1.
kendi kendime uydurduğum oyun. oynamak isteyene açıktır efenim.
götümden altı kelime sallayacağım sonra da serbest akışta bu altı kelimeyle bir şeyler yazacağım. ara ara gelir altı kelime fırlatır kaçarım. siz de fırlatın.
ahanda kelimeler;
(bkz: fırın)
(bkz: göl)
(bkz: durak)
(bkz: iğne)
(bkz: basamak)
(bkz: dolgu)
dolgulu dudaklara bir miktar daha kimyasal enjekte etmek için iğneyle kadının suratına iyice eğilmişti doktor, gözleri durağan bir göl gibi olan kadınsa sabit duruyordu koltukta.
- firuze hanım emin misiniz? son kararınız mı bakın sıkacağım ilacı ve geri dönüşü altı ay sonra olacak?
eminim dedi firuze.
doktor derin nefes aldı ve bir sonraki basamağı düşündü. yani kadının dudakları artık yüzünün yarısını kaplayacaktı ve bir kere daha gelirse bu istekle konuşamaz hale geleceğinden reddetmek zorunda kalacaktı.
elleri fırın sıcaklığında bir titredi, bu güzelim yüze neden yazık ediyordu bir türlü anlam veremiyordu adam.
kadın sanki düşüncelerini okumuş gibi cevap verdi.
konuşmamak için dedi.
işlem bittiğinde bekleme salonuna geçti kadın, deri koltukta oturan kocası ayağa kalktı sevinçle ve aşkım diye karşıladı göl gözleri, kadın sadece gülümseyebildi.
götümden altı kelime sallayacağım sonra da serbest akışta bu altı kelimeyle bir şeyler yazacağım. ara ara gelir altı kelime fırlatır kaçarım. siz de fırlatın.
ahanda kelimeler;
(bkz: fırın)
(bkz: göl)
(bkz: durak)
(bkz: iğne)
(bkz: basamak)
(bkz: dolgu)
dolgulu dudaklara bir miktar daha kimyasal enjekte etmek için iğneyle kadının suratına iyice eğilmişti doktor, gözleri durağan bir göl gibi olan kadınsa sabit duruyordu koltukta.
- firuze hanım emin misiniz? son kararınız mı bakın sıkacağım ilacı ve geri dönüşü altı ay sonra olacak?
eminim dedi firuze.
doktor derin nefes aldı ve bir sonraki basamağı düşündü. yani kadının dudakları artık yüzünün yarısını kaplayacaktı ve bir kere daha gelirse bu istekle konuşamaz hale geleceğinden reddetmek zorunda kalacaktı.
elleri fırın sıcaklığında bir titredi, bu güzelim yüze neden yazık ediyordu bir türlü anlam veremiyordu adam.
kadın sanki düşüncelerini okumuş gibi cevap verdi.
konuşmamak için dedi.
işlem bittiğinde bekleme salonuna geçti kadın, deri koltukta oturan kocası ayağa kalktı sevinçle ve aşkım diye karşıladı göl gözleri, kadın sadece gülümseyebildi.
devamını gör...
2.
3.
yoktum bundan yıllar önce ve hatta bir hiçtim sizlerce ama yok muydum sahiden? hiç miydim siz görmeden önce? belki de yoktum ve belki de kendimden emin bir hiçtim bu alemde. gülmeyi yaşamak bildim tıpkı pasaklı bir gelin gibi halının altına süpüren tozları sinsice. ağladığımı görmedi beni var bilenler. hiç şahit olmadılar hüznüme çünkü ben pasaklı değildim, rolümü iyi kestim hayat sahnemde.
oysaki her basamakta biraz daha yaklaşıyordum kendime, ağır ama dikkatsiz çıktığım hayat merdivenlerinde ben oluyordum, ben bile bilmiyorken nereye gittiğimi ama hissediyorken bulmam gereken beni. tozluydu önüme çıkan her basamak, çıkıyordum adım adım umursamadan tozun kirin üzerine basarak. çamura kire bulaşan pabuçlarıma aldırmadan en sakar ve en umutlu halimde yılmadan, yorulsam da pes etmeden çıkıyordum basamakları çünkü göremediğim o son durakta soluklanacağıma inanıyordum sessizce.
sessiz dedim ama çığlık çığlığa bir sessizlikti bu. içeride korkunun, kaygının sanki kaynar kazanlarda, taş fırınlarda yüreğimi kavurduğu, parçaladığı, ağıtlar yaktığı ve acıdan kıvrandığı bir değişimin sessiz haykırışlarıyla yutkunarak örtülen sessizliğim. benim kadar dik durabilen bir sürüngen var mıydı yeryüzünde? her basamakta kabuğunu değiştiren var mıydı acılar içinde. hiç bilmiyorum.
ben hep ağlayan insanlar gördüm etrafımı çevreleyen ve hep yakınan insanlar tanıdım sesleri kulağımı tırmalayan. onlara bencil dedim, ipliği iğneye geçirirken bile söven insanlar gördüm. neyi yamalıyorlar diye merakla koştum yanlarına, nasıl kurtarabilirim böylesi kederden bu insanları diye telaşla koştum yardım elim benden önce uzanırken ayaklarına ama onlar yalnızca nakış işliyordu, yardıma ihtiyaçları yoktu. tek istekleri en gürültülü halleriyle söylemek kusmaktı içindekileri. bense madem öyle, ben dinlerim sizi siz üzülmeyin diyordum hazır basamak bu kata çıkarmışken beni ama bozulmuş plak gibi başa sardıklarında bu dertli insanlar, oradan artık ayrılmam gerektiğini, yola koyulup tozlu basamaklarımla buluşmam gerektiğini biliyordum ve her katta duruyor, yeni bir yaşam arıyordum adım attıkça değişen benliğime. ona uygun bir kalıp mutlaka vardı. bu basamakta değilse diğer basamakta ama mutlaka ve mutlaka vardı biliyordum.
her basamakta üzerime bol gelen giysiyleri uydurmaya çalışıyordum bedenime. potluklarımı pamuklardan dolgularla örtüyordum, uyduruyordum bir şekilde ama pamuklar yetmiyordu beni yeterince ben göstermeye. tam bana göre olan bir elbise bulmalıydım daha ötelerde ve susuzluğuma aldırmadan kavuşacağım gün için kan ter içinde devam ediyordum farkında bile olmadan yürüdükçe hiçbir elbisenin bana göre olamayacağını çünkü attığım her adımda değişenin ben olduğumu göremiyordum. elbiseleri suçluyor, pamuklara kızıyor, kalıplara öfkeleniyordum ve yukarı çıktıkça aşağı bakamıyor, geldiğim yeri dahi göremiyordum.
artık ilk basamaktan daha çok korkutmaya başlamıştı beni oysa zirveye de çok yakındım. sanki görebiliyordum basamakların sonunu bulanık bir şekilde tabii bir sanrı değildiyse bu.
sonuna gelmişken teklemeye başladı bedenim. daha fazla devam edemeyecektim. susuzluk olmasa devam edebilirdim ama susuzluk hiçbir şeye benzemez. ya ölecektim susuzluktan ya da aşağı inecektim onca emeğin sonunda. hayatta kalmak istiyordum. kendimi bulmak ve onunla tanışmak için çıkmıştım yola ancak susuz hayatta kalmanın mümkün olmadığını öğrenecek kadar da basamak atlamıştım bu hayatta.
orada öğrendim varsın olsun demeyi belki de. tıpış tıpış aşağı indim basamaklardan kadere boyun eğerek. aciz bedenimin benliğime hükmünü kabul ederek suya koştum düşe kalka geldiğim yoldan boynumu bükerek..
sonunda aşağının en zirvesinde buldum kendimi.
vazgeçtiğim her basamak beni suya daha da yaklaştırdı. yukarıları göremiyordum çıkarken ama aşağıları apaçık görebiliyordum aşağı indikçe.
su yakındı hem de çok yakın. bu sefer gözlerimle gördüğüm bu şey bir sanrı değildi. o hayal ettiğim sudan bile ötesiydi.
yeşillikler içinede kocaman bir göl vardı birkaç basamak aşağıda ve boynu büyük olan ben yeniden gülmeye başlamıştım. suya hasret olan benliğimin elbiseye değil yorulup terlemeye, kızıp öfkelenmeye, vazgeçebilmeye ihtiyacı vardı. yukarı çıkmadan aşağı inemeyeceğini öğrenmeye ihtiyacı vardı.
benim elbisem öğrenmekten başkası değildi.
ben vardım artık, öyle yorgundum ki tüm varlığımı hissedebiliyordum ve böylece basamaklar beni yormuş olsa da, boynumu bükmüş olsa da tüm teşekkürü hak eden de yine onlardı.
oysaki her basamakta biraz daha yaklaşıyordum kendime, ağır ama dikkatsiz çıktığım hayat merdivenlerinde ben oluyordum, ben bile bilmiyorken nereye gittiğimi ama hissediyorken bulmam gereken beni. tozluydu önüme çıkan her basamak, çıkıyordum adım adım umursamadan tozun kirin üzerine basarak. çamura kire bulaşan pabuçlarıma aldırmadan en sakar ve en umutlu halimde yılmadan, yorulsam da pes etmeden çıkıyordum basamakları çünkü göremediğim o son durakta soluklanacağıma inanıyordum sessizce.
sessiz dedim ama çığlık çığlığa bir sessizlikti bu. içeride korkunun, kaygının sanki kaynar kazanlarda, taş fırınlarda yüreğimi kavurduğu, parçaladığı, ağıtlar yaktığı ve acıdan kıvrandığı bir değişimin sessiz haykırışlarıyla yutkunarak örtülen sessizliğim. benim kadar dik durabilen bir sürüngen var mıydı yeryüzünde? her basamakta kabuğunu değiştiren var mıydı acılar içinde. hiç bilmiyorum.
ben hep ağlayan insanlar gördüm etrafımı çevreleyen ve hep yakınan insanlar tanıdım sesleri kulağımı tırmalayan. onlara bencil dedim, ipliği iğneye geçirirken bile söven insanlar gördüm. neyi yamalıyorlar diye merakla koştum yanlarına, nasıl kurtarabilirim böylesi kederden bu insanları diye telaşla koştum yardım elim benden önce uzanırken ayaklarına ama onlar yalnızca nakış işliyordu, yardıma ihtiyaçları yoktu. tek istekleri en gürültülü halleriyle söylemek kusmaktı içindekileri. bense madem öyle, ben dinlerim sizi siz üzülmeyin diyordum hazır basamak bu kata çıkarmışken beni ama bozulmuş plak gibi başa sardıklarında bu dertli insanlar, oradan artık ayrılmam gerektiğini, yola koyulup tozlu basamaklarımla buluşmam gerektiğini biliyordum ve her katta duruyor, yeni bir yaşam arıyordum adım attıkça değişen benliğime. ona uygun bir kalıp mutlaka vardı. bu basamakta değilse diğer basamakta ama mutlaka ve mutlaka vardı biliyordum.
her basamakta üzerime bol gelen giysiyleri uydurmaya çalışıyordum bedenime. potluklarımı pamuklardan dolgularla örtüyordum, uyduruyordum bir şekilde ama pamuklar yetmiyordu beni yeterince ben göstermeye. tam bana göre olan bir elbise bulmalıydım daha ötelerde ve susuzluğuma aldırmadan kavuşacağım gün için kan ter içinde devam ediyordum farkında bile olmadan yürüdükçe hiçbir elbisenin bana göre olamayacağını çünkü attığım her adımda değişenin ben olduğumu göremiyordum. elbiseleri suçluyor, pamuklara kızıyor, kalıplara öfkeleniyordum ve yukarı çıktıkça aşağı bakamıyor, geldiğim yeri dahi göremiyordum.
artık ilk basamaktan daha çok korkutmaya başlamıştı beni oysa zirveye de çok yakındım. sanki görebiliyordum basamakların sonunu bulanık bir şekilde tabii bir sanrı değildiyse bu.
sonuna gelmişken teklemeye başladı bedenim. daha fazla devam edemeyecektim. susuzluk olmasa devam edebilirdim ama susuzluk hiçbir şeye benzemez. ya ölecektim susuzluktan ya da aşağı inecektim onca emeğin sonunda. hayatta kalmak istiyordum. kendimi bulmak ve onunla tanışmak için çıkmıştım yola ancak susuz hayatta kalmanın mümkün olmadığını öğrenecek kadar da basamak atlamıştım bu hayatta.
orada öğrendim varsın olsun demeyi belki de. tıpış tıpış aşağı indim basamaklardan kadere boyun eğerek. aciz bedenimin benliğime hükmünü kabul ederek suya koştum düşe kalka geldiğim yoldan boynumu bükerek..
sonunda aşağının en zirvesinde buldum kendimi.
vazgeçtiğim her basamak beni suya daha da yaklaştırdı. yukarıları göremiyordum çıkarken ama aşağıları apaçık görebiliyordum aşağı indikçe.
su yakındı hem de çok yakın. bu sefer gözlerimle gördüğüm bu şey bir sanrı değildi. o hayal ettiğim sudan bile ötesiydi.
yeşillikler içinede kocaman bir göl vardı birkaç basamak aşağıda ve boynu büyük olan ben yeniden gülmeye başlamıştım. suya hasret olan benliğimin elbiseye değil yorulup terlemeye, kızıp öfkelenmeye, vazgeçebilmeye ihtiyacı vardı. yukarı çıkmadan aşağı inemeyeceğini öğrenmeye ihtiyacı vardı.
benim elbisem öğrenmekten başkası değildi.
ben vardım artık, öyle yorgundum ki tüm varlığımı hissedebiliyordum ve böylece basamaklar beni yormuş olsa da, boynumu bükmüş olsa da tüm teşekkürü hak eden de yine onlardı.
devamını gör...