iyi kim bilebilir ki? ben bilemem, çünkü bir kedim bile yok, anlıyor musun? * ama bu kitap bana o kadar güzel kelimeler kazandırdı ki... handiyse, yıvışık, balkımak, yıldıramak, ımızganmak, bekinmek, yekinmek, çokuşmak, tansımak, dalgırlanmak, yeğnileşmek, ağmak ve niceleri... hepsi de çok güzel değil mi?

kitapla ilgili, kitabın kendisinden de uzun akademik analizler var. sembollerin, imgelemlerin, alegorilerin, arketiplerin, gölge hayvanların havada uçuştuğu analizler. öykülerin katman katman incelendiği, zaman ve mekansal yapıların didik didik edildiği, öykü içindeki alt öykülere, metinlere yüklenen kavramların irdelendiği, "yazarın adına" ana düşüncelerin açığa çıkartıldığı, ışık tutulduğu analizler...

bu tarz analizler yapabilecek yetkinlikte değilim. sanılanın aksine, fularlı bir birey olmadığımı da açıkça itiraf edebilirim. herhangi bir dil-edebiyat, sanat, felsefe, psikoloji, sosyoloji eğitimi almadım. bunun eksikliğini de öykü yazmaya başladıktan sonra hissetmeye başladım. bilim ve bilginin ışığında, karşısına çıkan problemleri en pratik şekilde çözme odaklı, her ne kadar mesleğimi icra etmesem de, "mühendislik" olarak adlandırılan bir eğitim aldım. bilgi ve bilimin yontmaktan aciz çıkıntılarımdan, bir marangoz gibi elimde öykü zımparasıyla kurtulmaya, pürüzsüz bir yüzeye, yontulmuş bir derinliğe sahip olmaya çalıştım, çalışıyorum.

kitabı okurken alışık olmadığım, yarım bırakılan sonu getirilmeyen, devamı hemen alttaki satırdan değil de atlamalı olarak bir sonraki satırdan devam eden cümleler gibi sürprizlerle karşılaştım. hatta bu, aldığım kitabın basım hatalı olduğunu sanıp lanet okumama bile sebep oldu. * aynı öykü çatısı altında, ilk başta anlamsızca duran kısa kısa öykülere yer verilmesi, bu öykülerin birbiri içine girmesi, farklı çağların ve zamanların aynı mekan düzlemine oturtulması, kurgu ve gerçeğin sarmala dönüşmesi gibi engellerle de karşılaştım.

karşıma çıkan tüm engeller, yazarın kapalı ve okuyan kişiye göre anlamı değişebilecek kapalı, imgelemli anlatımıyla da birleşince, okumaya başladığı kitabı genelde bir çırpıda bitiren bünyemi çok yordu ve okuma hızımı olabildiğince düşürdü. ama kitabı okuduktan sonra, yazarın zekasına, imgelem derinliğine, anlatım diline hayran kaldım. talat sait halman -t.s. halman diye kısaltsaydım yabancı sanırdınız *-'ın "en doğru masal anlamadan korktuğumuzdur" cümlesiyle başlayan kitap, okuduktan sonra bende bir acaba şüphesi uyandırdı ve aslında hiçbir şey anlamamış olmaktan korktum ama ben bu kitabı çok sevdim. *

yazar, 68-79 yılları arasında yazdığı on iki adet öykü seçkisinden oluşan, öykülerin de arasına parça parça serpiştirdiği on üçüncü bir öyküyle kitabını tamamlamış. her öykünün de karşılık geldiği bir saat dilimi var. ilk öykümüz öğleden sonra saat on iki ile başlıyor ve gece yarısı saat on ikide son öyküyle bitiyor. her öykünün sonuna da yazıldığı tarih, tarihler veya tarih aralığı iliştirilmiş. cereyan edecek tüm olayların öncesine ve sonrasına, her şeye hakim tanrısal anlatım dilinden uzaklaşıp, okuyucunun da fikrini önemser bir tavır sergilediği, okuyucuyla diyaloğa giren anlatıma geçtiği noktalarda yazar sanki, öykülerin nihai şekline yarım bırakılmış taslakları da eklemlendirdiği izlenimi bırakıyor.

tek tek on üç öyküyü de irdeleyecek değilim ama öykülerde karamsar bir havanın hakim olduğunu, ölüm, korku ve endişe duygularının bolca işlendiğini söyleyebilirim. "bu kadar yazacağına kısa kısa anlatabilirdin, ne okuduk ki biz şimdi" diyebilirsiniz; akademik analizlerde de hep böyle yapıyorlar. * tam olarak ne anladığımı anlamadığımın anlaşılmasını başka türlü nasıl erteleyebilir ve örtebilirdim ki? *

öykülerinin çoğunda karakterleri avcı-av, usta-çırak, toplum-birey hiyerarşisi içinde işleyen yazarın, deniz de en baskın motifi olarak karşımıza çıkmaktadır. yaşamın kendisini imgeleyen deniz, kısmetini maharetinden bilen çok sevdiği balıkçıyı derinlerine saklamakta; hayallerini öteleyen deniz tutkununa kumullarını sunmakta; gururunu yersiz kuşanan yengeci çıyanlarına parçalatmakta; alıklık eden delikanlıyı kaygan kayalıklarında savurmakta; kendisini hafife alarak yaşamın çıkış kaynağını alaya alanları, karaya çıkan ilk sürüngenler gibi kıyıya vurdurmakta; her şeyin planlandığı gibi işlediğini düşünen ada sakinlerini beklenmedik bir dertle sınamakta ve adalarını yutmakta sakınca görmemiş ve biz doğup göçücülere ince mesajlar vermiştir.

öyküde göçmek tam anlamıyla bir yok oluştan ziyade, yaşamın anlamına erişebilmek için gerekli bir aşama olarak işlenmiştir. göçüp, tekrar dirilmedikçe bu sırra ulaşılamayacağı, her şeyin bilinemeyeceği de açıkça sunulmuştur. göçtükten sonra masalı anlatılacakların, güvenli alanlarını terk edip, etrafında şekillenen hayatı anlamaya ve gerektiğinde değiştirmeye çalışan cesur insanlardan olduğu fikri, iki sokak öteye korkusuz bir yolculuğa çıkan bir kirpiye yüklenmiştir.

öykülerden birinde, hayallerini erteleyenlerin günün sonunda hayal kırıklığına uğrayacakları, gecikilmiş bir zamanda kavuşulan hayalin anlamsızlaşacağı ve değerini kaybedeceği fikri çok güzel işlenmiş. bilinçaltı ve gölgesiyle savaşan insanların kendi kendini tüketeceğinin, yaratıcılıktan ve canlılıktan uzaklaşacağının anlatıldığı öyküyü çözebilmek için de destek aldığımı itiraf ediyorum. *

hayatı dar kalıplara sıkıştırılan, usundan hayallerin bile esirgendiği bir insan, başkalarının hayatı adına kaygı duyabilir mi? bir ipte iki cambaz oynar mı? hayat denen ince çizgi iplikte, çırak ustasını alt etmeden ustalaşabilir mi? usta seni öldürsemm "i"?

küresel sistemin çarkı olan bir insan, tüm arzularından arınıp, bu sistemin dışına çıkmadan, çıplak derisine kadar soyunabilir mi? çıplaklığa en yakın, istese de rafine arzularını gerçekleştirmeye en uzak çoğunluğun, hayatları bir köleden hallice koşullara sıkıştırılmış kalabalığın, zincirlerini kırması mümkün müdür? "alaycı" minimalizm çatısı altında, düşünsel olgunluk yanılgısı içinde, günden güne artan birikimlerinizi günün sonunda gömecek bir yeriniz var mı?

hangisi yeğdir: her zaman doğruyu söylemek mi, hiçbir zaman yalan söylememek mi? aralarında ne fark mı var? tekrar düşünün. yalan söylemekten kaçınmak için sarf ettiğiniz gereksiz doğrular, faydasız güzellemeler, karşı taraftan beklenen iç rahatlatıcı itiraflar? doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlarmış. ha! aralarında bir fark galdı, o fargınan çok da güzel oldu. *

herkesin sizi yarı yoldan döndürmeye çalışacağı, çıkanın da bir daha geri inmediği, dönmediği bir zirve yolculuğuna açılır mıydınız? bir döngü olan yaşantınız, çıkrık gibi olduğu yerde mi dönmektedir yoksa, bir tekerlek gibi döndükçe sizi ileri bir noktaya mı taşımaktadır? her şeyin, dünyanın bile üstünde bir konuma yükseldiğiniz zirvede; geçmişi, şimdisi ve geleceğiyle dahil her şeyi görebildiğiniz zirvede; sizi geri inmekten alıkoyan, yükseklerden bakınca, o diğer küçük zirvede göz göze geldiğiniz küçük bir nokta gibi duran insancık mıydı? neden geri inmediniz?

son olarak: hangimiz gerçekleşmeyeceği hissini kendimizden bile sakındığımız bir hayalin peşinden koşmadık; cılız da olsa umut ateşini kalbimizde canlı tutmadık ki? yılın her günü yağmur yağan topraklarda güneşe özlem duymadık ki?
devamını gör...

ışıltı ağacı

-13-

-mezarcı-

birkaç saat sonra köye varmaya yakın, köydeki hemen hemen tüm arabaların ışıltı tırtılları gibi peş peşe dizildiği, aralarındaki mesafeyi koruyarak ağır ağır ilerlediği atlı katarla karşı karşıya geldiler. kestan ve mitya yolun kenarına çekilerek, solgun auraların sardığı katarı izlediler. en yakınlarını kaybetmiş, genç ve yaşlı bitkin yüzlerle göz göze geldiler. ne çoban ile denizci ikilisi suçluluk duygusu hissedecek kadar mahcup, ne de katarlılar onları suçlayacak kadar cesurdu. bozguna uğramış bir ordunun bayrağı altında ezilen omuzları düşük, boyunları eğik ve bakışları sinikti...

köye vardıklarında onları sessiz ve kimsesiz bir meydan bekliyordu. köye gündüz vakti gece çökmüş, etrafa derin bir sessizlik hakimdi. ızdırab, parçalanmış bedenler için kaynayan kazanların altında yanan közde harlanıyor, ağıtlar çukur kazan kazmalarda yükseliyordu. kestan gulu'nun son sözlerini anımsadı: "çürümüş ışıltılarıyla tepemi saranlar, ellerinde habis meşalelerle gölge ejderhayı uyandıranlar, damarlarında kızıl nefret kaynayanlar! içinizi saran kezzap kin oluk oluk aksın, aktığı yerde kurusun! meşaleleriniz, boyunca derinlikte çukurlarda sönsün!"

sönmüş meşaleleri tek tek yakınlarına teslim ederlerken kestan, gulu'nun son sözlerini haykırmak istese de, cansız bedenlere uzanan minik eller ve masum gözler buna engel oldu. suçsuz, cılız ışıltıların üzerine çöken karanlığı daha da karartmanın zalimce olacağını düşündü ve sessizliğe eşlik etti. mitya'yla beraber atlarını tero'nun evine sürerlerken, eşlik ettiği sessizlik içini yakmaya başladı, içi yandıkça aurası kızıl bir alev topuna dönüştü. bahçeden içeri girerken kucakladığı küçük soğuk beden, ateşten daha yakıcı ve kavurucuydu. tero davetsiz misafirlerini görünce oturduğu yerden ayaklandı ve sordu:
-acıların büyüğünü ve sonuncusunu bana mı bıraktınız kestan? kızıl ışıltından bunu mu anlamalıyım?

kestan sessizliğini bozmadı ve ev sahibinden herhangi bir izin istemeden içeri girdi. yeşil ipek kumaşa sarılı küçük bedeni narince içerideki divana yerleştirdi ve onu annesiyle baş başa bıraktı. dışarıya çıktığında mitya kazma kürek bulmuş, onu bekliyordu. kazma ve küreği genç denizcinin elinden aldı ve ondan, önce fırtına'yı salmasını, sonra da evinin anahtarını vererek onu evde beklemesini istedi. mitya at arabasına atlamış uzaklaşırken, mezarcı kazacağı en sığ ama yüreğinde en derin iz bırakacak mezarı kazmaya başlamıştı. y'dem, gulu, ever, tazı ve cimcime...


-keder tanrıçası-

bir süre sonra gölgeler diyarının sadık hizmetkarı, görevini tamamlamak için kapı eşiğinde bir karartı gibi belirdi. annesi, bir gölge gibi tüm ışığını yitirmiş, minik yavrusunun yanı başına yığılmıştı. mezarcı olup bitenleri anlatırken, tero'nun onu gerçekten duyup duymadığından emin olamadı. ne tazı'nın bıraktığı kahin mührü, ne de marangoz'un açtığı ateş deliği acılı annede herhangi bir tepki yaratmadı. kahin'in soğuk ışığıyla bıraktığı mühürler, küçük kızın bedeninde, bir yabancının yetişkin el izleri olarak kalmıştı.

mezarcı gölgeler diyarının emanetini teslim etmek için onu kucakladı ve götürdü. küçük bedeni uğurladıktan sonra toprak tümseğin başında çömeldi ve gözyaşları içinde kederinin çözülmesini bekledi. biraz durulduktan sonra, acılı anneye bir şeyler söylemek için tekrar içeri döndü. dudaklarından sadece "üzgünüm" kelimesi kopabildi. arkasını dönüp çıkarken keskin bir ses "dur!" dedi ve durdu.
-marangoz'a söyle! kızımın aşamadığı dalgaları aşmak, varamadığı topraklara varmak niyetindeyim! söyle vakit kaybetmesin!

kestan evine giderken yolda, kaderin artık onu iyice denize sürüklediğini düşünüyordu. tazı'ya yaptığı "gidelim mi buralardan? geride bırakalım mı her şeyi?" teklifini anımsadı ve gülümsedi. sabah köye gelirlerken mitya da, "kederlerle boğuşmaktansa, dalgalarla boğuşmak, denizci olmak istemez misin kestan?" diye onu yoklamıştı. en önemlisi kızıl kahin son nefesini verirken ona, "o gemide olmanı istiyorum kestan" demişti. "kızıl kahin neden bu yolculuğa çıkmamı istedi ki? bana bir tutam da saç vermiş, saklamamı istemişti." birden durdu ve üstünü başını aradı. "lanet olsun! gece uyurken sahilde düşürmüş olmalıyım!" kendine kızarak yoluna devam etti...

tero, tamamen sessizliğe ve yalnızlığa kavuştuğunu anlayınca, yığıldığı yerden toparlandı ve ayağa kalktı. arkası sırlı camı duvardan söktü ve masanın etrafındaki sandalyelerden birini ters çevirerek aynayı üzerine koydu. geniş ve yayvan, gümüş bir tabağa zeytin yağı boşalttı. tabağı sandalyenin dibine bıraktı. çelik usturasını kavradı ve aynanın karşısında, gümüş tabağın önünde yere çöktü. usturayla avuç içine derin bir kesik attı ve kan damlacıklarının zeytin yağını kızıla boyamasını izledi. yanaklarından süzülen gözyaşları çenesinden sarkarak, kızıl-yeşil sıvıya karıştı.

elleriyle katman katman canlı dokuyu avuçladı ve karıştırdı. gözlerinde tazı'nın getirdiği, kanlar içindeki yeşil ipek elbise canlandı. kızıla boyanan elleriyle saç diplerini okşadı. haftalar önce kızıla boyadığı saçlarının açılan dip rengini, kanıyla tekrar kızıllaştırdı. usturayı tekrar kavradı ve kaygan saç derisinde dikkatlice önden arkaya, yukarıdan aşağıya doğru gezdirdi. usturanın biçtiği her telde kalbine bir kesik atıldı. kızıl ışıltısı bukle bukle yere düşerken, dipsiz karanlık kuyulara yuvarlandı. kızıl karartısıyla keder tanrıçası, dipsiz karanlıkları dahi yuttu...


bir yıldan uzunca bir süre sonra...

-kuğu-

marangoz, kara ışıltı kurt ile ormanın ruhuna karışmaya hazırlanırken, tero'nun kestan'la ulaştırdığı istek doğrultusunda, kaderini tekrar denizin mavi derinliklerine sürüklemeye ikna olmuştu. yaşananlar bir kazaydı ve bu şekilde suçluluk duygusu hafifleyecekti. gemiyi inşaaya kaldığı yerden devam etti ve planladığı gibi bir yıldan uzunca bir süre içinde kuğu'yu tamamladı. kuğu artık, köyün en alımlı kızı sersedes'i bile kıskandıracak kıvrımlara sahipti ve denizin ardına açılmaya hazırdı.

laedri, kızları nuara ve jestenka ile bir yıl boyunca, tarlalarından keten bitkilerini yoldular, köklerini saplarından ayırdılar, demet demet sapları kuruttular, çürütülen sapları döverek lifleri ayırdılar, ayrılan lifleri taraklayıp temizlediler, temizlenen lifleri eğirerek iplik yaptılar, iplikleri çivit otuyla kaynatıp, gök mavisi yelken çifti dokudular. nuara ve jestenka'nın kuğu'da yer alabilmek için ödedikleri bedel buydu. anneleri denize açılmak için fazlaca yaşlı ve hevessizdi. ayrıca adayla bağlarını koparabilecek kadar da cesur değildi.

geminin en alt bölümü yaylin'in hindilerine, kestan'ın koyunlarına, kurutulmuş yiyecek, buğday, arpa, un ve şeker çuvallarına, çeşit çeşit sebze ve meyve tohumlarına ayrılmıştı. yanlarında onlara bir yıldan fazla bir süre boyunca yetecek kadar yiyeceğe sahiptiler. yıldızları takip ederek, aynı enlem üzerinde karşılarına herhangi bir kara parçası çıkmasa bile, en sonunda adalarına geri döneceklerini düşünüyorlardı. maja'nın hesaplamaları bu yöndeydi.

ayrıca en alt bölümde, geminin kıç tarafında küçük bir kazan mekanizması yer alıyordu. kapalı bir hazne içinde buharlaşan su, basınçla pistonları iterek mekanik bir güce dönüşüyor ve bu gücü bir pervaneye iletiyordu. rüzgarsız kaldıkları günlerde ihtiyaç duyacakları itiş gücüne evolver'in tasarımı sayesinde kavuşacaklardı. marangoz kuğu'yu, bazı ihtiyaçlar doğrultusunda, gerektiğinde tasarım değişikliğine giderek, evolver'in ve mikran'ın katkıları ile tamamlamıştı.

orta bölmede ayrı ayrı kamaralar yer alıyordu. kuru ve nemsiz bir bölmeye ateş yakmak için kullanacakları kereste ve kömür parçalarını depolamışlardı. banyo ve tuvalet ihtiyaçlarını karşılamak için de geminin güvertesinde, kıç tarafına bir bölme ayırmışlardı. evolver onlar için bir de, deniz suyunu kaynatarak tuzdan arındırıp temiz içme suyu sağlayacak bir icat yapmıştı. kuruyan tuzu yemeklerde kullanabilecekler, ateş yanan bölmede yemek pişirebileceklerdi. güneşli günlerde denizde yıkandıktan sonra, temiz suyla da durulanacaklardı. her şey düşünülmüş ve hazır gözüküyordu.

-veda-

açıkta demirlemiş gemiye götüren filikaya binmeden önce, herkes sevdikleriyle birbirine sarılmış ve vedalaşmıştı. inci sahil'de toplanan kalabalık bir grup, onları gözyaşları ile uğurlamıştı. mikran'ın komutuyla denizciler mitya, zaran, kestan ve niko demir aldılar ve yelkenleri açtılar. çivit mavi yelken çifti rüzgarla kabardı ve kuğu ileri doğru kanat çırpmaya başladı. dalgaların üzerinde ilerledikçe yükseldi ve alçaldı.

yasını denizin ardına varana kadar tutmaya kararlı tero, kazınmış saçlarıyla güvertedeydi. yaylin ve kız kardeşler nuar'la jestenka, buruk bir şekilde adanın gözleri önünde küçülmesini izlediler. niko'nun gemiyi tamamlamak için, ulu kurdu yanına almayı şart koyması ilk başta herkeste bir tedirginlik yaratsa da, zamanla kurt evcilleşmiş ve onlara tehdit oluşturmayan bir tabiata bürünmüştü. kara ışıltı güvertenin başında doğrulmuş, gidecekleri yerde ihtiyaç duyarlarsa eğer, onlara güven veriyordu.

beraber yemek yedikten sonra, hava kararmaya başlayınca, dinlenmek için kamaralarına çekildiler. mitya ve kestan ellerinde meşalelerle güvertede yolculuğun ilk nöbetini tutacaklardı. mitya kalınca bir kıyafet almak için kamaraya indiğinde kestan güvertede ulu kurtla yalnız kaldı. pruvada dikilirlerken ulu kurt, koyu lacivert semada süzülerek bir şeyin ana direğe tünediğini hissetti. kestan başını kurtla aynı yöne çevirdi ve alaca baykuşla göz göze geldi. başına ince bir ağrı girdi ve biraz sersemledi. kendine geldi ve tekrar doğrularak karanlık ufka baktı, gözleri yeşerdi...

-son-
devamını gör...

ışıltı ağacı

-12-

-huzur-

kahin verdiği sözü tutmuştu. gölgeler diyarına göçerken, kızıl ateşini geride bırakmış, ağacı mercan bir ışıltıyla tutuştursa da, ada sakinlerinin durugörülerini beraberinde sürüklememiş, onları ışıltısız bırakmamıştı. karşılığında denizciler, kahin'in cansız bedenini konakladığı kulübeye götürürlerken, onu uykusundan uyandırmamaya çabalar gibi hassasiyetle taşıdılar. üzerini dalgasız denizden daha durgun, mavi ipek bir battaniye ile örterken, esmer teni daha soluk, koyulaşan saçları tenine daha yakın bir renkte, yüzü huzurlu ve umutluydu.

kahin'in yüzündeki umut, "çıkmak istediğin yolun nereye varacağını bilmesem de, sana söz veriyorum, o yola çıkacağım" diye iç geçiren mitya'ya taşmıştı. arkasından bir gölge gibi yanaşıp, eliyle hafifçe bir kaç defa vurduktan sonra, omuzunu sıkarak onu teselli eden mikran da o umudu taşıyordu. "haydi evlat! önümüzde daha çok iş var. şimdilik hepimiz dinlenmeyi hak ettik" diyerek, mikran kulübeden ayrıldı. hemen arkasından mitya onu takip etti ve kahin'i huzuruyla baş başa bıraktı.

denizciler cesetleri toplama işini sabaha bırakmışlardı. parçalanan uzuvların asıl sahiplerini bulmak gündüz gözüyle daha kolay olacaktı. hem o kadar cesedi taşımak için at arabaları da yoktu. sadece, iki yaşlı atın çektiği, köye tuz ve balık taşımak ve köyden karşılığında erzak getirmek için ortak kullandıkları bir araba vardı. mitya sabah erkenden etrafta başıboş gezinen atlardan birini yakalayıp köye gidecek ve insanlara kötü haberi verecekti. köylüler, harlanan ağaçtan, ulu kurt sürüsünden ve geri dönmeyen atlılardan, kötü bir şeyler olduğunu zaten anlamış olmalılardı. fırtına ortadan kaybolmasaydı, bu görevi kestan'ın daha hızlı bir şekilde yerine getirmesinden memnuniyet duyardı.

kestan yıldızların donuk aydınlığı altında, sahilde kumlara karışmış uzanıyor, ilgiyle gökyüzünü izliyordu. marangoz ise sırtını ahşaba vermiş, yanı başındaki meşalenin cılız ışığı eşliğinde, hala çöktüğü yerde hareketsiz bir şekilde oturuyor ve düşünüyordu. aynı kadere ortak olmak ikisinin de kederini hafifletiyordu. içten içe ikisi de bir diğerinin kumsaldaki varlığından memnuniyet duyuyor, birbirlerine huzur veriyorlardı. çoban, elini uzatsa dokunabileceği yıldızları, marangoz ise avuçlayabileceği kum taneciklerini sayıyordu...

-kabus-

meşalenin ışığı söndüğünde marangoz çoktan kuma yığılmış ve sızmıştı. yıldız desenli lacivert yorganın altında kestan'ın da gözleri kapanmış ve derin bir uykuya dalmıştı. çoban sabaha karşı rüyasında, şeffaf bir küre içinde boylu boyunca uzanmış, yıldız damlacıklarından oluşan bir denizde süzülüyordu. sonra ruhu ikiye bölünüyor ve yıldız denizinde süzülen iki küreye ayrışıyordu. süzülmek, yükselmek ve batmak aynı kavramlara bürünmüş, bir parçası yıldızlara yükselirken, bir parçası düşüyordu. aniden, hapsolduğu kürelerin etrafı ince yeşil solucanlarla çevrelendi. bir damla ışık hüzmesini bile geçirmeyecek kadar çevrelenen canlı yeşil küreler, içten turkuaz bir ateşle aydınlandı. aydınlandıkça küreler, kahin'in ölmeden önce çoban'a attığı turkuaz bakışa dönüştü. kestan, cimcime'nin turkuaz bakışlarıyla göz göze geldi. izlendiğini hissederek nefes nefese uyandı.

irkilerek uyandığında, hava biraz aydınlanmış, ağaç tepede gökkuşağı gibi ışıldıyor, marangoz hareketsiz bir şekilde uyumaya devam ediyordu. "sanırım kahin'in yeşilden turkuaza dönen gözlerinden etkilenmiş olmalıyım. tanrım, o gözler cimcime'nin gözleriydi!" diyerek içinden söylendi ve belinin üzerine doğrularak etrafa bakındı. gece ulu kurtların yarattığı katliam aydınlıkta daha belirginleşmiş ve ağırlaşmıştı. "ağacın ışıltısı bu kadar büyük bir kıyıma değer miydi?" diyerek yaşananları sorguladı. uzaklara bakındı ve sağa sola gezinen fırtına'yı görünce sevindi. abisinden sonra, öze'nin elinden atını da koparmaya hakkı yoktu.

kulübelerden kumsala doğru yaklaşan haykırışlarla, marangoz da nefes nefese endişe içinde uyandı. gece boyunca kabuslarında karanlık kum girdaplarla boğuşmuştu. "neler oluyor?" diye, mahmur gözlerle kestan'a sordu. kestan, "bilmiyorum" diyerek cevapladı ve esnedi. marangoz da aralarında gizli bir anlaşma varmış gibi esneyerek ona eşlik etti. mitya, "kestan! bunu görmelisin kestan!" diye soluk soluğa koşarak yanlarına geldi ve kesik kesik konuşmaya devam etti.
-kestan! kahin...
+ne olmuş kahin'e mitya? söyle çabuk! ölü bir bedene daha ne olabilir ki?
-bunu... bunu kendi gözlerinle görmelisin!

marangoz kahin'in uyanmış olmasını umut ederek, kestan'dan önce ayaklandı ve büyük bir heyecanla kulübelere doğru koştu. kulübelere varana kadar yükü, kestan'ın yükünden çok daha hafif, vicdanı daha hürdü. kahin uyanacaksa eğer, bunu adada en çok isteyen kişi marangoz olurdu fakat, marangoz'un umudu çok sürmedi. kulübeye girip, kahin'i gördükten sonra nefesi daraldı, yükü katlanarak arttı ve kabusundaki kum girdaplarda yok olmak istedi. rahat nefes alabilmek için kulübeden dışarı çıkarken kestan'la çarpıştı. merakı daha da artan kestan, beti benzi atan niko'yu omuzlarından tutup sarsarak sordu:
+ne oldu niko?
-tanrım! ben ne yaptım!

kestan marangoz'dan bir cevap alamayacağını anlayınca onu kendi haline bıraktı ve gerçeği kendisi görmek için içeri girdi. içeride önce kala'yla göz göze geldi ve sonra olduğu yerde katılaştı. "aman tanrım!" kendisini zamanın akmadığı, güneşin ağmadığı, soğuk, karanlık ve kuytu bir noktaya terk edilmiş gibi hissetti. soluğu mıhlanmış, kalbi donmuştu. en koyu kabusları bile bastıracak bir karanlık çökmüştü ruhuna. ama bu, kabustan da ötesiydi. tanrı'nın kötü bir şakası olmalıydı. gözlerini kumsalda açmalı ve bu kötü kabustan derhal uyanmalıydı.

omuzundan sarsıldığını hissedince, artık bu kabustan uyanıyor olduğunu düşünerek içi ısındı. derinlerde yine kalbinin sesini duydu, damarlarına kızıl kan yürüdü ve irkildi.
-kestan! hey kestan! duyuyor musun? diye onu sarsan yaşlı kala'ydı. uzun ve yorgun hayatında çok şeye şahit olmuş ama böylesine o bile tanıklık etmemişti. kala'nın çatallaşan, tiz sesiyle kestan gerçeğe uyandı.
-kestan! biz denizcilerin ağzı sıkıdır. bunu zavallı tero'nun dışında kimse görmese daha iyi.
+kala! böyle bir şeyi görmeyi tero bile hak etmiyor!
-bilmek en çok onun hakkı. zamanla alışacaktır...

-kahin katili-

denizciler, binicisi sahilde cansız bir şekilde yatan uysal atlardan iki tanesini yakaladılar ve tekerlekleri yalpalayarak dönse de her türlü işlerini gören eski arabanın önüne atı koştular. sahilden, kopan uzuvlarıyla beraber, yedi tane cesedi kulübelerin önüne taşıyıp, kumaşlara sardılar. bu sırada kala ve birkaç genç kadın, kahin'in geride bıraktığı bedeni, önce çiçekle kaynatılmış su ile bir güzel yıkadılar, onu yeşil ipek bir kumaş ile sarmaladılar ve sonsuz huzura uğurlamak için hazırladılar. hafif ve yeşil yumuşak yükü özenle at arabasına yerleştirdiler ve üzerini kırmızı bir battaniye ile örttüler. etrafına da yedi adet cesedi yerleştirdiler ve geniş bir branda ile arabanın üstünü kapadılar.

kestan elinde birkaç adet elma ile, gece onu sırtından atan fırtına'yı, bir daha bunu yapmaması için ikna ediyor ve onu boynundan okşuyordu. kısa sürede aralarında bir bağ kurduklarını düşünüyordu. hatta anlayacağını bilse, öze gibi o da atın kulaklarına güzel kelimeler fısıldardı. köye dönünce yollarının ayrılacak olmasına üzülüyordu. kabul edeceğini bilse, fırtına'nın karşılığında tüm koyunlarını öze'ye bağışlayabilirdi.

marangoz yine ahşap iskeletin dibine çökmüş, kederden bir heykel gibi kıpırdamadan suçluluk duygusu içinde kavruluyordu. sanat icra eden elleri kana bulanmıştı. nasırlarının arasında, kanal kanal yürüyen ince kızıl damgayı görebiliyordu. ellerinden çıkacak her eser artık bu kanla damgalanacaktı. bunları düşünürken, kumların arasına karışmış silaha gözü ilişti. ayağa kalktı, silaha doğru yürüdü ve kumların arasından, küçük bir girdaba savrulmuş kahin katilini kurtardı.

silahı çelik sapından tutarak gemi iskeletine doğru geri döndü. silahı iki eliyle kavradı ve nefretle şiddetli bir şekilde bodoslamaya indirecekken, kolları havada asılı kaldı, yapamadı. kanlı eserine kıyamadı. ahşap ve çeliğin sanatsal bir ruhla seviştiği bu ölümcül eser, marangoz'un suçluluk duygusundan daha yüceydi. marangoz ölümcül eserin yüce gücünü yeni yeni idrak etmeye başlıyordu.

kollarını serbest bıraktığı sırada, uzaklarda kayalıkların gölgeleri arasında, gölgelerin kendisinden de koyu, kara ışıltı'yı gördü. içinde ulu kurda gitmek için bastırılamaz bir istek uyandı. silahı kumlara saldı ve kurda doğru adım adım ilerlemeye başladı. uzaklardan, "niko! ahmak! dur! gitme!" diye yükselen bağırışlara kulaklarını tıkadı. çıldırmış olmalıydı. iyice yaklaştığında, kurdun sakince onu beklediğini, başını okşarken de, kara canavarın daha da uysallaştığını gördü. ışıltısını çaldığı kahin, gitmeden ona, ulu kara bir lanet hediye etmişti...

-şüphe-

marangoz'un çılgınlığı bir drama dönüşmeyince herkesin yüreğine su serpildi ve onu ulu kurduyla baş başa bırakmaya karar verdiler. tüm hazırlıklar tamamlanınca kestan fırtına'nın sırtına atladı, mitya da at arabasının başına geçti ve köye doğru yola çıktılar. arkalarından denizci kadınlar, içi deniz suyu dolu kovalardan avuç avuç su döktüler. ışıltısı sönen denizciler, toprağa verilirken, gölgeler diyarına açılan çukura, avuç avuç su dökülür, karanlığa denizin gözyaşları ile uğurlanırdı. denizlerden gelen, bunu hak ediyordu ve şimdilik en azından bu şekilde uğurlanacaktı.

yeşim nehrin, renk renk tarlalar arasında, şırıltılar içinde çizdiği yol boyunca ilerlerken, mitya sessizliğini bozdu:
-kestan! yeşil kahin göçtüğünde, onu ilk kim görmüş?
kestan genç denizcinin yetenekli olduğu kadar zeki olduğunu da biliyordu. bu soruyu hangi amaçla sorduğunun da farkındaydı. onun kafasında da benzer sorular ve şüpheler dolanıyordu. onu cevapladı:
+yeşil kahin'in ışıltısız bedenini ilk yaylin görmüş, yıkamış ve ipek kumaşa sarmış.

seksenli yaşların ortasında göçtüğü tahmin edilen kahin, güçlü parlak beyaz ışıltısı sayesinde, yaşarken zaten olduğundan genç gösteriyordu.
-yaylin hiçbir şey fark etmemiş mi? kahin'i toprağa uğurlarken yüzüne baktığınızda ilginç bir şey dikkatinizi çekmedi mi? peki ya ever, o da mı anlamamış?
+dikkatimizi çeken, kahin'in daha solgun olduğu, yeşil saçlarının siyaha döndüğü ve siyah saçlarına da ak düşmeye başladığıydı. ever...
dedi kestan ve duraksadı, sonra devam etti:
+küçük kızını elli beş - altmış yıldır görmeseydin, onu tanıyabilir miydin mitya?
mitya tekrar sessizliğe büründü ve düşüncelere daldı. "küçük çocukları kahin'e çeviren nasıl bir lanet olabilir? ormanda bilmediğimiz karanlık ışıltılar mı geziniyor? kızıl kahin'in ulu kurtlarla arasının iyi olduğunu gördük. ulu ağaç da kahin için geceyi kızıl bir yasla geçirdi. ulu ağaç..."

düşünceler içinde ağır ağır ilerlerken, bir süre sonra karşılarına bir atlı çıktı ve karşılıklı durdular. köylüler gece olup bitenleri, atlıların neden geri dönmediklerini merak edip, çoktan ulak yollamışlardı.
-kestan! mitya! merhaba! dedi ulak.
"merhaba kryta!" diye atlı genci selamladılar. genç ulak endişeli bir şekilde sorguya geçti:
-gece postları kızıla boyanmış kurt sürüsünü görenler oldu. ağaç sabaha kadar için için yandı. kurt ulumaları tüm tepeyi sardı. atlılar... geri dönen olmadı. bir bilginiz vardır diye düşünüyorum.

ulak, üstü örtülü arabaya göz gezdirdikten sonra, "görüyorum ki yükünüz de ağır" dedi.
kestan ulağın merakını giderdi:
+atlılar! kahin'i zincirlemeye, marangoz'u kesmeye, gemiyi yakmaya gelen atlılardan bahsediyor olmalısın evlat! jota'nın başını baltamla ikiye ben yardım. zydar'ı göğsünden silahıyla marangoz deldi. kyron'u boğazından zıpkınıyla mikran deşti. geri kalanını kurtlar parçaladı. şu an yedi tanesi, jabar, krell, zubin, terek, vey, ajith ve dremer bizimle, kalanı sahilde. köye dön evlat! söyle onlara, kahin gölgelere karıştı...
devamını gör...

ışıltı ağacı

-11-


-kumul tanrıça-

kestan fırtına'nın sırtında, tacir'in önce yaşlı bir kavak gibi yana devrilip, sonra dalının daha fazla taşıyamadığı irice bir elma gibi atının sırtından kumlara düşüşüne, krallıkların onlarca yıl süren sürüncemeli yıkılışına, saniyeler içinde şahit olmuştu. altın, gümüş, tehdit, gasp, rüşvet, hile, hırs ve şehvet üzerine kurulu krallık, bir sepet narenciye karşılığı keskinleştirilmiş çelik celladın acımasız yüzeyinde yerle bir olmuş, inci kumlara karışmıştı...

irkilmesine sebep olan tiz sesin, mikran'ın zıpkınından çatalkuyruk kırlangıç gibi fırlayan dost bir mızrağa ait olduğunu ve atlılardan tekinin boğazına kabus gibi saplandığını gördü. yaşlı denizci, kuytu dip kayalıklar arasından sinsice saldıran müren gibi kestan'ın ışıltısını kapmaya çalışan atlıyı, kumul derinliklere sürüklemişti. kestan etrafında olup bitenleri izlerken, mikran baltayı tacirin kafasından söküp aldı, kanları sahibinin kıyafetine sürerek temizledi, kestan'ın eline tutuşturdu ve zıpkınını yeni bir mızrak ile tazeledi.

inci sahil'in pürüzsüz yüzeyi, sessizliği yırtan patlama sesiyle, şaha kalkarak binicisini sırtından atan atların endişesiyle ve sağa sola savrulan nallarıyla, göğsünden, başından ve boğazından şişlenenlerin kumlara karışan hırıltılarıyla, küçük denizci kalabalığın yaşam arzusu dolu tedirgin bacakları ve ayaklarıyla, dalga dalga kabaran öfkeli denizin yüzeyi gibi kabarmış ve dağılmıştı. kana susamış kumul tanrıça isteğine kavuşmuş olacak ki, tekrar sessiz bir bekleyişe geçti ve duruldu. kim bilir asıl büyük fırtına öncesi sessizlikti bu ve tanrıça hala doymamıştı...

kala, patlayan silahla geriye doğru püskürtülen dalkavuğun, kahin'in üzerine savrularak, beraber kumların üzerine düştüklerini görmüştü. elindeki tırpanı bırakıp onlara doğru atılmış ve dalkavuğun cansız bedenini kahin'den biraz uzağa fırlatmıştı. yerde hareketsizce uzanan kızıl kahin, sağ elini soğuk mavi bir ışıltı ile yarasına bastırmış, dağlamaya çalışıyordu. atlarını zapt etmeye çalışan ve silahlarını yeniden kuşanan binicilerin, etraflarını zıpkınlarıyla kolaçan eden denizcilerin kısa süreli telaşlı sessizliğini bu sefer kala'nın yaşlı çığlığı bozdu.

-kahin! kahin yaralanmış! kanıyor!
kala bir yararı olacağını umarak, ellerini kahin'in soğuk eline bastırdı. elleri, kızıl, sıcak ve kaygan, kahin kanına ortak oldu. kahin'in göğüs kafesine saplanan demir bilye, onun beyaz ışıltısını soğurdukça akkorlaştı ve kahin'in ışıltısını kızıla çaldı. kala başını kaldırdığında, kahin'in sahile vurduğu gün, etrafında toplanan aynı yüzlerle göz göze geldi. yaşayacağını umarak, küçük kalabalığa, "yaşıyor" diye fısıldadı.

elinde balta, fırtına'nın güvenli sırtında kestan, bir gözü atlılarda, bir gözü kahin'de olup bitenleri izliyordu. sahile kabus gibi çöken bu lanetin karanlığı arasından, sessizliğin dili alaca baykuş süzülerek, ahşap iskeletin baş bodoslamasına kondu. fırtına huysuzca sağa sola dönmeye başladı ve çılgınca, arka ayakları üzerinde, olabildiğince göğe yükseldi ve kestan'ı kumlara bıraktı. etrafında tekrar şekillenmeye başlayan atlı çemberi hiddetiyle yararak, denize, dalgalara doğru koşturdu...

-sunak-

sırtı sert bir şekilde kumlarla tanışan kestan, yattığı yerden kafasını çevirip, kahinle göz göze geldi. kahin'in yanına buyur eden bakışlarına boyun eğdi ve baltasını düştüğü yerde bırakarak, etraftaki denizci bacaklarının arasından sürünerek ona doğru yaklaştı. kahin kanlı elleriyle kestan'ın elini ve başını kavrayarak, onu yüzüne doğru eğdi ve titreyen nefesiyle kulağına bir şeyler fısıldadı. eli ve saçları kana bulanan kızıl kestan, kahin'in eline tutuşturduğu bir tutam yeşil saç buklesini gizlice sol avuç içine sakladı.

kahin'in yanı başında dizleri üzerine çökmüş, başını yukarı kaldırırken önce kala'nın, yeşil saç buklesini görmezden gelen bakışlarıyla karşılaştı. sonra marangoz'un pişmanlıkla kavrulan bakışlarıyla buluştu. birkaç gün önce, tazı'yı gölgelere uğurlayan kendi bakışlarını niko'nun yüzünde okudu. bu onu daha da kederlendirdi. fırtına dalga sesleri arasında karanlığa karışmış, gözden kaybolmuştu.

etraflarının yine atlılarla çevrelendiğini görünce, içini karanlık bir umutsuzluk kapladı. bu umutsuzluk tüm denizcilere yayılmış, meşalelerin aydınlatamayacağı karanlık bir ışıltıya mahkum olmuşlardı. atlıların talebine marangoz'dan sonra, şimdi de yaşlı denizcinin ve kendisinin bedeni eklenecekti. belki de kestan için, tüm kıymetlilerine kavuşmak adına onurlu bir vedanın fırsatıydı. tiz bir ıslık sesiyle, bakışları gemi iskeletinin tepesine ilişti. bedensel varlığı dalga dalga çözüldü ve alaca baykuşun parıldayan bakışlarına kendisini bıraktı.

sahili kaplayan umutsuzluğun üzerine, aniden beklenmedik bir huzursuzluk çöktü. atlar homurdanarak, huysuz nallarıyla inci kumları ezmeye başladılar. huzursuzluk ulu kurt sürüsünün belirmesiyle çıldırışa dönüştü. gölgelerin bile kuytu köşelere saklanmasına sebep olan ulu beyaz öfke, kabus bir kasırga gibi atlıların tepesine çöktü. atının sırtından yere atılan da, atının sırtında kaçmaya çalışan da, kendisini ulu kurtların çelik beyaz dişleri arasında buldu.

siyah bir ulu kurdun liderliğindeki beyaz sürü, atlarıyla beraber binicileri yere deviriyor, onları indirdikleri yerde amansız dişleriyle boğazlıyor, parçalara ayırıyor ve kızıl bir sürüye dönüşüyordu. gökyüzüne yükselen haykırışlar, yakarışlar ve iniltiler tükenene kadar ulu öfke dinmedi. atlılardan tek bir soluk ışıltı dahi kalmayıncaya kadar, kızıl kanla kirlenmiş dişler durmadı. inci tanrıça'nın kumul sunağı kanla sulandı ve ebediyeti boyunca böyle bir törene bir daha şahit olmayacaktı...

-kurtların dansı-

denizciler birbirlerine sarılarak yerde yumak olmuş, korku dolu gözlerle olup bitenlere tanık olurken, boğazlardan akacak kan tükenince etrafı tekrar bir sessizlik kapladı. o an hepsi, sahildeki sonsuz kum taneciklerinden herhangi birisi olmak istemişti. sürüden ayrılarak öne çıkan kara kurt kahin'e doğru yaklaştı. kestan nedense kahin'in başucunda taş kesildi ve hareket edemedi. belki de kara kurt intikamını almak için kestan'a doğru geliyordu.

kara ışıltı, kestan'ın dibinde belirdi ve onu koklamaya başladı. nefesini mühürleyen kestan, o an elinden gelse derin kalp atışlarını bile düğümleyecekti. birkaç gün önce, tepede canını aldığı beyaz kurdun postuna kokusunu bırakmış olmalıydı ve kara ışıltı bu kokuyu tanıdı. dişlerini göstererek hırlamaya başladığı anda, kahin güçsüz bedeni üzerine doğrularak, kolunu kurdun boynuna doladı ve onu sakinleştirdi.

kurt kestan'dan uzaklaşıp, marangoz'a doğru giderken, kahin kendini yere bıraktı ve tekrar kumların üzerinde uzanmaya devam etti. kahin asıl suçluyu fısıldamış olmalıydı. marangoz başına geleceklerin bilincinde olmasına rağmen, kestan gibi karanlık ışıltının mahkumiyeti altında, oturduğu yerden sırtını dayadığı baş bodoslamaya göğsünden çivilenmiş gibi hareket edemedi. kara kurt marangoz'u postundan da kara burnuyla kokladıktan sonra ondan da uzaklaştı ve ışıltısıyla daha da kararttığı bir gölgeye çekildi.

kestan kahin'in kavradığı elin soğuduğunu fark etti. koyu yeşil gözlerin turkuaz bir renge bürünüp, sonsuzluğa kapanışını izledi. şaşkınlığını ve tedirginliğini içine gömdü, kederi katlanarak büyüdü ve gözyaşı olarak dışarı taştı. karanlıklar arasından, kara bir uluma yankılandı ve beyaz sürü kara ışıltıya eşlik etti. denizci yumağına doğru başını çevirdiğinde, herkes acı gerçeği kestan'ın yüzünden okudu ve içlerine kor bir ateş düştü.

tepedeki ulu ağacın gümüşi ve altuni ışıltısı söndü, harlanarak köz gibi parıldadı. sahilden bakınca ağaç, ateşe verilmiş gibi alev alev titreşiyordu. alaca baykuş tüneğinden süzülüp, hafif bir rüzgar gibi esti ve nar ışıltıya doğru kanat çırptı. gölgeleri aydınlatan beyaz sürü, kumsaldan ayrıldı ve ışıltı tepesi'ne doğru karanlıkların arasına karıştı. kara ışıltı, kayalıklara doğru uzaklaşırken, gölgelerin arasında uluması yankılanmaya devam ediyordu.

kana bulanmış kumsalda geriye kalanlar, kahin'in etrafında toplandılar ve ağacın tekrar solmamasını umarak hüzünlendiler. marangoz, onu ahşaba mıhlayan çivisinden kurtulmuş, olduğu yerde kuma yığılmış, içi kan ağlıyordu. bu sırada çoğu köylü çocuk ve kadın, babalarının ve eşlerinin bir daha geri dönmeyeceğinin farkında olmadan, kurtların ulumalarına kulak kabartmışlar, bahçelerinden ağacın alevler içinde parıldamasını izlemeye koyulmuştular. bir saatten uzunca bir süre sonra, kurt ulumaları kızıl ağacın altında, ışıltı tepesi'nde yankılanıyordu.

beyaz sürü ağacın etrafında, beşer kurttan iç içe iki çember oluşturmuş, birbirine ters istikamette, ağacın etrafında dönüyordu. sonra dış halkadaki kurtlar yere kapaklanıyor, iç halkadakiler onların üstünden zıplayarak dış halkayı oluşturuyor ve hep birlikte uluyordu. halka tepenin etrafına doğru iyice genişleyip sınıra ulaşınca, bu sefer iç halkadaki kurtlar yere kapaklanıyor, dış halkadakiler onların üstünden zıplıyor ve beyaz halkalar ağacın gövdesi etrafında tekrar daralıyordu.

alaca baykuş, birbirine ters yönde genişleyen ve tekrar daralan iç içe beyaz çember dalgalanmalara yükseklerden tanıklık ediyor, bu görsel şölene dönüşen kedere, kendi çizdiği daireleri genişletip daraltarak eşlik ediyordu. kızıl ışıltının içindeki beyaz keder dansı, hava ağarana kadar devam edecek ve bir daha hiçbir göz, böyle görkemli bir kedere eşlik etmeyecekti...
devamını gör...

ışıltı ağacı

-10-


-tacir-

jota, iç içe geçmiş gri-siyah-sarı, kirli ve sinsi bir aura ile çevrili, henüz taçlandırılmamış varis bir kral edasıyla, meydandaki büyükçe bir kayaya oturmuş, etrafında olup bitenleri izliyordu. ağına takılmış onlarca minik avları boğazlamaya önce hangisinden başlayacağına karar vermeye çalışan zehirli bir örümcek gibi, insanları süzüyordu. bedeni kitin kaplı, minik trakeleriyle solunum yapan bu küçük insancıkların vızıltıları arasında, onların uğultulu auralarını inceliyordu.

tacir, babasının ölümcül düellolarla çöktüğü buğday ve pamuk tarlalarına, zamanla zeytinlikler ve üzüm bağları eklemiş, yıllarca güney madenlerini kazarak güçlü bir vücuda ve kollara kavuşmuş, altın ve gümüşten oluşan hatırı sayılır bir birikim yapmıştı. demircilerine yaptırdığı küçük kalıplardan, ince yuvarlak altın ve gümüş külçeler döktürmüş, üzerlerini de jt harfleriyle damgalatmıştı. "jeton" dediği bu sikkeleri, önce işlenmemiş altın ve gümüş takozlarla takas etmiş ve jetonu yaygınlaştırmış, sonra da jeton karşılığı buğday, pamuk, zeytin ve üzüm takasının önünü açmıştı. artık tazı ve yeşil kahin de olmadığına göre, ticari derebeyliğinin önünde ciddi bir engel gözükmüyordu. kızıl kahin'in de ilgisi başka yöndeydi, denize açılmak... peki bu ilgi ışıltıyı da beraberinde alıp götürür müydü? bu düşünceler arasında etrafına kulak kesildi.

+kahin denize açılırsa ışıltıyı getirdiği gibi geri götürecektir! dedi kalabalık gruptan bir ses ve onaylandığına dair ince bir yaygara koptu.
*gerekirse kahini ağaca zincirlemeliyiz! diye bağırdı içlerinden birisi.
>neden gemiyi ateşe vermiyoruz? diye yükseldi, heyecanlı bir nefes.
<marangoz'un ellerini kesersek endişe duyacak bir şey kalmaz! diye haykırdı burnu kırık, aurası sinik bir böcek. tazı'nın kırdığı burun hala sızlıyor olmalıydı.

tacir tüm ilgiyi üzerine çeken bir hareketle şekilsiz ve soğuk kaya tahtından ayağa kalktı ve elleriyle kalabalığa sessizliği buyurdu. gür ve hükmeden sesiyle:
-atlarınızı hazırlayın! silahlarınızı kuşanın! meşalelerinizi tutuşturun! diye emir verdi küçük haşere ordusuna.
kalabalık, "hurraaa! hurraaa! hurraaa!" diye coşarken, tacirin gözü uzaklarda kaybolan kestan'a ilişti. tazı'nın yokluğunda kestan ona tehdit olabilir miydi? tazı olsaydı, muhtemelen bu çifte diş sancısına diz çökmek zorunda kalabilirdi. ama yalnız çoban, gulu'yu ateş öfkeden çıkaramamıştı. bu sefer de elinden ne gelebilirdi ki? "üstelik atı bile yok" diyerek, tacir endişe duymaya gerek olmadığına ikna oldu...


-vira demir! avara! amora!-

fırtına, sırtında kestan, toynaklarının altından kayıp giden toprak zemine hiç dokunmuyor, kanatları sivrilmiş bir şahin gibi, alacakaranlığı yarıyordu. kestan fırtına'nın batmadan denizin üstünde bile süzülebileceğine ikna olmuştu. bir süre sonra önlerine çıkan atlı kalabalığı, mızrak gibi delerek içinden geçtiler ve geride bıraktılar. onları yakalayabilecek ne bir kısrak, ne de bir aygır olmadığı için peşlerine düşmeye lüzum görmediler. hem kestan'ın onlardan önce sahile varmasında da bir sakınca yoktu. ne de olsa denizciler, kocaman ahşap iskeleti kuma gömecek değillerdi ya!

kestan denizcilerin barınaklarına vardığında hava iyice kararmış, gökyüzünü kaplayan güneş ışıklarının yerine, denizin kıyıyla güreşen dalga sesleri karanlık boşluğa ve gölge çıkıntıların arasına yayılmıştı. fırtına'nın homurtularına karışan kestan'ın telaşlı sesine kulak veren denizciler ve kızıl kahin dışarıya çıktılar ve kestan'ın etrafını sardılar. "öze'ye bir şey mi oldu? fırtına onu nasıl sırtına aldı? yeni ulak kestan mı?" soruları denizin uğultusuna ortak olurken, kızıl kahin herkesin adına kestan'ı muhatap alarak sordu:

+merhaba kestan! karanlıkların arasından çıkagelen auran, arkandan karanlıklardan daha koyu ve bet bir gölgenin buraya sürüklendiğini bildiriyor.
-evet kahin! başlarında jota, kırk beş - elli kişi geminin iskeletini yakmaya geliyorlar! gerekirse marangoz'un ellerini kesmeye bile hazırlar!
marangoz son cümleyi duyunca mavi-yeşil aurası titreşti ve nasırlı ellerine baktı. kafasını kaldırdığında tüm gözlerin ona çevrili olduğunu gördü. herkes gibi o da kahin'in bir şeyler söylemesini umarak bekledi.
+tacir ve yalakalarının bir gemiyle ve marangozla ne alıp veremedikleri olabilir ki?
-ışıltı sevgili kahin, ışıltı! ışıltıyı getirdiğiniz gibi, denizin ardına götüreceğinize inanıyorlar.

kestan'ın bu sözleri denizciler arasında da aniden bir şüphe uyandırdı. haftalardır aralarında yaşayan kahin'in ışıltısı, onlara ağacın gerçek ışıltısını unutturmuştu. onun gidişiyle tamamen ışıltısız kalabilirler miydi, bunu sorgulamaya başladılar.
+böyle bir şey olmayacak kestan! ağacın ışıltısı artık benden bağımsızdır. getirdiğim bir şeyi, yanımda geri götürmeyeceğim! diyerek kahin herkesi rahatlattı. geminin iskeletini ateşe vermelerine de göz yummayacağım! diye ekledi.
herkes kahinden ateşli bir konuşma beklerken, yaşlı denizci mikran insanları şaşırttı:
*haydi derin maviliklerin, cesur kadınları ve erkekleri! yelken yüreklere, dalga dalga köpüren ulu rüzgarın ateşinin dolma vaktidir! karanlık, ahşap kuğunun ateşiyle ağaracaksa, inci kumlar kızıl kanla sulanacaktır! davranın zıpkınlara! vira demir! avara! amora!
küçük ama gururlu kalabalık o an ölüme hazırdı ve hep bir ağızdan çığlık çığlığa sessizliği yıktılar:
"vira demir! avara! amora! avara! amora! amora! amora!"


-kanlı ahşap-

denizciler kadın erkek, genç yaşlı demeden, silah olarak göz dağı verebilecek ve kullanmaktan sakınmayacakları, zıpkın, mızrak, tırpan, balta, bıçak ne buldularsa, sıkı sıkıya kavradılar ve geminin iskeletinin başında toplandılar. kahin'in ışıltısı, mikran'ın denizcilerin ateşini harlayan kararlılığı ve fırtına'yla çıkagelen kestan'ın varlığı, onların cesaretini katlıyor, onlara güven veriyordu.

kahin yaşlı denizcinin, denizin ardına yapılacak seferde onlara kaptanlık yapmaya ikna olduğunu anlayınca, bundan memnuniyet duydu. mitya ne kadar yetenekli ve tutkulu olsa da, güvertede yaşlı denizcinin varlığına daha çok ihtiyaç duyacağını düşünüyordu. bu düşünceler arasında etrafa bakındı ve barakaların çevresindeki ağaçlardan birine tüneyen alaca baykuşa bakışlarını kilitledi. alakuş tüneğinden kendini boşluğa bıraktı, dilsiz kanatları açıldı ve uçurtma gibi göğe yükselerek, ışıltı tepesi'ne doğru uzaklara uçtu...

ellerinde endişeli meşaleler, yaklaşık bir saate yakın bir bekleyişin ardından, toprağı acımasızca ezen nalların gümbürtüsü yakınlaştı ve ahşap kuğuyu koruyan denizcilere kadar ulaştı. sonra ellerinde bozguncu meşalelerle atlılar belirdi ve sahil daha da aydınlandı. elinde herhangi bir silah taşımayan kahin denizcilerin oluşturduğu grubun birkaç metre önüne doğru açıldı. hemen arkasında elinde balta, fırtına'nın sırtında kestan ve yanında zıpkınıyla yaşlı denizci mikran yer aldı. kestan silahı marangoza vermişti. marangoz ellerini kesmek isteyen birisi olursa tereddüt etmeden kullanmakta kararlı gözüküyordu.

atlılar gemi iskeletinin etrafını sarıp, ahşaba susamış bir yangın gibi, denizcileri çember içine aldılar. arbaletler ve zıpkınlar karşılıklı olarak birbirlerine doğrultuldu. tacir, atının küstah adımlarıyla kahin'e yaklaştı ve atından daha küstah olduğunu kanıtlamak istercesine:
+kahin! senin zarar görmeni istemiyorum. önümden çekil! dedi.
buna karşılık yaşlı denizci: "kavilyamla kıçını düğümlememi istemiyorsan atının pis nallarıyla sahilimizi kirletme ve defol git burdan jota!" dedi ve denizciler güldüler.
"buruşuk kavilyanı genç denizcilerine sakla mikran!" dedi tacir ve bu sefer gülme sırası atlılardaydı.
kestan elindeki baltayı göstererek araya girdi: "peki baltama ne dersin tacir?"
jota sürüngen bakışlarını kestan'a çevirip, zehirli diliyle onu iğneledi: "tazı'n olmadan fırtına'nın sırtında ne kadar da cesursun arkadaş katili!" etrafı buz gibi bir sessizlik kapladı ve kimse gülmedi.

kestan bu sözleri duyar duymaz haykırarak fırtına'yla tacir'e doğru atılırken, kahin fırtına'nın önüne çıkarak atı durdurdu ve kestan'ın baltayı tutan bileğini kavradı. kestan kahin'in narin bedenine nazaran ne kadar güçlü olduğunu bileğinde hissetti. biraz daha sıksa bileğini kırabilirdi. "acaba tazı'nın bileğini kıran el bu el miydi?" diye şüpheli düşüncelerin ve şaşkınlığın zamanı değildi. kestan'ın bileğini kavrayan mengene gevşedi ve kahin'in öfkeli sesi yükseldi:

-durun! bizden ne istiyorsunuz? kahin öfkeliyken bile ışıltısı bembeyazdı.
+senden adada kalmanı istiyoruz kahin. ama görüyorum ki adayı terk etmekte kararlısın. ışıltıyı alıp gitmene, ağacın solmasına göz yumamayız! hayatımızın geri kalanını ışıksız yaşayamayız! gözlerimizi tekrar karanlığa açamayız! ya seni ağaca zincirleyeceğiz, ya da ahşap iskeleti ateşe vereceğiz! gemiyi ateşe vermek de çözüm değil ya, marangoz'un ellerini kesmedikçe!
tacir'in hararetli konuşması bozguncu atlıları daha da heyecanlandırırken, denizcilerin şevkini kırmıştı. kahin'in karşısındaki tehlikeli ve sinsi düşman, tacir değil şüpheydi. yaşlı denizci'nin konuşması sonrası alev alev yanan turuncu auraların yerini, sönük ve iştahsız, cılız ışıltılar almıştı. kestan da dahil herkesin ışıltısındaki ince şüpheyi çok net görebiliyordu. açgözlü karanlık gri bir ışıltıya yenik mi düşmüştü? etrafındaki insanları süzerken yine tacir'in sesi yükseldi:
+denizciler! silahlarınızı bırakın! marangoz'u bize verin!

tehlike altında olduğunu anlayan marangoz, sırtını geminin baş bodoslamasına dayadı, silahın fitilini elindeki meşaleyle ateşe verdi ve silahı etrafındaki atlılara doğrultarak haykırdı:
*geri çekilin! yaklaşanın ışığını sonsuza kadar karartırım! hayat tiyatrosunu dürerim!
üzerlerine en az ikişer arbalet doğrultulduğunu gören denizciler, zıpkınlarına, baltalarına ve tırpanlarına davranmakta tereddüt ettiler. tacir'in gözüne girmeye çalışan kırık burunlu bir eklem bacaklı, atından atlayarak elinde kısa kılıcıyla marangoz'un üzerine doğru koşturdu. kahin, o an sahildeki en değerli kişi olduğunu düşündüğü marangozu korumak için bozguncu dalkavuğun arkasından atıldı. saniyeler içinde marangoz'un elindeki silah patladı ve meşalelerin yarattığı gölgelerle, denizdeki dalgaları bile ürpertecek, karanlığı yırtıp atan bir ses yankılandı.

kırık burun, kahin'in kucağına, geriye doğru teperken, atlar alışık olmadıkları bu sesten ürktüler ve çılgına döndüler. kovanına çomak sokulmuş arılar gibi etrafa savrulurlarken, kimisi binicilerini sırtından attılar. şaha kalkan fırtına'nın yelesine sol eliyle sıkıca yapışan kestan, tacir'e doğru fırladı ve elindeki baltayı tacir'in yüzünün ortasına sapladı. artık tacir katili olarak anılmakta bir sakınca görmüyordu...

devam edecek...
devamını gör...

ışıltı ağacı

-9-

-uğurlama-

kestan, gölgeler diyarının emanetini teslim etmek üzere, cansız bedeni sırtladı ve tepeden aşağıya doğru adımladı. attığı her adımda, sanki toprak yüzeyden derin karanlığa inen bir basamakta ilerliyor ve sadece adımlayan ayaklarını görebiliyordu. tazı bir kelebeğin kanadına tutunup hafifleyip ışıltılar içinde yükselirken, o keder yükünün altında karanlıkta ezildikçe küçülüyor, yüküyle bütünleşiyor ve ağırlaşıyordu.

saatler sonra tepenin eteklerine ulaştığında sırtındaki keder yükü, tepenin kendisi kadar büyük ve ağırdı. yükünü gerekirse inci sahiline kadar taşır, tüm adayı bile sırtlayabilirdi, tabi tazı bir denizci olsaydı. o bir avcıydı ve bir avcıya en yakışır şekilde, avın en uluları sırasında bedenini gölgelere teslim etmiş, ışıltıya karışmıştı.

tazı'nın bahçesine girdiğinde yükünü büyükçe bir ceviz ağacının altına bıraktı. hafiflemesi gerekirken, yükü daha da ağırlaştı ve karanlıkların en koyusuna hapsoldu. kazanın başına gitti ve suyla doldurdu; altını yaktı ve içine etraftan kopardığı bir tutam çiçeği de atarak, kazanın yanından ayrıldı. sonra kazma kürek bulmak için etrafa bakındı. buldu ve boyunca derinlikte ve uzunlukta bir çukur kazmaya başladı. gölgeler diyarının kapısını demir kazmayla acımasızca dövdü.

kazma işi bitince tekrar kazana yöneldi ve bir kova sıcak suyla tazı'nın cansız bedeninin yanına döndü. onu kanlı kıyafetlerinden kurtardı, çiçek kokulu suyla güzelce arındırdı. temiz ve beyaz bir örtü bulmak için içeri girdi. bir süre sonra elinde geniş bir örtüyle çıktı ve cansız bedeni sardı. haberi alıp da, tazı'yı ebedi huzura uğurlamadan önce son kez yüzünü görmek isteyecekleri beklemeye başladı. bekleyiş sırasında kederden kendinden geçti.

ziyaretçilere, her ne kadar canını sıksa da, tekrar tekrar yaşananları anlattı. gelip gidenlerin kesildiği, uzunca bir süre bekleyişten sonra, bahçenin başında, kalbi çatlayacak kadar koşturmuş fırtına'nın sesleri duyuldu. atını dizginleyen öze, çevik bir hareketle atından atladı ve kestan'a dönerek:
+koyunların çok mu önemliydi kestan efendi! diye gürledi. kestan sessizliğini bozmadı. kurdu avlama fikrinin tazı'dan çıktığını söyleyerek, göçmüş bir adamın arkasından onu suçlayacak değildi.

öze abisinin yanına sokuldu ve onun yüzünü son kez görünce, gelirken ağlamayacağına dair verdiği sözü tutamadı ve gözyaşları buruk yüzünde kederle süzüldü. haberleri herkese ilk önce ulaştıran ulak, bu sefer haberi en son alan kişi olmuştu. zihninin kapıları geçmişe açıldı, "bu eller ipek eğirmeli, eyer bağlamamalı" diyen tazı'nın öfkesini özledi. tazı'nın eşyaları arasında, yalnız başına uzunca bir süre yasını tutmak için içeriye geçti ve kapıyı kapattı. kestan cansız bedeni gölgeler diyarına açılan geçite yavaşça bıraktı. onu gölgelere uğurladı ve geçidin üstünü toprakla örttü. yorgunluktan, hafif tümsek toprağın yanı başına yığıldı...


-marangoz-

hadsiz ada sakinlerince namı diğer ağaç kasabı, marangoz niko... ona sorsanız size, kendisinin ulvi bir amaç doğrultusunda, dönüşüm çemberinin tam ortasındaki sadık bir hizmetkar olduğunu söyleyecektir. kim bilebilir ki, devirdiği her ağaç gövdesiyle beraber ruhundan bir parçanın da toprakla bütünleştiğini? ağaç olmanın yüceliğine onun kadar kim şahit olmuştur?

bir kütüğü gereksiz çıkıntılarından kurtarmanın bedeli değil midir ellerindeki nasır? pürüzlerinden kurtulan ahşap, onu okşayan nasırlı ellere nasıl kin duyabilir? hem, var mıdır ki marangozun da nasırlarını törpüleyebilecek bir üstad? elbet vardır! sol'sire, ladin ve abanozun kavradığı kemanın tellerine, elinde arşe, fırtına'nın kuyruğuyla dokundukça, zaman bir titreşime bürünür, dalga dalga etrafa yayılır ve marangozun tüm pürüzlerini törpülerdi...

marangoz hiçbir işi aceleye getirmediği gibi gereksiz zaman kaybından da hoşlanmaz, eserini planladığı tarihte tamamlamayı isterdi. sahilde inci kumların üzerinde boylu boyunca uzanan yirmi beş metrelik meşe omurgaya eklemlenecek her bir parçanın yeri ve sırası vardı. birkaç hafta sonra, baş bodoslama, kıç bodoslama ve postaların da eklemlenmesiyle, sanki devasa bir balık sahile vurmuş, zamanla tüm etleri çürümüş ve ahşap kaburgası ortaya çıkmış gibiydi.

zamanla devasa kaburganın tabanına döşekler serilecek, postalar kavelalarla çivilenmiş stringerler tarafından kuşaklanacak, stringerlerin üzerinden kirişler yükselecek, şiyer kuşağı boyunca kemereler yerleşecek, kemerelere güverte döşemeleri oturtulacak, üst üste bindirilen kestane keresteler ile kaburga kaplanacak ve armuzlar kalafatlanacaktı. marangozun önünde bir yıldan uzun bir zaman vardı...


-yaşlı denizci-

mikran uzaktan, genç denizci mitya'yı ve marangoz'u izledi. mitya'yı yıllarca yanında yetiştirmişti. gördüğü en yetenekli denizci olabilirdi. tek başına, kavilyasını alıp, armaya çıkarak kopan bir halatı onarabilir ve tekrar gerektiği gibi donatabilirdi. onu kendi gençliğiyle kıyasladı. evet, mitya kesinlikle daha yetenekli ve çevikti. fakat, ne zaman sonlanacağı belli olmayan, bilinmez bir seferde, karşılarına çıkabilecek beklenmeyen bir soruna ne kadar hazırlıklı olabilirdi ki? yeterli tecrübeye ve öngörüye sahip miydi? kızıl kahin bu yüzden mi yaşlı denizciye ihtiyaç duyuyordu?

marangozun herhangi bir denizcilik tecrübesi yoktu ama keresteden iyi anlıyordu ve bu disiplinli adam denizin ortasında mutlaka işe yarayacaktı. sonra ahşap kaburgaya göz gezdirdi. beş - altı haftalık kısa sürede gayet hızlı ilerlemişlerdi. kumların arasından yükselen ahşap sahnede sergilenen gösteri onu geçmişe götürdü. yaşlı marangoz nekhro ve kıdemli denizci kzara'nın aralarında dört döndüğü anıları canlandı. tam elli dört sene sonra, şu an önündeki gösteride eksik kişi yaşlı bir denizciydi ve o rolü sahiplenmeye henüz karar vermemişti. "bir marangoz bile denize açılmak için bu kadar istekliyse, ben gerçekten oturup onları mı izlemeliyim?" diye kendini sorguladı.

bakışları denize ve ufka uzandı, yıllar önce kendisine sorduğu soruyu tekrarladı, "yeşil kahin niçin vazgeçmişti ki?" bu soruyu kahin'in kendisine sorma cesaretini hiçbir zaman bulamamıştı. "acaba yaşlı marangoz işi çok mu ağırdan almıştı? zamanla kahin adaya ve ada sakinlerine gereğinden fazla mı bağlanmıştı?" üç yıl bunun için yeterli bir süreydi ve fikrini değiştirmesini normal karşılayabilirdi. olsun, en azından denizcilik yeteneklerini geliştirmek ve adanın etrafını baştan başa dolaşmak için iyi bir gemiye sahip olmuşlardı. birkaç sene öncesine kadar da "ozgur1ey" görevini başarıyla tamamlamış ve denizin derinliklerine istirahate çekilmişti.

denize bakarak bunları düşünürken, kızıl kahin'in mitya ve niko'nun yanında olduğunu gördü. bir süre onu izledi. yeni ışıltı getiren denize açılma konusunda daha tutkulu gözüküyordu. "acaba bu da vazgeçecek mi?" diye kendi kendine sordu. bembeyaz aurasının arkasındaki asıl niyeti görebilmeyi çok isterdi. sanki yıllar sonra yine ellerine meşale tutuşturulmuş, karanlık bir mağaraya, bilinmeze girmeleri isteniyor gibiydi. "o meşale sen misin?" diye iç geçirdiği anda kızıl kahin'le göz göze geldiler. kızıl kahin denizciye doğru yürümeye başladı ve yanına sokuldu.

+merhaba mikran!
-merhaba genç kahin! iç sesimizi de duyamıyorsunuzdur ya! diyerek kahini yoklamak istedi.
+merak etmeyin denizci. çoğu zaman kendi iç sesimi bile duyamıyorum. duyduğum nadir zamanlarda da kaybolmuş küçük bir kız çocuğuyla baş başa kalıyorum, dedi ve gülümsedi.
-dürüst olmak gerekirse kaybolduğunuz bir gerçek, genç hanım! diyerek denizci kahine bir hatırlatmada bulundu.
+nereden geldiğimi hatırlamayı sizlerden çok ben kendim isterdim.
-ben de yalan söyleyip söylemediğinizi görebilmeyi çok isterdim ama ışıltınız herhangi bir gölge düşürülemeyecek kadar beyaz ve keskin bakışları kör edecek kadar parlak.
+bunu iltifat olarak algılamam gerekiyor sanırım, diyerek kahin denizciyi geçiştirmek istedi.
-nereden geldiğinizi bilmiyorum ama neyle geldiğinizi biliyorum. sizinle birlikte büyükçe bir kereste parçası da sahile vurdu. ne tesadüftür ki yeşil kahin de böyle bir kereste parçasıyla gelmişti, üzerinde herhangi bir marangoz dokunuşu olmayan!
+inanın aradığınız cevaplara ulaşmayı sizden çok daha fazla arzuluyorum! diyerek, kahin sorulardan sıkıldığını belli etti. denizci bunu anlamış olacak ki, sohbeti sonlandırmak için:
-bana öyle bir şey söyleyin ki, size kaptanlık etmek için ikna olayım!
+içinizdeki turkuaz tutku alev alev öyle bir yanıyor ki, ışıltı tepesi'nden bile görebilirim! dedi kahin ve denizcinin yanından uzaklaştı. denizci, ufka bakmaya devam etti...


-ulak-

öze tazı'nın bahçesinde ağaçlarla meşgul olurken, güneş batmaya yakın bir vakitte, soluk soluğa koşturarak kestan çıkageldi. elinde kırmızı ipek kumaşa sarılı uzunca bir şey vardı.
-öze! öze! çabuk! diye heyecanla bağırarak, cümlesini tamamlayacak nefesi bulamadan tıkandı ve duraksadı kestan.
+kestan noldu? ne bu telaş! diyerek öze de kestan'ın telaşına ortak oldu.

yaklaşık beş haftadır birbirlerini görmemişlerdi. ikisi de kendi kabuklarına çekilmişler ve yastaydılar. öze, bakkam özütü ile tanini kaynatmış ve saçlarını kızıla boyamıştı. içi kan ağlayan kadınlar genellikle böyle yapar ve yas tuttuklarını belli ederlerdi. oysa ki claret kırmızı durgun auraları her şeyi ortaya koyuyordu. kestan da uzunca bir süredir sakallarını kısaltmamıştı. bir iki nefes soluklanınca:

-yine toplanmışlar! ellerinde arbalet, kılıçlarını kuşanmışlar! atlarla sahile doğru gidiyorlar. geminin iskeletini ateşe verecekler! diye anlattı kestan.
+aman tanrım! denizcilerle birbirlerine kıyacaklar!
-denizcilere kıyacaklar demek daha doğru! sayıca denizcilerden çok daha kalabalıklar! diye ekledi kestan. öze, ilgi çekici haberler genelde denizden geldiği için, uzun zamandır denizcilerin arasında yaşıyordu ve onlar adına büyük bir endişeye kapıldı.
+kırk gün dolmadan ata binemem kestan! fırtına'yı alıp haberi sen uçurmalısın! kestan öze'nin böyle diyeceğini zaten biliyordu ve ipek kumaşa sarılı silahı da özellikle yanına almıştı.

fırtına'nın eyerini ve koşum takımlarını yerleştirdikten sonra öze, atın başını okşayarak, kestan'ın duyamayacağı şekilde bir şeyler fısıldadı. bunu yapmasaydı fırtına kestan'ı sırtına almazdı. kendisi de iyi bir binici olan kestan atın sırtına zıpladı. silahı eyere sıkıca sabitledi.
+dikkat et kestan! bu sefer de kızıl kahin'i vurma! diyerek öze kestan'ı iğneledi. kestan ona yüzünü buruşturarak sert bir bakış attı ve fırtına'yı kişnemeler eşliğinde şaha kaldırdı. atın ön ayakları toprağa vurur vurmaz, "hiyaaaa!" diye bir çığlık koptu ve at gümbürtüler eşliğinde dört nala koştu...

devam edecek ama çok az kaldı... *
devamını gör...

ışıltı ağacı

-8-

-mektup-

kırılan bileğin tazı'nın değil de kendi bileği olmasını arzulayacak kadar, tüm gün koyun postlarıyla mücadele eden kestan'ın yükünü, tazı en azından patlayan çelik boruyu ve meşin yuvarlağı taşıyarak hafifletmişti. tazı, kan rengi ipek bir kumaşla sarılı silahı masanın üzerine bıraktıktan sonra, meşin yuvarlağı da yanına alarak kestan'ın evinden ayrıldı. tazı gittikten sonra kestan kendini yumuşacık, çiçek gibi kokan postların üzerine attı. şu an adada bunu en çok hak eden şüphesiz oydu.

kestan postların üzerinde bir süre yorgunluğunu attıktan sonra ayağa kalktı ve etrafa bakındı. postları parçalamak için bıçak gibi keskin, irice makasını aradı. bulamayınca, makası en son ever'a verdiğini hatırladı ve şansını keskin bir bıçakla denemek istedi. bıçağı postlardan birine sapladı ve postu kolayca deldiğini gördü. "ulu kurdun kama dişleri de postu böyle kolayca delebilir mi ki?" diye endişelendi. bir süre sonra, postları bıçakla istediği gibi parçalara ayıramayınca, makasa ihtiyacı olduğunu anladı ve harmy'ye uğramak için evden çıktı.

harmy'nin evine gelince, evde olmasını umarak, "hey! harmy!" diye ünledi kestan. ruhlara karışan ever'ın bahçesiyle komşusu harmy ilgileniyor, evinin anahtarını saklıyordu. kısa bir süre sonra harmy dışarı çıktı.
+merhaba kestan, diye karşılık verdi.
-harmy merhaba. makasımı en son ever'a bırakmıştım. şu an ihtiyacım var. beraber ever'ın evine bakabilir miyiz?
+kestan, istersen benim makasımı vereyim. işine yarar mı?
-sanmıyorum harmy. benim büyük bir makasa ihtiyacım var, diyerek kestan kararlılığını gösterdi.
+nasıl istersen. anahtarı alıp geliyorum, dedi harmy ve içeri girdi.

kestan ağır adımlarla ever'ın evine doğru yöneldi. hüzün kokan ağaçların ve asmaların arasından geçerek kapıya doğru ilerlerken, harmy elinde anahtarla arkadan kestan'a yetişti ve kapıyı açtı. kestan önce harmy'nin girmesini bekledi ve ondan sonra o da içeriye daldı. hatıraların üzerini ince bir toz tabakası kaplamıştı. tüm yaşanmışlıklar o ince tabakanın altına mühürlenmişti ve artık bundan sonra o tabakanın üzerinde zaman ağmayacaktı...

kestan etrafı süzerek ever'ı anarken, makası arama işini harmy üstlenmişti. içerideki sessizliği sadece harmy'nin "burada yok! şuraya da bakayım! şu odaya da gireyim!" cümleleri bozuyordu. kederli gözlerle etrafı süzen kestan'ın gözlerine mavi bir parşömen kutusu ilişti. gulu'nun evini ateşe verdikleri gece, gulu aceleyle ever'a uzatırken de görmüştü bu kutuyu.

kestan kutuya doğru yaklaştı ve arkasına bakarak harmy'yi kontrol etti. harmy diğer odada makası arıyordu. inanılmaz bir merak içinde kutuyu eline aldı ve ağır bir suçluluk duygusu altında kutunun kapağını açtı. muhtemelen gulu'nun ever'a yazdığı bir mektup kutunun içinde duruyordu. kestan kendisini inanılmaz bir irade mücadelesi içinde buldu. çok önemli bir bilgiye erişebilme ihtimaliyle kavruldu. "hayır! bunu yapamam! buna hakkım yok! affet beni ever!" diye mırıldanarak kutuyu geri kapattı ve yerine bıraktı.

o kadar çok hafiflemişti ki kestan, gökyüzüne doğru süzülebilirdi ve süzülmekteydi. harmy, "buldum!" diyerek kestan'ın irkilmesine sebep oldu ve onu gökyüzünden aşağıya yanına çekti. harmy elinde makasla yaklaştı ve kestan'ın alması için makası masanın üzerine koydu. kestan elini uzatarak makasını masanın üzerinden geri aldı. ada sakinleri bir başkasının kader ağlarını yanlışlıkla kesmemek için elden ele makas uzatmazlardı.

harmy kapıyı kilitlerken kestan ona teşekkürlerini sundu ve yanından ayrılarak evinin yolunu tuttu. aklında mektuba dair hiçbir düşünce yoktu ama eğer okusaydı... mektup, zamanın iç içe geçmiş sonsuz ağında onu nereye sürükler, hangi tuzağa çeker, ya da tuzaktan kurtarır bunu hiçbir zaman bilmeyecekti...

"sevgili ever,
umarım en azından bu mektubu sana ulaştırabilmem için fırsatım olur. havada asılı, gölge ellerin taşıdığı meşaleleri görebiliyorum. birkaç saat sonra benim için burada olacaklar. hissediyorum ki, ışık taşıyan meşaleler, üzerime sonsuz karanlığı örtecekler.
ever, elli yedi yıldır ömrümü kemirip tüketen, hayatımdan kayıp, benden çalınmış olan o bir haftayı, her şeyi hatırlıyorum. öğreneceklerin sende dayanılmaz bir keder yaratacak olsa da, her şeyi bilmelisin.
ne tesadüf ki, kahin'in huzura ermesiyle, iki gündür üzerimdeki büyü kalktı. monde'nin kaybolduğu gün, tüm ışıltı mantarlarının yendiğini gördüm ve günlerce ormanda monde'nin izini sürdüm, güney kayalıklarından denize açılan karanlık geçitlere kadar. ulaştığım beden bir çocuk değil, yeşil bir orman perisiydi ama o monde'nin ta kendisiydi. bu gerçeği onun gözlerinde gördüm ve onu gümüş bıçağımla yaraladım.
ışıltı tepesi'ne döndüğümde bastırılamaz bir arzuyla mantarların tadına baktım. ölü bedenime ulaşacaklarına, ızdıraba sürülmüş, ağacın ışıltısız günlerinde ne yaşadığını bilmeyen bir garibe ve yeşil peri bedenindeki kahin damgalı, ışık getiren monde'ye kavuştular.
gözlerimi açtığımdaki unutkanlığı, avuçlarımdaki mantarlardan bildim. düşündüm ki kökünü kazırsam hatırlayacağım. ama şimdi biliyorum ki kahin'in, sevgili monde'nin gidişiyle artık hürüm. bu acı gerçeklerle seni baş başa bıraktığım için beni affet. umarım bizim yaşadığımız kedere, tazı ve tero ortak olmazlar. onların gerçekleri bilip bilmeme kararı bundan sonra sana ait olacak.
elveda!
gulu"


-av-

sözleştikleri gibi tazı, sabah önce kestan'ın evine uğradı. ulu kurt gece de ulumasını eksik etmemişti. tepeyi terk etmeyecekti, belli olmuştu ama bugün tepeyi geri alma zamanı gelmişti. tazı'nın gerçekte kurtla kişisel bir hesabı yoktu, o hesap kestan'ındı. kurt, ağacı ateşe verme arzusu önünde sadece, ortadan kaldırılması gereken bir engeldi.

ağacı ateşe verirse tazı, üzerlerindeki lanetin dağılacağına inandırmıştı kendisini. tüm yaşananlardan bir şekilde ağaç ve ışıltı sorumlu olmalıydı. ışıltısını bir tek kendisinden esirgeyen ağaca içten içe kin beslemiyor da değildi. ışıltısızlık eğer bir lanetse, bu lanetin herkesin üzerine çökmesinde bir sakınca olmamalıydı. belki de her şey daha iyi bile olabilirdi. hayır, bu kesinlikle bencillik değildi! tazı'nın sabahtandır iç hesaplaşmaları daha da yoğunlaşmıştı.

kestan akşamdan postları ölçülerine göre parçalara ayırmıştı. kurdun dişlerini derilerine geçiremeyecek kalınlıkta, kollarını ve vücutlarını postlarla kat kat saracaklardı. tazı önden yem olarak kurdu üzerine çekecek ve kurt onu boğmadan, evolver'in verdiği silahla kestan'ın kurdu deşmesini bekleyecekti. peki intikam hazzıyla içi soğuyan kestan, tazı'nın ağacı ateşe vermesine, ışıltının sönmesine göz yumacak mıydı? ışıltıyı yok etmek mi bencillikti yoksa ışıltı uğruna lanete boyun eğmek mi?

iki kafadar tüm hazırlıklarını yaptıktan sonra heybelerini sırtlayarak yola koyuldular. onları yavaşlatmaması ve tepeye rahat çıkabilmek için, postları zirveye mümkün olan en yakın mesafede kuşanacaklardı. öyle de oldu. yamaç aşağı esen rüzgar, kurdun herhangi bir koku almasını geciktirecekti. zirveye yaklaşık iki yüz metre uzaklıkta, güvenli bir noktada dinlendikten sonra kestan tazı'nın kollarını ve vücudunu iyice sardı. uzaktan tazı'yı gören birisi onu rahatlıkla koç sanabilirdi.

kestan kendi kollarını ve vücudunu, silahı rahat kullanabilmek ve daha çevik hareket edebilmek için hafifçe sardı. önce tazı'nın sonra da kendi boynuna, demirden yapılmış dikenli boyunluk, kurtçalık taktı. kurt içgüdüsel olarak dişlerini tazı'nın önce boynuna geçirmek isteyecekti. silah eğer ateş almazsa diye, tabi ki yanlarına uzun çelik bir mızrak ve fazladan bıçak da almışlardı.

silahın mekanizmasına üstteki ince delikten önce patlayıcı kara toz döktüler ve kenevir bir fitil yerleştirdiler. uzun borudan içeriye büyükçe demir bir bilye attılar ve mekanizmaya oturmasını sağladılar. geriye sadece fitili ateşlemek kalmıştı. yanlarına aldıkları meşaleyi ateşe verdiler ve kazık gibi toprağa çaktılar. meşalenin yanına da çelik mızrağı sapladılar. kestan'ın elinde patlangaç, fitili ateşlemek için geride beklerken, tazı sol elinde bir bıçak, kurdu kışkırtmak için öne atıldı.

ağacın kolları altında gölgede uzanmış yatan beyaz canavar, aşağılardan gelen bağırtıları duyunca, dört ayak üzerine dikildi. tazı'yı dikkatlice izlemeye başladı. kulaklarını geriye doğru yatırarak, dişlerini ortaya çıkartıp, başını öne eğerek ve yere kapaklanarak tehditkar uyarılarda bulundu. sağa sola zıplayarak tehditkar uyarılarına devam etti. caydırıcılığının ısrarla sorgulanması üzerine, ileri atıldı ve tazı'ya doğru şimşek gibi koşmaya başladı.

"fitili ateşle kestan!" diye bir çığlık koptu ve kestan fitili ateşledi. üzerine ulu bir kurt koştururken tazı'nın neler hissettiğini tanrı bilir ya! sağ kolunu başının önünde siper yapmış, kolunun hemen altında yüzünün seviyesinde, elinde kurda dik bir şekilde doğrultulmuş bıçak, avını ya da avcısını beklerken, kestan geride pusuya yatmış, en uygun zamanlamayı ve pozisyonu kolluyordu.

ulu kurt iyice yaklaşınca, uçarak tazı'nın üzerine atladı. iri bir kurttan üç kat daha büyük ve ağır olan hayvan, tazı'yı bir çocuk gibi yere yıktı ve birlikte yuvarlandılar. bu sırada bıçak tazı'nın elinden kayıp gitmişti. kollarını yüzüne siper etmişken, kurt tazı'nın boğazını parçalamaya çalışıyordu. yedi - sekiz saniyelik zaman tazı için durmuş, neredeyse sonsuza uzamıştı. tazı'nın gözlerinin önünden o an neler aktığını tanrı bilir! derken tüm tepelerde yankılanan tiz bir patlama sesi duyuldu. uzaklardaki kuşlar bile göğe havalandı.

silahı elinden fırlattığı gibi, tazı'yla yumak olmuş kurda doğru koştu. kurdu yana iterek, tazı'nın üzerindeki ağırlığı kaldırdı. kestan kurdu deşmişti. kurdun karın bölgesi artık kızılcık gibiydi. akan tüm kan, tazı'nın üzerindeki koyun postunu da kızıla çevirmişti. kurtçalık ve post iş görmüş, evolver insanlığın görebileceği en ölümcül silahı tasarlamıştı. kestan tazı'ya gülümseyerek:
+dostum! iyi misin? hakladık o piçi!

tazı kestan'a herhangi bir şey demeden, kafa sallayarak ve gülümseyerek karşılık verdi. kestan bir şeylerin ters gittiğini hemen anlamıştı. tazı'nın boynundan kurtçalığı çıkardı. derin bir yara izi göremedi ve rahatladı. sonra, "tanrım! hayır!" diyerek etrafta bıçağı aradı. bıçağı buldu ve hızlıca tazı'nın üzerine sarılı postu çıkartmak için keten ipleri kesti. tazı'yı posttan kurtarınca korktuğu manzarayla karşı karşıya kaldı ve haykırdı: "hayır! lanet olsun! hayır!"

demir bilye kurdu delip geçmiş ve göğsünün altından girerek tazı'nın vücuduna saplanmıştı. vakit kaybetmeden kestan tazı'yı omuzladı ve ışıltı ağacına doğru uzadı. zirveye tırmanıp, ağaca vardığında, yavaşça tazı'yı omuzlarından yere indirdi ve mantarların arasına bıraktı. kıyafetini sıyırarak, hala kanayan yarasını açığa çıkardı. ağacın dallarına uzanarak birkaç tutam ışıltılı yaprak kopardı. yaprakları avuçlarında ufalayarak kırf etti ve tazı'nın yarasına bastı. kızılcık kan gökkuşağına büründü. tazı olup bitenleri sadece gözleriyle izlemekle yetindi.

kestan yıllar önce, ayağı kayıp da başını büyükçe bir taşın keskin ucuna vurduğunda, akan kanı durduramayınca, şansını kesik yere ışıltılı yaprak basarak denemişti. çok kısa süre içerisinde kanama durmuştu. muhtemelen bu pratik bilgiye sahip olan başka birisi yoktur ve de kestan kadar ışıltı tepesi'nde vakit geçiren... kısa süre içerisinde kanama durmuştu ama tazı çok fazla kan kaybetmişti ve vücudu iyice soğumuştu. üşüdü ve titredi. kestan kıyafetini çıkartıp tazı'nın üstüne örttü ve elini sıkıca kavradı.

etrafta, renkli polenlerin arasında ışıltı kelebekleri uçuşmaya başladı. sanki tüm polenleri kanatlarıyla yakalayıp, renklerine renk katmak isterler gibi uçuşuyorlardı. bir tanesi tazı'nın yüzünde ciddi bir yer kaplayan burnuna kondu. kanatlarını birkaç defa çırparak dinlendikten sonra, tazı'nın onu takip etmesini ister gibi tekrar havalandı. kestan'ın tuttuğu el buz kesildi. tazı'nın yüreğine iki düğüm işlendi, kanı kalbinde hapsoldu. kelebeği takip eden gözleri yavaşça kapandı...

devam edecek...
devamını gör...

auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır

öncelikle insanolunbiraz yazar arkadaşımız çok güzel bir ukde bırakmış ve calakalem yazar arkadaşımız da çok güzel bir şekilde bu ukdeyi doldurmuş. 2011 yılında auschwitz-birkenau toplama kampı gezimden sonra, * soykırımla ilgili şiir yazmış, çevresinde yahudi arkadaşları ve tanıdıkları olan birisi olarak benim de söyleyeceklerim var.

ilgili şiir: #1389697

toplumları derinden etkileyen, dünya tarihine kazınmış acı olaylar hakkında, insanlığın nasıl bir tutum sergilemesi gerektiğine dair en uygun kararı, o acıyı yaşayan toplumun kendisinin vereceğine inanıyorum, biz gözlemcilerin değil. tüm ön yargılarımdan sıyrılmaya çalışsam da, sözü sarf eden sosyolog theodor adorno hakkında bilgi sahibi olmasam da, küçük bir araştırma sonucu ulaşılan, yahudi soyundan gelen babasının daha sonra protestan olduğu, annesinin ise bir subay kızı olduğu, sosyoloğun kendisinin de katolik olarak vaftiz edilmiş olması bilgileri, bende küçük bir işkillenme yaratıyor ve "acaba?" sorusunu doğuruyor. dediğim gibi ön yargılı bir tutum sergileyerek bu kanıya varıyorum.

yahudilerin ister siyasi çıkar, ister acıyı sahiplendirme ve üleştirme çabaları, isterse toplumsal belleklerini ve bilinçlerini diri tutma istekleri doğrultusunda, hangi gayeyle olursa olsun, soykırımın gündemde tutulmasından rahatsızlık duyduklarını düşünmüyorum. hatta, yahudilerden bağımsız, tüm insanlık açısından, "bakın! nazi zihniyetli insanları mutlu ediyorsunuz, yapmayın", "siz de ne ekmeğini yediniz be şu soykırımın", "filistin'de yaşananları niye söylemiyorsunuz?" gibi düşüncelerin tehlikeli düşünceler olduğunu düşünüyorum.

iyi insan sayısının, kötü insan sayısından, hele ki hastalıklı seviyede kötü insan sayısından çok çok fazla olduğuna inanıyorum. azınlık nicelikte bir grup hasta ruhlu insan haz duyacak diye, yaşanan acıları, o acıları yaşamış olan insanları gömdüğümüz gibi toprağa gömeceksek, insanlık düşünsel evrimini tamamlamakta gecikecek, geciktiği süreç boyunca da bu dünyada savaşlar ve acılar bitmeyecektir.

en basit örneğiyle ülkemizde yaşanan sivas katliamı söz konusu olduğunda, "olayları en baştan araştıralım bakalım, niye böyle olmuş, belgeli, delilli", "yine kanaat önderlerine gün doğdu, iyi prim yaptılar", gibi otoriter refleksler sergilemektense, en azından sessiz kalmanın toplumsal açıdan daha uygun olacağını umuyorum. son olarak bırakalım da "acıyı yaşamış" olanlar konuşsun...
devamını gör...

ışıltı ağacı

-7-

-derici-

kestan sabah buruk bir şekilde bir şeyler atıştırıp, bahçesinde oyalanırken, uzaklardan neşeli neşeli şarkılar söyleyerek, kucağında bir top pamukla tazı'nın yaklaştığını gördü. kucağındaki pamuk yumağı onun kuzusu muydu anlamaya çalıştı. tazı iyice yaklaşıp sokulunca, "bu, bu benim minik kuzum!" diyerek çocuk gibi sevindi. kuzuyu tazı'nın kucağından alıp sarmaladı ve öpücüklere boğdu.

+onu nerede buldun? diye tazı'ya sordu.
-ben bulmadım, gece evime kendisi geldi. ne şanslı ki akşam karnımı doyurmuştum, dedi ve kıkırdadı tazı. kestan karşılığında kaşlarını çatarak bir bakış attı.
-kestan dostum, o namussuz ulu kurdun bir an önce soluğuna çökmeliyiz, ışığını karartmalıyız! diğerleriyle konuştun mu, ne dediler?
+tazı, inan o kurdu boğazlamayı senden daha çok istiyorum, dedi kestan dişlerini sıkarak. diğerleri tabi ki koyunlarımı umursamadılar. ulu kurt öldürmenin uğursuzluk getireceğine inanıyorlar.
-ne! başımızda akbaba gibi dönüp duran şeyler uğursuzluk değil mi? şerefsizler!
+bir planın var mı diye sordu kestan.
-kuzuyu anasının yanına koyver, toparlan, ayk'a gidiyoruz.

ayk'ın geniş bahçesine girdiklerinde, birkaç tane çocuk dikensiz kirpi gibi toparlak bir deriyi tekmeleyerek, oradan oraya koşturuyordu. ayk çocuklara, "şuraya koş, ona ver, buraya at!" diye emirler yağdırıyordu. yuvarlak meşin seke seke tazı'yla kestan'ın önüne geldi. tazı gelişine meşine sert bir tekme patlattı ve meşin havada süzülerek dut ağacının dalları arasına takıldı. "hey ayk! tekmelemesi ne zevkli bir şey yapmışsın dostum" dedi tazı gülerek. ayk iki eli belinde sinirli bir yüz ifadesi ile onları karşıladı. kestan, "çocuklar dikensiz kirpiyi ağaçtan alırken seninle bir şey konuşalım ayk" dedi.

*niçin geldiniz? diye çok net bir soru sordu ayk.
+elinde ne kadar koyun postu varsa istiyoruz ayk, diye cevapladı kestan.
*adada benden koyun postuna ihtiyaç duyacak son kişi sensin kestan! ulu kurt tüm koyunlarını boğazlamadı ya!
+kaybım yeterince büyük! birkaç post için kaybımı ikiye katlayacak değilim!
-ayk! benden, iki geyik postu alacak yaz karşılığında! sen sormadan ben söyleyeyim, diyerek araya girdi tazı.

adada tüm alışverişler, pazarlıklar, gereksiz cümlelerden arındırılmış bir şekilde yapılırdı. karşılıklı taraflar dolambaçlı izahatlerden uzak, ellerinde verebilecekleri en makul ne varsa, net tekliflerle pazarlık yaparlardı. ayk, tazı'nın aurası olmasa da, onun verdiği söze güvenebileceğini biliyordu. ne taahhüt ettiyse, her zaman yerine getirmişti. ayk içeri atölyesine girip postları toplarken, kestan ve tazı çocuklara dahil olup meşin yuvarlak peşinde koşturdular.

-kestan! söyleyelim bundan bir tane de bize yapsın, güzel olmaz mı ha? diyerek çocuksu sevincini kestan'la paylaştı tazı. bir süre sonra ayk, kucağında beş-altı tane koyun postuyla dışarı çıktı. postları onlara verirken, "postu deldirmeyin ha!" dedi ve sırıttı.
ayk'ın bahçesini terk ederlerken, tazı'nın kırık bileğinden dolayı, yükü kestan kucaklamıştı. tazı'nın ise sol kolunun altında sadece meşin yuvarlak vardı. bahçeden uzaklaştıklarında, "çok ince gördü, değil mi ha?" dedi kestan.
-evet, iğne deliğinden geçirdi, diye ekledi tazı ve gülüştüler...

demirci'ye giderlerken, önlü arkalı dörder atın çektiği, en önde marangoz niko'nun liderlik ettiği, arka arkaya dizilmiş beş at arabasını, durarak ilgiyle izlediler. arabalar dışbudak, meşe, kestane, maun, tik ve sarı çam yüklüydüler. kafile, en son arabanın arkasına halatlarla bağlanmış iki adet ince uzun sarı çam, yerde sürünürken, demir tekerleklerin derinleştirdiği at arabası izlerinin ortasında, yeni birer iz bırakarak, sahile doğru ilerliyordu. muhtemelen denizciler büyük bir yelkenli yapmaya başlamışlardı ve adanın en iyi marangozu niko iyi bir tercihti. marangozdan öte o bir sanatçıydı ve yetenekli elleriyle ahşaba ruh katar, anlam kazandırırdı. bakalım yeni eseri kimlerin hayatına, nasıl bir anlam kazandıracak, onları nerelere sürükleyecekti...

+tazı! gidelim mi buralardan? geride bırakalım mı her şeyi? dedi kestan.
-geride bırakacak bir şeylerim olsaydı, bunu düşünürdüm kestan! diye cevapladı tazı.
bu tezat düşünceye odaklanınca, kestan'ın bir süre yüreği ayazda kaldı. sessizce yollarına devam ettiler.


-demirci-

ellerinde yükleriyle, demirci'nin evine vardıklarında, "evolver!" diye seslendiler. avlu kapısı kapalıydı. bu, gelen ziyaretçilere "rahatsız etmeyin!" mesajı taşıyordu. yine de tekrar, daha yüksek sesle bağırdılar ve bir süre beklediler. tam ayrılacaklarken, evolver'in dökümhanesinin kapısı gıcırtılar eşliğinde açıldı.

"bir demircinin kapı menteşesinin gıcırdaması ne kadar ilginç, değil mi kestan?" dedi tazı.
"belki de onu hayata bağlayan o gıcırtıdır" diye karşılık verdi kestan. tazı, gülmeli miydi emin olamadı. tam gülecekken kestan'ın yüzüne baktı ve yüzündeki ciddiyeti görünce gülmekten vazgeçti. evolver dökümhanesinin kapı eşiğinden bağırdı:

*posta ihtiyacım yok! hele yağlı koyun postuna hiç ihtiyacım yok!
+evo! postlar senin için değil, merak etme! diye cevapladı kestan.
evolver, içeri buyur eden bir baş hareketiyle arkasını döndü ve kapıyı açık bıraktı. kestan ve tazı sırasıyla avlu kapıdan geçerek, dökümhaneye, içeri girdiler ve kapıyı kapattılar. kestan kucağındaki yükten bir süreliğine kurtuldu. evolver, adanın en yetenekli demircisiydi. icat ettiği pek çok alet, ada halkının yaşamında kolaylıklar sağlıyordu. "yıkanmaç" bu icatlardan birisiydi.

üç kısma bölünmüş, silindirik bir demir haznenin en alt kısmında ateş yanıyor, yanan ateş suyla dolu orta kısmı ısıttıkça, içindeki su buharlaşıp genleşiyor, orta kısımla üst kısmı birbirinden ayıran, üst kısımdan alt kısma su sızmasını önlemek için, kenarları kauçuk kaplı hareketli ahşap levhayı piston gibi yukarı itiyor, üst kısımdaki su, orta kısımdaki buharla bir yandan ısınarak ılık bir şekilde, basınçla en yukarıda yer alan ince bir boruya gidiyor ve son olarak ucu genişleyen, deliklerle kaplı bir kapaktan, yağmur gibi çiseliyordu.

tazı, kır çiçekleriyle kazanda kaynattığı sudan, tas tas üstüne dökünerek yıkanmayı tercih ediyordu. inançları doğrultusunda, suyu demirin içinde esir edip, ateşle kışkırtmayı doğru bulmuyordu.

tazı lafı uzatmadan konuya girdi:
-bize bir arbalet lazım evo! çelik oku tüm öfkesiyle fırlatacak bir arbalet!
evolver, kendi elinden çıkan bir arbaletin, aralarında şakalaşan iki çocuktan birinin diğerini yanlışlıkla öldürmesinden beri silah satmıyordu ama, yine de sordu:
*ölümcül bir arbalete niçin ihtiyacınız var?
+ulu kurt için, diye cevapladı kestan.

evolver endişeli bir yüz ifadesi takındı ve ruhu sarsılmış bir şekilde, camları tozdan iyice kirlenmiş penceresine doğru yöneldi. kısa bir süreliğine duraksadı ve cama işaret parmağıyla "kurt" yazdı. cama arkasını döndü ve keder dolu ağır adımlarla camdan uzaklaştı. dökümhanenin içinde, kapalı başka bir bölmeye geçerken, arkasını dönmeden, "burada bekleyin dedi". tazı, evolver gözden kaybolunca cama doğru gitti ve sakat koluyla ovarak, camdaki "kurt" yazısını sildi. kestan, dur der gibi, "tazı! şşşş!" diye fısıldadı.

bir süre sonra demirci, marangoz niko'nun elinden çıktığı belli olan, kök ceviz ağacından oyulma uzunca bir ahşap parçasının üzerine sabitlenmiş, bir ucu delik, diğer ucu kapalı ve kapalı uca yakın bir noktada, incecik bir deliğe sahip, biraz krom katılarak karartılmış, üzerinde tek bir çizik bile olmayan, kusursuz, mat bir çelik aletle geldi. diğer elindeki iri bilye parçalarını ve küçük bir kese kara tozu kenardaki masanın üzerine koydu ve ziyaretçilerine doğru yaklaştı.

yarı ahşap, yarı çelik aleti iki eliyle tuttu. göze hoş gelen, ani estetik hareketlerle çevirerek tüm detaylarını pür dikkat inceledi. elleri adeta bir sanat eseriyle dans ediyor, gözleri o ana şahitlik ediyordu. kusursuzluğu elinde tutmanın verdiği hazzı, gözlerini kısa bir süreliğine kapatarak yaşadı ve konuşmaya başladı:

"yirmi sekiz sene önce tanrı'ya tekrar yapmayacağıma dair verdiğim sözü çiğniyorum. insanları öldüren ve bu amaç doğrultusunda çok başarılı silahlar yaptım. yeminimi çiğniyorum çünkü felsefik olarak amacınıza sempati duyuyorum. hiçbir ego taşımadan size diyebilirim ki, bu yaptığım en iyi silah. eğer yolculuğunuzda karşınıza tanrı çıkacak olursa, tanrı'nın da canı yanacaktır"...

izleyelim

devam edecek...
devamını gör...

ışıltı ağacı

-6-

-kocakarı-

tazı uzun bir aradan sonra evine girdiğinde yumuşak bir yatakta yatmayı gerçekten özlediğini fark etti. oradan oraya koşturmuş, ıslanmış bir fare gibi kuytu köşelerde yatmıştı. tek eliyle kıyafetlerini çıkartmakta ve geceliğini giymekte epey zorlandı. kafası meşgul değilken bileğinin sızısı tekrar baş gösterdi. yatağına uzandı, sanki bir haftadır başına hiçbir şey gelmemiş gibi bir rahatlık hissine kavuştu ve düşünmeye başladı.

"yarın ilk iş kocakarı'nın tepesine çıkıp, bileğimi ona göstermeliyim." bu sırada karşı sergenden tıkırtılar geldi. "lanet fare! umarım kocakarı'nın benim için bir kedisi de vardır." sonra ulu ağacı ateşe vermekle ilgili düşünceler aklını kurcalamaya başladı. "ulu ağacı ateşe verirsem bu lanet biter mi ki? ne yaşadıklarımı bilseydim daha emin olabilirdim. kaybedecek bir şeyim yok ama ya diğerleri? onlara bu kötülüğü yapabilir miyim? zaten şu an dışlanmış birisi olarak, belki de yapmalıyım." nedense, kendi kendine düşünmüyor da zihnini bir yabancıya açıyormuş gibi hissetti ve yorgunluktan sızdı.

elinde büyük bir kavanoz bal, kocakarı'nın tepesine çıkarken, "umarım auram olmadığı için beni geri çevirmez" diye umdu tazı. kocakarı her zamanki gibi bahçesinde, etrafında kedileri, kazanda bir şeyler kaynatıyordu. köy halkından uzak, içe kapanık bir hayat yaşıyordu. kalabalık içinde, durugörü onu rahatsız ediyor gibi bir tavır sergilerdi her zaman. yaşlı kadının evine vardığında, "hey kocakarı!" diye seslendi tazı. kocakarı elindeki ahşap kepçeyi bıraktı ve kazanın başından sesin geldiği yöne doğru döndü.

+tazı! ne oldu sana? ışığın sönmüş ve gölgelere karışmışsın! ruhlar kapısı'ndan geçip ruhunu orada mı bıraktın? peki geri dönmene sebep neydi?
"auran sönmüşse yaşamanın ne anlamı var ki, mi demek istedi acaba?" diye düşündü tazı.
-hep bu kadar acımasız ve sivri bir dile sahip mi olmalısın yaşlı cadı?
+sus köpek! cadılar yeşil ve kızıl olur. hem uçabildiklerini de duymuştum. benim rengim ne yeşil ne kızıl, ne de uçabiliyorum. söyle, buraya neden geldin?
-bileğim için. kestan beni ağacın altında uykudan uyandırdığında, ışıltım sönmüş, hafızam gitmiş ve bileğim kırıktı. onu tekrar kırıp düzgünce kaynatmanı istiyorum. sana en sevdiğin, maya'nın balından da getirdim.
+makul bir teklif. demek hiçbir şey hatırlamıyorsun ha! belki bu senin için daha iyidir. içeri masanın başına geç, geliyorum.

içerisi her zamanki gibi dağınıktı. içi değişik otlarla, baharatlarla, solüsyonlarla dolu kavanozlar etrafa saçılmıştı. birkaç tane de kedi içeride geziniyordu. kauri ağacından yapılmış, adanın ilk insanlarından kalma, en az bin yıllık bir masanın başına geçti, bal kavanozunu masaya bıraktı ve bir iskemleye oturdu. kedilerden biri kucağına zıpladı. kediyi severken, sembolik bir dille masaya kazınmış yazı dikkatini çekti. okumaya çalıştı, sanki daha çok yaklaşırsa anlayacakmış gibi yazıya doğru eğildi. o sırada yaşlı kadın içeri girdi.

+boşuna uğraşma, anlayamazsın!
-ne yazıyor burada? söyle de anlayıp anlayamayacağıma ben karar vereyim.
+söylesem de anlayamazsın! tüm hayatım boyunca ne anlama geldiğini düşündüm. masa adanın ilk insanlarından kalma çok eski bir masa. yazıyı kazıyanın da masanın ilk sahibi olduğu düşünülüyor. adı da sveta olmalı. yazı, unutulup giden, kaybolan kiril diliyle yazılmış. adaya kazınmış ilk şiir bile olabilir ama ilginçlikler içeren bir şiir. belki de kehanet! masa el değiştirdikçe, ne yazdığı bilgisi yıllarca bir sonraki sahibine aktarıldı.

"unutma sveta! kar olup yağarken
metal ahtapotun kolları arasında
geçitte gözlerini açtın parıltıya
çelik gölgeler sürüklerken buraya"

+evet söyle ahmak! bir şey anladın mı?
-ne yazdığı bilgisine artık sahip olduğum için, sen ölünce masanın yeni sahibinin ben olmam gerektiğini anladım, dedi tazı ve sırıttı.
+aramızdan kimin önce ayrılacağını tanrı bilir serseri. "kar" kelimesini kiriller, soğuk, beyaz bir doğa olayı olarak hatırladıklarını söylemişler. bu adada hiç böyle bir olaya rastlanmadı. metal ahtapotun ne olduğunu deniz perileri bilir ya, onlara sormak lazım! parıltı sanırım bizim ulu ağacımız. "çelik"! kiriller bunu da sert demir olarak hatırlıyorlarmış. bin sene önce hatıralarda anımsanan sert demiri, madencilerin beş yüz - altı yüz yıldır güney madenlerini kazmasına rağmen, demirci evolver'in babası thorin'in çok uzun denilmeyecek bir zaman önce bulması ne ilginç. adaya ilk gelenlerin başka bir yerde, muhtemelen denizin ardında bir hayatları vardı. adaya gelince ihtiyaç duymadıkları için, birçok bilgi ve birikimlerini zamanla unuttular, becerilerini kaybettiler.

-belki de o zehirli ışıltılı mantarlar unutmalarına sebep olmuştur ha, ne dersin? belki de mantarlar zehirli değildir! dedi tazı ve bunu söylediğine pişman oldu.
kocakarı tazı'nın mantarların tadına bakmış olduğunu anladı ama ona bunu belli etmedi.
+saçmalama! mantarların cazibesine kapılıp da tadına bakan herkes öldü. neyse uzat bakalım şu kolunu!
kadın tazı'nın bileğini kavradığı gibi burktu. tazı bu kadar hızlı olacağını bilmiyordu ve inledi. kedi kucağından sıçradı ve kaçtı. bir an için kendini karanlık bir mağaradaymış gibi hissetti ve ürperdi.

-insan önce haber verir be kadın! diye gürledi.
+çocuk gibi zırlamayı kes! dedi kocakarı ve tazı'nın bileğine önce otlardan ezilmiş bir merhem sürdü, üzerini ince bir tülbent bezle sardı ve en son iki parça ahşap atelle bileğini sabitledi. ortalığın sakinleştiğini gören kedi tekrar tazı'nın yanına sokuldu.
-senden üç isteğim daha var. birincisi bu kediyi de yanımda götürüyorum. ikincisi, bahçemdeki otları iyice ateşe verebilmek için bana ateş harlayıcı tohum yağlarından veriyorsun. üçüncüsü hiçbir itiraz istemiyorum! dedi ve istediklerini alarak kocakarı'nın yanından memnun bir şekilde ayrıldı.


-ulu kurt-

kucağında kedi, heybesinde ateş harlayıcı eve dönerken yolu kestan'la kesişti. yavrularını kaybetmiş gurk tavuk gibi telaşlı telaşlı sürüsünün etrafında dolanıyordu. yanına koştu ve sordu:
-kestan! ne oldu dostum? ne bu telaş?
+tazı! sürüm! sürüm dağıldı! bu gece de koyunlarımı ışıltı tepesi'nde otlatacaktım. sabah köpeklerin sesine uyandım. uzaklarda heybetli, ak bir ulu kurt belirdi. hemen sürümü toplayıp tepeden aşağıya kaçırmaya çalıştım. geride kaç tane koyunum kaldı bilmiyorum! lanet olsun! ulu kurtun burada ne işi var! köpeklerim! acı iniltileri kulaklarımda çınlıyor! kuzularım! hiçbiri ortada yok!

tazı kestan'ın sürüsünden kaç kayıp olduğunu anlamak için sayım sırasında ona yardım etti. yedi koyun ve iki kuzusu geride kalmıştı. kuzuların geri dönme ihtimali, tazı'nın hafızasının geri gelme ihtimaliyle aynıydı. tazı, "nasıl bir lanet ki hala peşimi bırakmıyor!" diye düşündü.
"kestan, köylüleri uyar. gece dikkat etsinler. ulu kurtların tepeye çökmesi hiç hayra alamet değil. bakalım yarın ne olacak?" dedikten sonra kestan'la ayrıldılar ve evinin yolunu tuttu.

eve gelince kucağındaki kara kediyi, "bakalım fare yakalamakta ne kadar başarılısın görelim!" diyerek, evin içine saldı. biraz karnını doyurduktan sonra, arada kediyi de besleyerek, masanın başında oturduğu yerden düşünmeye başladı. "bir gün bunları da unutursam diye, ben de mi masama bir şeyler kazısam? çelik gölgeler... çelik kurtlar, çelik kuzular, çelik ağaç, çelik parıltı... tanrım! sanırım deliriyorum! ya da çoktan delirdim!"

anlaşılan tazı ağacı ateşe verme fikrini bir süre ertelemeliydi. "umarım bir an önce ulu canavar ormanına geri döner" diye iç geçirdi. ulu kurt ağacın başındayken ağacı ateşe veremezdi. sivri ucu çelik, kızılcık okları kurdun postunu delebilir miydi? ya da demirci evolver'den alacağı çelik diken bir mızrak? ulu kurda karşı hangi silahı kuşanırsa kuşansın şansı yoktu, hele bir de kırık bilek ve tek kolla hiç yoktu. köylüleri ulu kurdu katletmek için ikna etse? bunun için yeterli gerekçeleri vardı, en azından kestan'ın...

derin düşünceleri cama vuran zarif yağmur damlacıklarının sesiyle dağıldı. koku duyusu tam olarak yerine gelmese de, dışarı çıkıp derin bir nefes almak, bir ihtimal belki diye şansını denemek istedi. koku duyusu olmadan hayat çok yavandı ve iyice daralmıştı. bacaklarına sırnaşan kediyi, "keşke ulu bir kurt boyunda olsaydın, fareleri kendim yakalamaya razıydım" diyerek, arkada bıraktı ve dışarıya çıktı. gerinerek derin bir nefes alırken çitlerin ve ağaçların arkasından garip bir ses duydu.

"doğru mu duyuyorum? sonunda şansım dönmeye mi başladı?" diyerek ağaçlara doğru koştu. gölgelerin arasından pamuk gibi minik bir kuzu kendini gösterdi. "tanrım! sen ne şanslı bir kuzusun! eğer kestan bir gün seni kesmeye niyetlenirse karşısında beni bulacak!" diye mırıldandı ve tek koluyla kuzuyu kucakladı. omuzuyla kapıya yüklenip içeri girerken, tepelerde kurdun uluması yankılanıyordu...

devam edecek... *
devamını gör...

ışıltı ağacı

-5-

-kanlı festival-

bir gün önce, öze atına atlamış, sahilden köye atı fırtına'yı şimşek gibi sürmüş ve kızıl kahin'in gelişini insanlara müjdelemişti. kızıl kahin'in şerefine bir festival düzenlenecekti. tazı meydana ayak bastığında festival hazırlıkları çoktan başlamış, masalar nar gibi kızarmış etlerle, taze taze sulu sulu meyvelerle, içenin canına can katan şaraplarla, soğuk kuyularda bekletilmiş buz gibi biralarla, en becerikli farelerin hayallerini süsleyen peynirlerle ve çeşit çeşit yiyeceklerle donatılıyordu.

tazı elinde kanlı , parçalanmış, yeşil bir elbiseyle gölge gibi meydanda belirince, beklenmeyen bir lanet gibi festivale çökmüştü. ışıltısından uzak, kederli ve yorgun yüzünde herkese lanet okuyan bir ifade takınmıştı. "demek cimcime kimsenin umurunda değil ha!" diye içinden hayıflandı ve insanlardan tiksindi. kalabalığa doğru dikildi ve acıdan yanan gırtlağıyla haykırdı:

"cimcime'nin hazin sonunu mu kutluyorsunuz ha? lanet olasıcalar!"
-tazı! o ışıltısız ruhunu da al ve defol git buradan! diye cevapladı kalabalıktan birisi.
+ışıltımıza karabasan gibi çöken lanetini de al git! dedi bir başkası.
*eğlencemize gölge düşürme seni aurasız ucube!
>sonunun ihtiyar gibi olmasını istemiyorsan, kızıl kahin gelmeden burayı terk et ve bir daha gelme!

tazı, son cümleyi kuran hadsizin üzerine yürüdü ve tüm gücüyle ona bir yumruk attı. şarlatan yerde acıyla kıvranırken tazı, "cesareti olan varsa gelsin! hepinizin sonu böyle olacak!" diyerek kalabalığa diklendi. aç bir ulu kurt gibi gözlerini kan bürümüştü ve çıldırmış olmalıydı. sinirlendiğinde gaddarlığı ve acımasızlığıyla bilinen tazı'ya karşı duran olmadı. yolundan çekildiler ve tazı başını öne eğerek, tero'ya gitmek üzere kalabalıktan uzaklaştı.

yolda kızıl kahin'i düşündü. yıllar önce kaybolan monde ve yeşil kahin, şimdi kaybolan cimcime ve kızıl kahin. çocukların kaybolması ve ağacın solması. denizden gelen kahinler ve ağacın tekrar ışıldaması. "nasıl bir girdabın içine düştüm ben! ah ihtiyar! keşke şu an hayatta olsaydın. beni en iyi sen anlardın. senin gibi elimde bir elbise parçasıyla ormandan çıkageldim. keşke dönmez olaydım, bu kabusa uyanmaz olaydım!" diye kendine beddua ederek yoluna devam etti.

tero'nun evine ulaştığında onu dışarıda uzaklara bakarken, kahır abidesi gibi hareketsiz, derin kederli düşüncelere dalmış bir vaziyette buldu. tazı elinde cimcime'nin elbisesi, avludan içeri girerken tero'yla göz göze geldi. tero, göz ucuyla tazı'yı ve elindekini süzdü. yüreğine düşen ateş, yarasını o an tekrar dağlamış olmalıydı. tazı sessizce tero'nun yanına oturdu, başını öne eğdi ve tero'nun bir şeyler söylemesini bekledi. acısını haykırmalıydı, ona lanet okumalıydı, onu yumruklamalıydı ama, böyle tepkisiz kalmamalıydı.

"belki de ağaç her solduğunda günahsız bir kurbana ihtiyaç duyuyordur. ormanın kadim ruhlarına, ulu kurt muhafızlarına sunulacak küçük bir beden. biz insanların birbirimize olan güvensizliklerini aşmak için hediye edilen ışıltının bedeli, nastya'mın küçük bedeninde taşıdığı yüce ruhu. belki... bir ihtimal demiştim renn." uzun zaman sonra ilk defa tazı'ya adıyla hitap etmişti birisi. yeşil ipek geceliği tero'nun yanına bıraktı ve ayağa kalktı. hiçbir cevap vermeden, arkasına bile bakmadan tero'nun yanından ayrıldı. akşam gölgelerine karışırken aklında bir düşünce belirdi, "en iyisi ulu ağacı ateşe vermeliyim"...


-alaca baykuş ve kızıl kahin petra-

yaylin'in baykuşu, ağacın solduğu gün, dağınık kuş sürülerinin peşine takılmış ve onlarla beraber tepelerin ardına, ormanın derinliklerine doğru savrulmuştu. ağaç, bir yıldızın gezegenleri çekim kuvvetine hapsedip, yörüngesine oturttuğu gibi, kuşları kendine bağlıyor olmalıydı. belki de gökyüzünde uçarken onlara kılavuzluk ediyordu. ışıltısına geri kavuşan ağaç, dalga dalga yayılan ışık demetleri ile kuşlara tekrar davetkar çağrılar yolladı.

kızıl kahin'in festivalde boy gösterdiği akşam baykuş, büyük ve geniş kanatlarıyla zirvede ağacın etrafında daireler çiziyordu. ışıltıya olan hasretini gideriyor, ya da sadece, renkli polenler ilgisini çekiyordu. süzülerek ağaca doğru alçaldı. kanatlarının ön kısmındaki tüylerin tarak gibi düzgün dizilmesi, arka kısmındaki tüylerin esnek ve aralıklı, üst kısımdaki tüylerin de kadife kumaş gibi yumuşacık olması baykuşa kanat çırparken, tanrının kulaklarından bile esirgeyecek bir sessizlik kazandırıyordu.

sessizce ağacın dalları arasına tünedi. ağaç herhangi bir ses duymasa da, baykuşun ağırlığını, keskin pençelerle kavranan dalında hissetti. ani bir hışırtı ile ağacın yaprakları titreşti ve ince dallar baykuşun üzerine kapanarak, kaçmasına fırsat vermeden onu kafesledi. yapraklara çarpan kanat seslerine, tiz baykuş ıslıkları karıştı. ağacın dalları onu iyice sıkıştırınca, baykuş mücadele etmeyi bıraktı. ışıldayarak üzerine doğru gelen incecik kırmızı ve yeşil solucanları izledi. esarette dahi fırsatçılığı bir kenara bırakmayıp, yeşil solucanlardan birini sivri gagasıyla yakaladı. incecik avını kopartıp yutmaya çalışırken, diğer solucanlar, gagasının üzerindeki minik deliklerden içeri sızıyordu...

yeşil kahin gibi kızıl kahin de pek konuşkan değildi ama ada sakinlerinin dilini biliyordu ve bir adı vardı, petra. nereden geldiği belliydi, denizin ötesinden. dillerini biliyor oluşu, ada sakinlerinin de bir zamanlar denizin ardından gelmiş olma ihtimalini kuvvetlendiriyor muydu? tanrı bilir... petra, şerefine düzenlenen festivalde genel olarak sessizliğini korudu ve birkaç kadeh şarap, biraz da peynirle ziyafeti tamamladı. yeşil kahin'in evinde konaklaması teklifini memnuniyetle karşıladı ve ona yol gösteren bir genç eşliğinde istirahat için ziyafetten ayrıldı.

petra, yeşil kahin'den kalan eşyalara dokunarak evin içinde gezindi. toprağa verilen bir bedenin, ışıltılar altında ilk nefes alışını, ilk kalp atışını ve ilk cılız adımlarını tekrar tekrar yaşadı ve tüm hatıralarıyla onu yad etti. y'dem'in adaya ve insanlara bağlılığını anlayabiliyordu. insanların arasına karışıp, onların ruhunu daha iyi anladıkça, gerçek bir insan olmaya çok yaklaşmış ve bu onu daha bir bağrı yufka yapmış, adadan kurtulma cesaretini kırmıştı. bin yıldır etrafta tozuşan renkli polenlerden sonra, insanları anlamak konusunda y'dem, hiç şüphesiz görevini layıkıyla yapmıştı.

şu da bir gerçek ki, adada hür bir insan gibi dolaşan y'dem'i, uçsuz bucaksız denize sürüklemek konusunda cesareti kırılan, prangalarını sökmek için henüz erken olduğunu hisseden ulu ağacın ta kendisiydi. bin yıldan uzun bir zamandır tepenin derinliklerini yaşlı kökleriyle deşen, tüm zirveyi geniş kollarıyla kuşatan, en ince kök ucundan, en ince dalına kadar karmaşık bir sinir yumağından ibaret ulu ağacın daha çok vakti vardı ve bekleyecekti. elli yedi yıl beklemişti de...

zaman onun için çok ağır ilerlese de, kızıl bir soluk ile artık adadan ayrılma vakti gelmişti. denizin ötesine ulaşmalıydı. oralarda bir yerlerde de toprağa yeni bir kök salmalıydı. ışıltı adası'na tohumlarını ekenlerin izini sürmeliydi. kendisine bir parça ışıltı sunan ana kaynağa, parıltıya ulaşmalıydı. parıltıya ulaşmak...

petra, uzun kızıl saçlarını önüne toplayarak kucağına aldı, ceviz ağacından yapılmış sallanan sandalyeye oturdu ve ileri geri sallanmaya başladı. çocukluğunu yaşayamamış bir yetişkin gibi mutlu oldu ve gülümsedi. sabaha kadar sallanan sandalyede oturabilirdi. denizcileri büyük bir yelkenli yapmaya teşvik etmesi gerektiği üzerine düşündü. genç denizci mitya hem yetenekli, hem de denizin ötesine ulaşmak için çok hevesliydi. tuzlu suya dayanıklı, azgın dalgalarla boğuşabilecek sağlam bir yelkenli yapmak için ihtiyaç duyacakları en iyi malzeme bilgisine zaten sahipti. adada ağaçları ondan daha iyi bilen bir başkası olabilir miydi?

bunları düşünürken, ağacın yapraklarının titreştiği gibi tüyleri ürperdi ve sallanmayı bıraktı. sol kolu üzerinde, etini keskin bıçaklarla kavrayan bir his belirdi. ruhuna yeni bir soluk katılıyormuş gibi, içine farklı bir duygu yerleşmeye başladı. sandalyede geriye doğru yaslanarak uzandı, kuvvetli bir titremeyle sarsıldı ve gözleri yavaşça kapandı. ışıltılar içindeki dallardan sessizce kanat çırparak uzaklaştı ve gökyüzüne yükseldi. geniş kanatlarını açmış, rüzgarı altına almış, alacakaranlıkta süzülüyordu...

devam edecek...
devamını gör...

ışıltı ağacı

-4-

-dönüş-

kayalıkları öfkeyle döven dalga seslerinin yankısıyla uyandı ve gözlerini karanlığa açtı. bileği sızlıyordu ve yutkunurken boğazı yanıyordu. meşale sönmüştü ve hala mağaranın içinde olmalıydı. ne kadar süredir baygın yattığının farkında değildi. sol kolundan destek alarak ayağa kalktı. birkaç adım attıktan sonra ayağı meşaleye takıldı ve yere düştü. içli bir küfür savurdu. karanlığa alışan gözlerine bir ışıltı ilişti. gulu'nun gümüş bıçağı oracıkta duruyordu. emekleyerek bıçağa uzandı ve bıçağı kavradı. ayağa kalktı ve mağaranın çıkışına yöneldi.

dışarıya çıktığında fırtınalı hava ile karşılaştı. sabaha kadar içeride yattığını anladı. heybesi bıraktığı yerde duruyordu. içinde dönüş yolu için biraz yiyecek kalmıştı ve ona ihtiyacı vardı. kanlı bıçağı ıslak heybenin içine koydu, eğri asasını kavradı ve daha fazla ıslanmamak için ormana doğru koştu. ormanın içinde korunaklı kuytu bir köşe aradı. karnını doyurmak için ve düşünmek için epey vakti olacaktı.

"cimcime, sen nasıl bir canavara dönüştün! annene ne söyleyeceğim? kızın bir cadıya dönüştü ve küçük bir salla kocaman denize açıldı mı diyeceğim?" diye düşündü ve tero için kederlendi. babaannesinin anlattığı eski masallar gerçek miydi? ya da tüm bunlar bir kabus olmalıydı. şu an olmak isteyeceği tek yer şüphesiz sıcacık yatağıydı. karnını doyurduktan sonra geri dönüş yoluna koyulmak üzere toparlandı. havaya baktığında fırtınanın, güney yakası boyunca doğuya doğru ilerlediğini anladı.

üç günlük yorucu bir geri dönüş yolculuğunun sonunda, hava kararmak üzereyken, ışıltı tepesinin eteklerine ulaşmıştı. yiyeceği tükenmiş ve yere yığılmak üzereydi. tepenin bu tarafında kuvvetli bir fırtına yoktu ama diğer tarafında fırtına, özellikle sahil boyunca şiddetiyle devam ediyordu. tüm gücünü toplayıp biraz daha dayanmalıydı. birkaç saatlik bir tırmanışla zirveye ulaşacaktı.

zirveye ulaştığında dizlerinin bağı çözüldü ve yere yığıldı. sürünerek ağacın altına sığındı. ağaç, hala ışıltısından yoksun, solgun bir şekilde, uzun kollarıyla etrafını kaplıyordu. mantarlar arasında uzanmış soluklanırken, beynini kemiren bir baş ağrısıyla kıvranmaya başladı. yaşamına son vermeyi istetecek bir şiddetle beyni sızlıyordu. bastırılması imkansız bir açlıkla tüm vücudu sarsıldı. "lanet olsun! sanırım ölüyorum! ya da ölmeliyim!" eli donuk mercan bir mantara uzandı, onu kökledi ve ağzına götürerek büyük bir ısırık aldı...


-fırtınayla gelen-

üç günlük fırtınadan sonra sabaha karşı hava açılmış, kızıl güneş tekrar boy göstermişti. balıkçılar sabahın erken saatlerinde, kumsaldan biraz uzakta, uzun ve geniş gövdeli ağaçların arasında, fırtınalardan korunaklı evlerinden dışarıya çıkıp, sahile doğru toplanmaya başladılar. teknelerinin fırtınadan ve dalgalardan zarar görüp görmediğini kontrol etmek ve bir an önce avlanmaya çıkmak istiyorlardı.

mitya, içindeki deniz tutkusu ile her sabah herkesten önce kalkar, sahile iner, denize uzaklara bakar, "adaya denizin ardından gelmiş olsaydık bunu hatırlardık. acaba denizin ardında ne var? oraya gidebilir miyiz?" gibi derin düşüncelere dalardı. iyi bir av geçirmeyi temenni ederek hazırlıklarını yapar ve ava çıkardı. genç adam bugün de erkenden kalkıp, hızlı adımlarla sahile yöneldi. denize yaklaşık yüz metre kala birden durdu. kıyıda hareketsiz yatan bir kızıllık vardı. kızıllığa doğru hızlıca koşturdu ve iyice yaklaşınca bunun yüzükoyun yatan bir kadın bedeni olduğunu gördü.

"tanrım! yaşıyor mu acaba? saçları ne kadar uzun" diyerek saçlarına dokundu, "ve de ne kadar yumuşak" diyerek, yüzünü görebilmek için kadını ters çevirdi. koyu tenli, çok güzel bir yüzle karşılaştı. "böyle koyu tenli birisinin kızıl saçlara sahip olması çok ilginç" diye düşündü. kızıl saçların aralarına serpiştirilmiş parlak yeşil saçlar daha da ilginçti. yeşil saçları okşarken kadının gözkapakları açıldı ve kadın genç adamla göz göze geldi. mitya irkilerek kendini geriye doğru attı. "yaşıyorsun! burada bekle!" diyerek kadının yanından ayrıldı. "koşun! sahilde bir deniz perisi var! yaşıyor! koşun!" diye bağırarak barınaklarına döndü.

herkes mitya'nın etrafında toplanmış, "ne oldu mitya? sakin ol! ne gördün! tane tane anlat" diye genç adamı teskin ettiler. mitya gördüklerini sakince tekrar anlattı. bunun üzerine kalabalık bir grup, mitya'nın büyükannesi kala liderliğinde, yanlarına battaniye, kıyafet ve su alarak sahile doğru koştular. deniz ikinci bir armağanı sunmuş olabilir miydi? kıyıya vardıklarında kadın yerde sırtüstü yatmaya devam ediyordu. kalabalık bu sefer de kadının etrafında toplandı. meraklı gözlerle onu süzüyorlardı.

mitya'nın büyükannesi kala, elinde bir battaniye ile kadına doğru eğildi, dizleri üzerine çöktü. yaşadığından emin olmak için elini kadının kalbine götürdü. vücudunu kaplayan saçları sıyırırken, sol tarafında avuç içi şeklinde dağlanmış mührü gördü. nefes aldığından emin olunca, arkasındaki kalabalığa başını çevirerek, "kahin mührü taşıyor ve yaşıyor!" diyerek gülümsedi. bu mührü elli yedi sene önce de görmüştü. üzerini battaniye ile örterken, kızıl deniz perisinin gözleri açıldı. yem yeşil gözleriyle etrafındaki kalabalığa bakındı.

kadınla göz göze gelen herkesin içini bir huzur kapladı. derken ılık bir rüzgarla etrafta renkli renkli polen tanecikleri uçuşmaya başladı. kalabalık grup, renkli ve mis kokulu zerrecikleri ciğerlerine çektiler, tepelere doğru bakınca, zirvede ağacı tekrar ışıltılar içinde gördüler. yavaş yavaş durugörüleri yeniden açılmaya başladı. kala çöktüğü yerden ayağa kalktı ve kalabalığa doğru, "yaşasın fırtınayla gelen! denizin armağanı! ışıltı getiren! yaşasın kızıl kahin!" diye haykırdı. kalabalık yüksek sesle ona eşlik etti, "yaşasın kızıl kahin! yaşasın kızıl kahin! yaşasın kızıl kahin!"


-kayıp zaman-

omuzundan sarsılarak uyandırıldığında gözlerini araladı ve kestan karşısında duruyordu. sabahın erken saatlerinde tozuşan renkli polenlerden oluşan ışıltılı bir sis içinde, ağacın altında yatıyordu. ağaç ışıltısına geri kavuşmuştu.

+tazı! hey tazı! uyan haydi!
-neredeyim ben? kestan, sen misin? offf! başım çatlıyor. senin kaç tane koyunun var? tüm gece onları saydım.
+48 tane koyunum, 3 tane de kuzum var, dedi kestan ve gülümsedi. hala yaşıyor olmana sevindim dostum. günlerdir ortada yoktun.
-günlerdir ortada yok muydum? ne saçmalıyorsun sen kestan?
+en son tero'nun kızını aramak için tepelere doğru yola koyuldun ve sonra ortadan kayboldun. şimdi yedi gün sonra ağacın altında ortaya çıktın.
-cimcime kayıp mı oldu? peki onu nerede buldunuz?
+dostum gerçekten hiçbir şey hatırlamıyor musun? gerçekten mi? cimcime'yi her yere baktık ama bulamadık. kestan'ın yüzü düştü ve kederlendi. tazı'nın boynundaki ize ve bükülen sağ bileğine gözü takıldı. ayrıca tazı'nın aurasının geri gelmediğini de fark etti ama bunu ona belli etmedi.

+boğazına ve bileğine ne oldu tazı?
kestan tazı'ya bileğini hatırlatınca, bileği tekrar sızladı. sol eliyle boğazını yokladığında derisinin yandığını hissetti ve acıyla yutkundu. kestan'la göz göze geldi, ağaç ışıltısına kavuşmasına rağmen kestan'ın aurası olmadığı gözünden kaçmadı ama bunu ona belli etmedi.
-kestan inan hiçbir şey hatırlamıyorum, çıldırmak üzereyim. lütfen her şeyi tek tek en baştan anlatabilir misin?

kestan tazı'ya sırasıyla, yeşil kahin'in ölümünü, ağacın solmasını, durugörülerini yitirmelerini, cimcime'yi hiçbir yerde bulamayışlarını, zıvanadan çıkan öfkeli bir grubun gulu'nun kulübesini o içindeyken ateşe vermelerini, ever'in kederden hayata gözlerini yumuşunu, fırtınayı, fırtınayla denizden gelen ikinci ışıltı getireni, ağacın tekrar ışıldamasını, auralarını yeniden kazanmalarını ve bu sabah ağacın altında onu bulmasını anlattı.

iki gecedir ağacın altında yattığının farkında olmayan tazı, aurasını geri kazanamayanın kestan değil de kendisi olduğunun artık farkındaydı. tazı gözyaşları içinde, "tanrım, bu duyduklarım ne kadar kederli şeyler! cimcime, ever, gulu, kahin..." dedi ve duraksadı. "auramı kaybetmem! peki bir haftadır neredeydim ben? ya bileğim ve boğazım? tanrı aşkına kiminle boğuştum ben?" diye haykırdı. kestan en çok güvendiği kişiydi.

+tazı! fırtına gelmeden, dört gün önce de buraya uğradım. burada değildin. ormana girdiğini biliyordum. ormanda neler yaşadın tanrı bilir, sen kendin bile hatırlamıyorsun. ama tanrı aşkına! heybe! heybendeki kıyafet! cimcime'nin mı? merak etme, tero kimin olduğunu anlayacaktır. umarım onun değildir. peki ya o kanlı gümüş bıçak? gulu'nun bıçağının sende ne işi var? ihtiyarla mı boğuştun? ihtiyarı yaktıkları gece kalabalığa engel olmak için ben de oradaydım, ama ne yazık ki olamadım... ihtiyar'da herhangi bir yara izi yoktu. peki bıçaktaki kan kimin o zaman? lanet olsun! hepsini hatırlamak zorundasın! ayrıca nasıl bir çılgın bu mantarları yemeye cesaret edebilir? elinde ısırılmış bir mantar vardı! söylesene ha! ölmek mi istedin? peki niçin ölmedin?

tazı, o ana kadar bir heybesi olduğunun bile farkında değildi, ki nasıl tüm olanları hatırlasın. gerçekten ölmek mi istemişti? peki neden dakikalar içinde ölmemişti? zaten ölmüş ve cennette miydi, ya da cehennem? gerçi şu an yaşadıklarının cehennem azabından farkı yoktu. tüm bunların hepsinin bir kabus olması arzusuyla kıvranıyordu.

kestan ağacın altından, tazı'nın yanından ayrılarak koyun sürüsüne doğru uzaklaştı. bir süre sonra minik bir kuzu ile döndü. heybeden gümüş bıçağı ve yeşil ipek elbiseyi çıkardı. minik kuzunun acı içinde kesik kesik iniltileri arasında, yeşil elbiseyi kuzunun kanıyla kirletti. keskin bir ıslık karşılığında iki azman çoban köpeği yanlarına çıkageldi. köpekleri kışkırtarak elbiseyi onlara parçalattıktan sonra hayvanları defetti ve kanlar içindeki elbiseyi tazı'ya fırlattı.

"bunu tero'ya götüreceksin. elbise muhtemelen cimcime'nin olmalı. eğer değilse lanet olsun! ben de ne yapacağımızı bilmiyorum. kızını kurtların parçalamış olduğunu söyleyeceksin. auran olmadığı için doğru veya yalan söylediğini anlayamayacaklar. her şeyi hatırlayıncaya kadar ve en önemlisi auranı geri kazanana kadar üzerinde her daim bir şüphe olacak. sana güvenmesem bu sahtekarlığa ortak olmazdım. gümüş bıçak bende kalacak. olur da en sonunda tüm bunların sorumlusu sen çıkarsan, bu bıçakla boğazını keseceğim. ha bu arada, artık iki kuzum var..."

devam edecek...
devamını gör...

ışıltı ağacı

-3-

-iz peşinde-

birkaç saat sonra soluk soluğa zirveye tırmandığında heybeden kurtuldu ve kendini yere bıraktı. "lanet olsun, ne diye sırtladım ki şu heybeyi! gözden kaybolunca kenara mı atsaydım?" biraz soluklandıktan sonra ayağa kalktı ve zirveden sahile doğru eşsiz manzaraya baktı. "bu adaya nereden, ne zaman ve nasıl geldik ki? acaba hep burada mıydık? sanki birileri bizi buraya bırakıp, unutup gitmişler gibi." kendi kendine söylenmeyi bırakıp etrafı incelemeye koyuldu.

ağaç, parlaklığını yitirip kararsa da usta ellerden çıktığı için değerini kaybetmeyen gümüş bir şamdan gibi, ışıltısını kaybedip solsa da, kurumamıştı, hala canlıydı. renkli mantarlar sabah sökülmemiş, yerinde duruyorlardı. "anlaşılan ihtiyar sabah buraya uğramamış." aniden dikkatini bir şey çekti. bir mantar sapı, bir tane daha, şurada da. mantarların arasını yokladıkça eline daha pek çok mantar sapı geldi. "lanet olsun! bu mantarlar yenmiş!" ihtiyar dün sabah da mantarları toplamamış olmalıydı. toplasaydı burada sadece mantar sapı olurdu. "bir hayvan sürüsü gece mantarları yemiş olmalı ama, hiçbir hayvan bu zehirli mantarları yemez ki. yediyse de leşi yakınlarda olmalı" diye düşündü.

geldiği tarafta herhangi bir hayvana ait iz olmadığı için, zirvenin ormana bakan batı yakasına doğru yöneldi. uçsuz bucaksız geniş orman, yeşil bir deniz gibi ayaklarının altında uzanıyordu. yere eğilip, bayır aşağı yavaş yavaş adımlayarak, çalılıkların arasında bir iz bulmayı ümit ediyordu. zemindeki otlar ve çimenler iz bırakılmasını zorlaştırıp, her gece yağan hafif yağmur zayıf izleri yok etse de, balçık içine bırakılan bir iz daha kalıcı olacaktı ve o izin peşindeydi. koku alabilseydi hayvan leşine çok daha rahat ulaşabilirdi.

iz bırakılabilecek yumuşak ve çamurlu bir zemin ararken sonunda aradığını buldu. dizleri üzerine çöktü ve yakından baktı. birden içini bir tedirginlik ve endişe kapladı. on - on bir yaşlarında çocuğa ait çıplak bir ayak izi. "iyi de cimcime yedi - sekiz yaşlarında. peki bu iz kime ait olabilir ki?" belli belirsiz izleri takip ederek, yamacın biraz daha az eğimli, düz, çamurlu ve çalılıksız bir bölgesine doğru indi. izlere hayretle ve dehşetle baktı. ilerledikçe iki ayak izi arasındaki mesafe uzuyordu. onu dehşete düşüren bu değildi çünkü, izleri bırakan kişi koşuyor olmalıydı. fakat, ayak izlerinin boyutu da büyümeye başlamıştı. izler büyüdükçe, aralarındaki mesafe daha da artıyordu. "tanrım! sen aklıma mukayyet ol!"

"ihtiyarın bizim bilmediğimiz birkaç tane çocuğu olabilir mi? ne de olsa gözlerden ırak yaşıyor. saçmalama aptal!" diye söylendi ve izleri takibe devam etti. tekrar çalılık ve otlu bir bölgeye girdiğinde izler yine zayıfladı. fakat bu sefer ormana doğru iniş yolu daha kestirilebilirdi ve bu da onun işini kolaylaştırıyordu. biraz daha aşağılara indiğinde uzaktan gözüne yeşil bir şey takıldı. koşarak oraya gitti ve gördüğü manzara karşısında yıkıldı. un çuvalı gibi yere yığıldı ve artık gözyaşlarına hakim olamıyordu.

-ortak kader-

"kendine gel aptal! bu sadece bir kıyafet. canlı ya da cansız onu bulmak zorundasın. gulu gibi elinde bir kıyafet parçasıyla eli boş dönecek değilsin ya!" diyerek kendine kızdı ve toparlandı. geriye yukarı zirveye doğru baktı. zirveden epey aşağı inmişti. "çabuk geri çık, heybeyi al ve hava kararıp yağmur başlamadan ormana gir" diye kendine komut verdi. hava kararmaya yakın çoktan heybesini almış ve ormana sığınmıştı.

kuru dal parçacıkları, çalı çırpı toplayıp yağmurdan korunaklı büyük bir ağacın altında ateş yaktı. pançosunu giydi ve ateşin dibine oturdu. kavılca, süt ve kuru etle karnını doyurdu. yüksek ağaçlar ve gür orman yağmuru büyük oranda kesiyordu ama zemin her daim nemliydi. avlanmak için sürekli ormana gelip gittiği için ormanı iyi biliyordu. yarın sabah güneş doğar doğmaz yola koyulursa, cimcime'ye gün içinde ulaşabileceğini düşünüyordu. tabi eğer o da hareket halindeyse süreç biraz daha uzayabilirdi.

"daha en başta bana heybeyi verirken bunların hepsini biliyordun değil mi ihtiyar!" diye iç geçirdi. gulu'yla aynı kaderi paylaştığı hissine kapıldı ve kederlendi. sanki yaşanan her şey aynıydı. aynı roller, ayrı oyuncular. "seninle aynı kaderi paylaşmayacağız ihtiyar, onu bulacağım ve tero'ya geri götüreceğim" diye kendine söz verdi. "peki ya meşale? ateş yakmak için meşaleye ihtiyacım yok ki. acaba karanlıkta da iz süreceğimi mi düşündü? gerçekten iz sürmeye devam etmeli miyim?" düşünceleri arasında uyuyakaldı.

gün doğmaya yakın uykusundan, üzerine bir kova soğuk su dökülmüş gibi aniden irkilerek uyandı. kötü bir rüyaydı. üzerine yattığı sağ kolu iyice uyuşmuş ve biraz üşümüştü. cimcime'ye doğru iz sürüyor, sonunda onu görüyor ama bir türlü yaklaşamıyordu. tam yaklaşacakken adımları ağırlaşıyor, ayakları ve bacakları toprağa gömülüp kök salıyordu. onu yakalayabilmek için kolu bir ağaç dalı gibi uzuyor ama tam tutacakken koluna bir balta iniyordu. "baltayı tutan el kimindi acaba?" diye kendini sorguladı.

biraz ekmek, peynir, kuru üzüm ve kavrulmuş nohut ile açlığını bastırdı. köz halindeki ateşin üzerine toprak dökerek ateşi söndürdü. eşyalarını heybesine doldurdu ve toparlandı. kalınca ve uzunca, biraz da eğri bir dal parçasını kendine baston edindi. tepelerin ardında, doğu yönünde gökyüzüne ince bir duman yükseldiğini gördü. "umarım düşündüğüm şey değildir" diye iç geçirdi ve hüzünlendi. ormanın derinliklerine, izlerin onu sürüklediği, güney-batıya doğru yola koyuldu...

-kızıl peri-

iki gündür, masallarda efsaneleşmiş bir geyiğin peşindeki bir avcı gibi iz sürüyordu. sanki cimcime'nin değil de bir avın peşindeydi. kayıp küçük kızını bularak bir anneyi sevindirmekten ziyade, tüm hırsıyla ve mücadelesiyle hedefine ulaşmış olmanın vereceği zafer sarhoşluğunu yaşamak istiyor gibiydi. belki de küçük kız çoktan köyün içinde ortaya çıkmıştı. onun ulaşmak istediği tek şey bir cevaptı. öyle ya da böyle o cevabı avucunun içinde tutacaktı.

havaya baktığında, bir fırtınanın yaklaşmakta olduğunu sezdi. ormanın içi serindi ama onu fırtınadan korurdu. yoluna bu hızla devam ederse geceye doğru, ormanın derinliklerinden çıkıp, güney kıyılarına iyice yaklaşacağının farkındaydı. kayalıkları, kayalıklardan denize açılan mağaraları ve denizi sevmiyordu. ulu kurtlara rağmen, ormanda ve yeşilin içinde kendisini her zaman daha güvende hissediyordu. zaten ulu kurtlar ormanın çok daha derinlerinde yaşıyorlardı.

sırtında yükü yarılanmış heybesi, elinde eğri bastonuyla ilerlerken, büyükannesinin çocukken ona anlattığı masallar aklına geldi. ona, orman perileri ile deniz perilerinin kayalıklardaki mağaralarda oynaştığını, birlikteliklerinden de farklı farklı canlıların ve yaratıkların ortaya çıktığını anlatırdı. artık buna inanacak kadar saf ve temiz değildi. bu yaşına kadar da ormanda hiçbir periye rastlamamıştı. ta ki zihninden sadece, "aman tanrım!" sözleri dökülene kadar...

kül rengi koyu bedeninin büyük kısmı, arada yeşil dokunuşlarla okşanmış uzun parlak kızıl saçlarla örtülü, havada süzülür gibi adımlarla uzaklaşan bu peri, aradığı izlerin sahibi miydi? emin olduğu tek şey bu cimcime değildi. içinde, ona ulaşabilmek için bastırılamayacak bir istek uyandı. "kimdi, ya da neydi? nereden gelmiş, nereye gidiyordu? cimcime hakkında bir bilgisi var mıydı?" dizginleyemediği merak duygusuyla, aralarındaki mesafeyi koruyarak, tüm gün onu takip etti.

hava kararmaya yakın kızıl peri, ormanın çıkışına, güney kayalıklara varmıştı. yaprakları kurumuş, ölümün kıyısında, geniş gövdeli bir meşe ağacının önünde durdu. ateş böcekleri gibi parlak, soğuk bir ışıltı içindeki eliyle ağaca dokundu ve ona bir şeyler fısıldadı. bir süre sonra ağaç, hayata daha fazla katlanamıyormuşçasına, boydan boya yarıldı ve birkaç parçaya ayrıldı. kızıl peri eğildi ve iki buçuk-üç metrelik ince, masa boyutlarında, geniş ve yayvan bir ahşap parçasını kucakladı ve omuzuna attı. "narin duruşunun aksine bir güce sahip olmalı..."

"geçit"

kızıl peri, omuzunda ahşap gövde, ormandan ayrıldı ve kayalıklara doğru ilerledi. tazı, ağaçların arasından gizlice onu gözledi ve perinin bir mağaraya girişini izledi. perinin artık kaçacak bir yeri olmadığını düşündü. pekala iki-üç metrelik ince bir ağaç gövdesini kendisi de sırtlayabilirdi, endişe duymasına gerek yoktu. "ihtiyar! meşale demek mağara içindi ha! peki ya bıçak? ona ihtiyacım olacak mı?"

mağara girişinde heybesini yere attı. içinden meşaleyi, kavı ve piriti çıkardı. gümüş saplı bıçağı birkaç defa pirite sürterek, kavın kıvılcımla alev almasını sağladı ve meşaleyi yaktı. sol elinde meşale, sağ elinde bıçak, karanlık mağaraya daldı. gelen dalga seslerinden, bu mağaranın kayalıkların altından denize açılan bir geçit olduğunu anladı.

bir süre mağaranın içinde ilerledikten sonra aniden bir gölgenin boğazını sıktığını hissetti. nefesi birden boğazına tıkandı, meşaleyi yere düşürdü ama sağ elindeki bıçağı karanlıkta can havliyle savurdu. bıçak perinin vücuduna girmiş olmalıydı. tüm mağarada yankılanan tiz bir çığlık koptu ve boğazını sıkan el uzaklaştı. çığlığın yankıları henüz kesilmeden, tazı bileğinin bükülerek kırıldığını anladı. bu sefer perinin yankılarına tazı'nın inlemeleri karıştı. gölge, tazı'yı küçük bir çocuk gibi uzağa fırlattı ve tazı mağara duvarına çarparak yere yığıldı.

yığıldığı köşeden, yerdeki meşalenin loş ışığı altında, perinin soğuk ışıltılı eliyle, kanlar içindeki yarasını dağlayışını seyretti. bir an için bakışları perinin parlayan turkuaz gözleriyle buluştu. "tanrım! cimcime!" diye haykırdı. bu gözleri nerede olsa tanırdı. peri şaşkın bir yüz ifadesiyle tazı'ya baktı ve "üzgünüm tazı" diye mırıldandı. peri tazı'yı boğazından kavrayarak yığıldığı yerden ayağa kaldırdı. tazı turkuaz gözlere odaklanmış, hipnotize olmuş bir şekilde kımıldayamıyordu.

perinin ağzından "belki de seni öldürmek yerine, geriye olağan bir şüpheli bırakmalıyım" sözcükleri döküldü. "tabi önce hiçbir şey hatırlamayacağından emin olmak koşuluyla" dedi. tazı, örümcek ağına düşen bir kara sinek gibi parlak turkuaz gözlerin yeşermesini, koyu yeşil bir renge dönüşmesini izledi. bu sırada bir tutam upuzun parlak yeşil saç tazı'nın burun deliklerinden içeriye doğru sızdı. tazı'nın gözleri kaydı ve titremeye başladı. bir süre sonra boğazındaki baskının kalktığını hissetti ve tekrar yere yığıldı. gözleri kapanırken, peri geçitin derinliklerinde ortadan kayboldu...

devam edecek...
devamını gör...

ışıltı ağacı

-2-

-uğursuz sabah-

yüzüne vuran güneş ışıklarıyla yavaş yavaş kendine geldi. göz kapakları tembelce aralandı, tedirgin bir duyguyla günü karşıladı. bedeni yün döşekle iyice bütünleşmişken, içi saman ve hasır otu dolu bir korkuluk gibi hareketsizce uzanıyordu. yavaşça beli üzerine doğrulup, dizlerini karnına doğru çekip, ellerini bacaklarını saracak şekilde kavuşturarak, yün döşeğe gömülü hareketsizliği bozdu. içini kemiren bir endişeyle yatağından kalktı ve kapıya doğru ayaklandı.

kulübesinden yalın ayak dışarıya çıktı. üzümlerine eliyle ulaşabilecek yükseklikte başının üzerinde uzanan asmanın altında, ayakları hafif nemli toprakla buluştu. çaltılarla çevrili bahçesinin etrafındaki meyve ağaçlarına göz gezdirdi. bakışları, güneşin her akşam arkasına saklandığı ışıltı tepe'sine uzandı. yaşlı ağacın etrafında, zirveyi saran renkli bir toz bulutunun eksikliğiyle ve ağacın ışıltısını yitirmiş olmasıyla yüzleşti.

badem ağacının dalları arasından gelen kesik kesik ıslık sesi gibi bir sesle düşünceleri dağıldı. başını sesin geldiği yöne çevirdiğinde baykuşla göz göze geldi. "yaylin'in kuş cennetinde kendine ait bir yerin yok muydu senin alaca baykuş?" diye söylenirken, baykuş havalandı ve gökyüzündeki dağınık kuş sürülerine katılıp, ışıltı tepesi'ne doğru uzaklaştı. "kuşlar çıldırmış olmalı. zavallı yaylin" diye düşünürken birisi adını haykırdı.

"tazı amca! tazı amca!" diye nefes nefese bağıran mumy'nin kızı umy idi.
"ne oldu umy? ne bu telaş?" diye onu cevaplarken, umy'nin aurasını göremediğini fark etti. doğru düzgün koku alamıyordu, umy'nin aurasını göremiyordu. gerçekten neler oluyordu böyle?
"tazı amca, tero'nun kızı cimcime kayıp. onu aramak için toplanıyorlar. ayrıca, sen de herkes gibi auranı kaybetmişsin. insanlar çok şaşkın ve ne yapacaklarını bilmiyorlar."
"benim de mi auram yok?" tüm uğursuzluk şimdi anlaşıldı diye iç geçirdi fakat, herkesin aynı durumda olması da garip bir şekilde içini rahatlattı. belki de içten içe kendi adına sevinmişti. "tamam umy, sen gidebilirsin. hazırlanıp geliyorum."

-ak gulu, yeşil kahin ve öfkeli kalabalık-

yıllar önce aurasını kaybettiği için insanlar tarafından dışlanan, ada sakinlerinden uzak, yüksekçe bir tepede kurulu kulübesinde, kaplumbağalarıyla beraber yaşayan gulu, olanlardan habersiz sessizce, derin düşünceler içinde oturuyordu. dün sabah, elli yedi yıldır yitik hafızasına birden kavuşmuştu. artık her şeyi hatırlıyordu. acaba her şeyi hatırlamaya başladığı için mi ışıltı tepesi'ndeki mantarları toplamayı bırakmıştı yoksa, hiç aksatmadan elli yedi yıldır topladığı mantarları toplamayı bıraktığı için mi her şeyi hatırlamaya başlamıştı?

tazı meydana indiğinde ada sakinleri gruplar halinde kendi aralarında tartışıyorlardı. evolver, quo, mumy, harmy, öze, ayk, senyka ve neva bir tarafa toplanmış, öfkeli kalabalığa karşı gulu'yu savunuyorlardı. öfkeli kalabalığın bir günah keçisine ihtiyacı vardı.
-o yaşlı bunak her sabah mantarları kazıya kazıya sonunda ağacın ışıltısını çaldı!
+insan içine çıkacak aurası bile yok!
*kaplumbağalarıyla kafayı bozmuş!
~cimcime'yi neden o öldürmüş olmasın?
>evet, yıllar önce monde'yi de o öldürmüş olmalı!

tazı samimiyetine inandığı grubu selamladıktan sonra, öfkeli kalabalığı yararak diğer köşede tero'yu sakinleştirmeye çalışan gruba doğru yöneldi. kestan, yaylin, niko ve ever tero'nun etrafında toplanmıştı.

tazı ever'i kenara çekti, ona "ever, dün sabah yeşil kahin y'dem'in ani ölümü, ağacın solması, cimcime'nin ortadan kaybolması, durugörümüzün gitmesi, kuşların savrulması... tanrı aşkına neler oluyor?" diye sordu.
ever: "tazı, bugün yaşadıklarımızı elli yedi sene önce de yaşadık. her şey küçük kızım monde'nin kaybolmasıyla başladı. ağaç o gün de solmuştu. auramız o gün de gitmişti. gulu günler sonra ormanın derinliklerinden monde'nin kırmızı ipek elbisesiyle döndü. hiçbir şey hatırlamıyordu. bana sadece çok üzgün olduğunu ve mantarların kökünü kazıması gerektiğini söyledi. o elbiseyi kendi ellerimle örmüştüm canım monde'me. birkaç günlük fırtına sonrası bir sabah balıkçılar y'dem'in sahile vuran bedenini buldular, yaşıyordu. onun gelişiyle ulu ağaç tekrar ışıltısına kavuştu. ona ışıltı getiren dediler. kimse de nereden geldiğini sorgulamadı, onu tanrı göndermiş olmalıydı. sonra durugörümüze geri kavuştuk. zamanla monde'min hikayesi çocuklara anlatılan bir masala dönüştü. o günlere şahit olanların çoğu ne yazık ki şu an toprağın altında yatıyor. benim de zamanım azaldı, hissediyorum..."

tazı: "zaman, evet zamanımız azalıyor. bir an önce cimcime'yi aramaya koyulmalıyız. niko, siz bir grup nehir boyunca tarlalardan güney kayalıklara doğru gidin. kestan, siz bir grup bağlardan kuzey kayalıklara... balıkçılar sahil ve etrafına zaten bakar. küçük bir kız, çok uzağa gitmiş olamaz! ben ışıltı tepesi'ne bakacağım."

tero hıçkırıklar içinde, "tazı, lütfen cimcime'mi bana geri getirin!" derken, onu en iyi anlayabilecek kişi olarak ever tero'yu bağrına bastı, acısına ve gözyaşlarına ortak oldu.

tazı hızlıca kalabalıktan sıyrıldı, onları geride bıraktı ve tepelere doğru yöneldi. önce ak gulu'ya uğramalıydı. kafasında derin düşünceler vardı. üç gün önce kahini en son gördüğünde, uzun yeşil saçları solmuş, saçlarının aralarındaki kızıllıklar daha da belirginleşmişti. ona ilginç şiir gibi bir şeyler söylemişti. ne demek istemişti ki? hep de bilmece gibi imgelerle konuşurdu.
"prangalarından kurtulacak,
ışıltıdaki yedi renk esaret
alaca yeşil nefes susacak,
bir kızıl nefes, taze cesaret
bir çift çivit mavi yelken,
denizin armağanının salında
rüzgarla kabarmış şişerken,
keskin göz alakuş başında
özgürlüğe kanat çırpacak"

-tazı ve ihtiyar-

tazı gulu'nun kulübesine ulaştığında onun dışarıda büyük bir ağaç kütüğü üzerinde, başı iki elinin arasında oturduğunu gördü. diğerleri gibi evinin etrafı çitlerle veya çaltılarla çevrili değildi. her sabah ışıltı tepesi'ne çıkmak vücudunu diri tutmuş, yaşını gizleyen güçlü bir bedene sahip olmuştu. topladığı otlardan kaynattığı farklı farklı çayların da mutlaka etkisi olmalıydı. tazı yavaşça gulu'ya yaklaşırken, yaşlı adamın bakışlarının üzerine çevrildiğini gördü. biraz soluklandıktan sonra tazı, "merhaba ihtiyar" dedi.

gulu, "ihtiyar rahmetli babandır tazı, benden daha yaşlı görünüyorsun" diye cevapladı ve gülüştüler. "seni hangi rüzgar tepeme sürükledi tazı?" diye sordu gulu.
-gulu, olanlardan haberin var mı?
+ağacın solmasını kastediyorsan sahilden beş mil uzakta denizin ortasından bile fark ediliyordur.
-tero'nun kızı cimcime bu sabah ortadan kayboldu. tüm köy durugörümüzü kaybettik. ve...
tazı gulu'nun araya girmesini istercesine cümlesini tamamlamadan duraksadı ve gulu araya girdi.

+durugörünüzü kaybetmeniz sizi benimle eşit kılar, bu benim problemim değil. cimcime'ye üzüldüm, umarım bir an önce bulunur. ve, sonra?
-kahin dün sabah bu hayata gözlerini yumdu.
gulu bir şey söyleyecek gibi oldu ama sustu ve yutkundu. ağzından çıkacak kelimeleri değiştirmek için zaman kazanmaya çalışan bir vücut diline büründü. iç dünyasındaki bazı sorular aydınlanmış olmalıydı. peki ya durugörü yeteneği? onu geri kazanmış olsa da şu an karşısında duran aurasız birisi üzerinden anlayamazdı.

+demek ışıltı getiren ışıltısını alıp gitti ha? ne büyük bir keder!
tazı gulu'nun ağzından kendisinin bilmediği bir şey alamayacağını en başta buraya gelirken biliyordu. zaten asıl amacı da onu öfkeli kalabalığın ithamlarına karşı uyarmaktı.
-ihtiyar, az vakit sonra kapına dayanırlar. yıllar önce monde, şimdi cimcime... ben ışıltı tepesi'ne çıkıyorum, zamanım kısıtlı. kendine dikkat et. döndüğümde tekrar konuşmak istiyorum.

+tazı, yüzleşeceğim insanlar zaten ciğerini bildiğim insanlar. endişe duyacak bir durumun söz konusu olduğunu düşünmüyorum. bekle!
gulu oturduğu yerden ayağa kalktı ve kulübesinden içeri girdi. bir süre sonra gümüş saplı, parlak keskin bıçağıyla ve içi dolu bir sırt heybesiyle dışarı çıktı. bıçağı ve heybeyi biraz yamuk bileğiyle tazı'ya uzattı. yıllar önce yanlışlıkla bileğini kırıp, bileği yamuk kaynamış olmalıydı.

+asıl sen kendine dikkat et! ormanın derinliklerinde karşına ne çıkacağını bilemezsin, dedi gulu.
-ormana girmeyeceğim, sadece zirveye çıkacağım dedim ya! hava kararmadan da dönmüş olurum. ne var bunun içinde?
+kavılca, kaşar, su, süt, bal, kuru üzüm, incir, kavrulmuş nohut, kuru et, kav, pirit, meşale ve keten panço.
-pikniğe mi gidiyoruz? dedim ya ormana gitmiyorum ihtiyar! küçücük kız, ne kadar uzaklaşabilir?
tazı gulu'nun ısrarcı bakışlarını görünce heybeyi sırtladı ve bıçağı aldı. bunca şeyi sebepsiz yere ona yük etmezdi. "umarım bu bıçağa benden daha çok ihtiyacın olmaz ihtiyar" dedi, gülümsedi ve oradan ışıltı tepesi'ne doğru uzaklaştı. gulu tazı'nın ardından kederli gözlerle bakakaldı...

devam edecek...
devamını gör...

ışıltı ağacı

hafta sonu aramızdan ebedi huzura ayrılan sevgili kala'ya ithafen...

-1-

elli yedi sene önce...

-derin bir nefes ve ilk adım-

küçük kız gece gözleri kapalı, minik adımlarla zirveye, onu kendine çeken ışıltıya nasıl ulaştığının farkında bile değildi. sadece, rüyasında yıldızlarla bezeli lacivert gökyüzünde bir bulut gibi süzülüyordu ve ağırlıksızdı. sonunda bedenini ağacın kollarına teslim etmişti. ağaç, esnek dalları arasında onu bir anne şevkatiyle kucaklıyordu. ışıltılı ince dal parçacıkları uzun birer solucan gibi burun deliklerinden içeri girerken gözleri aralandı. hafif rüzgarla hışırdayan yaprakların renkten renge büründüğü bir renk cümbüşü içindeydi. etrafı sükunetle izleyen kahverengi göz bebekleri yeşermeye başladı ve gözlerini tekrar derin bir uykuya yumdu.

biraz üşümüş minik bedeni yerde renkli mantarlar arasında cenin pozisyonunda yatarken gözlerini açtı. ciğerleri havayla ilk defa tanışıyormuşçasına sanki zoraki bir nefes aldı. alveollerinin birer yaprak gibi titreştiğini hissetti. suyun içinde boğulurken nefes almak gibi bir duygu olmalıydı. tüm vücudu sadece kalbinden ibaretmiş gibi kasılıp gevşerken, yüzlerce yıldır aşina olduğu, ona güven verecek bir duygu arayışıyla, toprağı avuçladı. kök salabileceğini sanan minik parmakları sadece birer avuç toprakla döndü.

hafif nemli toprağı boynundan aşağı vücuduna döktü. bunu bir kaç kez tekrarladı ve toprağı avuçlayarak, yüzükoyun bir süre yere kapaklandı ve sakinleşmeyi bekledi. içini kemiren bir açlıkla kafasını kaldırdı ve etrafındaki mantarlara göz gezdirdi. yiyen kişiyi dakikalar içinde öldüren mantarlara hiç tereddüt etmeden saldırdı. uzanabildiği tüm mantarları oturduğu yerden yedi. uzanamadıklarına sıra gelince, bir kertenkele gibi sürünerek ulaştı. vücudu toprağa hala derin bir bağlılık taşıyordu.

hemen hemen tüm mantarları yediğinde yağmur damlacıkları atıştırmaya başladı. yağmur toprağı besleyecek ve mantarlar güneş ışıkları eşliğinde tekrar türeyecekti. kollarından destek alarak ayakları üzerine doğrulmaya çalıştı fakat çelimsiz bacakları titreyerek yere düştü. kendini daha güçlü hissedinceye kadar bir süre yerde oturup, ıslanarak bekledi. artık daha güçlü kollarıyla tekrar destek alarak, biraz daha uzun bacaklarıyla doğrulmayı denedi ve ayağa kalktı.

toprağa olan bağlılık duygusu azaldı, derinlerde su arayan kök prangalardan kurtuldu ve ilk adımı attı. sonra bir cılız adım daha. bir sonraki adımı daha cesur ve emindi. adımları yavaş yavaş hızlandı ve aralarındaki mesafe de açılmaya başladı. ıslak alaca yeşil saçları, ışıltı tepesi'nden aşağıya ormana doğru koşarken, özgürlük rüzgarlarında uçuşuyordu. ormana girdiğinde üzerindeki kıyafet vücuduna iyice dar gelmeye başladı ve kırmızı ipek geceliğinden kurtuldu. yetişkin bir insan vücuduna kavuştuğunda çoktan ormanın derinliklerinde kaybolmuştu...

-tepede bir ışıltı-

doğu-batı yönünde yaklaşık yüz elli mil uzanan, kuzey-güney hattında otuz kırk mil arası genişleyip daralan, kuzey, güney ve batı kıyıları dalgaların bir heykeltıraş gibi şekillendirdiği sarp kayalıklarla çevrili, doğu kıyısı inci tozu gibi bembeyaz kum tanecikleriyle örtülü plajıyla dalgaları sakinleştiren adanın, üç yüz altmış metre rakımıyla en yüksek tepesinde, geniş kollarıyla tüm zirveyi kaplıyor ve gökkuşağından bir mücevher gibi ışıldıyordu yaşlı ağaç.

ışıltı tepesi'nin hakimiyetindeki irili ufaklı tepeciklerle, denize açılan bembeyaz kumsal arasında, otuz millik geniş ve verimli bir yamacın tepesine serpiştirilmiş, etrafı salkım salkım üzümlerin sarktığı asmalarla, çeşit çeşit meyvelerle ve zeytinliklerle çevrili, küçük bir boşluğa dahi tahammülü olmayan doyumsuz sarmaşıklarla sarılı evlerinde, kayalıkları döven dalgaların uğultusundan uzak, ışıltı ağacının refakatinde, huzurlu bir hayat sürüyordu ada sakinleri.

ışıltı tepesi'nin eteklerinden inci sahili'ne kadar uzanan yamaçta, gökyüzünde dans eden kanatsız uzun yeşim bir ejderha gibi menderesler çizerek denize dökülen nehir, etrafındaki günebakan, pamuk, keten, buğday, çavdar, mısır, pancar, susam, çeşitli bakliyat ve safran tarlalarına, narenciye bahçelerine can veriyordu. tanrı bir gün cennet tasviri yapmak istese, ışıltı tepesi'nden aşağıya, inci sahili'ne ve açıklara doğru koyulaşan denize bakması yeterdi. çizeceği tabloda ihtiyaç duyacağı her renge ışıltı ağacında sahipti ve onu bir renk paleti gibi elinde tutardı.

gündüz zirvede esen tatlı rüzgarlar yaşlı ağacın tüm yapraklarını, uyuyan bir kişiyi uyandırırcasına nezaketle sarsar, etrafta uçuşan polenlerden rengarenk bir toz bulutu oluşurdu. renkli toz bulutu, sabaha karşı zirvede başlayan hafif bir yağmura karışır, dağ meltemi ile dağın eteklerinden sahile kadar, ada sakinlerinin yaşam alanına ince ince çiseleyerek sürüklenirdi. güneş doğduktan bir süre sonra kesilen bu yağmur adanın günlük bir rutinine dönüşmüştü.

rüzgarların ve yağmur damlacıklarının taşıdığı renkli polenler ada sakinlerine durugörü yeteneği kazandırmıştı. bu yetenek sayesinde karşılarındaki kişinin auralarını, auralarındaki enerji akışını ve değişimlerini görebiliyorlardı. her duygu ve düşüncenin de karşılığında bir renk dağılımı vardı. bu sayede insanlar birbirlerine yalan söylemekte, sinsi düşünceler beslemekte ve samimiyetsiz davranışlar sergilemekte zorlanıyorlardı. dürüst ama tedirgin, fazla konuşmaktan kaçınan, içe kapanık bir toplum oluşmuştu.


günümüz...


-garip gece-

ayakları bir kaleyi bile sırtlayacak dayanıklılıkta, balsa ağacından yapılmış divanı üzerine kurulu, içi tıka basa yünle sıkıştırılmış yatağında, huzursuz bacaklarla sağa sola dönerken, gözünü bir türlü uyku bürümüyordu. neredeyse sabah olacaktı. kestan'ın koyunlarını saymayı bile denedi ama fayda etmiyordu. "481, 482, 483... hayır, lanet olsun, olmuyor! olsa olsa kestan'ın en fazla 45-50 koyunu vardır. hadi 3-5 tane de fazladan kuzusu olsun."

penceresini açıp yağmurda ıslanan toprağın huzur veren kokusunu içine çekmek için yatağında doğruldu, huzursuz bacakları üzerine dikildi, camını yağmur damlacıklarının yıkadığı penceresine doğru yöneldi. penceresini araladı ve yağmurda durulanan ağaçların, otların ve toprağın kokusu, kabarık ve yüzünde ciddi bir yer kaplayan burnu ile buluştu. göğsünü şişiren bir kazan kurbağası gibi tüm gücüyle içini havayla doldurdu.

huzur arayan gözkapakları, bir şey kanıksamışçasına aniden açıldı. ciğerlerindeki havayı aldığı gibi geri verdi. bu sefer gözleri açık bir şekilde tekrar derin bir nefes aldı ve bıraktı. sanki bir şeyler eksikti. tazı lakabını köyün en iyi koku alan ve iz süren kişisi olarak sonuna kadar hak ediyordu. ama bu sefer toprakta ve çiseleyerek yağan yağmurda bir farklılık vardı, bundan emindi.

dağınık şüphesini ani bir kulak çınlaması bastırdı. başı döndü, gözleri karardı ve düşecek gibi oldu. pencere koluna tutundu ve kendine gelmek için bir süre gözleri kapalı ayakta bekledi. kulak çınlaması kesilince oluşan iç sessizlikte, yağmurun loş karanlıkta zarifçe okşadığı pencere camına vuran damlacıkların sesi belirginleşmeye başladı. yavaşça kendine geldi ve pencereyi kapattı. ateşi sönmüş bir ejderha gibi cama hohladı, buharlaşan yüzeye parmak uçlarıyla bir kedi patisi kondurdu ve yatağına geri döndü.

yumuşak yatağında sırtüstü ölü gibi hareketsizce uzandı. başını sağ tarafa döndürmeye bile üşenecek bir cansızlık içini kaplamıştı. o sırada karşı duvarı çevreleyen sergenden, davetsiz tıkırtılar geldi. "hah! bir fare tıkırtısı eksikti, tam oldu. sanırım tepelere uğrayıp kocakarı'dan bir kedi sahiplenme zamanı geldi. şöyle çevik, acımasız, asi, kara bir kedi. kedi olsaydım böyle bir kedi olurdum." kendisinin bir kedi olduğunu hayal ederken derin bir uykuya daldı.

devam edecek...
devamını gör...

yazarların yazdığı hikayeler

-kaderin cilvesi-

nikita hruşyov döneminden kalma apartmanın en üst katına çıkarken bir yandan lanet okuyor, bir yandan da "kaderin cilvesi" * filmindeki bir sahneyle baş başa kalabileceği bir senaryo ihtimalini düşünerek, içten içe eğleniyordu. bir gün eve girdiğinde tanımadığı sarhoş bir manyağı kanepesinde yatarken bulma ihtimali eğlenceli olmasa da, belki de yıllardır beklediği ruh eşini evinin ortasında bulacaktı.

fabrikada gün boyu ayakta çalışmanın, otuz altı yıllık bezgin ve soluk beyaz bedeninde yarattığı yorgunluğun etkisiyle, her ne kadar uzun bacaklara sahip olup, arada basamakları ikişer ikişer atlayarak çıksa da, beşinci katın son basamakları ince ayak bileklerine zulüm gibi geliyordu. artık çocuk olmadığını ilk defa, annesinin cılız bünyesinin onu beşinci kata kadar taşıyamayıp, onu dördüncü katta sırtından indirdiğinde anlamıştı.

çocuk olmadığını anladığı an, annesinin artık ona yetmediği düşüncesine kapılmış, daha uzun süre çocuk kalabilmek arzusuyla hatta annesini suçlamıştı. o an, annesiyle bir gün rolleri değişeceklerinden de habersizdi. hastalıktan dolayı iyice güçten düşen annesinin son zamanlarında, onun tüm itirazlarına rağmen arada sırada onu temiz hava almak için dışarıya çıkarıyor, tekrar onu sırtlayarak hruşyovkanın son katına, bir dağ keçisi gibi tırmanıyordu.

sırtındaki annesinin gözyaşlarından habersiz basamakları adımlarken, belki de ebedi istirahate kavuşmasının ikisi için de daha iyi olacağını düşündüğü anları anımsadı. bu duygunun mu yoksa annesinin sırtında hep çocuk olarak kalma arzusunun mu daha utanç verici olduğunu sorguladı. şüphesiz ki başkasının sırtına yük olmak daha utanç vericiydi. bu düşünceler arasında annesini daha iyi anladı ve donuk mavi gözleri sulandı.

her zamanki gibi beşinci kata ulaştığında, otomatik ışığın sönmesiyle etraf karanlığa büründü. sanki birisinin onu görme ihtimali varmışçasına, karanlıktan istifade edip, bir süre gözyaşı döktü. ince uzun ama güçlü parmaklarıyla gözyaşlarını silerken, bir yandan da burnunu çekti, derin bir nefes aldı, fosforlu düğmeye basarak karanlıktan ve hüzünden kurtuldu. çantasından anahtarını çıkardı, gıcırtılar eşliğinde hoş geldin diyen kapısını araladı.

yeni aldığı ayakkabılarını çıkardı ve "bu ayakkabılar için beşinci kata kadar çıkmayı kafasına koyan kişinin, bu ayakkabılara mutlaka benden daha çok ihtiyacı vardır" düşüncesiyle ayakkabılarını kapının girişine düzgünce bıraktı. tam kapıyı kapatırken "hayır bu ayakkabılara şuan en çok benim ihtiyacım var" diyerek fikrinden vazgeçip ayakkabılarını içeriye aldı. gülümsedi ve çocukça mutlu oldu.

yalnızlığını ve vücudunu yatağından daha çok paylaştığı, evhamlı ve keyifli gecelerinin sırdaşı ve ortağı bej kanepesine yanaştı ve çantasını usulca bıraktı. banyoya geçti ve ilk iş, küvetini sıcacık suyla doldurmak için muslukların sıcaklık ayarını yaptı. aynada kendini süzdü. makyajı yanaklarının ortasına kadar akmıştı ve yüzüne yayılmıştı ama hala alımlı ve güzeldi. onu çekici kılan belki de, bugüne kadar hiç boyatmadığı için yıpranmamış, saf altın ışıltısında, ham ipek yumuşaklığındaki, göz kamaştıran saçlarıydı.

kanepesinden çantasını alarak yatak odasına geçti ve yavaş hareketlerle soyunmaya başladı. küvet dolana kadar oyalanmak için vakti vardı. soyunduktan sonra gardırobunun boy aynasında, kışa hazırlanan bir huş gibi uzun, ince ve çıplaktı. parmaklarını aralayarak, kollarını bir ağacın güneşe uzanan dalları gibi açtı. işte şimdi tam bir huş ağacıydı artık. fırtınada silkelenen bir ağaç gibi sağa sola esnedi ve sallandı. toprağa iyi kök salmıştı, hala ayaktaydı, baharı ve göçmen kuşları bekliyordu. gülümseyerek çantasına uzandı ve çantasından bir şişeyi kavradı. yüzüne akan makyajı savaş boyası olmuş, son yürüyüşünü yapan bir ent taklidi yaparak, kolları havada, aheste adımlarla tekrar banyoya yöneldi.

küvet iyice dolmuştu. ayağıyla suyun sıcaklığını kontrol etti ve muslukları kapattı. elindeki şişeyi küvetin köşesine bıraktı ve mutlu bir çocuk gibi suyun içinde uzandı. tüm hücreleri gevşedi ve içini uzay-zamanın ötesinde bir huzur kapladı. başını tamamen suya daldırdı, yüzünü güzelce ovaladı, makyajını temizledi ve yorucu günü vücudundan uzaklaştırarak arındı. sağ koluyla küvetin kenarından destek alıp başını doğrulturken, etrafa dağılan saçları toplanarak boynuna ve omuzlarına yapıştı. bu duygu nedense biraz rahatsız etmişti.

hafif arkasına dönerek, başının ucundaki şişeyi avuçladı ve tekrar suya uzandı. şişenin kapağını açarak, burnuna yanaştırıp önce güzelce bir kokladı. şarap ve öksürük şurubu karışımı bir kokusu vardı. belki de zaten öksürük şurubuydu ama, içinde çok az bir miktar lsd olduğundan emindi. en azından irina ona bunu vadetmişti. şişeyi kafasına dikti ve yüzü ekşiyerek tüm şurubu içti. "aaaeeehhh! lanet olsun!" diyerek, şurubun yapacağı etkileri beklemeye başladı.

ne kadar süredir beklediğinin farkında değildi. biraz üşüdüğünü hissetti. su soğuyana kadar vakit geçmiş miydi yoksa şurubun etkisi miydi karar veremedi. başı dönmeye, düşünceleri dağılmaya ve etrafındaki eşyalar farklı şekillere bürünmeye başladı. etrafını incelerken, vücudunun geri kalanı alt komşunun banyosunun tavanında sarkan, beton zeminden kurtulmaya çalışan fayans bir at başıyla göz göze geldi. bu muhtemelen klozet olmalıydı. "ah irina, seni kaltak! ne verdin sen bana?"

vücuduna demir külçeler bağlanmış gibi vücudu ağırlaşırken, dibe çekiliyordu. tamamen suya daldı ve içini bir endişe kapladı. yavaş yavaş dibe batarken, bedeninden kurtulduğunu hissetti. hayatının en büyük yükünü üzerinden atıp, suyun yüzeyindeki ışığa doğru kulaç attı. o kadar hafiflemişti ki, sağ koluyla yine küvetin kenarından destek alıp, nefes nefese suyun yüzeyinde doğrulduğunun farkında bile değildi.

ayakları karıncalandı ve kramplar girdi. ayak parmak uçlarından beline kadar bir kaşıntı başladı. bacaklarını kaşımak için ellerini uzattığında ellerine yosun rengi, pul pul, kaygan bir doku geldi. ayaklarını havaya kaldırdığında kuyruğuyla yüzleşti ve kalbi çatlayacak gibi oldu. nefesi kesilmiş etrafa bakınırken, banyonun tamamen suyla dolu olduğunu gördü. başını yerdeki büyük yuvarlak paspasa çevirdiğinde, paspas pembe bir kedi balığı gibi dalgalanıyordu. demek ki hala suyun içinde olmalıydı ve suyun içinde de nefes alabiliyordu, ya da nefes almaya ihtiyaç duymuyordu.

suyun içinde bir deniz kızı kadar özgürdü. zaten artık bir deniz kızıydı. yorulmadan ve kulaç atmadan, sadece kuyruğunu sallayarak her tarafa yüzebilirdi. bir süre sonra, vücudu iyice hafiflemiş, adeta yüzmüyor, bir martı gibi havada süzülüyordu. kendisini daha da özgür hissetti. tüm hücreleri tek tek ayrışmaya başladı ve moleküllerine kadar çözüldü. bir sis gibi etrafa dağılmaya başladı ve sadece, manyetik alan gibi tüm dünyayı çevreleyen çıplak düşünceleriyle baş başa kaldı.

bir uçağın kanatları altındaki akışkan hava olup uçağı cesurca sırtladı. bahara merhaba diyen dağ sümbüllerini tatlı tatlı okşadı, vadiden aşağıya doğru ılık ılık esti. yeni doğan bebeklere ilk nefes olup, çocukların rengarenk uçurtmalarını kucakladı. kızıl güneşe inat ince ince çiseledi, gökkuşağının yedi rengine büründü.

düşünceleri aniden büyük bir kütle kazandı ve bedeni kuvvetli bir şekilde sarsıldı. kudretli bir yel gibi tozu dumana kattı. gürleyerek, etrafa şimşekler saçarak, sağanak olup yağdı. acımasız bir hortum olup, meşe ağacını kökünden söküp, yere çaldı. apansız bastıran dolu gibi çatıların kiremitlerini ufaladı. tekrar sakinleşip duruldu. salına salına toprağa düştü ve etrafı beyaza boyadı.

"aman tanrım! sergey, çabuk koş!" birinci katta yaşayan yaşlı çift, dışarıda oturdukları çardaktan fırladılar. yaşlı adam buruşuk elleriyle, yerde yatan bedenin boynuna parmaklarını bastırdı ve bir şey hissetmedi. bileklerini kontrol ettiğinde, parmak uçlarında yine herhangi bir kıpırtı duymadı. yaşlı kadın elini çıplak bedenin soğuk göğsüne bastırdı ama, o da eli boş döndü. yaşlı adam son bir umut cebinden sigara tablasını çıkardı ve yerde kanlar içinde yatan narin ceylanın ağzına götürdü. hiçbir nefes işareti yoktu.

yaşlı kadın, "beşinci kattaki yalnız yaşayan kız bu" diye söylenirken gözyaşlarına hakim olamadı. yaşlı adam, "zavallı sveta" diyerek, ceketini çıkartıp çıplak bedenin üzerini örttü. sveta artık üşümüyordu...
devamını gör...

ateist kaplumbağa

hakkında biraz araştırma yapınca şöyle yorumlara denk geldiğim yazar. *

the new york times - normal sözlük'ü normal sözlük yapan yazarların başında gelen ateist kaplumbağa, mizahi, kibirden uzak ve samimi anlatım diliyle okuyucuyu yakalıyor, kendisiyle beraber olay örgüsü içine sürüklüyor ve okuyucuda yarattığı aydınlanma ile okuma keyfini katlıyor.

the guardian - herkesin antik yunan mitolojisine sahip çıktığı, "antik yunan mitolojisi hakkında benim de söyleyeceklerim var" dediği bir dönemde ateist kaplumbağa, türk mitolojisinin zenginliğini ve köklerini ortaya koymuş, öz kültürüne sahip çıkamayan bir toplumun utancını okuyucunun yüzüne tokat gibi vurmuştur.

izvestia - western filmlerin yanlı ve yanlış anlatımlarıyla doğu toplumlarını etkisi altında bırakma çabaları, ateist kaplumbağa'nın kızılderililerin yaşadığı zulmü, dramatik bir belgesel tadında okuyucuya aktarması sayesinde havada kalmış, okuyucu bilinçlenmiş ve greengo'ların gerçek yüzünü görmüştür.

sky sports - ateist kaplumbağa, futbolun sadece gol atmak olmadığını, yeri geldiğinde özgürlük mücadelesine bile dönüşebileceğini, tüm futbolseverlere tekrar hatırlatmıştır.

le monde - sayın kaplumbağa yazdığı makaleler ile bilim-kurgu sevdalılarına yol göstermekte, onlara ışık tutmaktadır. kendisine yaptığımız dolgun ücret teklifini, anormal sözlük haber ajansı'ndaki sorumluluğundan dolayı kibarca geri çevirmiştir.

hakkında yapılan bu kadar yorumdan sonra bize de okumak düşer. en kısa sürede kendisini okumaya başlayacağım. *
devamını gör...

tepelerin kocakarisi

orta sözlük evreninde bir gün necromancerlar ve orclar birlik olup, buharlı vadi'den kutsal düdüklü tencereyi çaldılar. amaçları yüksek sıcaklık ve basınç altında kutsal düdüklü tencereyi patlatıp imha etmekti. böylece insanlar nohut pişiremeyecek ve helak olacaktı.

tepelerin kocakarısı'nın tepesi atmıştı ve uçan süpürgesini gardırobundan çıkarıp, tepesinden vadiye indi. en kısa sürede ordusunu toplayıp kutsal düdüklü tencereyi tekrar buharlı vadi'ye getireceğine dair insanlara umut oldu. ne var ki elfler ve cüceler "biz zaten nohut yemiyoruz, fasulyeyi de akşamdan ıslıyoruz" diye yardım çağrılarını karşılıksız bıraktılar. bir kaç hobbit, bir elf, bir cüce ve biri buharlı vadi'nin son varisi ve biri de vadi vekilharcı olmak üzere iki insan, kendisiyle beraber toplam dokuz kişi kutsal düdüklü tencere kardeşliğini kurdu.

iki hobbit uçan süpürgeyi alarak gruptan ayrıldı. yedi kişi haritada düz bir çizgi çekip necromancer kalesine doğru yola koyuldu. yolda entlerle karşılaştılar. orclar ve necromancerlar büyük bir ateş yakmak için ormanları yok etmişlerdi. tepelerin kocakarısı entleri intikam için ikna etmeyi başardı ve entler son yürüyüşlerine çıktılar.

düdüklü tencere kardeşliği ve güçlü bir ent ordusu sonunda necromancer kalesinin kapısına dayandı. orclar ve necromancerlar tüm dikkatini entlere ve kardeşliğe yöneltmişti. işte bu sırada tam da planlandığı gibi, kalenin arkasından dolanan iki hobbit kutsal düdüklü tencereyi kaptıkları gibi uçarak buharlı vadi'ye doğru kaçtılar. tepelerin kocakarısı dört dörtlük bir plan yapmıştı, başarısız olma ihtimali sıfırdı. orclar ve necromancerlar birbirlerini suçlayarak kendi kendilerini helak ettiler ve yok oldular.

artık orta sözlük dünyasına barış hakimdi. ağaçlar yok edilmeyeceği için entler mutluydu. elfler ve cücelerin zaten herhangi bir derdi yoktu, onlar nohut yemiyor, fasulyeyi de akşamdan ıslıyorlardı. kutsal düdüklü tencere tekrar buharlı vadi'deki yerini almıştı ve insanlar artık nohut yiyebilecekti. işte tüm orta sözlük halkı tepelerin kocakarısı'na kocaman bir teşekkür borçludur. teşekkürler sayın tepelerin kocakarısı, uçan süpürgenize zeval gelmesin. *
devamını gör...
devamı...

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim